Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Cenâb-ı Hak Cumanızı mübarek eylesin, nice mübarek günlere, gecelere, zamanlara erdirsin, iki cihanda aziz, bahtiyar olun.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in hadîs-i şerîflerinden, Râmûz kitabının 198. sayfasından bazı hadîs-i şerîfler okuyacağım.
Birinci hadîs-i şerîf… Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki bu sayfada:
Et-Tesbîhu mine'l-ğâzî seb'ûne elfi hasenetin ve'l-hasenetü bi-aşri emsâlihâ.
Muaz radıyallahu anh'ten Deylemî rivayet eylemiş. Mânâsı şöyle;
Et-Tesbîhu minel-ğâzî. "Gazâ ile, cihad ile meşgul olan bir kişinin, mücahidin; savaşa Allah rızası için gitmiş bir kimsenin tesbihi…"
Sübhânallâh veya Subhânallâhi ve bihamdihî demesi, Cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmesi…
Seb'ûne elfi haseneh. "Bir tesbihi 70 bin hasenedir."
Bir kere diliyle tesbih eylemesi 70 bin hasenedir.
Peygamber Efendimiz bu hükmün, bu bilginin arkasından ve'l-hasenetü bi-aşri emsâlihâ buyuruyor.
"Hasene de bire bir mükâfatlandırılmaz, on misliyle mükâfâtlandırılır."
Böylece gazinin bir sübhânallah demesi, tesbih eylemesi -70 bini onla çarparsak- 700 bin hasene, mükâfât, sevap kazanmasına sebep oluyor. Burada gazi olduğu için bu üstün mükâfat veriliyor, 70 bin veriliyor. Öteki, gazaya gitmemiş; yerinde, köyünde oturan, evinde barkında rahatında olan kişinin tesbihine göre bu kadar daha büyük, daha fazla, daha çok sevap kazanıyor.
Bu, cihadın, gazânın, Allah yolunda malını, canını ortaya koyup da düşmanı karşılamaya gitmenin, İslâm'ı savunmanın ne kadar sevaplı olduğunu gösteren hadîs-i şerîflerden bir tanesidir.
En sevaplı ibadetlerden birisi, Allah yolunda cihat etmektir. Mücahidin ecri, sevabı çok büyüktür. Bir de mücahit zikir ehli olursa… Tesbih ediyor, zikrediyor. O tesbih ve zikreden kimsenin -zâten zikrin sevabı ne kadar büyüktü, ne kadar fazlaydı- o zaman artık ecrinin, sevabının haddi hesabı yoktur.
Aziz ve muhterem kardeşlerim,
Tarihlerden okuyoruz, İslâm, Peygamber Efendimiz'e Mekke'deyken geldi. Medine'ye hicret ettikten sonra devam etti. Sonra Arabistan'dan şirk ve küfür tamamen çıkartıldı. İslâm ve tevhid, yani Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesi, kabûlü, Lâ ilâhe illallah kelimesi, inancı yerleşti.
Peygamber Efendimiz'in hayatını biliyorsunuz, bütün Müslümanların çok iyi bilmesi lazım. Hem de ne sebeplerle başına neler geldi de nasıl davrandı; o şartları da bilmesi lazım ki dünyada Peygamber Efendimiz'in isteğine göre yaşayalım.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem İslâm'ı tebliğ etti. Tebliğ edince düşmanlar, müşrikler çok büyük tepkiler gösterdiler.
"Sen bizim dinimizi bozma, karışma; karıştırma, düzenimizi değiştirme." diye o putperest düzenlerini, müşrik düzenlerini, zalim düzenlerini değiştirmesine razı olmadılar ve çok büyük itirazlara kalkıştılar.
Peygamber Efendimiz bütün teklifleri reddedince;
"Seni zengin edelim, istediğin asil, soylu, güzel kızlarımızı istersen evlendirelim; ne istiyorsan yapalım; hatta seni başımıza başkan, reis yapalım." dediler.
Zâten dedesi Mekke'nin başkanıydı. Hiç birisini kabul etmedi.
İmtihan yâni… Her zaman her müslümanın böyle imtihanları vardır. Peygamberlere imtihanlar, belâlar daha fazla gelir.
Dedi ki;
"Bir elime güneşi verseniz, bir elime kameri, ayı verseniz, yine ben bu dâvâdan vazgeçmem; bu dâvâyı söyleyeceğim."
Tevhid dâvâsı, Allah'ın varlığını, birliğini anlatmak. Demek ki hükümdarlıktan da, maldan da, mülkten de; hayattan da, mutluluktan, zevkten, mutlu evlilikler yapmaktan daha önemli olduğu görülüyor bu ifadelerde.
Kabul etmediler. Peygamber Efendimiz de tekliflerini kabul etmeyince, bu sefer zorbalığa, baskıya başladılar. Bunu bilmek lazım, çünkü bazıları diyor ki:
"İslâm kılıç dînidir."
Zorbalık, filan demek istiyorlar. "Zorbalıkla yayılmıştır."
