Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Cumanız mübarek olsun.
Allah bu güzel günün içinde saklı olan mükâfatlardan, ikramlardan cümlenizi istifade ettirsin. Cuma gününün hayrına, bereketine cümlenizi nâil eylesin... Nice cumalara sıhhat ve âfiyetle ulaşmanızı nasip eylesin...
Bu dünya hayatı, bir dâr-ı imtihandır, bir imtihan halidir. Biz burada, bu dünyada yaşıyoruz ama bu yaşamın oturması, kalkması, uyuması, uyanması, kazanması, harcaması, sevinmesi, gülmesi, ağlaması, üzülmesi, hepsi bir imtihandır. Hayattaki olaylar karşısında bizim takınacağımız tavır ile biz Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını kazanırız ya da cezaya müstehak bir duruma düşebilir bir kul. Bu durumdan Allah’a sığınırız.
Bir insanın ömrü boyunca, bu ana hakikati daima göz önünde tutması ve bütün işlerini bu ana düşüncenin, bu büyük hakikatin ışığında tanzim etmesi, davranışlarını ona göre düzenlemesi uygun olur.
Biz şimdi dünya hayatında çeşitli olaylarla karşılaşıyoruz. İstatistik yapılsa bu olayların büyük bir kısmı aslında sevindirici olaylardır. Büyük ölçüde ömrümüz mutlulukla geçer. İnsanların çoğunluğunun, sayı olarak büyük bir kısmının ve bir insanın kendi ömründe de zamanın büyük kısmının mutlu geçtiğini kabul etmemiz lazım. Allah’ın nimetiyle geçiyor.
Sıhhat, ömrümüz boyunca umumî; hastalık ise arızî bir durumdur. Sıhhatli, sağlıklı olarak uzun yıllar yaşıyoruz da bazı zamanlarda hastalanıyoruz. Ama hastalık bizim gözümüzde büyüyor; sanki bütün ömrümüz hastalıkla geçmiş gibi bir duyguya kapılıyoruz. Ama doğru olarak düşünecek olursak, istatistik noktasından, zamanlama bakımında teraziye koyup tartacak olursak mutluluklar çok fazladır, Allah’ın nimetleri çok fazladır, sıkıntılar azdır.
Tabi, kullarının her birinin imtihanının başka başka geldiği de muhakkak. Biz genel ölçüler içinde söylüyoruz. Esas itibariyle nimetlere mazharız.
Nimetlere mazhar olduğumuz zaman ne yapmamız lazım?
Bu nimetin bizi yaratan Rabbimizden geldiğini bilmemiz lazım.
Meyveleri biz mi olduruyoruz?
Sıhhati biz kendi kendimize, kendi vücudumuza mı sağlıyoruz?
Aklımızın, gözümüzün kulağımızın, konuşmamızın mükemmelliği, sıhhatimizin tamlığı bizden değil... Bizim dışımızda bir olay. Allah’ın bize verdiği bir şey. Çevremizdeki hava, su, manzara, meyveler, yiyecekler... Bunlar hepsi Allahu Teâlâ hazretlerinin ikramı.
Biz bu ikramlara bir imtihan olarak aslında muhatap oluyoruz, mazhar oluyoruz. Allah bize nimet veriyor.
Niçin?
“Bakalım şükredecek mi kulum?” diye.
İşin aslı bu. İmtihan dünyasında nimetlerle karşılaştığımız zaman, bunu bize Allah’ın gönderdiğini bilmeliyiz, mün’im-i hakîkî’yi bilmeliyiz ve ona şükretmeliyiz, hamd etmeliyiz.
Dünyada centilmen insanlar, kibar insanlar, birbirlerinden küçük bir jest gördükleri zaman dahi, hemen “Teşekkür ederim.” diyorlar. Biz de çocuklarımızı öyle yetiştirmeye çalışıyoruz. “Teşekkür ederim, teşekkür ederim!” diyecek şekilde yetiştirmeye çalışıyoruz.
Bu teşekkürün Allahu Teâlâ hazretlerinin her nimetinde olması lazım.
“Elhamdülillah! Çok şükür yâ Rabbi ki bana sıhhat, âfiyet, huzur, sağlık, hayırlı evlat, güzel iş, temiz kazanç verdin... Elhamdülillah! Dünyanın güzel bir yerinde yaşıyorum. Elhamdülillah! Sulh ve sükûn içindeyim...” gibi şükretmemiz lazım.
