Mûsâ ve Harun (Aleyhimesselâm), kardeş iki peygamberdi. Görevleri birdi. Harun’un (As.) peygamberliği, Mûsâ’nın (As.) dileği neticesiydi. Harun (As.) mücadelede, Mûsâ’nın (As.) desteğiydi. Her ikisine de vahiy indi. İkisi de Allah’ın ihsanına erdi. Kur’ân’da kendilerine “selâm olsun” dendi.
Mûsâ ve Harun (Aleyhimesselâm), ilâhî kitapla (Tevrat) teyid edildi. Ancak Fir’avn karşısında mûcize göstermek, Mûsâ’ya (As.) aitti. Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Sen ve kardeşin ayetlerimle git! Beni anmakta gevşek davranmayın.” “Fir’avn’a gidin! Doğrusu o, azmıştır.” (Tâhâ 20/42-43)
İlk davette, davet kadar davranış ve sözün söylenişi de önemliydi. Bu yüzden Allah, hak davette geçerli sözün özelliğini şöylece belirtti: “Ona yumuşak söz söyleyin! Belki öğüt dinler veya korkar.” (Tâhâ 20/44)
Mûsâ ve Harun (Aleyhimesselâm) önceden azgınlığıyla tanıdıkları Fir’avn hakkında endişeli idiler. Endişelerini Allah’a birlikte bir kez daha şöyle arz ettiler: “–Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artma sından korkarız.” (Tâhâ 20/45) Bu, göreve ve usule bir itiraz değildi. Fir’avn’ın kötülüğü ve azgınlığı artarsa; kendilerini ve inananları korumak konusunda ne yapabileceklerinin belirtilmesini dilemekti.
Allah Teâlâ buyurdu: “–Korkmayın! Ben sizinle beraberim! Görür ve işitirim.!” (Tâhâ 20/46) “–Haydin Fir’avn’a gidin. “Biz şüphesiz âlemlerin Rabbinin peygamberiyiz” deyiniz.” (Şuarâ 26/16) “Doğrusu biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder, onlara azap etme!..” “Rabbinden sana bir mûcize getirdik.” “Selâm doğru yolda gidene olsun.” “Doğrusu bize, bizi yalanlayıp sırt çevirene azap edileceği vahyolun du.” (Tâhâ 20/47-48) “Ona de ki: “Arınmaya niyetin var mı?” Rabbine giden yolu göstereyim de O’nu sayasın!..” (Nâziât 79/18-19)
Mûsâ ve Harun (Aleyhimesselâm), Allah’dan aldıkları görev, teminat ve usulle Fir’avn’a gittiler.
Mücadele Başlıyor
Mûsâ (As.) kendilerini, vazifelerini ve isteklerini şöyle belirtti: “–Ey Fir’avn! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.” (A’raf 7/104-105) Fir’avn, Mûsâ’yı (As.) karşısında görünce, özür dileyeceğini sanmıştı. İş öyle olmadı. Beklemediği sözler duydu. Beyninden vurulmuşa döndü. Hemen Mûsâ’ya (As.) geçmişini hatırlattı ve kınadı; “–Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirdin!
Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin!” (Şuarâ 26/18-19) Mûsâ (As.) kendisini savundu; “–O işi kasten yaptımsa, sapıklardan biri sayılırım. Sizden korkunca da içinizden hemen kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet verip beni peygamber yaptı. Başıma kaktığın o nimet, İsrailoğullarını kendine köle ettiğinden ötürüdür.” (Şuarâ 26/20-22) Bu defa Fir’avn, konuyu bir başka yöne kaydırdı: “–Âlemlerin Rabbi de nedir?” dedi. (Şuarâ 26/23) Bu soru üzerine Mûsâ (As.) ile Fir’avn arasında bir dizi konuşma geçti. Bu konuşmaların seyri bize, hakkı tavsiye ve gerçek amacın anlatımında güzel bir usul öğretmekteydi. O usul; muhatap ne türlü davranış gösterirse göstersin, aralıksız ana davanın duyurulmasıydı.