Hayır; bugün dahi hiç zorbalık olmadığı halde Avrupa'da, Amerika'da nice hür insan, İslâm'ı inceliyor, hak din İslâm diye İslâm'a geliyor. Amerikalı senatörlerden, Clinton'un yanında, yakınında çalışanlardan dahi Müslüman olanlar var. Daha nice nice insanların Müslüman olduğunu biliyorsunuz. Meşhur yumrukçu -boksör demiyorum- Muhammed Ali'yi, alimleri, fâzılları, mütefekkirleri biliyorsunuz. Ben de nice inceleyip Kur'an'ı okuyup kendiliğinden Müslüman olan kimseleri tanıdım.
Bu bir iftiradır. Baskı ile yayılıyor, filan diye düşmanların karalama isteğidir. İslâm gönülleri fethederek, akılları iknâ ederek yayılmıştır. Çünkü akıl-mantık dinidir. Hurâfeyle, batılla; ilme, mantığa, akla aykırı şeylerle ahaliyi oyalamaz, gözünü boyamaz. Hakkı söyler, tabiîliği tavsiye eder. Tabiî yaşamın dışında, gayrıtabiî bir yaşam önermez, teklif etmez. Her bakımdan güzeldir.
El-Hamdülillâhi alâ ni'meti'l-İslâm. "İslâm nimetine hamd ü senâlar olsun."
Ona rağmen baskılar yaptılar, ordular kurdular, hücum ettiler. Peygamber Efendimiz savunmayla karşılık verdi. Sonunda savaşmak zorunda kaldı. Düşmanlar Medine-i Münevvere'ye kaç sefer askerî hücum yaptılar. Büyük kalabalıklar halinde toplandılar; ölüm kalım meseleleri... Müslümanlar galip geldi. Mazlûmen, taarruza uğramış insanlar olarak, savunma yaparak, karşılık verdiler. Allah onları galip etti. İslâm'ı geliştirdi.
Çünkü Allah nurunu tamamlayacağını, söndürmeyeceğini, kıyamete kadar canlı tutacağını bildiriyor. Bu böyle; herkes bunu bilsin. Kimse İslâm'ı ne kadar uğraşsa da yok edemeyecek. İslâm yükselecek, yayılacak. Kıymeti bilinmeyen diyarlardan gitse bile, kıymetini bilen başka diyarlarda ışıl ışıl parıldayacak.
İslâm'a, imana, akla, mantığa hizmet edenlere ne mutlu. Onlara da aşk olsun, tebrikler olsun.
Böyle savaşlar olunca bazı kimselerin her ne pahasına olursa olsun canını fedâ etmeyi, yaşamından vazgeçmeyi kabul etmesi lazım. Savaştan da dönmemesi lazım; savaşta düşmandan kaçmak İslâm'da yoktur ve en büyük günahlardandır.
Savaşlardaki zaferlerin, başarıların temeli düşmanın karşısında kaçmayıp çarpışmaksa; bu kaçmamayı sağlayan iman da o zaferin asıl sebebi İslâm'dır. Diyebiliriz ki; Türk tarihinin, İslâm tarihinin her devresinde kazanılan zaferlerde İslâm'ın, doğrudan doğruya Müslüman olmanın tesiri vardır. İslâm olduğu zaman, büyük ordulara karşı büyük zaferler kazanılıyor.
Böyle bir fedakarlığa kalkışan Müslüman da gazi, mücahit, savaşçı, savaşa gitmeye razı olmuş kimse, gönüllü asker… O da Allah'ın çok kıymetli bir kulu oluyor. Allah onun her şeyini çok seviyor, çok mükâfatlandırıyor. Bir tesbihi dahi 70 bin hasene ile mükafatlandırılıyor. Bir hasene de on misli fazlasıyla mükâfatlandırıldığına göre 700 bin oluyor. Savaşa gitmeyen bir insanın alacağına göre 700 bin misli sevap kazanmış oluyor.
Cenâb-ı Hak bizleri sulh u sükûn içinde, huzur içinde efendi efendi çalışıp, İslâm'a hizmet edip, İslâm'ı yayıp, ağır başlı, vakur şekilde güzel hizmetler yapmayı nasip eylesin. Nice insanların imanı öğrenmesine, anlamasına ve imana gelmesine vesile olmayı hepimize nasip eylesin. Hepimiz bu aşk ve şevk ile çalışalım.
Çünkü kendi çocuklarımız bile kaybolabiliyor. Afganistan'ı veya Mısır'ı veyahut Cezayir'i veyahut daha başka bir ülkeyi kendi ülkemizi de incelersek, ele alacak olursak…. Yani eğitim sonunda Müslüman bir çocuk, İslâm'a karşı, hatta bazen düşman duruma gelebiliyor. Yabancı ülkülere, ideolojilere, düşüncelere kanıyor; kandırılarak kapılıyor, şaşırıyor, sapıtıyor. Kendi milletiyle, inancıyla, tarihiyle, örfüyle, âdetiyle savaşan; kendisine, kendi milletine düşman bir insan haline gelebiliyor.
Onun için çok dikkat etmemiz, çalışmamız, gerekirse de çarpışmamız gerekiyor. Çarpışma olacakmış gibi de hazırlanmamız gerekiyor. Ben bunu yıllar önceden beri daima hatırlattım. Her zaman söylüyorum, şâir şiirinde:
“Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh” demiş. Cenge hazır olursa insan, sulh u salâhı sağlar; çünkü düşman korkar. Ama cenge hazırlanmazsa, gevşerse; düşman onu zayıf gördüğü için saldırır.
