Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'd-dîn.
Emmâ ba'd.
Fe-kâle Rasûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem.
أَتَانِي آتٍ مِنْ عِنْدِ رَبِّي، فَخَيَّرَنِي بَيْنَ أَنَ يُدْخِلَ نِصْفَ أُمَّتِي الْجَنَّةَ، وَبَيْنَ الشَّفَاعَةِ، فَاخْتَرْتُ الشَّفَاعَةَ. وهِيَ لِـمَنْ مَاتَ لَا يُشْرِكُ بِاللهِ شَيْئًا. هَنَّادٌ ت طب حب عَنْ عَوْفِ بْنِ مَالِكٍ، حم عَنْ أَبِي مُوسَى، حم عَنْ مُعَاذٍ.
Etânî âtin min ‘ındi rabbî fe-hayyeranî beyne en yedhule nısfü ümmetiye'l-cennete ve beyne’ş-şefâ’ati fa’h-tertü’ş-şefâ’ate ve hiye li-men mâte lâ yüşrikü billâhi şey’en.
Sadaka Resûlüllâh, fî-mâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu alehi ve sellem bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
Etânî âtin min ‘ındi rabbî. "Rabbimin huzurundan bana gelen bir şey geldi." Bir haberci, bir melek bana geldi.
Fe-hayyeranî. "Beni muhayyer bıraktı." Nasıl istersem, öyle yapmak hususunda serbest bıraktı. Tercih hakkını bana verdi.
Beyne en yedhule nısfü ümmetiye'l-cennete. "Ümmetimin yarısının cennete girmesi."Ve beyne’ş-şefâ’ati. "Veyahut benim günahkârlara şefaat etmem hususunda, beni serbest bıraktı."
'Hangisini istersen seç Ya Resûlullah. Cenâb-ı Hak böyle buyuruyor' dedi. Serbest bıraktı.
Fa’h-tertü’ş-şefâ’ate. "Ben de şefaat etmeyi -ümmetimin yarısının cennete girmesinden- tercih ettim, şefaat edeyim dedim." Şefaat edince, ümmetinin daha çoğu cennete girecek diye, daha kârlı diye düşündüğü için, şefaat hakkını kullanmayı tercih etti.
Ve hiye. "Bu şefaat."
Li-men mâte lâ yüşrikü billâhi şey’en. "Allaha şerîk koşmadan, müşrik olmadan ölen her kula nasip olacak." Allah’ı bir biliyor, Allah’a şerîk koşmuyor. Şerîk koşmadan -müşrik olmadan- yaşamış, ölmüş. Ona benim şefaatim nail olacak, şefaatim erecek, ulaşacak.
Bu hadîs-i şerîfi; Tirmizî, Ebû Dâvûd, Taberâni, İbn Hibbân, Ahmed b. Hanbel de, Ebû Musa’dan ve Mu’az rıdvanullahı aleyhim ecmâin rivayet etmiş. Kaynakları görüldüğü gibi, kıymetli kaynaklar.
Demek ki; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şefaati, Allah’ı şerîk koşmayan her ümmet-i Muhammed ferdine ulaşacak. Peygamber Efendimiz'in şefaatiyle inşallah cennete girecekler.
Hatta bu hususta Ebû Zer El-Gıfârî’den İmam Buhârî ve Müslimin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf daha var. Ebû Zer El-Gıfârî bildirmiş:
أَتَانِي جِبْرِيلُ، فَبَشَّرَنِي: أَنَّهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لَا يُشْرِكُ بِاللهِ شَيْئًا دَخَلَ الْجَنَّةَ؛ فَقُلْتُ: وَإِنْ زَنَى وَإِنْ سَرَقَ؟ [قَالَ: وَإِنْ زَنَى وَإِنْ سَرَقَ]. خ م عَنْ أَبِي ذَرٍّ.
Etânî cibrîlü fe-beşşeranî ennhû men mâte min ümmetike lâ yüşrik billâhi şey’en dehale’l-cennete fe-kultü ve in zenâ ve in sereka kâle ve in zenâ ve in serika.
"Cebrâil bana geldi ve bana müjdeledi ki; senin ümmetinden Allah’a hiçbir şeyi şerîk koşmadan ölenler, imanını koruyarak ölenler, cennete girecek." deyince.
Fe-kultü ve in zenâ ve in sereka. "Vaktiyle büyük günahlar işlemiş olsa; zina etmiş, hırsızlık yapmış olsada mı?" dedim
"Evet. O günahları işlemiş bile olsa, müşrik olmadan, imanla göçmüşse girecek.