Mûsâ (As.) Fir’avn’ın sualine şöyle cevap verdi: “–Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz; bilin ki, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.” Fir’avn; yanında bulunanlara: –İşitmiyor musunuz? Mûsâ: “–O, sizin de önceki atalarınızın da Rabbidir.” Fir’avn, (çevresindekilere) “–Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.” Mûsâ: “–O, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer aklınız varsa, anlarsınız.” ((Şuarâ 26/20-28) Fir’avn: “–Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.” Mûsâ: “–Sana apaçık bir şey (mûcize) getirmiş isem de mi?” (Şuarâ 26/29-36) Fir’avn, halka kendisini ilâh diye tanıtmıştı. Mûsâ ise, (As.) gerçek Rab’den söz ediyordu. Bu yüzden Fir’avn’ın fikri Rab konusuna takılmış kalmıştı. Bir başka kez, geldiklerinde Mûsâ’ya (As.) hemen onu sordu: “–Ey Mûsâ! Sizin Rabbiniz kimdir?” Mûsâ: “–Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir.” Fir’avn: “–Öyleyse önceki nesillerin durumu ne oluyor?” Mûsâ: “–Onların bilgisi Rabbimin katında yazılıdır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” “Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O’dur.” (Tâhâ 20/49-53)
Fir’avn, bir taraftan saltanat kaygısı çekmeye başlamıştı. Bunu şöyle ortaya koydu: “–Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de îman etmeyiz.” (Yûnus 10/78) Etrafındakiler: “–Biz bizim gibi iki insana hiç îman eder miyiz? Hele bir de milletleri bize köle iken..” (Mü’minûn 23/47) diye ilâve ettiler. Bundan da cesaretlenen Fir’avn: “–Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas 28/38) Fir’avn kendisini tanrı ilân ediyordu. Sonra veziri Hâmân’a dönüp şöyle diyordu: “–Ey Hâmân! Benim için toprak üzerine bir ateş yak! Tuğla hazırlayıp bana bir kule yap.” (Kasas 28/38)
“Belki yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Mûsâ’nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onu mutlak bir yalancı sanıyorum.” (Mü’min 40/36-37) Fir’avn; “Bizim gibi iki insana biz nasıl inanırız?” diyordu. Mûsâ’nın (As.) peygamberliğine inanmazken, kendisinin –insan olduğu halde– ilâh olduğuna inanıyor ve bunu ilân ediyordu. Bu ne ilkel çelişki idi. Fakat bir kâfirin kafası için normaldi. Fir’avn kendisini yeryüzünün tanrısı ilân etmişti. Şimdi Mûsâ (As.) “göklerin ve yerin, doğunun ve batının Rabbi”nden haber getirmişti. Fir’avn gökyüzüne de hükmetmek gereğini hissetti ve Hâmân’a “kule!” dedi!... Fakat kendisi de kulesi de Mûsâ (As.) karşısında yenilgiden kurtulamayacaktı. Fir’avn, niçin kule yapılmasını istemişti? Gerçekten dediği gibi âlemlerin Rabbini mi arayacaktı, yoksa bununla etrafındakileri mi kandıracak, oyalayacaktı? Hiç kuşkusuz ikincisini yapacaktı. Ya kuleden yükseklere bakacak; “Mûsâ’nın Rabbine rastlamadığını halka yayacaktı, ya da “Biz bunca gücümüz, imkânımız ve medeniyetimizle göklere yol bulup erişemedik; Mûsâ nasıl çıkmış da bize haber getirmiş?” diye ortalığa fitne salacaktı. Kule bir tuzaktı. Her tuzak, eninde sonunda onu kuranı yakalardı. Bu da öyle oldu.