Mikrop, zayıf vücuda girer ve onu hasta eder. Sağlam vücuda mikrop gelse bile sağlam vücut onu alt eder. Mikropların, mikropluların arasında dolaşsa bile sağlam insan onları alt edebilir. Ama zayıf, hemen mikrobu kapar. Bir santimetreküp havada kaç milyon mikrop olduğunu alimler, inceleyenler, sayanlar söylüyorlar. Mikrop her yerde var. Ama ona bazı insanlar yenik düşmüyor, hasta olmuyor. Çünkü sağlam. Onun için cenge hazır olacak, kuvvetli olacak ki düşman saldıramasın.
Zengin ülkeler var. Ben hatırlıyorum, bizim ülkemizden atom alimi profesör kardeşler;
"Biz bu atom bombasını yaparız, yeter ki hükümet tahsisat versin." diyordu. İstanbul'da atom araştırmaları enstitülerimiz var. Başka şehirlerde de vardır. Askeriyenin muhakkak başka çalışmaları vardır. Kendisi gerekiyorsa gizli tutar, gerekiyorsa açıkça yapar. Ama mutlaka kuvvetli olmak lazım.
Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in de emridir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Allah u Teâlâ hazretleri: "Gücünüz yettiğince sizin düşmanınızı ve Allah'ın düşmanını korkutan hazırlıkları yapın, silahları hazırlayın." buyuruyor.
Dedelerimiz, ecdâd-ı izâmımız -Allah onların cümlesine rahmet eylesin, makamlarını yüce eylesin- cennet-mekân ecdâdımız, hep zamanlarının en ileri usullerini, aletlerini kullanmışlar ve öyle kazanmışlar.
Az sayıyla, kahramanlıkla, çarpışmayla, cesaretle, maharetle oluyor ama bir taraftan da en ileri silahları yapmışlar, hatta icat etmişler. Mesela İstanbul'un fethi bu bakımdan, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği mükemmel bir numune. Tarihte herkesin, dostun-düşmanın yazdığı bir şey. Kullanılan silahlar, aletler karşı tarafı yeniyor ve surları târumâr, darmadağın ediyor. Savunanların bütün gayretlerine rağmen, Avrupa'nın bütün yardımlarına rağmen fetih müyesser oluyor. Yani gazâ ruhunun, gazilik, mücâhitlik şuurunun devam etmesi lazım. Milletçe buna hazır olmamız lazım ve zamanı gelirse, icap ederse de kaçınmamak lazım.
Çünkü benim çok kesin olarak bir izlenimim, tespitim var. Dünyayı bir bütün olarak incelemeye çalışıyorum. Müslümanların azınlıkta ve çoğunlukta oldukları ülkelerdeki durumlarına, sorunlarına, meselelerine bakıyorum…
Dünya üzerinde birileri -tabii bu birilerinin kimler olduğunu sizler de belki benden iyi bilirsiniz, belki takip ediyorsunuzdur, belki özel tecrübeleriniz ve belgeleriniz vardır- Müslümanlara sorun çıkartıyorlar. Müslüman ülkeleri daima sorunlarla karşı karşıya bırakmak ve zayıflatmak, mümkünse bölmek, parçalamak istiyorlar.
Kendileri bütünleşme yolunda çalışıyor; ihtilâfları, kavgaları, daha önceki yıllarda yaptıkları savaşları bir tarafa bırakıyorlar, ittifaklar kuruyorlar. Müslümanların arasındaki ittifakları, dostlukları bozup birbirlerine düşman ediyorlar. İki komşu ülke birbiriyle kanlı bıçaklı, kâtiller gibi kanına susamış durumda oluyor. İşte bilmem Mısır'la Libya, Libya ile Tunus, Cezayir'le Fas, İran'la Irak, Hindistan'la Pakistan… her yerde böyle.
Birileri şuurla dünya üzerinde Müslümanlar sorunlardan kurtulamasınlar ve kuvvetlenemesinler diye onları zayıflatmak istiyor. O halde, onların karşısında bu oyunlara gelmemek, birliği bozmamak, kardeşliğin çok kuvvetli telkin edilmesi lazım. Dinî duyguların çok iyi öğretilmesi lazım.
Çünkü dinî duygular zayıflayınca, ihtilâflar ve husûmetler, kan dökmeler başlıyor. Ancak İslâm, adaletiyle ve güzel duygularıyla, ahlâk öğretimiyle insanları birbirleriyle bir arada tutuyor. Meselâ Osmanlı kaç çeşit milleti yedi asır ne kadar güzel idare etmiş. Osmanlı çekildikten sonra her yerde zulüm; korkunç vahşilikler görüyoruz.
O bakımdan gaziliği, askerliği öğrenmeliyiz.
Ben Avustralya'da halkın yetişmesine de bakıyorum. Bu halk nasıl yetişiyor? Bizim için bir misal. Sağlıklarına çok düşkünler; idmanlarını çok güzel yapıyorlar, vücutlarını geliştiriyorlar. Her çeşit yarışmaları çok yapıyorlar ki teşvik olsun ve o konuda gelişsinler. Gençlerin hepsi, şöyle baktığınız zaman pazulu, etli butlu, kuvvetli, koşucu, nefesli, çeşitli oyunları bilen; yumruk, tekme, savunma, hücum işlerine âşinâ olarak yetişiyorlar.