Binlerce, milyonlarca, milyarlarca nimetin içindeyiz. Bunlara hamd etmemiz, şükretmemiz, bunların nimet olduğunu bilmemiz ve gönderenine teşekkür etmemiz gerektiğini bilmemiz lazım!
Bu bir...
İkincisi; bazen de sıkıcı olaylar başımıza geliyor. Mesela, hastalık gibi. Hastalık sıkıcı bir olay olmakla beraber, sonuç itibariyle insana büyük sevap kazandırdığı için aslında o da bir sevap kaynağı, mükâfat kaynağı...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki:
“İnsanlar, hasta olan insanların ne kadar büyük mükâfatlara nail olduğunu, ne kadar büyük dereceler kazandığını, âhirette ne kadar yüksek mertebeler bulacağını bilselerdi, doğrusu sıhhatli olmayı değil de hasta olmayı temenni bile ederlerdi.”
Hasta olmayı temenni etmek yok. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri, nimetleri insana sağlıklı iken de verebilir. Cennetin nimetlerini sağlıklı iken de bir insan kazanabilir. Biz hem sağlığı hem de cenneti isteriz.
Fakat bazen insanın başına hastalık geliyor, o zaman ne yapması lazım?
Sabretmesi, şikâyet etmemesi, dikkat etmesi lazım. Konuşmasına, duygularına hâkim olması lazım. Sabrederek sevap kazanması lazım.
Demek ki mü’minin iki tane büyük sevap kaynağı var: Nimetler geldiği zaman, nimetleri düşündüğü zaman, nimetlere erdiği zaman şükrederek sevap kazanmak, bir. İkincisi de belalara, musibetlere, hastalıklara, sıkıntılara uğradığı zaman sabretmek.
Eyyüb aleyhisselam’ın sabrını Kur’ân-ı Kerîm methediyor. Peygamber Efendimiz’in nasıl sıkıntılara uğradığını, sabrettiğini, sebat ettiğini, çalıştığını, gayret ettiğini; müşriklerin onu ne kadar üzdüklerini, hatta öldürmeye kastettiklerini biliyoruz. Kendi doğduğu sevgili beldesini terk etmek, hicret ermek zorunda bıraktıklarını biliyoruz.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, hicret ettiği yerde de onu cezalandırmak veya onun başlattığı nurlu hareketi söndürmek, Allah’ın nurunu söndürmek için nasıl ordu toplayıp da Medine’ye gittiklerini biliyoruz.
Bütün bunlara Peygamber Efendimiz’in ömrü boyunca nasıl sabrettiğini, nasıl mütevâzı bir hayat sürdüğünü… Bugünkü insanlarımızla mukayese edecek olursak; hani şu köydeki veya gecekondudaki fakir dediğimiz vatandaşlarımızın halleriyle mukayese edelim. Doğrusu Peygamber Efendimiz’in bizzat Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen ve etrafındaki sahabe-i kirâmının -rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn- Allah’ın en sevgili, mübarek, sâlih, evliyâ kulları olmalarına rağmen, ne kadar sıkıntılar çektiğini okuyunca, hayretler içinde kalıyoruz.
Giyecekleri yok, yiyecekleri yok, aç kalıyorlar, sabrediyorlar... Ama Allah’a karşı ibadetlerinde, kulluklarında mükemmel bir çizgiyi asla bozmuyorlar. Bizim için örnek insanlar, parmakla gösterilecek, peşlerinden gidilecek, yollarına uyulacak insanlar oluyorlar. Ümmetin en yüksek tabakasını teşkil ediyorlar.
Demek ki sabretmekle de insan sevap kazanır ve hatta sabırla insan daha çabuk olgunlaşır. Tasavvufta da öyledir. Sabırla olan gelişme, nimetler içinde olan gelişmeden çok daha fazladır, hızlıdır ve çok daha kesindir. O bakımdan sabır da insanın bir derece kazanma sebebidir.
Şimdi çevremizdeki olayları, bir mü’min gözüyle inceleyecek olursak, bu olayların esas itibariyle Allah’ın bir imtihanı olduğunu biliyoruz. Yalnız bazen bu olayların bir ceza olarak geldiği de kesin, şeksiz şüphesiz bir hakikat... Mesela, Firavun’un başına gelen olay, sonunda uğradığı ceza, onun tanrılık davasına kalkmasından kaynaklandığı kesin.
Nuh kavminin başına gelen tufan belası, cezası; Nuh aleyhisselam’a o kavmin âsî olması, söz dinlememesi… Nuh aleyhisselam’a kötü gözle bakması, onunla alay etmesi ve ciddiye almamasının sonucunda Allahu Teâlâ hazretleri tufanla cezalandırmış.