Mûcize
Fir’avn “kule” tuzağından bir netice alamadı. Bu kez Mûsâ’yı (As.) Rab konusunda tehdit etmeye kalktı: “–Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.” (Şuara 26/29) Mûsâ (As.) şu sualle cevap verdi:
“–Sana apaçık bir şey getirmiş isem de mi?” (Şuarâ 26/30) Fir’avn, Mûsâ’yı (As.) kendisi gibi yalan bir iddianın sahibi sanıyordu. Bir şey ortaya koyamayacağına inanıyordu. “–Doğru sözlü isen haydi getir!” dedi.” (Şuarâ 26/31. Bk. el-A’raf 7/106) “Mûsâ değneğini attı. Apaçık bir yılan oluverdi. Elini çıkardı. Bakanlara bembeyaz göründü.” Fir’avn çevresindeki ileri gelenlere: “–Doğrusu bu, bilgin bir sihirbaz! Sizi sihirle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz? dedi. (Şuarâ 26/32-35. Bk. el-A’raf 7/108-110) Fir’avn’ın adamları kendisine cevap vermeden Mûsâ (As.) araya girdi. Çünkü getirdiği mûcizeye sihir denmesine ne de olsa sinirlenmişti. “–Size gelen gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu sihir midir? Sihirbazlar zaten başarı kazanamazlar! dedi.” (Yûnus 10/77) Mûsâ’nın (As.) mûcizeleri sadece bunlar da değildi. Kur’ân’da şöyle bilgi verildi: “And olsun ki, Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize verdik. İsrâiloğullarına sor, Mûsâ onlara geldiğinde Fir’avn ona; “–Ey Mûsâ! Ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum” demişti. Mûsâ da: “–And olsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeleri ola rak indirdiğini biliyorsun!” “–Ey Fir’avn! Doğrusu ben de senin mahvolacağını sanıyorum! demişti. (İsrâ 17/101-103)
Sihirbazlar
Fir’avn’ın adamları Mûsâ’nın (As.) sözlerini dinlemediler. Gösterdiklerinin sihir olduğunda direndiler. Fir’avn’a şunu teklif ettiler:
“–Onu ve kardeşini alıkoy! Şehirlere, sana bütün bilgin sihirbazları getirecek toplayıcılar gönder.” (Şuarâ 26/36-37. Bk. el-A’raf 7/111-112) Fir’avn, bu fikri beğendi. Mûsâ’ya (As.) şöyle seslendi: “–Ey Mûsâ! Sihirbazlığınla bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?” “Şimdi biz de seninkinin benzeri bir sihri sana göstereceğiz.” “Bizimle senin aranda bir vakit tayin et ki, sen de biz de uygun bir yerde bulunalım da caymayalım” dedi. (Tâhâ 20/57-58) Mûsâ (As.) buluşma gününü tespit etti; “–Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi. (Tâhâ 20/59) Fir’avn derhal etrafa adamlar saldı. Onlara şöyle dedi: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin!” (Yûnus 10/79) Adamlar gittiler. Şehir şehir, köy köy gezdiler. Sihirbazları davet edip getirdiler. Nihayet kararlaştırılan bayram günü geldi. Halk merakla ne olacağını beklemekteydi. Mahşerî bir kalabalık vardı. Mûsâ da (As.) hazırdı. Sihirbazlar da bildirilen saatte geldiler. Fir’avn, sihirbazları ve halkı etrafına topladı. Onlara hitabetti; bu arada da “Ben sizin en büyük rabbinizim” (Nâziât 79/24. Bk Şuarâ 26/29;.Kasas 28/38) dedi. En büyük sapıklığı gösterdi. İş, imtihana gelmişti. Halk heyecan içindeydi. Sihirbazlar fırsatı değerlendirdi: “–Biz üstün gelirsek bize şüphesiz bir mükâfat vardır, değil mi?” dediler. Fir’avn: “–Evet o takdirde siz gözde kimselerden olacaksınız!”dedi. (Araf 7/13-114) Sihirbazlar, aldıkları bu vaadle bir kat daha şımardılar. Fir’avn’a yaptıkları teklifi ve sonraki hareketlerini Mûsâ (As.) görmüştü. Onlara kızdı, şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Allah’a karşı yalan düzmeyin. Sonra azap ile sizin kökünüzü kurutur. Allah’a karşı yalan uyduran, muhakkak hüsrana uğramıştır.” (Tâhâ 20/61) Mûsâ’nın (As.) bu tehditli uyarısı üzerine sihirbazlar kendi aralarında gizli bir görüşme yaptılar. Mûsâ ile Harun (Aleyhimesselâm’ı) gösterek şöyle konuştular: “–Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin üstün dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar. Onun için bütün hilelerinizi toplayın, sonra hep birden gelin. Bugün üstün gelen muhakkak zafer kazanmıştır.” (Tâhâ 20/64) Sihirbazların sayısı fazla idi. Aralarında görüştüler. Mûsâ’ya (As.) şu teklifte bulundular:
Mûcize ve Sihir Karşılaşıyor!