Ebû Zer El-Gıfârî yine sormuş:
"Zina etmiş, hırsızlık etmiş bile olsa da mı?"
"Evet. Ebû Zer’in burnu yere sürtse de öyle." buyurmuş Peygamber Efendimiz. Bir türlü hazmedemiyor Ebû Zer El-Gıfârî radıyallahu anh. "Çok affolmaz suç" diye düşünüyor ama Cenâb-ı Hak tevbeleri kabul edici, kusurları affedici, günahları bağışlayıcı olduğundan bağışlattırıyor. Peygamber Efendimiz'in şefaatine erdirtiyor.
Diğer hadîs-i şerîfte;
أَتَانِي جِبْرِيلُ وَيَتَبَسَّمُ، فَقُلْتُ: مِمَّ تَضْحَكُ؟ قَالَ: مِنْ رَحِمٍ مُعَلَّقَةٍ بِالْعَرْشِ تَدْعُو عَلَى مَنْ قَطَعَهَا. قُلْتُ: كَمْ بَيْنَهُمَا؟ قَالَ: خَمْسَةُ آبَاءٍ. أَبُو نُعَيْمٍ وَأَبُو مُوسَى عَنْ حَبِيبِ بْنِ الضَّحَّاكِ. وَضُعِّفَ.
Etânî cibrîlü yebtesimü fe-gultü mimme tedhakü kâle min rahimin mu’allakatin bi’l-‘arşi ted’û alâ men kata’ahâ kultü kem beynehümâ kâle hamsetü âbâin.
"Bana Cebrâil aleyhisselam, güler vaziyette, mütebessim bir şekilde geldi. Ben de ona 'neden güldüğünü' sordum." diyor Peygamber Efendimiz.
O da dedi ki;
Min rahimin mu’allakatin bi’l-‘arşi. "Akrabalık, arşa yapışmış, arş-ı rahmana yapışmış." Ted’û alâ men kata’ahâ. "Akrabalık bağlarına riayet etmeyenlerin aleyhine dua ediyor."
Ted’û, alâ ile kullanılırsa beddua etmek manasına gelir. Yani aleyhine dua etmek manasına gelir.
Dea, li ile kullanılırsa; deavtü lehû. "Ben ona dua ettim." Onun için dua ettim manasına gelir.
Deavtü aleyhi derse; "Ben onun aleyhine dua ettim." demek olur. Burada alâ ile kullanılmış. Rahim, akrabalık; sıla-ı rahimi terk eden, akrabalıkları gözetmeyenin aleyhine dua ediyordu, beddua ediyordu gibi.
Ama Cebrâil aleyhisselam bedduaya niye gülüyor?
Oradan acaba buradaki "alâ" aleyhine dua etmek manasına değil mi diye, veyahut insan, lehine dua etmek manasını istiyor. Akrabalık bağlarına riayet edenin kurtulması, Allah’ın rahmetine ermesine, olumlu bir şeye güler diye düşünüyor insan. Ama böyle gelmiş.
Demek ki akrabalık bağlarına riayet çok önemli. Nereden baksak o anlaşılıyor. Akrabaları gözetmek lazım, yoklamak lazım. Uzakta ise telefon etmek lazım. Kendisi de zenginse, ihtiyacını karşılamak lazım. Yani akrabalarla ilgilenecek.
Peki kimler akraba?
Peygamber efendimiz sormuş ki;
Kultü kem beynehümâ. "Kendisi ile kime kadar akraba sayılacak?"
Kâle hamsetü abâin. "Beş baba." Yani beş nesil; babası bir, dedesi iki, dedesinin babası üç, dedesinin dedesi dört, ondan sonrası beş. O kadar geniş kimselere bakması lazım. Tüm akrabalarını gözetmesi lazım.
Şimdi bizim köyde, ekseriyetle, asırlardır aynı yerde yaşadıkları için birbirleriyle akrabadır. Benim annemle babam akraba zaten. Annemin dedeleri kardeşmiş, büyük hoca ninemiz varmış filan. Buradaki hesaba göre, köyün çoğu akraba. Hepsine güzel muamele etmek, sıla-ı rahim yapmak, gözetmek gerekiyor.