Âd kavminin, Semûd kavminin cezalarını biliyoruz. Allah’ın bazen bazı insanlara, kâfirliği dolayısıyla, kâfir olduğu için nasıl yıldırımlar yağdırdığını, tepelediğini, kahrettiğini, mahvettiğini biliyoruz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ezâ, cefâ eden müşriklerin, sonunda nasıl cezalarını ve belalarını bulduklarını biliyoruz.
Demek ki dünyadaki olayların bir kısmı da Allah’ın belası ve cezası olarak; kulun işledikleri çirkinliklerin karşılığında, kendi başına ördüğü çorap olarak geldiği de muhakkak...
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki:
إنّ الرَّجُلَ ليُحْرَمُ الرِّزْقَ بالذَّنْبِ يُصِيبُهُ ولا يَرُدُّ القَدَرَ إلاّ الدعاءُ ولا يَزِيدُ في العُمُرِ إلاّ البِر
İnne’r-racüle le-yuhramü’r-rizka bi’z-zenbi yusîbuhû. “Kişi bazen işlediği, bulaştığı bir günahtan dolayı rızkından mahrum kılınır.”
Neden rızkından mahrum olur?
“Günah işledin ey kulum, onun için ben senin rızkını şimdi ceza olarak kesiyorum; mahrum ol da anla bakalım o günahı işlemenin ne kadar fena olduğunu!..” der gibi bir ilâhî cezaya uğrayabiliyor.
Hayatımızdaki olayları da biz şöyle bir ibret gözüyle, hikmetli bir insan bakışıyla, bilge bir insan bakışıyla inceleyecek olursak, çevremizdeki insanların başına gelen olayları daima görürüz. Falanca adamın başına bir şey geldiği zaman, komşumuzdan veya gazetelerde okuduğumuz bir olaydan, deriz ki mesela;
“Bak ettiğini buldu işte, gördün mü?”
“Çalma kapısını, çalarlar kapını!”
“İşte bak belasını, cezasını çekti. İlâhî adalet tecellî etti, sonunda o haksızlığı yapan belasını buldu.” filan diyoruz.
Demek ki bazen olaylar da insanın kendisinin Allah’a karşı kulluğundaki kusurdan kaynaklanıyor.
O halde bizim ne yapmamız gerekiyor? Eğer kusurlu bir halimiz varsa, kendimizin kendimizi kontrol etmesi gerekiyor. Buna otokontrol veya kendi kendisini kritik etmesi, tenkit etmesi, otokritik deniliyor. İnsanın kendi haline bakması ve kendisinin halini değerlendirmesi...
Bu, çok normal olmayabilir. İnsanlar kendisi hakkında objektif düşünmeyebilirler. Onun için genel olarak rûhî terbiyede bir mürşid-i kâmile teslim olunuyor ki nefsinin ayıplarını ona göstersin ve onlardan dönmesini sağlasın. Çünkü dışarıdan bakan, hele bu konuda derin uzman olan bir insan, bu olayları daha iyi bildiği için; nefsin oyunlarını, hilelerini, şeytanın hilelerini bildiği için daha güzel tavsiyelerde bulunur. Kitaplarımız, en iyi [yol] böyle bir mürebbîye, bir büyük muallime, bir mürşid-i kâmile teslim olmaktır, diye söylemiştir.
Teknik Üniversite’de okumuş olan tanıdığımız bir profesör tasavvufa nasıl intisap etttiğini [anlatıyor:]
İlkönce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin -kaddesallâhu sırrahû’lazîz- Maarif klasikleri arasında çıkan Mesnevî tercemesini okumaya başlamış. Orada bir noktaya gelmiş, Mevlânâ hazretleri Mesnevî’de diyor ki:
“Azîzim, ey müslüman! Eğer aklın varsa, bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış!”
Onun üzerine bunu kendisine de bir nasihat olarak kabul etmiş, etrafındaki insanlara soruşturmuş, bir mürşid-i kâmil aramış. Araştırmış ve sonunda selefimiz, Abdülaziz [Bekkine] Kazânî Hocamız’a intisap etmiş diye, kendisinin ağzından dinlemiştim.
İnsanın kendi kusurlarını görmesi de çok büyük bir fazilettir. “Kişi noksanını görmek gibi irfan olmaz.” İrfanın yüksek bir derecesidir, ama bu dereceye herkes eremiyor. Çocuk kendi kusurunu göremez, hatada ısrar eder. Basit bir insan da kusurunu göremez, inat eder. O halde onlara yukarıdan, biraz daha otoriter bir kaynaktan, hatalarını, kusurlarını göstermek lazım geliyor.