“–Ey Mûsâ! Ma’rifetini ya sen ortaya koy ya da önce biz koyalım” dediler. (A’raf 7/115. Bk. Tâhâ 20/65) Mûsâ: “–Ne atarsanız atın!” dedi. (Şuarâ 26/43. Bk. el-A’raf 7/116; Tâhâ 20/66; Yûnus 10/80) Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve; “–Fir’avn hakkı için, biz üstün geleceğiz!” dediler. (Şuarâ 26/44) “Sihirbazlar ma’rifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini sihirlediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar.” (A’raf 7/116) “Değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Mûsâ’ya sanki yürüyormuş gibi geldi.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hisseti.” (Tâhâ 20/66-67)
Mûsâ (As.) önce önemsemediği, ne yapacaksanız yapın dediği sihir bazların ip ve değneklerini yılan gibi yürür görünce, kendi asâsının da ancak böyle olacağını düşündü ve onlara üstün gelemeyeceği endişesini duydu. Onun korkusu, sihirbazlarla aynı seviyede kalma korkusuydu ve bir anlıktı. Allah: “–Korkma! Sen muhakkak daha üstünsün! Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun! Yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz, nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz.” (Tâhâ 20/68-69. Bk. el-A’raf 7/117-118)
Mûsâ (As.) Allah’dan bu teminatı ve emri alınca rahatladı. Daha asâsını atmadan, sihirbazlara şöyle hitabetti: “–Yaptığınız sihirdir! Fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği gerçekleştirecektir.” (Yûnus 10/81-82) Sonra: “Mûsâ değneğini attı. Onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuara 26/45) Meydanı kaplayan, dağlara–derelere sığmayan o ipler ve değnekler, Mûsâ’nın (As.) yılan gibi yürüyen asâsı tarafından birer birer yutulunca, herkes şaşırdı. Halk dehşet, sihirbazlar haşyet içindeydi. Ne olmuşt? Nasıl olmuştu? Bunca ip ve değnekler Mûsâ’nın (As.) asâsı tarafından nasıl yutulmuştu? Olacak şey miydi bu? Yuvalarından fırlamış gözlerle herkes, birbirine korkulu korkulu bakıyor, korkular konuşuyordu. Fir’avn ve halk, bu sırada beklenmedik ikinci bir olayla karşılaştı.
Sihirbazlar Secdede
Bütün sihirbazlar: “–Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Harun’un Rabbine inandık” ((Şuara 26/44-48) diyerek secdeye kapandılar. İşe “Fir’avn’ın hakkı için” diye büyük iddialarla başlayan sihirbazlar, şimdi secdedeydi. Sihir, bütün çeşitleriyle birlikte mûcize karşısında bitmişti. Sihirbazlar Mûsâ ve Harun’a (Aleyhimesselâm) îman etmişlerdi. İman aydınlığına ermişlerdi. Bu bir hidayetti. Sihirbazlar îman etmekle, halktaki Fir’avn korkusunu da bir ölçüde silmişlerdi. Çünkü o zamana kadar Mûsâ’ya (As.) inanmak büyük bir cesaret ve feragat işiydi. Zira “Fir’avn ve erkânının fenalık yapmasından korktuklarından, milletinin bir kısım gençleri dışında kimse Mûsâ’ya inanmamıştı. Çünkü Fir’avn yeryüzünde hakimdi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi.”(Yunus 10/83)
Hattâ bir defasında, milletine Fir’avn şöyle seslenmişti: “Ey Kavmim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, zavallı ve nerede ise konuşamayan bu kimseden daha üstün değil miyim? Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf 43/51-53)
Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsâ’ya (As.) inanmaları, Fir’avn’ın hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkta Fir’avn korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Fir’avn, durumunu kurtarmak için, yeni mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı; onlara ceza vermeye kalkıştı. Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?... Şüphesiz bu bir hiledir ki, siz onu şehirde anlaşıp kurmuşsunuzdur.