Bizim çocuklarımız bunların karşısında sigara içen, ciğeri dolmuş, kahvehanelerden çıkmayan, kumara alışmış kimseler olursa; içkiye, biraya, çeşitli uyuşturuculara müptelâ olursa, sağlığı bozuk olursa, gençliğini kötü yollarda yıpratırsa çürük bir gençlikten topluma nasıl fayda gelecek; toplumun istikbâli nasıl olacak? Ben şahsen, bütün sevdiğim kimselere bunu anlatıyorum, söylüyorum, teşvik ediyorum;
"Kendimiz para verip yerler alalım, idman sahaları kuralım, çocuklarımızı çeşitli idmanlarda mâhir, hünerli hâle getirelim. Boş vakit geçiren, kahvelerde sigara dumanında helâk olan bir gençlik istemiyorum ben."
Her çeşit aleti kullanabilsin: Bisiklet, motosiklet, deniz motoru, otomobil, hatta ağır vasıta, uçak… bunların hepsinin maharetini elde etsin. Her çeşit bedenî maharete sahip olsun. Dinç, dayanıklı, sıhhatli ve hazır olsun.
Ve milletçe de güçlü kuvvetli olalım, bilgili olalım. Yurt dışındaki bir zamanlar bizim idare ettiğimiz diyarlar, bizden medet uman, bizden yardım bekleyen milyonlarca insan var. Yol göstermemizi, destek olmamızı isteyen dostlarımıza faydalı olalım. Düşmanlarımızı da kötülük yollarına, kötü şeyler düşünmeye bırakmayalım. Onlar, "Aman, bunlarla uğraşılmaz." desinler; hizaya gelsinler, hadlerini bilsinler, doğru çizgiden taşkınlığa, ileri gitmeye kalkışmasınlar.
Bir gazinin tesbihi, 70 bin hasene ile mükâfatlandırılıyor. Bir hasene de on misli. Çünkü gazilik, mücahitlik; Allah'ın dinini korumak için cihada, savaşa hazır olmak, onun bizzat uygulayıcısı, bir savaşçı olmak çok sevap.
İkincş hadîs-i şerîf;
Et-Tesvîfu şu'â'uş-şeytâni yulkîhi fî kulûbil-mü'minîn.
Deylemî, Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh'ten rivayet eylemiş.
Bu da önemli bir konu, bütün hadîs-i şerîflerin konuları önemlidir de; ama bizler için özellikle bir yaramıza parmak bastığı, merhem vurduğu için bazıları daha çok üzerinde durulacak konuları taşımakta olabiliyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Et-Tesvîfu şu'â'uş-şeytân. "Yarın yaparım, sonra yaparım diye, yapacağı bir hayırlı işi geciktirmek, geriye atma." Tesvif deniliyor buna; sevfe ef'alü fî zemânin kezâ. "Falanca zamanda yaparım canım. Şimdi yatayım da, boş ver de, ilerde yaparım, yarın yaparım, bir dahaki sene yaparım vs…" Tesvif, işleri böyle uzak bir zamana atmak. Sevfe ef'alü, "ilerde yapacağım" demek. Sevvefe-yüsevvifu-tesvif [sîgasıyla geliyor.]
Bu duygu, bir işi yapacağı zamanda yapmayıp da geriye bırakmak, tembellik etmek, iyi işi tehir etmek nedir?
"Şeytanın bir ışınıdır, şuâıdır."
Şuâ kelimesini biliyoruz. Lazer ışını bir yere düştüğü zaman orayı kesiyorlar, biçiyorlar, tahrip ediyor. Vücudunda ameliyat yapıyorlar, bazı yerleri ışınla kesiyorlar. Önemli bir şey. Oradan hatırda kalabilir.
"İleride yaparım düşüncesi, şeytanın bir ışınıdır, şuasıdır."
Yulkîhi fî kulûbil-mü'minîn. "Onu mü'minlerin kalplerine tutar, atar."
Bu şuayı mü'minlerin gönüllerine tutar, öyle kandırır; "bunu ileride yap" der. Şeytanın telkinidir bu. Tehlikeli, zehirli, zararlı bir ışın gibi mü'minin gönlüne bu ışını atar, tutar.
O halde biz ne yapmalıyız?
Yapacağımız iyi işleri [zamanında] yapmalıyız. Tehir etmemeliyiz. Tehir duygusunu [yenmeliyiz.]
"Hadi kalk yapsana."
"Dur canım, yaparım."
"Niye duracaksın, hemen yapsana."
"Yaparız canım, otur şimdi şöyle. Bir sigara, bir çay içelim de. Biraz vakit geçsin de…"
"Niye geçsin; geçmesin, hemen yapalım."
Bir bahane; bugün canım istemiyor, bugün hava çok güneşli, top oynayalım da sonra yaparız vs… Bu şeytanın oyunudur.
Acele de şeytandandır. Onu da hatırlayalım:
El-Aceletü mine'ş-şeytân.
Bazı yerlerde acele de şeytandandır. Meselâ: Hadi namazı acele kıl, çabuk ol. Hemen şunu şöyle yap.