İnsan hatasını görecek, ne yapacak?
Hatasını görünce tevbe edecek, istiğfar edecek.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki:
“Ben peygamberken, Allah beni çok yüksek mevkiye çıkartmışken, gelmiş gelecek günahlarım olsa bile, olacak olsa bile onları affettiğini Fetih sûresinde bildirmişken, ben dahi günde yetmiş defa, yüz defa tevbe ve istiğfar ediyorum, Allah’tan affımı, mağfiretimi diliyorum.” diyor.
Peygamberler günah işler mi?
İşlemez. Peygamberliğin vasıflarından birisidir, peygamberler günah işlemekten korunmuşlardır. Allah’ın sevgili kullarıdır, günah işlemezler.
Peygamberimiz niye tevbe ve istiğfar ediyor? Her yüksek makamın da, o makamın yüksekliğiyle mütenâsib âdâbı vardır. Allah’a en yakın kul olan Peygamber-i Zîşân sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in de
قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Kâbe kavseyni ev ednâ makamının da bir edebi var, riâyet ettiği yüksek edepler var. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Miraç olayı anlatılırken;
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
Mâ zâğa’l-basaru ve mâ tağâ. buyruluyor.
Peygamber Efendimiz’in Allahu Teâlâ hazretlerinin huzûr-u izzetine vâsıl olduğu, kabul olunduğu zaman, ne kadar güzel bir edeple hareket ettiğini, Allah’ın nasıl sevgisini kazandığını bu âyet-i kerîme bildiriyor. Demek ki her yüksek makamın edebi olduğu için o kendi edebine göre düşünüyor. Çok mütevâzı olduğundan;
“Yâ Rabbi! Sana hakkıyla ibadet edemedim!” buyurduğu da rivayet ediliyor.
Hiç bir kul Allah’a hakkıyla ibadet edemez. Çünkü her şeyimiz Allah’tan olduğu için her an ibadet halinde olmamız lazım. Her an ibadet ve taatte bulunmak da kolay değil...
İbadeti kaliteli yapmak da kolay değil. Ne kadar kaliteli yapılsa da beşer olduğu için en yüksek kaliteye göre ufak tefek birtakım eksiklikler olabileceğinden, Peygamber Efendimiz dahi günde yetmiş defa, yüz defa istiğfar ettiğini bildiriyor.
Bu ne demek?
“Ben peygamberken böyle yapıyorum, siz de bu edebe riayet eyleyin! Kendinizi kontrol edin, Allah’tan af dileyin!” demek.
İnsan tevbe ve istiğfar edince, Allah’tan af dileyince, sevgili Akra dinleyicileri, Allah affediyor. Hatta bir müjdeli hadîs-i şerîf var:
“Bir kul hatasını anlasa, Allahu Teâlâ hazretlerine karşı yaptığı işin doğru olmadığını sezse, içine pişmanlık, kalbine bir yanma düşse; ‘Ah, ben niye bu işi yaptım? Allah’ın hoşuna gitmeyecek, hatalı olan, günah olan bir işi yaptım...’ diye içine pişmanlığın ateşi düştüğü, acısını gönlünde hissetmeye başladığı zaman, daha diline getirip de, ‘Affet beni Allah’ım!.. Estağfirullah el-azîm...’ diye diliyle söylemeden, Allah onu affeder.” buyuruluyor.
Biliyoruz ki Allahu Teâlâ hazretleri insanların gönüllerine bakıyor. Gönüllerinden geçen duyguları da biliyor ve onlara göre, niyetlere göre insanı değerlendiriyor. Demek ki ilk önce hatalı olup olmadığımızı devamlı kontrol altında tutmalı ve uyanık bir müslüman olmalıyız. Hatamız varsa, derhal dönmeliyiz. Dönmeye Arapça’da tevbe deniliyor.
Affımızı, mağfiretimizi istemeliyiz. Ona da istiğfar deniliyor. Ondan sonra kendimizi düzeltip iyi bir kul olmaya gayret etmeliyiz.