Yerli halkı bu şehirden çıkarmak istiyorsunuz! O halde başınıza ne geleceğini yakında bilirsiniz.” (A’raf 7/123) “...Doğrusu o, (Mûsâ) size sihri öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.” (Taha 20/71) Fir’avn’ın bu açık ve korkunç tehdidi, yeni mü’minleri yıldırmamış, aksine onların îmanlarını, bağlılıklarını arttırmıştı. Onlar îman gücüyle Fir’avn’a şöyle haykırmışlardı: “–Seni, gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız! Ne hüküm verirsen ver! Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin! Doğrusu biz, yanılmalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize îman ettik. Allah’ın vereceği mükâfat daha iyi ve daha devamlıdır!” (Tâhâ 20/72-73) Küfre karşı îman, azap tehdidine karşı mükâfat müjdesiydi. Yeni mü’minler, Fir’avn’ın tehditlerine verdikleri cevaba şöyle devam ettiler: “–Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz. İnananların ilki olmamızdan ötürü Rabbimizin kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.” (Şuarâ 26/50-51) “Senin bizden intikam almaya kalkışman, ancak Rabbimizin ayetleri gelince îman etmemizden ileri geliyor.” (A’raf 7/126) Fir’avn’a bu kahredici cevabı veren yeni mü’minler, Rablerine döndüler, el açıp şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” ((A’raf 7/126)
Mûsâ’nın (As.) mûcizelerine sihir diyen, bunu ispat için sihirbazları toplayan Fir’avn ve yoldaşları, umduklarını bulamadılar. Beklemedikleri şekilde perişan oldular. Tek kelime ile; “Hak meydana çıktı, onların yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenilmişler ve küçülerek geri dönmüşlerdi.” (A’raf 7/118-119) Zafer peygamberindi, mü’minlerindi...
İbn–i Abbas’ın dediğine göre bu yeni mü’minler, “Günün başlangıcında sihirbaz idiler, sonunda şehid oldular.”
Mûsâ ve Milletini Ölümle Tehdit
Yenilgi Fir’avn’a ağır geldi. Artık Mûsâ (As.) da Fir’avn’ın karşısında durabilecek, istediklerini yapabilecek güçte idi. Fir’avn kendi düzenlediği yarışmada yine kendisi yenilmişti. Mûsâ (As.) ise, halk arasında daha bir iyice bilinmiş ve tanınmıştı. Fir’avn, adamlarıyla görüşmeler yaptı. Adamlarına, ne yapması gerektiğini danıştı. Onlardan bir bölümü şöyle konuştu: “–Mûsâ’yı ve milletini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” (A’raf 7/127) Fir’avn bu fikre hak verdi. Çareyi gösterdi: “–Onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarını sağ bırakacağız. Elbet biz onları ezecek üstünlükteyiz.” (A’raf 7/127. Bk. el-Mü’min 40/25) Bu, Mûsâ’nın (As.) milleti için düşünülen imha plânı idi. Mûsâ (As.) ne olacaktı? Fir’avn bu konudaki plânını da bir toplantıda adamlarına şöyle açıkladı: “–Beni bırakın da Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun! Onun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgun çıkaracağından korkuyorum.” (Mü’min 40/26)
Fir’avn, kendi halini Mûsâ’da (As.) görüyordu. Çünkü hak dini kabul etmeyen, ilâhlık iddia eden kendisiydi. Halkı zulüm altında inletmekteydi. Fir’avn, kendi mevki ve düzenini koruma gayretindeydi. Mûsâ (As.) ise hak dini ve gerçek düzeni getirecekti. Buna din değiştirmek, bozgunculuk yapmak mı denirdi? Aslında Fir’avn bozguncunun ta kendisiydi. Mûsâ (As.), bu ölüm tehdidi üzerine, önce kendisine inananlara şu öğüdü verdi; “–Allah’dan yardım dileyin ve sabredin! Yeryüzü şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar.” (A’raf 7/128) “Ey Kavmim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız, O’na güvenin.” (Yûnus 10/84) Mûsâ (As.), Fir’avn ve adamlarının kendisi hakkındaki ölümle tehditlerine karşı da şu karşılığı verdi: “Doğrusu ben, hesab verilecek güne inanmayan her böbürlenenden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırım.” (Mü’min 40/27) Fir’avn’ın tehditleri, teşebbüsleri ve Mûsâ’nın (As.) savunmaları sürüp gittikçe iş daha da kızışıyordu. Bu noktada işe bir başka kişi karışıyordu.