Dur bakalım, bu aceleye gelecek bir iş değil. Aceleye gelecek, çabuk yapılacak iş var; çabuk yapılmayacak iş var. Aceleye getirilirse iyi olmayacak, çalakalem yapılırsa kötü sonuç verecek işler var. Onların özene bezene yapılması lazım. Özenilecek işi kalitesiz olsun, iyi evsâfı olmasın, kötü olsun diye çabuk yaptırmak, teennî gösterilecek işi acele yapmak şeytandandır.
Ama yapmamak da acele yapmayıp da tehir etmek de şeytandandır. Bu işi önce tehir ettirir bu şeytan, tehirden sonra da unutturur. Unutunca da yaptırmaz. Doğrudan doğruya "yapma" dese, adam razı olmayacak. Ama "Önce tehir ettireyim, sonra ben bunu elbette uyuturum." der.
Misalle söylemek gerekirse, meselâ adam diyor ki;
"Namazın vakti girdi, şu namazı kılayım."
Şeytan diyor ki;
"Kılarsın canım, otur biraz daha."
Veyahut cumanın vakti yakın;
"Hemen kalkayım, cumaya gideyim."
"Dur canım daha vakit var, gidersin." diyor.
Oradan önüne bir meşguliyet, bir iş çıkartıyor. Saate bir bakıyorsun.
"Eyvah vakit geçmiş. Hay Allah, ben falanca yere gidecektim, unuttum."
"Evet, şeytan unutturdu."
Çünkü ilk önce tehir ettirdi. O tehiri arasında senin önüne başka bir oyalayıcı iş çıkarttı ve orada seni aldattı, o hayırlı işe göndermedi. Namaza gidemedin, namazı kaçırdın, cumayı kaçırdın.
Neden?
Önce tehir ettin. "Giderim canım" dedin; tesvif eyledin. Ondan sonra da unuttun. Onun için bu hayırlı işleri akla geldiği zaman, zamanında, yerli yerinde, yapılması gerektiği şekilde, özene bezene, hemen yapmak lazım.
Diğer bir hadîs-i şerîfe geldik. Üçüncü hadîs-i şerîfe... Bunların hepsi güzel şeyler. Not almalısınız, aklınıza veya defterinize. Ondan sonra da hareketlerinizde bu esaslara göre hareket etmelisiniz. Unutmamalısınız, hayatınızda uygulamalısınız bu öğrendiğiniz şeyleri.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz İbn Abbas radıyallahu anhümâ'nın ve daha başka kaynakların bize başka sahabilerden rivayet ettiğine göre buyurmuş ki;
Bunu da, sanıyorum misafir odasına yazdırmak lazım. Her gelen misafir; "Burada ne yazıyor." dediği zaman da oturup izahını yapmak lazım. Dükkâna asmak lazım; gelen müşteri sorarsa, ona da anlatmak lazım.
Almanya'da bir kardeşimiz vardı, Allah razı olsun, şehrin dışında güzel iş yeri var. Geniş bir iş yeri kurmuş, akıllılık etmiş, aferin, iyi yapmış. İnsan görünce memnun oluyor.
Sonra o iş yerinde bir akıllılık daha yapmış; iş yerinin arkasındaki geniş arsaya bir cami yapmış. Bizim bazı arkadaşlarımızı da imam olarak çağırmıştı, biz de cemaat olarak cuma günleri vaaz vermek için de gitmiştik. Namaz da kılınıyor. Hem dünya kazancını ön tarafındaki dükkanda alış-veriş yaparak sağlıyor. Hem de arazisinin bir kısmını cami yapımına tahsis etmiş.
Herkes geliyor orada cuma namazı kılıyor. Oradan da sevap kazanıyor, iki. O da bir fedakârlık, arazisini veriyor, inşaatını yapıyor. Ondan sonra ibadet yapılmasında, cumanın kılınmasında Müslümanlara bir hizmet oluyor.
Üçüncü bir şey; iş yerine gittik;
"Çay içelim Hocam buyur." dedi, oturduk.
Geniş işyeri, lastik vs. satıyor. Bir Alman aile geldi. Herhalde baba kız. Konuşurlarken karşıda kocaman, dört-beş metre boyunda bir; Lâilâhe illlallah Muhammedü'r-Resûlullah yazmış.
"Bu nedir?" diye sordular. Arabalarına lastik alacaklar ama oradaki yazıyı merak ettiler.
O da, Almanca onlara bunun mânasını bir güzel izah etti.
"Evet, doğru, haklısın" dediler.
Telkin, öğretim ve tebliğ vazifesini yapmış oldu. Peygamberimiz'in yaptığı vazifeyi yürütmüş, sürdürmüş oldu.
Biz de hep böyle yapmalıyız. İşyerimize böyle güzel şeyleri yazmalıyız. Birisi de sorunca, anlatmalıyız. Bir teşvik, eğitim-öğretim olmalı.
Böyle şeyleri basıp yayabiliriz. İstanbul'dan bazı tüccar kardeşlerimi hatırladım; güzel âyetler, hadisler alırlar, tebriklerine yazarlar, tebrik olarak gönderirler. Oradan onu alan da üstteki mânayı okuyup öğrenmiş oluyor. O da bir tebliğ. Yani bayram tebrikinde bile ne kadar güzel tebliğât, İslâm'ın öğretimi yapılmış oluyor.