Tevbenin ne kadar güzel olduğunu, ne kadar tesirli olduğunu gösteren İmam Beyhakî’nin Enes radıyallâhu anh’ten rivayet etmiş olduğu bir başka hadîs-i şerîf var. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
إِنَّ اللهَ تَعاَلي يَقُولُ: إِنِّي لَأُهِمُّ بِأَهْلِ الْأَرْضِ عَذَابًا فَإِذَا نَظَرْتُ إِلَى عُمَّارِ بُيُوتِي والْمُتَحَابِّينَ فِيَّ والْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ صَرَفْتُ عَذاَبِي عَنْهُمْ
İnnallâhe teâlâ yekûlu: İnnî le-ehimmü bi-ehli’l-ardı azâben fe-izâ nazartü ilâ ummâri büyûtî ve’l-mütehâbbîne fiyye ve’l-müstağfirîne bi’l-eshâri saraftü azâbî anhüm.
İnnallâhe teâlâ yekûlu. “Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:”
İnnî le-ehimmü ehli’l-ardı azâben. “Ben yeryüzündeki ahaliye, insanoğluna, yaptıkları kusurlardan dolayı azap etmeye davranıyorum, himmet ediyorum, öyle bir şeyi düşünüyorum.”
Fe-izâ nazartü ilâ ummâri büyûtî. “Benim mescitlerimin müdâvimlerini, onları mânevî bakımdan imar eden âbidleri, ibadet ehli halis muhlis müslümanları gördüğüm zaman…”
Ve’l-mütehâbbîne fiyye. “Benim için birbirleriyle samimi dostluk kuran mü’minleri, o sıcak kardeşlik duygusu içinde gördüğüm zaman…”
Ve’l-müstağfirîne bi’l-eshâr. “Gecenin sonlarında, seher vakitlerinde, herkes uykuda iken uykusunu bölüp kalkıp abdest alıp da ‘Aman yâ Rabbi!’ deyip gözyaşı döküp, tevbe ve istiğfar edenleri gördüğüm zaman...”
Saraftü azâbî anhüm. “O düşündüğüm azabı onlardan kaldırıyorum, onlara azap etmiyorum. Azap etmeyi düşündüğüm halde, bu iyi insanları görünce vazgeçiyorum.” buyuruyor.
Gericilik diyorlar, müslümanları bazı şekillerde kötü göstermeye çalışıyorlar, karalıyorlar, aleyhinde yazıyorlar, çiziyorlar; ama işin aslında, dünyada insanların azap görmemesi, huzur içinde yaşamasının mânevî sebebi, o mescitlerdeki ibadet eden mübarek insanlar, o samimi birbirlerini seven müslümanlar; o geceleri kalkıp da seccadesinde gözyaşı döküp, tesbih çekip, Allah diyen âşık-ı sâdıklar... Onların yüzü suyu hürmetine insanlar sağlık ve âfiyet içinde yaşıyor da yine de dindarlara kızıyorlar, dine kızıyorlar. İleri geri çeşitli sözler söyleyenler olabiliyor.
Bu ikinci hadîs-i şerîfe çok dikkatle bir daha eğilelim: Allahu Teâlâ hazretleri azap edecekken azabını kaldırıyor, yapmıyor. Azap edecekken azap etmiyor, kullarını bağışlıyor.
Kimler hürmetine?
Allahu Teâlâ hazretleri;
ummâri büyûtî. “Benim evlerimi imar eden insanlar hürmetine...” diyor.
Allah’ın “
büyûtî” “benim evlerim” dediği [yerler] nerelerdir?
Mescitlerdir. Mescitler Allah’ın evleridir. Ne güzel!.. Biz mescide gittiğimiz zaman, ne güzel bir şey oluyor.
Ne yapmış oluyoruz?
Allahu Teâlâ hazretlerini evinde ziyaret etmiş oluyoruz. Ne kadar hoş bir şey!..
İnsan sevdiği yüksek bir şahsiyetin konağının kapısına, sarayına gitse, kapıdan kabul olsa, huzura alınsa, ne kadar memnun olur… Biz de Allahu Teâlâ hazretlerini, elhamdülillah, istediğimiz zaman ve en aşağı günde beş defa ziyaret ediyoruz.
Ezanlar okunup da bir de bize davet oluyor.
Hayye ale’s-salâh!.. Hayye ale’l-felâh!.. diye minarelerden müezzinlerle, hoparlörlerle Allahu Teâlâ hazretleri bizi evine kendisi davet ediyor. Ne kadar büyük bir şeref.
O davet kaçırılır mı?
Allah kullarını evine davet ediyor: “Gelin bakın benim evime!” diye kapılarını açıyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin evleri ne kadar güzel ki kapılarında bekçiler yok, engellemeler yok, hüviyet kontrolları yok, aramalar taramalar yok, protokol yok... İnsan samimî olarak Allahu Teâlâ hazretlerinin evine gidiyor. Orada cân u gönülden Allahu Teâlâ hazretlerine, Rabbine ibadet ediyor.