İslam da, sıla-ı rahim çok önemli bir vazife. Biz de, bu konuda çok hadîs-i şerîfler var. Bu hadîs-i şerîf zayıfta olsa, sılâ-ı rahime çok çok dikkat etmemiz gerekiyor.
أَتَانِي جِبْرِيلُ آنِفًا, فَقَالَ : ﴿إِنَّا لِلهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ﴾ قُلْتُ: أَجَلْ ﴿اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ ﴾ ، فَمِمَّ ذَاكَ يَا جِبْرِيلُ؟ فَقَالَ: إِنَّ أُمَّتَكَ مُفْتَتَنَةٌ بَعْدَكَ بِقَلِيلٍ مِنَ الدَّهْرِ غَيْرِ كَثِيرٍ. قُلْتُ: فِتْنَةُ كُفْرٍ أَوْ فِتْنَةُ ضَلَالَةٍ؟ قَالَ: كُلُّ ذٰلِكَ سَيَكُونُ. قُلْتُ: وَمِنْ أَيْنَ ذَاكَ وَأَنَا تَارِكٌ فِيهِمْ كِتَابَ اللهِ؟! قَالَ: بِكِتَابِ اللهِ يَضِلُّونَ، وَأَوَّلُ ذٰلِكَ مِنْ قِبَلِ قُرَّائِهِمْ وَأُمَرَائِهِمْ، يَمْنَعُ الْأُمَرَاءُ النَّاسَ حُقُوقَهُمْ، وَلَا يُعْطُوْنَهَا فَيَقْتَتِلُوا؛ وَتَبِعَ الْقُرَّاءُ أَهَوَاءَ الْأُمَرَاءِ فَيُمِدُّونَ فِي الْغَيِّ, ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ. قُلْتُ: يَا جِبْرِيلُ، فَبِمَ سَلِمَ مَنْ سَلِمَ مِنْهُمْ؟ قَالَ: بِالْكَفِّ وَالصَّبْرِ. إِنْ أُعْطُوا الَّذِي لَهُمْ أَخَذُوهُ، وَإِنْ مُنِعُوهُ تَرَكُوهُ. الْحَكِيمُ عَنْ عَمْرٍو. لَاهٍ.
Etânî cibrîlü ânifen fe-kâle innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn kultü ecel innâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn fî-mâ zâke yâ cibrîlü fe-kâle inne ümmeteke müftetinetün ba’deke bi-kalîlin mine’d-dehri ğayri kesîrin kultü fitnetü küfrin ev fitnetü dalâletin kâle küllü zâlike se-yekûnü kultü ve min eyne zâke ve ene târikün fîhim kitâballâhi kâle bi-kitâbillâhi yadıllûne ve evvelü zâlike min kıbeli kurrâihim ve ümerâihim yemne’u’l-ümerâü’n-nâse hukûkahüm ve lâ yu’tûnehâ ve yaktetilû ve tebi’a’l-kurrâü ehvâe’l-ümerâi fe-yemüddûne fi’l-ğayyi sümme lâ yukserûne kultü yâ cibrîlü fe-bime selime men selime minhüm kâle bi’l-keffi ve’s-sabri in u’tullezî le-hüm ehazûhü ve in müni’ûhü terakûhü.
Hakîm rivayet etmiş, Ömer radıyallahu anh’ten.
أَتَانِي جِبْرِيلُ فَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ، رَبُّكَ يَقْرَأُ عَلَيْكَ السَّلَامَ، وَيَقُولُ لَكَ: إِنَّ مِنْ عِبادِي مَنْ لَا يَصْلُحُ إِيمَانُهُ إِلَّا بِالْغِنَى، وَلَوْ أَفْقَرْتُهُ لَكَفَرَ، وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي مَنْ لَا يُصْلِحُ إِيمَانَهُ إِلَّا بِالْفَقْرِ، وَلَوْ أَغْنَيْتُهُ لَكَفَرَ، [وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي مَنْ لَا يَصْلُحُ إِيمانُهُ إِلَّا بِالسَّقَمِ، وَلَوْ أَصْحَحْتُهُ لَكَفَرَ]، وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي مَنْ لَا يَصْلُحُ إِيمَانُهُ إِلَّا بِالصِّحَّةِ، وَلَوْ أَسْقَمْتُهُ لَكَفَرَ. خط عَنْ عُمَرَ.
