Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'd-dîn.
Emmâ ba'd.
Fe-kale Rasûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem.
آدَمُ فِي السَّمَاءِ الدُّنْيَا تُعْرَضُ عَلَيْهِ أَعْمَالُ أُمَّتِهِ – وفي رواية: ذُرِّيَّتِهِ-، وَيُوسُفُ في السَّمَاءِ الثَّانِيَةِ، وَابْنا الْخَالَةِ: يَحْيَى وَعِيسَى فِي السَّمَاءِ الثَّالِثَةِ، وَإِدْرِيسُ فِي السَّمَاءِ الرَّابِعَةِ، وَهَارُونُ فِي السَّمَاءِ الْخَامِسَةِ، وَمُوسَى فِي السَّمَاءِ السَّادِسَةِ، وَإِبْرَاهِيمُ فِي السَّماءِ السَّابِعَةِ. ابْنُ مَرْدُويَة عَنْ أَبِي سَعِيدٍ.
Âdemü fi’s-semâi’d-dünyâ tü’radü ‘aleyhi a’mâlü ümmetihî ve yûsufü fi’s-semâi’s-sâniyeti ve’b-ne’l-hâleti yahyâ ve ‘îsâ fi’s-semâi’s-sâliseti ve idrîsü fi’s-semâi’r-râbi’ati ve hârûnü fi’s-semâi’l-hâmiseti ve mûsâ fi’s-semâi’s-sâdiseti ve ibrâhîmü fi’s-semâi’s-sâbi’ati.
Ebû Saîd hazretlerinden rivayet olunmuş. Biliyorsunuz; Peygamber Efendimiz hiçbir peygambere müyesser olmamış, nasip olmamış büyük ikramlara nail oldu. Miraç eyledi; yedi kat semavatı geçip, Sidretü'l-Müntehâ’ya varıp, oradan yetmiş bin zülmetten, yemiş bin nurdan perdeleri geçip Cebrâil aleyhisselam bile varamadığı yerlere ulaştı. Ve Cenâb-ı Mevlâ’nın huzuru izzetine nail oldu, Rabbü'l izzeti âşikâre gördü. Ahirette mümin ümmetide öyle görür. İnşallah bizlerede nasip eylesin, onlardan eylesin; yanıltmasın, şaşırtmasın.
Bu hadîs-i şerîfte bildiriyor ki;
Âdemü fi’s-semâi’d-dünyâ. "Âdem en yakın dünyadadır." En yakın semadadır. Dünya, ednâ kelimesinin müennesidir. 'Daha yakın, en yakın' manasına geliyor.
E’s-semâi’d-dünyâ demek; en yakın sema demek. Âdem aleyhisselam en yakın dünyadadır. Dedemiz.... Hepimizin dedesi... Ebû’l beşer; insanlığın babası, hepimizin dedesi, Âdem aleyhisselam birinci semada.
Tü’radü ‘aleyhi a’mâlü ümmetihî. "Ona ümmetinin amelleri gösterilir, arz olunur." Bir rivayette de zürriyetinin amelleri gösterilir. Senin torunlarından Ömer, Salih, Seyyid, Osman, Es’ad, Ayhan camide sabah namazını kıldılar. Ona arz olunur. Çünkü hepimiz onun zürriyetiyiz veya onun ümmeti rivayeti var. Onun hali hayatında kendisine bağlanmış olan ve iman etmiş olanların olabilir. İki rivayet var.
Güzel işlerden sevinir "bak şunu yapmışlar aferin, maşallah." Baba ya, dede ya sevinir. Kötü işlerden, günahlardan; küfürden, şirkten, isyandan üzülür. Dedelerimiz, kendi babalarımız da öyle. Bizim yaptığımız iyi şeylerden kabirde sevinirler, yapılan kötülüklerden, günahlardan üzülürler. Çünkü babalara, analara da cuma gecesi arz olunurmuş, onların yaptığı şeyler. Ahirete göçmüş olan büyüklerine, babalarına, annelerine cuma günü arz olunurmuş. Onlar da iyiliklerden sevinirlermiş; kabirleri nurlanırmış, neşeleri artarmış. Kötülüklerden de üzülürlermiş.
Onun için "Allah’tan korkun da mevtanızı ezalandırmayınız." buyuruyor Peygamber Efendimiz. İnsan günah işledi mi, ceddine kadar, anasına babasına kadar zararı dokunuyor. Sevap işlediği zaman da faydası dokunuyor. "Bir kötünün yedi mahalleye zararı var." denildiği gibi, insan günah işlediği zaman çok fena oluyor.