Hadîs-i şerîfte ibadet edenler demiyor da
ummâr diyor, mescitleri imar eden kişiler demiş oluyor.
Buradan anlıyoruz ki mescitlerin mâmur, imarlı, şen olması, içinde cemaatin olmasından dolayıdır. Düşünelim ki çok basit yapılmış bir çadır, baraka veya çardak bir mescit... Öyle düşünelim. Köylü çok fakir olduğundan, kendisine çok basit bir çardak yapmış, mescit olarak orayı kullanıyor; ama içinde cemaati çoksa, o zaman orası mâmur oluyor. Yani bakımlı, imarlı, süslü, ziynetli oluyor.
Neden?
Cemaat var, cemaat onu ziynetlendiriyor, mâmure haline getiriyor. Bu çok önemli bir şey...
Allah’ın mescitlerine gidilmediği zaman da mescitler harap olmuş oluyor. İsterse betondan yapılmış, duvarları nakışlarla, altın yaldızlarla süslenmiş olsun... İyi güzel, kapısı gayet güzel, kıymetli bir ceviz tahtadan oyulmuş, minberi çok kıymetli; ama içinde hiç insan yok... Demek ki bu cami maddeten ne kadar mâmur gibi görünse aslında harabedir.
Neden?
İçinde cemaat yok. O halde, semtimizdeki camileri harabe haline getirmek vebalini de yüklenmeyelim!
Sen evinde namaz kıldığın zaman, camiye gitmediğin zaman, o camiyi âdetâ harap etmiş, yerle bir etmiş oluyorsun. Çünkü içinde namaz kılan insan olmuyor. Sen ona gittiğin zaman, o camiyi imar etmiş, bakımlı hale getirmiş, süslü ziynetli hale getirmiş oluyorsun. Tabi bu, bizim içimizde ibadethâne sevgisi olmasına bağlı... Ve bir insanın gönlünde ibadethâne sevgisi varsa, ibadetini gidip camide yapma aşkı ve şevki varsa, onun hakkında çok müjdeli hadîs-i şerîfler var.
Allahu Teâlâ hazretleri öyle mescit âşıklarına, ibadet âşıklarına, kıyamet gününde Arş-ı âlâsının gölgesinde nurdan minberler verecek, orada oturtacak, mahşer gününün sıkıntılarına onlar uğramayacaklar. O halde öyle insanlar olmaya gayret edelim. Çevremizdeki mescitleri mâmur tutalım, cemaatsiz bırakmak sûretiyle harabe haline getirmeyelim!..
Allah’ın sevdiği kimselerin ikincisi kimlermiş ki onların hürmetine azabı çekiyor, kaldırıyor, yapmıyor:
el-Mütehâbbîne fiyye. “Benim için birbirleriyle muhabbet eden, birbirleriyle arkadaş ve dost olan kişileri gördüğüm zaman, azaptan vazgeçerim.” buyuruyor.
Bu nedir?
Bu da o kadar önemli bir şey ki muhterem kardeşlerim, biz müslümanlar, o kadar kolaydan Allah’ın rızasını kazanabiliriz ki o kadar büyük sevapları kolaylıkla alabiliriz ki o kadar yüksek makamlara kolaylıkla çıkabiliriz ki...
Ama ah dinimizin inceliklerini bilsek, İslâm’ı doğru tanısak.
İslâm’ı biz de doğru tanımıyoruz. İslâm’ı biz doğru tanımayınca, çevremizde İslâm’dan uzak yaşayan insanlar da tanımadığından, İslâm’a düşman gözüyle bakıyor, İslâm’ı kötü görüyor.
Aslında Avrupalılar’ın içinde, sadece Avrupalı değil, Amerikalı, Asyalı, Kanadalı, Hintli, Japon, dünyanın her yerindeki gayrimüslim olan, İslâm’la henüz müşerref olmamış insanlar, İslâm’ı inceledikleri zaman İslâm’a hayran kalıyorlar.
Meşhur filozof Voltaire var. O, Peygamber Efendimiz’i, dinimizi nasıl methetmiş. Bir takım kitaplarda Avrupalı filozofların İslâm’ı nasıl methettiğini ve bazılarının da yaşayanlarının dahi nasıl sonunda inceleyip müslüman olduklarını biliyoruz.