Saraydaki Mü’min
Saraydaki mü’min Fir’avn ailesinden ve ileri gelenlerdendi. Mûsâ’yı (As.) çok severdi. Sarayda büyümesine yardım etmişti. Mûsâ’nın (As.) kıbtîyi öldürmesi üzerine, Fir’avn’ın kendisini öldüreceğini Mûsâ’ya (As.) haber vermiş ve memleketi terk etmesini öğütlemişti. Daha sonra Mûsâ’ya (As.) îman etmişti. Fakat îmanını saklamıştı. Bu defa da Fir’avn’ın Mûsâ’yı (As.) öldürme isteğine karşı çıktı. Bu karşı çıkışı Kur’ân bize şöyle bildirdi:
“–Rabbim Allah’dır diyen bir adamı mı öldüreceğiz? Oysa size Rabbinizden belgelerle gelmiştir. Eğer yalancıysa, yalanı kendisinedir; eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir. Doğrusu Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez. Ey Kavmim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir. Başta olanlar sizsiniz. Ama Allah’ın baskını bize çatınca, ona karşı bize kim yardım eder? Fir’avn: –Ben size kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum. dedi. İnanmış adam dedi ki; –Ey Kavmim! Doğrusu ben sizin için Nuh milletinin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum. Allah, kullara zulüm dilemez. Ey Kavmim! Ah u figân gününden sizin hesabınıza korkuyorum. Arkanıza dönüp kaçacağınız gün Allah’a karşı sizi savunan bulunmaz. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur.” (Mü’min 40/28-33)
Saraydaki mü’min, Fir’avn ve yoldaşlarına bu noktada karşı çıktı. Mûsâ’nın (As.) öldürülmemesi gerektiğini açıkladı. Haksız olanların bizzat kendileri olduğunu hatırlattı ve böylece îmanını açığa vurdu. Açıkça Fir’avn’a karşı durdu. Ve onlara şöyle seslendi; “Ey Kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola eriştireyim. Ey Kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı geçicidir. Ama ahiret, doğrusu işte o kalınacak yurttur. Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek kim inanarak iş işlerse, işte onlar Cennete girerler. Orada hesabsız şekilde rızıklanırlar.” (Mü’min 40/38-40)
Saraydaki mü’minin bu sözleri Fir’avn ve yoldaşlarının hoşuna gitmedi. Kendisini Fir’avn’ın görüşleri istikâmetinde yaşamaya çağırdılar, tehdide kalktılar. O, bu tür sözlere şöyle diyerek cevap verdi: “–Ey Kavmim! Nedir başıma gelen? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah’ı inkâr etmeye, bilmediğim bir şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi güçlü olan, çok bağışlayan Allah’a çağırıyorum. Beni kendisine çağırdığınızın bu dünyada da ahirette de çağırılabilecek kabiliyette olmadığında, hepimizin Allah’a döneceğinde, aşırı gidenlerin ateşlikler olduklarında şüphe yoktur. Size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a bırakıyorum. Doğrusu Allah, kulları görür.” (Mü’min 40/41-44)
Fir’avn ve adamları Mûsâ (As.) ile uğraşırlarken, kendi içlerinden çıkarak istediklerine mani olmaya çalışan bu mü’min kişi ile de uğraşmaya başladılar. Onu ortadan kaldırmak için tuzaklar hazırladılar. Ancak sonuç her zaman olduğu gibi yine mü’minin ve mü’minlerindi. “Allah o adamı kurmak istedikleri tuzaktan korudu.” (Mü’min 40/45)
İnananlar İçin