Âdem aleyhisselam hatta sağına baktığı zaman cennetlik ümmetini -zürriyetini- görür; sevinirmiş. Soluna baktığı zaman, cehennemlik ümmetini görür; ağlarmış. Öyle görmüş Peygamber Efendimiz
Ve yûsufü fi’s-semâi’s-sâniyeti. "Yusuf aleyhisselam ikinci semada." Her semanın kapısı var. Kapılarda bekçiler var; durduruyorlar, soruyorlar. Kaç sefer anlattığım gibi, bu sema meselesi ilginç!
Ve’b-ne’l-hâleti Yahyâ ve Îsâ fi’s-semâi’s-sâliseti. "İki teyze çocukları; Yahya ve İsa aleyhisselam üçüncü semada." Yahya aleyhisselam annesiyle, Meryem validemiz kardeşti; kız kardeşti. İkisi birbiriyle kız kardeş çocukları. Yahya aleyhisselam ile İsa aleyhisselam birbirlerinin teyze zâdeleri oluyorlar.
Ve İdrîsü fi’s-semâi’r-râbi’ati. "İdris aleyhisselam dördüncü semada."
Ve hârûnü fi’s-semâi’l-hâmiseti. "Harun aleyhisselam beşince semada."
Ve mûsâ fi’s-semâi’s-sâdiseti. "Musa aleyhisselam altınca semada."
Ve ibrâhîmü fi’s-semâi’s-sâbi’ati. "İbrahim aleyhisselam yedinci semada." Hepsini ziyaret eylemiş. Hatta Musa aleyhisselamın bize yardımı var. Dönerken miraçtan.
Sormuş ki:
"Yâ Muhammed! Rabbin ne emretti?"
"Rabbim bana günde elli vakit namaz kılmayı emretti."
"Git Rabbine niyaz eyle. Bu elli vakti kılamazlar. Ben bu adamların arasında yaşadım, ben bunların hallerini, huylarını biliyorum; bunu yapamazlar git söyle." Dönmüş demiş "Ya Rabbi biraz azaltsan. Yapamazlarsa günah olur." Kırka indirmiş. Yine gelmiş.
Musa aleyhisselam yine "kaç tane" diye sormuş.
"Kırk vakit namaz."
"Git bunu da yapamazlar." Gitmiş otuza indirmiş, yine gelmiş.
"Kaç?"
"Otuz."
"Yapamazlar." Yine gitmiş.
"Yirmi." Yine gitmiş.
"On." Yine gitmiş.
"Beşe indirdi Rabbim." Beş vakit namaz kılmayı emretti ümmetime.
"Ya Muhammed! Yapamazlar. Ben bu adamları denedim bu beş vakti de kılamazlar. Rabbine git! Yalvar-yakar, rica et de bunu da azaltsın." demiş.
"Artık gele gide utandım ben Rabbim'den." 'Gidemem' deyince, nida gelmiş ki; "benim huzurumda söz değişmez. Beş vakit namazı farz kıldım. İlk emrettiğim elli vakti kılmış gibi sevabı vereceğim." buyurmuş Cenâb-ı Allah.
Elhamdûlillâh! Elli vaktin sevabını hak ihsan etmiş beş vakit namaz kılana.
Fakat öyle bir acayip insanlarız ki, Musa aleyhisselam buyurduğu gibi, beş vakit bile zor geliyor. Sabah kıl, bir de öğlen kılacaksın, ikindide, akşamde, bir de yatsıda. Bu bile çok geliyor, biz zalimlere. Ama yemek yemesini biliyoruz. Allah’ın nimetlerini yemesini, keyif etmesini biliyoruz. Yorulduk, hadi bakalım nerede gezeceğiz, ne sefa süreceğiz, kebapları kızartıyoruz, dönerleri kesiyoruz biçiyoruz, salatalar, meyvelerle.
Burası meyve bakımından zengin. Türkiye de de var elhamdûlîllah az değil ama burada her mevsim de hepsi karşında. Türkiye de bekleyeceksin ki can eriği olacak da, yiyeceksin, her şeyin bir zamanı var yani. Bir acayip ülkedeyiz ki, ne kadar şükretsek, hamd etsek azdır.