Ah şu İslâm’ın güzelliklerini biz de bilsek... Babadan, dededen, ecdattan, böyle soyca hep müslüman olarak gelmiş bir sülalenin evladı olan, şu zamanda yaşayan, şu Müslümanlar, ah elindeki cevherin kıymetini bilse!.. İslâm’ın ne kadar kıymetli olduğunu, içindeki güzel hükümleri bilse; başkalarına anlatsa da kimse İslâm’a düşman olmasa...
Ben gazetecilere, bazı yazarlara bakıyorum; İslâm’ın bir iki meselesini hemen öne getirip İslâm’ı karalamaya, kötülemeye çalışıyorlar. Halbuki bu yanlış.
“İşte cihat var!”
Peki, şimdi Sırplara karşı cihat etmeyelim mi?
Saldırıyor, evimizi yıkıyor, köyümüzü yıkıyor. Biz huzur içinde yaşayalım derken, saldırıyor.
Buyur, cihadın gereği ortaya çıkıyor.
“İslâm’da cihat olması fena...”
İyi ama cihat olmaması, yeryüzünün fesada uğramasına sebep olur. Cihat elbette gerekli.
Böyle yanlış şeylerle insan, çok güzel şeyleri de kötü gösterebilir. Mesela tıbbı ele alalım. Ben şimdi elime kalemi alsam, güzelim tıbbı kötülemeye kalksam, desem ki;
“Aman efendim, bu doktorlar ne kadar fena insanlar!”
“Niye?”
“İğneleri alıyorlar, insanın eline, butlarına, kollarına hart batırıyorlar, kanlar çıkıyor. Ellerine keskin neşterleri alıyorlar, cart karnını yırtıyorlar. Kesiyorlar uzuvlarını... Aman bu doktorların yanına hiç yanaşmamak lazım! Hele insanlara bir takım haplar veriyorlar, şuruplar veriyorlar. İçiyorsun zehir gibi, ağzın berbat oluyor... Aman bu doktorlar ne fena!” desem, herkes gülmez mi?
Güler.
Niye?
Çünkü, “Kardeşim, evet bunlar böyle, ama bunların hepsinin faydası var. Bunlar olmasa, vaziyet daha kötüye gidecek. Onun için tıbbın bu gibi tedbirlerini hoş gör, sen genel yapısıyla tıbba bak!” der.
İşte bunun gibi, insanların da Müslümanlığa böyle bakması lazım.
Bu parantez içindeki konuyu nereden açtık?
İslâm’da Allah,
el-mütehâbbîne fiyye buyuruyor. Müslümanların birbirlerini Allah için sevmesi ne kadar kıymetli ki Allah azap edecekken, onlar hürmetine azaptan vazgeçiyor.
Onun için muhterem kardeşlerim!
“İslâm sevgi dinidir.” diye, bastıra bastıra söyleyebilirsiniz. Ve birbirinizi sevmek için biraz da adım atın lütfen!.. Birbirinize doğru adım atın, kucaklaşın, birbirinizi sevin!.. Ben Türkiye’nin haline bakıyorum da bilseniz ne kadar üzülüyorum. İlerici-gerici diye bir ayırım, sünnî-alevî diye bir başka ayırım, Türk-Kürt diye bir başka ayırım, şöyle diye böyle diye bir başka ayırım...
Ne lüzumu var?
Allah’ın birbirini seven insanlara bu kadar mükâfatları verdiği dinimizde âşikâr iken, birbirimizi sevmek, birbirimizle dost olmak, birbirimize iyilik yapmak varken, bu düşmanlık niye?
Dostluk varken, düşmanlık niye? Saadet varken, mutsuzluk niye? Huzur içinde yaşamak varken, kavga niye? Sıhhatli yaşamak varken, birbirimizi yaralayıp, öldürüp, hapse girmek, kabre girmek niye?
İnsanların bunları anlaması lazım!..
Biraz da ben haklıyım galiba; kendimizi kusurlu görüyorum. Anlatamamışız İslâm’ın bu kadar güzel olduğunu. Siz duyuyorsunuz bunları anlatın!
el-Mütehâbbîne fiyye. “Benim için birbirlerini sevenler.” diye Allah, o insanları da çok sevdiğini bildiriyor.
Hadîs-i şerîfte üçüncü olarak zikredilen:
Ve’l-müstağfirîne bi’l-eshâr. “Seher vakitlerinde istiğfar eden insanlar.”
Tevbe ve istiğfâr etmek her zaman olur; gece de olur, gündüz de olur; ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i şerîfte seher vaktinde istiğfâr etmek diyor.