Mûsâ (As.) bir yandan Fir’avn ve adamlarıyla uğraşırken, onları hak dine çağırırken; öte yandan kendi milleti olan İsrâiloğullarının hayat şartlarının gelişmesi için çalışıyordu. İlâhî emirlerin yaşanmasına gayret ediyordu. Bu arada kardeşi Harun (As.) ile birlikte Allah’dan şu emri almışlardı. “Mısır’da milletinize evler hazırlayın. Evlerinizi namazgâh edinin. Namaz kılın! İnananları müjdele!” (Yûnus 10/87)
İsrâiloğullarının dinî ve sosyal hayatlarını düzenleme çalışmalarında ortaya önemli güçlükler çıkıyordu. Fir’avn ve adamları rahat bırakmıyorlardı. Öte yandan İsrâiloğulları Fir’avn ve adamlarına bakıyor, bir de kendi durumlarına bakıyorlar, aradaki birtakım şekil farklarını mesele ediyorlardı. Mûsâ’ya (As.) zorluk çıkarıyorlardı. “Milleti: Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da eziyet çektik.” Mûsâ: –Rabbinizin, düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza bakar” (A’raf 7/129) diye milletine ümit ve öğüt verdi. İnançları istikametinde yaşamalarının gerektiğini bildirdi. Mûsâ’nın (As.) etrafında artık yavaş yavaş bir cemaat belirmekteydi. Mûsâ’nın (As.) milletine anlattıkları daha sonraları bir bir gerçekleşecekti.
Mûsâ (As.) îman etmeyen, îman edenleri rahat bırakmayan, fakat dünyevî üstünlüklere sahip bulunan Fir’avn ve adamları hakkında da beddua etti. Dedi: “–Rabbimiz! Doğrusu sen Fir’avn’a ve erkânına ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin. –Rabbimiz! Senin yolundan şaşırtmaları için mi? –Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini sık; çünkü onlar can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar.” (Yûnus 10/88) Peygamber dileğiydi bu. Makbûldü. Allah katında peygamberlerin dileği kabul görürdü. Gördü.
Îmansızlığın Getirdikleri
Allah Teâlâ Mûsâ’nın (As.) duasına şöyle cevap verdi: “–İkinizin duası kabul olundu. Siz yine doğru yolunuzda devam edin. Bilmeyenlerin yoluna asla uymayın.” (Yûnus 10/89) Mûsâ’nın (As.) Fir’avn ve adamları hakkındaki duası kabul olmuştu; Allah bu kabulün belirtisi ve îmansızlığın peşin cezası olarak, Mısır’a kuraklık verdi. Kuraklık, dayanılmaz bir kıtlık getirdi. “And olsun ki, biz de Fir’avn ailesini, ders alsınlar diye yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.” (A’raf 7/130) Bu ilk uyarma idi. Mısır gibi verimli bir toprakta, yıllarca süren kuraklık ve kıtlık tek kelime ile korkunçtu. Kanun buydu. En kötü ve günahkâr millet bile önce uyarılır, uyanmazsa cezalandırılırdı. Fir’avn ve adamları da en etkili bir biçimde kuraklık ve kıtlıkla uyarıldılar, îmana çağırıldılar. Eski âdetleri nüksetti. Adetleri şöyleydi: bir iyiliğe kavuşunca, “Bu bizden”, bizim iyiliğimizdendir” derler; bir felâket gelip çatarsa, onu da Mûsâ (As.) ve inananlardan bilirlerdi. Yine öyle yaptılar. Mûsâ (As.) ve inananları sorumlu tuttular. Hallerini düzeltmeyi düşünmediler. Sıkıldıkça kızdılar, bunaldıkça şaşırdılar ve neticede şöyle bağırdılar; “Bizi sihirlemek için ne mûcize gösterirsen göster, sana inanmayacağız.” ((A’raf 7/132) Bu söz, küfürde inad derecesinde ısrar ifade etmekteydi. Küfürde ısrar ise, belâyı davet ederdi. Öyle oldu. Allah uğradıkları belâları Kur’ân’da şöyle duyurdu:
“Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşeratı, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mûcize olarak onlara musâllat kıldık. Yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular.” (A’raf 7/133) Bu birbirini takip eden ve hepsi bir millete inen belâların meydana gelişi nasıl olmuştu? Kaç yıl sürmüştü? Kur’ân–ı Kerîm’de bu konuda herhangi bir açıklama yoktu. Ancak bu ayetin yorumunda değişik görüşler vardı. Özeti şuydu: Sekiz gün, geceli–gündüzlü şiddetli bir karanlık içinde kesintisiz yağ mur yağmış, kimse evinden çıkamamıştı. Sel suları evlerine dolmuş, boğazlarına kadar su içinde kalmışlardı. Aralarında bulunan mü’minlere ait evlere ise, hiçbir şey olmamıştı. Boğulma tehlikesi altında Mûsâ’ya (As.) müracaat etmişlerdi. “Rabbine dua et, bu belâyı kaldırsın, sana inanalım” demişlerdi. Mûsâ (As.) dua etmiş, tehlike gitmişti. Sel sularının çekildiği yerlerde öyle bir ürün bitmişti ki, “Bizim kork tuğumuz şey, bir musibet değil, hakkımızda bir hayırmış” demişlerdi. Îman etmemişlerdi. Bunun üzerine Allah çekirge gönderdi. Ekinlerini, meyvelerini yedi. Evlerini, tavan aralarına ve elbiselerine kadar sardı. Mûsâ’ya (As.) yalvarıp feryat ettiler. Mûsâ (As.) dua etti. Allah bir rüzgâr gönderdi. Çekirgeleri sürüp denize döktü. Geride kalan ürünlere bakıp “Eh, bu kalan bize yetişir” dediler yine îman etmediler. Bunun üzerine Allah, haşeratı gönderdi. Çekirgeden arta kalan ürünleri, meyveleri yedi. Elbise ve derilerine kadar girdi. Derilerini emme ye başladı. Yine Mûsâ’ya (As.) geldiler, rica ettiler. Mûsâ’nın (As.) duası üzerine Allah haşereyi de giderdi. Fir’avn ve milleti, Mûsâ’ya (As.) yine inanmadılar, yine uslanmadılar ve şöyle dediler, “Artık senin bir sihirbaz olduğunda hiç şüphemiz kalmadı.” Bunun üzerine deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış ve başlarına kurbağalar yağmaya başlamıştı. Yerleri yurtları kurbağa ile dolmuştu. Herhangi bir örtüye veya yiyeceğe el uzatsalar, kurbağa çıkar, ağızlarına ve burunlarına atılırdı. Fir’avn ve milleti Mûsâ’ya (As.) yine yalvardılar. Mûsâ (As.) dua etti. Allah Mûsâ’nın (As.) duasını kabul etti. Gönderdiği bir yağmurla kurbağaları sürüp denize döktü. Fir’avn ve milleti yine de inanmadılar.
Bunun üzerine Allah kan gönderdi. İçecekleri, kullanacakları sular kan oluverdi. Bu belâların Fir’avn ve milletine kaç yılda geldiği, birbiri arkasını mı takip ettiği kesin olarak belli değildir. Ancak bu belâların Fir’avn ve milletine mutlaka geldiği yukarıda meâli geçen ayet–i kerîme ile sâbitti. Bütün bu belâların Fir’avn ve milletinin başına geliş gerekçesi, yine onların hidayetiydi. Gerçeği kabullenmeleriydi. Allah bu durumu şöyle belirtti: “Onlara gösterdiğimiz her mûcize diğerinden daha büyüktü. Doğru yola dönmeleri için onları azaba uğrattık.” (Zuhruf 43/48) Belâlarla terbiye edilen bu millet; sıkıntı ve belâ anlarında kuzu, normal günlerinde kurt oluveriyordu. Allah onların bu değişik davranışlarını ve sözlerinde durmayışlarını şöyle açıklamaktaydı: “Ey Mûsâ! Bizim için, sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine Rabbine dua et. Eğer bizden bu azabı kaldırırsan, yemin olsun ki sana muhakkak inanacağız ve İsrailoğullarını da seninle beraber göndereceğiz” dediler. Azabı –nasıl olsa sonuna gelecekleri– bir müddet için üzerlerinden kaldırınca hemen cayıyorlardı.” (A’raf 7/134-135. Bk. ez-Zuhruf 43/49-50)