Arabamız var, evimiz var, bahçemiz var.
Ben bazen bunları Türkiye’dekilere anlatıyorum.
"Hocam nasılsınız? Havalar nasıl?"
"Bahar havası diyorum. Güneşlik, yemyeşil ortalık diyorum." Orada kış. "Karpuzu kestik, patır patır patladı, yiyoruz." diyorum.
"Yapma hocam." diyorlar. Canları çekiyor tabi.
"Ya gelin. Gelirsen biz de sana da ikram ederiz." diyorum.
Çok şükür ya Rabbi verdiği nimetlere hamd-ü senâlar olsun.
İkinci hadîs-i şerîf;
آفَةُ الْعِلْمِ النِّسْيَانُ، وَإِضَاعَتُهُ أنْ تُحَدِّثَ بِهِ غَيْرَ أَهْلِهِ. ش وَالْعَسْكَرِيُّ وَابْنُ عَبْدِ الْبَرِّ في "الْعِلْمِ" عَنِ الْأَعْمَشِ مَرْفُوعًا.
Âfetü’l-‘ılmi en-nisyânü ve idâ’atühû en-tühaddise bi-hî ğayra ehlihî.
"İlmin afeti -bilginin hastalığı- En-nisyânü. "Unutmaktır."
Neydi ya? Hay Allah unuttum. Ben bunu kitapta okumuştum. Aman Allah’ım hatırlayamıyorum. Okumuştum. Kırk defa okumuştum yine unuttum. Sureleri bile unutuyoruz; küçüklükten ezberlediğimiz şeyleri unutuyoruz, karıştırıyoruz.
"İlmin afeti unutmaktır."
Unutmamak için çare nedir?
Hazreti Ali Efendimiz radıyallahu anh kerrame vecheh Peygamber Efendimiz'e gelmiş;
"Ya Resûlullah ben çabuk unutuyorum." buyurmuş.
Peygamber Efendimiz'de ona cuma gecesi teheccüd namazına kalkıp, dua etmeyi buyurmuş. Perşembeyi cumaya bağlayan gece. Duaları öğretmiş, o dualarla ondan sonra hafızası çok kuvvetlenmiş.
Unutuyoruz. Biz de öyle yapalım; bir.
İkinci çare; tekrar etmektir. Kur’an’ı niye bitirdiğimiz zaman hemen Fâtiha’ya geçiyoruz. Nâs Suresi'ni okuyoruz; Allah-u Ekber diyoruz, Bismillâhirrahmânirrahîm deyip Fâtiha’ya geçiyoruz.
Neden?
Tekrar edeceğiz. Allah’ın kitabını unutursak en büyük günahlardan birisi neymiş?
İnsanın, ezberlediği Kur’an âyetlerini unutmasıymış.
Ne yapacağız?
Tekrar edeceğiz. Hafızlar da unutuyor. Hafızlar Kur’an’ı ezberlemiştir, imtihandan geçmiştir, icazetnameyi almıştır, cüppeyi, sarığı giymiştir, merasimi yapılmıştır. Ama "hadi oku." dersin. Okuyamaz.
Neden?
Çalışacak. Unutuyor.
İlmin afeti unutmaktır.
Allah hafızamızı kuvvetli eylesin, ezberlemeyi nasip etsin. Tabi insan, tekrar edip de sevap kazanıyor. Tekrar ede de kuvvetleniyor. Daima elimizde duracak, daima tekrar edeceğiz.
En iyi çarelerden birisi de öğretmektir. Sen de çoluk çocuğuna, hanımına, akrabalarına, mahallenin küçüklerine öğretirsen, onun en iyi öğrenme vasıtası öğretmek.
Lisedeyken beni, müdür bey edebiyat dersine geliyordu, münazara heyetine seçti. Halkın huzurunda çıkacağız; merasim, münazara. Orada iki fikri savunacağız. Karşılıklı konuşacağız. Nasıl utandım, nasıl utandım, nasıl utandım, o kalabalığın karşısında, kıpkırmızı oldum, kelimeleri unuttum, bilmem ne filan. Neyse münazara bitti, kem küm şeyler söyledik. Dört beş kişi bir tarafta, dört beş kişi bir tarafta konuşmalar falan. Doğrusu ben kendim beğenmedim kendi konuşmamı. Hoca geldi ertesi gün sınıfta karnemi aldı, bir güzel on yazdı oraya. En yüksek notu. Fazladan verdi Allah razı olsun. Yoksa bana kalsaydı ben o kadar vermezdim.