Muhterem kardeşlerim! Seher vakti, sahur vakti, yani gecenin sonu, henüz daha sabahın vakti girmeden, imsak kesilmeden önceki zaman, kimlerin zamanıdır biliyor musunuz?
Âşık-ı sâdıkların zamanıdır. Çünkü o zaman herkes uykudadır, hiç kimsenin kimseden haberi yoktur. Riyâ, gösteriş yoktur. Şöhret âfetine bulaşmak yoktur. O zaman âşık-ı sâdıklar, Allah’ı seven o muhibb-i sâdıklar...
Muhibb-i sâdık, âşık-ı sâdık olmak İslâm’ın en yüksek mertebesidir. Mutasavvıflar böyle söylüyor. Tasavvufta en yüksek mertebe aşk makamıdır. O âşık-ı sâdıklar uykudan kalkıyorlar, seccadelerine oturuyorlar, tesbihleri ellerine alıyorlar, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyorlar,
Allah diyorlar,
Lâ ilâhe illallâh diyorlar, göz yaşları döküyorlar, yalvarıyorlar, dua ediyorlar... Ne kadar güzel!
Âşık-ı sâdıkların Mevlâsıyla,
mahbûb-u hakîkî olan Allahu Teâlâ hazretleriyle baş başa olduğu zaman...
Allahu Teâlâ hazretleri, o mübarek vakitte göğün kapılarını açıyor, kendisi kullarına talip oluyor:
“Ey kullarım! Haydi bakalım, içinizde âşık-ı sâdık varsa, uykusunu terk etsin, kalksın; benim divanıma gelsin, dursun, benden dilesin. İstediğini ben de ona vereyim!” diye, kendisinin talip olduğu zaman…
İşte bunu da hiç unutmayın sevgili dinleyiciler!
Evet gündüz de ibadet olur. Günde beş vakit ibadetin zamanları var. Ama gecenin ibadetinin hali ve tadı başkadır. Tatmayan bilmez. Tadan da o zevkten dolayı, herhalde bir daha onu bırakmak istemez. Hadîs-i şerîf size, gecelerinizi de böyle Allahu Teâlâ hazretlerini zikrederek ibadet etmeyi tavsiye de ediyor.
Efendimiz’in hadîs-i şerîfini nakleden bir kimse olarak, ben de size tavsiye ediyorum ki böyle yapalım!..
Birbirimizi Allah için sevelim! Geceleri Allahu Teâlâ hazretlerine âşıkâne niyaz edelim, yalvaralım, dualar edelim! Allah’ın evlerini ibadetlerle şenlendirelim, mâmur hale getirelim, camileri dolduralım!.. Allah’ın yolunda yürüyelim, dinimizi öğrenelim ve hayatımızda yaşayalım ki Allah bizi belalardan korusun, sıkıntılardan korusun... Bakın, “Nereden geldi bu belalar?” diyoruz, bunların kalkması için çareler düşünüyoruz.
İşte bunun mânevî çaresi bu.
Sen iyi müslüman olursan, Allah’a güzel ibadet edersen, sen mü’min kardeşlerini seversen, Allahu Teâlâ hazretleri belaları, azapları kaldıracak. Kafkasya’dan, Keşmir’den, Filistin’den, Afrika’dan, dünyanın her yerindeki zalimlerin zulmü kalkacak. Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri yeryüzüne güzellikleri hâkim kılacak. O halde Allahu Teâlâ hazretlerinin yolunda yürümeye gayret edelim.
Allahu Teâlâ hazretleri, cümlemize tevfîkini refîk eylesin... Hakk’ı hak olarak görüp ona uymayı nasip eylesin... Duyduklarımızdan ibret alıp, anlayıp, dinleyip, onları uygulamayı nasip eylesin...
Nasihatten murat, nasihati tutmaktır. Hadislerin, âyetlerin inmesinden, peygamber gönderilmesinden murat da, insanların tebliğ edilen hakikatleri öğrenip onları uygulamasıdır. İslâm insana dünya ve âhiret saadetini, uyguladığı takdirde sağlayacak.
O bakımdan Allahu Teâlâ hazretlerinin ahkâmını, dinimizin, şeriatimizin ahkâmını en güzel tarzda hayatımızda, evimizde, iş hayatımızda, toplum hayatımızda uygulayalım da Allahu Teâlâ hazretleri bizi hem dünyada bahtiyar, güçlü kuvvetli, mutlu eylesin hem de âhirette sevdiği kullar olarak cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...