Bu hadîs-i şerîf de öyle yazılıp kenara konulacak, hattatlara levhası yazdırılacak bir hadîs-i şerîf. Bazen hattat kardeşlerim bana soruyorlar:
"Bize güzel levha yapılacak yazıları ayırsanız da biz de onları güzel levhalar yapsak, kendimiz sanat eseri olarak yazsak." diyorlar.
İşte onlara bir hadîs-i şerîf.
Et-Tefekkürü fî azametillâh ve cennetihî ve nârihî sâaten hayrun min kıyâmi leyletin ve hayru'n-nâs el-mütefekkirûne fî zâtillâh ve şerruhüm men lâ yetefekkeru fî zâtillâh.
Tefekkür, "Düşünmek, fikretmek, fikir eylemek, bir şeyin üzerinde fikir yürütmek; sağını, solunu, derinliğini düşünmek." demek.
Et-Tefekkürü fî azametillâh. "Allahu Teâlâ hazretlerinin ululuğu, yüceliği, hikmeti, kudreti, sanatı konusunda düşünmek."
Çünkü Allahu Teâlâ hazretlerinin her şeyi muazzamdır. Allah'ın azameti her yerde, her şeyde zâhirdir; yerlerde göklerde, ayda güneşte, yarattığı mahlûkatta, mahlûkatın vücutlarının teşkilâtında, kâinatın muntazam işleyişinde, yönetiminde… Her yerde Allah'ın azametinin âsârı pırıl pırıl parıldamaktadır. Allahu Teâlâ hazretlerinin bu azameti konusunda, ululuğu konusunda düşünmek.
Ve cennetihî ve nârihî. "Cenneti ve cehennemi konusunda düşünmek…"
Cennetin güzelliklerini düşünüp arzulamak, şevk duymak, mest olmak; Cehennemin tehlikelerini, manzaralarını düşünüp oradan "aman" diye kendisini korumaya azmetmek, korkmak, uyanmak; bunları düşünmek.
Sâaten. "Bir miktar."
Burdaki sâaten, çok ibarelerde Arapçada, hadîs-i şerîflerde, Kur'ân-ı Kerîm'de veya fıkıh kitaplarında, bizim bugünkü örfümüzdeki bir günün 24'te bir bölümü, 60 dakikalık bölümü mânasına değildir. Zamanın bir bölümü, kesimi demektir. İlle 60 dakika olmaz; belki beş dakika, belki daha fazla, belki üç saat olur. Yani 60 dakika mânasına almayacağız buradaki saati.
Allah'ın ululuğu, azameti; cennetinde, cehenneminde neler var diye bu konularda tefekkür etmek; sâaten, bir miktar, bir zaman düşünmek.
Hayrun min kıyâmi leyletin. "Bütün gece kalkıp gece ibadeti yapmaktan daha hayırlıdır." diyor Peygamber Efendimiz.
Mukayese edilen şey ne?
Gece ibadeti.
Gece ibadeti nasıl bir şey?
Çok sevaplı bir ibadet.
Geceleyin kalkıp, insanın abdest alıp iki rekat teheccüd namazı, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır. Peygamber Efendimiz onunla mukayese ediyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin azameti, cenneti, cehennemi konusunda tefekkürlere dalmak, hayallere, düşünmek, derin derin onları mülâhaza etmek, bütün gece sabaha kadar ibadet etmekten daha hayırlıdır.
Ve hayru'n-nâs el-mütefekkirûn. "Ve insanların en hayırlısı mütefekkir olanlardır."
Düşünceli olanlardır, düşünenlerdir, düşünmesi olanlardır. Bu gibi şeylere gafil olmayanlardır. Bu gibi şeyleri sezemeyen değil de bunların üzerinde durup, sezip, anlayıp duygulananlardır.
Yani insanların en hayırlıları akıl-fikir, gönül erbabı, hal erbabı; ulü'l-elbâb dediğimiz insanlardır. Tefekkür etmek çok yüksek bir sıfattır.
Onun için bütün Müslümanların mütefekkir olması lazım. Sizlerin hep bu tefekkürü bir ibadet olarak yapmanız lazım. Çünkü bazen bir gecelik ibadetten daha hayırlıdır. Tefekkürüne, tefekkürün derinliğine-büyüklüğüne göre, bazen bir senelik ibadetten hayırlıdır, bazen 60 senelik ibadetten hayırlıdır. Tefekkür insanı hakikatlere ulaştırır. Ulaşılan hakikatin büyüklüğüne göre de mükâfatı, değeri çok olur.
Ama umumî bir kural olarak;
Hayru'n-nâs el-mütefekkirûn diye işte bu levhayı misafir odamıza güzel bir hattata yazdırıp asabiliriz. Dükkânımıza asabiliriz veya güzel bir hattatın yazdığını, matbaada güzel bir şekilde bastırıp böyle çerçeveletip dağıtabiliriz, hediye edebiliriz.
Konya valisi beyefendi, bizi çağırmıştı, makamını ziyaret etmiştik. Levhalar hazırlamış, "Buyurun hocam" diye bize sunmuştu. Onu bir aziz hatıra olarak saklıyorum.
Öyle güzel şeyleri hazırlayıp hediye etmek sıradan bir, çarşıdan, pazardan böyle bir şeyi almaktan daha iyi olabiliyor.