Şimdi çok utanırım. Böyle çıkıp halkın huzurunda bir şey söyleyeceğim, kıpkırmızı olurum, utanırım, öldürsünler de dövsünler de konuşmayayım. Telaşlanıyorum yani.
Fakat Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksek okulunda, beni Türkçe ve hümaniter bilgiler hocalığına tayin ettiler. İyi de para alıyoruz. Gündüz üniversitede hocayım, akşamda gece altı buçuktan sonra, orada dersler var, yedi bölüme derse gidiyorum. Mühendis olacaklara edebiyat, hitabet, yazışma bilmem ne bunları öğretiyorum. Öğretirken kitaplar alıyorum, çarşıdan pazardan, para veriyorum, iyi çalışıyorum ki mahcup olmayayım falan diye. Öğretmenin öyle faydası oldu ki... Konuşmayı, yazmayı nasıl usullere göre yapacağız, onu öğretmenin, çocuklara öğretmenin çok faydası oldu kendime.
En iyi usullerden birisi öğretmektir. Onun için evinizde rahlenin karşısına çocukları oturtacaksın, sevdikleri ne varsa göstereceksin bu da burada duracak. Ondan sonra;
"Haydi bakalım yarım saat, bir saat ders yapacağız. Bu uzun boylu nedir?"
Elif uzun boylu, cim karnında bir nokta, Ay’ın’ın ağzı açık." dedikten sonra, ay’ın harfini tanımaz mı artık. İşte orada ay’ın öğreteceğiz.
İlmin afeti unutmak. Unutmaya karşı mücadele vermemiz, çalışmamız lazım.
Ve idâ’atühû. "İlmin zayi edilmesi." Telef edilmesi, boşa harcanması, ilme yazık edilmesi. En-tühaddise bi-hî ğayra ehlihî. "O ilmi, o ilme layık olmayan kişiye söylemendir, öğretmendir."
Adamın liyakatı yok o ilme öğrenmeye; ona söylüyorsun, öğretiyorsun. Ehli olmayan kimseye bilgiyi öğretmek, domuzun boynuna gerdanlık takmak gibiymiş. Herif domuz. Kötüye kullanacak, ilmi hayra kullanmayacak, müslümanların aleyhine kullanacak, dünya menfaatine kullanacak veya Allahın sevmediği yolda kullanacak... Sen de ona öğretmişsin. Domuzun boynuna gerdanlık takmak gibi. Ya bu domuz zaten; çamurda yatar, pislik yer, bunun boynuna gerdanlık takmanın ne lüzumu var.
İlmi kime vereceğini, kime öğreteceğini insanın dikkat etmesi lazım. Ehline vermesi lazım. Ehline seve seve vermesi lazım. Ehil olmayana da vermemesi lazım. Bir de bu tarafı var. Hoca herkese ders vermez. Adam bunu hayra kullanacak mı, kullanmayacak mı diye şey yapar.
Evliyâullahtan birisine bir talebe gelmiş, uzun zaman hizmet etmiş.
"Bana ism-i a’zam’ı öğret." diye yalvarmış. İsm-i A’zam; Cenâb-ı Hakk’ın o ismi ki; kim o ism-i a’zam’ı bilirse, onunla dua ederse, duası mutlaka kabul olur. Onu öğrenmek istiyor.
O da demiş ki;
"Peki evladım. Sana bir kutu vereceğim, filanca şehirdeki, filanca zatı muhtereme bu kutuyu götürüver o zaman öğreteyim."
"Olur efendim." demiş.
Bohçaya sarılmış olan kutuyu ona vermiş.
"Al bunu götüreceksin."
Yolda kutunun içinden ses geliyor. Tıkır tıkır ses geliyor, kıpırtı geliyor, cik cik ses geliyor, dayanamamış örtüyü açmış. Kutuda delikli filan, kapağını açmış, farenin birisi zıplamış gitmiş.
Bu da gelmiş, geriye dönmüş.
"Hocam bir fareyi -diyelim ki buradan uzak yere Sydney’e veyahut buradan Toowoomba’ya- götürtmek olur mu? Bu ne biçim iştir?
"Sen o kutuyu açtın mı? Hani ben sana açma demiştim bohçayı."
"Cik cik diye ses geldi, tıkırtı oldu, ben de açtım, baktım fare atladı, kaçtı." demiş.
"Evladım, bir kutunun sırrını, o şehre gidinceye kadar muhafaza edemezsen, söz dinlemezsen, İsm-i Âzâm'ın sırrını muhafaza edebilir misin?"
Sen olgunlaşmamışsın. Sana ism-i a’zam’ı öğretmek gerekmez. Kızarsın adama, bedduada kullanırsın; adam çatlar, bacağı kırılır, kafasının tası patlar, yere düşer, bilmem ne falan. Allah yersiz kullanmayı da sevmez.
Gölcükte, yakın kasabalardan birisinde bir aksakallı bir ihvanımız vardı. "Nazar değmesi haktır." hadîsini okuduk. Birisini anlatıyor:
"Çok gözü nazar değdirir, böyle kem gözlü diyorlar ya, baktı mı nazar değdirir. Meşhur, herkes tanıyor." diyor. Akşemseddin'in kasabası Göynük. Oraya gelmeden arada bir yer var, oralı. Bir gün arkadaşlarıyla kahvede otururken karşıdan, köyden bir atlı gelmiş. At da güzel, tık tıkır geliyor karşıdan. Herkes başını çevirmiş bakmış, atlı geliyor. Ondan sonra demiş ki;
"Şunu düşürüvereyim mi aşağıya. Ata bir nazar değdirteyim mi?"
"Hadi ya demişler, yap da bakalım görelim."
Şöyle bir bakmış "amma güzel at ha! Küheylan gibi" demiş. At bir tökezlemiş, adam tepetaklak küt aşağıya. Anında, gözlerimizin önünde.
Öküzü kazana, adamı mezara sokar. Bir bakar, öküz pat diye düşer. Adama bir bakar, adam çat diye ölür.
Nazar değmesi nasıl bir şey?
Gözden ışın mı çıkıyor, radyoaktif mi neyin nesi bilmiyoruz ama böyle şeyler oluyor.
O adama İsm-i Âzâm'ı öğretmemiş. Çünkü ehli değil.
Peygamber Eendimiz; "İsm-i Âzâm, Allah’ın öyle bir ismidir ki, kim onunla dua ederse; onun duasını Cenâb-ı Hak reddetmez, kabul eder." deyince Hz. Âişe annemiz;
"Ya Resûlullah onu bana öğretsene."
"Ya Âişe! O sana gerekmez." demiş.
Üçüncü hadîs-i şerîf;
آفَةُ الدِّينِ ثَلَاثَةٌ: فَقِيهٌ فَاجِرٌ، وَإِمَامٌ جَائِرٌ، وَمُجْتَهِدٌ جَاهِلٌ. الدَّيْلَمِيُّ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ.
Âfetü’t-dîni selâsetün fakîhün fâcirun ve imâmün câirun ve müctehidün câhilün.
İbn Abbâs radıyallahu anh’dan rivayet edilmiş, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Dinin afeti de üç tanedir." Dini mahveden, dini zarara uğratan üç şey var.
Nedir bu üç şey?
Birisi; fakîhün fâcirun. "Günahla mesgul olan fakih." Fıkıh, hadîs, tefsir, okumuş, din bilgini ama fâcir, fısk-ı fücurlu, günahkâr, kötü halleri, huyları, işleri var. Fakîhün fâcirun.
Fakîh, Türkçede kullanılmış ama h harfi söylenmiyor. Fakî diye geçiyor.
Mesela bizim köyün yakınında bir köy var. İsmi, Hüseyin Fakîh. Demek ki o mıntıkayı Hüseyin Fakîh isimli bir âlime vermişler. Osmanlılar fethedilen yerleri taksim ediyor, mücahitlere dağıtıyor.
"Al Hüseyin Fakîh şuralar, şu dağdan şu dağa, şu köyler senin olsun." Hüseyin Fakîh. Bir yer var İlyas Fakîh. Ama biz İlyas Fakîh, Hüseyin Fakîh demiyoruz, demesi zor geliyor. Hüsen Fakî, İlyas Fakî. Böyle harfleri atarak kullanıyoruz. Bir; fakîhün fâcir.
İki;
Ve imâmün câirun. Câir; cevreden, cevr-i cefa eden.
İmâmün câirun. "Cevr-i cefa eden imam."
Cami imamı mı?
Hayır!