İnsanların en hayırlıları, değerlileri, kıymetlileri böyle mütefekkir olanlar, düşünücü olanlardır. Ama mütefekkir deyince; "filozofların hepsi kıymetli" diyecek herkes.
Hayır.
El-Mütefekkirûne fî zâtillâh. Allah'ı düşünenler, yani Allahu Teâlâ hazretleri konusunda, mârifetullah konusunda düşünenler, irfan konusunda düşünenlerdir.
Düşünme, çeşitli konularda olur. Adam düşünüyor, düşünüyor, ne düşünüyor?
Şerri düşünüyor, fesadı düşünüyor, bütün aklı fikri orada. Yemekte karısı, "ne düşünüyorsun" diye itekliyor; hâlâ onun aklı başka yerde.
Neden?
Fitne-fesat düşünüyor. Bunun kıymeti yok. Düşüncenin yönü ve konusu önemli.
Ve hayru'n-nâs. "İnsanların en hayırlıları." el-Mütefekkirûne fî zâtillâh. "Mârifetullah, Allah'ı bilmek, Allahu Teâlâ hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı, evsâf-ı ulyâsı konusunda düşünenlerdir. Cenâb-ı Mevlâ'nın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfâtını; o husustaki mârifetini, bilgisini, irfanını derinleştirmek hususunda düşünenlerdir. İnsanların en hayırlıları onlardır.
Sonuç itibariyle, Allah'ı en çok düşünen kimseler kimlerdir?
Dindarlar düşünüyor bir kere. Dinsizler hiç aklına getirmiyor. Dindarların hangileri; ârif olanları, mutasavvıf olanları, meselâ Mevlânâ gibiler.
Tarikat, tasavvuf asırlar boyu neyi öğretmek için çalışmış?
Allah'ı daha iyi tanıtmak, tam tanıtmak, imanı kuvvetlendirmek için. Demek ki bu mütefekkirler evliyâullahtır, erenlerdir. Çünkü güzel şeyleri düşüne düşüne, güzellikleri bulunca, makamları çok yüksek oluyor.
Ve şerruhüm. "İnsanların en kötüleri de." Men lâ yetefekkeru fî zâtillâh. "Allah'ın azameti, kudreti, sanatı hususlarında düşünmeyenlerdir."
Allah bir akıl vermiş; işte dünyada yaşıyor, ticaretini yapıyor, toplum içinde eğlencesinde, keyfinde. Zengin ama Allah'la, Peygamber'le, dinle, imanla, ilimle, irfanla, mârifetullahla, muhabbetullahla hiç ilgilenmemiş, o konularda çok cahil.
Bakıyorum, inceliyorum insanların sözlerini, konuşmalarını; yazarların yazılarını. Bazıları çok cahil, hiç bilmiyor. Bilmediğini de bilmiyor. Bilmiyor, bir; bir de bilmediğini de bilmiyor. En kötüleri onlar işte.
Allah'ı bilecek ve Allahu Teâlâ hazretlerini bilince sonuç ne olacak?
Allahu Teâlâ hazretlerine güzel kulluk edecek. Zaten bilen, düşünüp bilen, mârifetullaha eren, muhabbetullaha da düşer. Mârifetullaha erdi mi muhabbetulllaha da düşer. Allah'ın ne kadar güzel sıfatlara sahip olduğunu, ne kadar güzel olduğunu görünce âşık olur. Görünce âşık olur. Görmeyen bir şey yapmaz ama görünce âşık olur.
O zaman muhabbetulah en yüksek makam oluyor. Mârifetullahtan doğmuş oluyor. Allah'ı bilmekten doğan muazzam bir sevginin, aşkın, muhabbetin, ilâhî sevginin içine düşmüş oluyor. Bundan hiç nasibi olmayanlar da insanların en kötüleridir.
Bu hadîs-i şerîf, dikkat edilirse aslında mutasavvıfların ne kadar dinin özüne uygun, ne kadar doğru yolda olduğunu gösteriyor. Din alimi denilen insanları inceleyin, çeşitleri var, mertebeleri var. Ama mutasavvıflar, işte bu hadîs-i şerîflerde gösterilen ana hedefleri iyi öğrenmiş, iyi anlamış ve yakalamış insanlar oluyorlar.
Allah himmet ve teveccühlerine bizleri nâil eylesin, mahrum etmesin. O sevgili kullarının yolundan ayırmasın ve onlarla âhirette, cennette Peygamber Efendimiz'in komşuluğunda beraber eylesin.
Bir hadîs-i şerîf daha söyleyerek sohbetimi tamamlamak istiyorum.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhümâ'dan Ebu'ş-Şeyh'in rivayet ettiğine göre diyor ki:
Et-Takıyyü kerîmun alellah ve'l-fâcirü şakıyyün heyyinün ale'llah.
Bu da yine kısa, levha yapılacak güzel hadîs-i şerîflerden. Muttakî kul, takvâ ehli, haramlardan, günahlardan sakınan, Allah'ın razısını kaybetmekten korkan, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışan insanlar.
Bizim kardeşlerimiz, rozet yapmışlar, gönderiyorlar. Ben de birilerinin yakalarına takıyorum, seviniyorlar:
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî.
"Yâ Rabbi, benim arzum, hedefim sensin. Ben senin rızânı kazanmak istiyorum."
İşte böyle, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen ne yapar; Allah'ın razı olacağı işleri yapar. Razı olmayacağı işlerden, haramlardan, günahlardan kaçar.
Haramlardan, günahlardan kaçan insana ne denir?
Takî, yani muttakî kul denir. İkisi de aynı kökten, takî ile muttakî aynı kökten.
Böyle takî bir kul, yani muttakî, takvâ ehli, takvâlı bir kul.
Kerîmun ale'llah. "Allah indinde mevki makam sahibi, itibarlıdır, itibarlı bir kimsedir."
Allah yanında itibarı vardır. Soylu-kerim bir asâleti, kıymeti vardır; Allah indinde kıymetlidir takvâ ehli kul.
Bunun zıddı;
Ve'l-fâcirü. "Günahlardan sakınmayan, fısk u fücûra giren, günahları işleyen."
Müslüman bir sürü kusurlar işliyor. O da fâcir.
Şakıyyün. "O da bedbaht, şakâvet ehli bir insandır."
Çünkü günahı işlemek çok büyük bir zillet, çok fenâ bir şeydir. İnsanı ayaklar altına düşürür, fenâ eder.
Heyyinün ale'llah. "Allah'ın yanında da itibarsız, değersiz, önemsiz, kıymetsizdir."
Aziz ve muhterem kardeşlerim,
Hepimiz Allah'ın kullarıyız. Esas itibariyle bizi O yarattı. Bizim meziyetimiz veya kıymetimizi artıran neyimiz varsa hepsini de veren O'dur. Vücudumuzda eğer bir üstün meziyet varsa;
"O çok kuvvetlidir. Herkesin kaldıramadığı şu kadar ağır halteri kaldırır. Şu çok hızlı koşar. Falanca çok kuvvetlidir." derler.
Bu vücuda ait bir meziyet. O meziyeti veren kim?
Allah. Hepsini Allah veriyor ama o meziyetin sahibi kabarıyor, övünüyor, böbürleniyor, iftihar ediyor. Herkesin karşısına;
"Ben birinci oldum, var mı benim gibisi" diye [çıkıyor]. Aslında tabii onun Allah'tan geldiğini, Allah'ın vergisi olduğunu bilmesi, ona göre edebini takınması lazım.
Allah'ın kullarının değerlerini de Allah verdiğinden -yani veren Allah, alan Allah- biz sıfır oluyoruz, hiç oluyoruz aslında arada ama yine de Allah takvâlı kulları değerli, itibarlı, kıymetli sayıyor. Kendi indinde, huzurunda mevki makam, mertebe veriyor; günahkârları da değersiz yapıyor. Aslında biz hepimiz nâçiz kullarız, bir hiçiz hepimiz.
Rahmetli Hacı Bayram camii imamı, nur içinde yatsın, makâmı a'lâ olsun, Zekâî Efendi -peltek ze ile- soyadı Sarsılmaz'dı, "Zekâi-yi lâ yetezelzel" derdi. Bir levhaya eski harfle, Hîç yazmış -iki gözlü he, ye, cim gibi çe harfi ile-. Bu Türkçe'ye Farsça'dan gelen bir kelime. Kartı gösteriyor:
"İşte bu benim kartvizitim." diyor. Yani hiç, nâçiz. Tevazu gösteriyor, nâçizliğini gösteriyor.
Hepimiz bir hiçiz, bir nâçiz varlığız. Çünkü her şeyimiz Allah'tan, bizim hiçbir şeyimiz yok. Bütün lütuf O'nun lütfudur. Ama iyi kul, ârif kul, muttakî kul, takvâlı kul olursa; Allah indinde makamı, mertebesi, itibarı oluyor, Allah onu seviyor, Allah indinde saygınlığı oluyor.
Günahkârın da Allah indinde hiç kıymeti, itibarı olmuyor. Yazık oluyor. İşte asıl hiç o oluyor, asıl berbat olan o oluyor.
Allah hepimizi kendi ind-i ilâhîsinde kadr ü kıymeti olan, kerîm olan, itibarı olan sevdiği kullarından eylesin. Günah zilletine düşürmesin. İsyan, mâsiyet ve günahtan uzak eylesin. Eğer bulaşmış olduğumuz, alışmış olduğumuz kusurlar, günahlar varsa, onları hemen bırakmayı nasip eylesin. Tertemiz kul eylesin.
Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varıp cennetiyle, cemâliyle müşerref olmayı; sonuç itibariyle sevdiği kul olarak cennetine girmeyi, cemâline ermeyi nasip eylesin. Cehenneme düşenlerden eylemesin.
Aziz ve sevgili kardeşlerim,
İnşaallah Allah hepinize hayırlı uzun ömürler verir. Çünkü bir Müslümanın çok kıymeti vardır. Öğrendiklerini başkasına öğretecek, uzun yıllar yaşaması lazım. Hemen çabuk ölmesin, uzun yıllar yaşasın da öğretsin diye onun ömrünün kıymeti var.
İnşaallah bu 21. Asır Tevhid Asrı olacak. Hepimiz orada görevimizi alalım. Vazifemizi yapabildiğimiz kadar, kabiliyetimiz nispetinde yapalım, Allah'ın rızasını kazanalım.
Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.