O devirde imam demek; cami imamı demek değil! Devletin başkanı, devletin, kabilenin, milletin başındaki adam. İmam; önder demek. President demek. Başkan demek.
President ne demek?
"Sunmak, takdim etmek." demek.
President; öne itilen, öne çıkan. Belki köken itibariyle kurcalasak, imam kelimesinin tam İngilizcesi. Present; hediye demek. Sunuyorsun, önüne koyuyorsun. President; bir kavmin en öndeki kimse. İmam da; en önde demek. Aynı anlamda.
Ben bu Avrupalılara dikkat ediyorum. Birçok kelimeyi doğudan almışlar. Yani Müslümanlardan almışlar. Onun için aynı manaya geliyor. Tam tercüme etmişler yani.
İmâmün câirun. "Zalim hükümdar." demek. Fakîhün fâcirun. "Günahkâr âlim" demek. Kötü huylu, kötü işli, günahkâr âlim, zalim hükümdar.
Ve müctehidün câhilün."Cahil müctehid."
Müctehid ne demek?
Herkes müctehid olabilir mi?
Okuyacak, okuyacak, öğrenecek, öğretecek... Kavuğu başında, saçı sakalı ağaracak da müctehid öyle olacak. İmam-ı Âzam, İmam Ebû Yusuf, İmam Ahmet ibn-i Hanbel, İmam Şâfî asırlardır namı yürüyen insanlar.
Müctehidün câhilün ne demek?
Buradaki müctehid de bizim anladığımız, 'içtihat sahibi, mezhep imamı' demek değil. Çalışan demek. Çok gayretli çalışan demek ama cahil.
Nerede çalışıyor?
Cahil çalışan.
Ne demek?
İbadete çalışan ama cahilce. Sonuç itibariyle cahil âbid demek. Bunu bilmeyen yanlış tercüme eder. Burada tercümesi şöyle; fâsık alîm, zalim reis, cahil sofu demiş. Sofuluk taslıyor namaz kılıyor, filan ama âbid yani. Ama cahil. Cahil olunca, kaş yapayım derken göz çıkarır, namazını sevabını kaçırır, orucunun sevabını kaçırır, haccının sevabını kaçırır, zekâtının sevabını bilmez. Cahil olduğundan kaçırır.
Cahil oldu mu insan, hatalı iş yapar.
Verir misiniz senin gıcır gıcır yepyeni güzel arabanı hiç ehliyeti olmayan cahil birine, araba kullanmayı bilmeyen birine?
"Hocam bir yerini çizdirse yüreğimin yağı erir. Yeni araba gıcır gıcır. Ben buna altmış bin Avustralya doları vermişim. Verir miyim cahile?"
İşte cahil, iyi niyetli de olsa.
"Babacığım arabayı ben kullanayım hiç bir şey yapmayacağım."
"Evladım büyü de öyle. Hadi canım şöyle on sekiz yaşına gel, kocaman abi ol, ehliyetini al o zaman."
"Babacığım ne olur şuradan şuraya götüreyim."
"Evladım eski araba olsa neyse ama bu gıcır gıcır vermem." deriz.
Cahil çünkü. Bilmeyen bir yere vurur, bir kaza yapar, kullanmasını bilmiyor.
İbadet de bilgiyle olur.
Allah ne yaparsa sever? Allah ne yaparsa sevmez?
Namaza duruyor. Aklında bin bir türlü şey. Hayattaki işlerinden, filancaya para verecektim, çarşıdan şunu alacaktım, bilmem ne yapacaktım, hanım ne demişti. Şeytan aklını karıştırmak için bir şeyi hatırına getirtiyor, namazda onu düşündürtüyor.
Eh cahil kimse, namazı kılarken, oruç tutarken, ne hatalar yaparsa, canını çıkartır. Bir de dine de laf getirtir. 'Ah işte al âbid. Yaptığı işe bak. Şu herife bak. Hem de hacca gitmiş. Bak senin hacının yaptığına' derler bir de dine laf getirtir.
Onun için dinin afeti üçtür. Bir; günahkâr alîm. İki; zalim hükümdar. O da dini engeller, baskı yapar. Üç; cahil âbid. İnceliklerini bilmeden ibadet yapan kimse demek.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Allah hepinizden razı olsun. Hepimizi bilgilendirsin. Rızasına uygun ibadetleri yapmayı nasip eylesin. Hatalardan, günahlardan, yanlışlardan korusun.
El Fâtiha.