Etânî cibrîlü fe-kâle yâ muhammedü rabbeke yukriü aleyke’s-selâme ve yekûlü leke inne min ‘ıbâdî men lâ yesluhu îmânühû illâ bi’l-ğınâ ve lev afkartühû le-kefera ve inne min ‘ıbâdî men lâ yesluhu îmânühû illâ bi’l-fakri ve lev ağneytühû le-kefera ve inne min ‘ıbâdî men lâ yesluhu îmânühû illâ bi’s-sıhhati ve lev eskamtühû le-kefera.
Ömer radıyallahu anh’ten Hatîb El-Bağdâdî rivayet eylemiş ki;
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:
Cebrâil aleyhisselam bana geldi ve dedi ki;
Ya Muhammed! Rabbeke yukriü aleyke’s-selâme." Mevlân, Rabb’ın sana selam eyliyor, selam gönderiyor.
Ve yekûlü leke. "Ve sana buyuruyor ki;"
İnne min ıbâdî. "Benim kullarımın içinden bazıları vardır ki;"
Men lâ yesluhu îmânühû illâ bi’l-ğınâ. "İmanı ancak zengin olduğu zaman sağlam durur."
Ve lev afkartühû le-kefera. "Eğer ben onu fakirliğe düşürsem dayanamaz, isyan eder veyahut sabır edemez, günahlara sapar, kâfir olur." Bazı insanlar böyle.
Ve inne min ıbâdî. "Yine kullarımdan öyleleri vardır ki;"
Lâ yesluhu îmânühû illâ bi’l-fakri. "Onların da imanı ancak fakru zaruret içinde olurlarsa doğru düzgün kalır." Cenâb-ı Hakk’a yalvarırlar, yakarırlar, ibadet ve taat ederler.
Ve lev ağneytühû le-kefera. "Onu zengin etsem, parayı versem, şaşırır, şımarır, sapıtır, günahlara dalar."
Ve inne min ‘ıbâdî men lâ yesluhu îmânühû illâ bi’s-sıhhati. "Yine kullarımdan bazıları vardır ki; imanı ancak sağlıklı, afiyetli olursa ayakta durur."
Ve lev eskamtühû le-kefera. "Eğer ben ona hastalık versem; acısına, ızdırabına tahammül edemez. Hududu aşar, yanlış davranışlarda bulunur, kâfir olur."
Kullar çeşit çeşit huylarda oluyorlar. Cenâb-ı Hak, huyuna göre, tabiatına göre imtihanını oradan veriyor. Hepsi aynı durumda olmuyor; kimisi sağlam oluyor, kimisi dayanıksız oluyor, kimisi sabırlı oluyor, kimisi azıcık bir baskıda kulluk görevlerini yapamaz duruma geliveriyor.
Allahu Teâlâ hazretleri yardımcımız olsun. Peygamber Efendimiz'in tavsiye eylediği dualardan, bir tanesi var ki;
Allahümme e’ınnî alâ edâi şükrike ve zikrike ve hüsni ibâdetike.
Böyle dua etmeyi Peygamber Efendimiz'e, Cebrâil aleyhisselam öğretmiş.
Manası şu:
Allahümme. "Yâ Rabbi!" Einnî. "Bana yardım eyle." Alâ edâi şükrike. "Verdiğin nimetlere şükür etme konusunda." Nimetlere şükür edebilmem için bana yardım eyle. Ve zikrike. "Ve seni zikir etmem konusunda bana yardım eyle." Ve hüsni ibâdetike. "Ve sana güzel ibadet, kulluk yapabilmem hususunda bana yardım eyle."
Cenâb-ı Hak yardım ederse, nimetlerine şükrü, Allah’ın istediği şekilde yapabilir. Cenâb-ı Hak yardım ederse, Cenâb-ı Hakk’ı sevdiği vech ile zikredebilir. Cenâb-ı Hak tevfîkini refîk eder, yardım ederse; Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluk yapar.
Yardımını çekiverse, şartları değiştiriverse, ondan sonra artık seyret bakalım halini.
Maalesef biz aciz naçiz kullarız. Varlığımız Allah’tan. Nimetler Allah’tan. İbadete, taate, kuvvet de Allah’tan. Eğer yardım ederse imtihanı başarırız, kurtuluruz. Yardım etmezse imtihanı kaybederiz, ayağımız kayar gider, şaşırırız, sapıtırız. Hiç ibadetimize, halimize, gidişimize güvenecek bir durumumuz yoktur. Bir anda, Allah’ın düşmanı kovulmuş şeytan -şeytânirracîm- gelir, insanın aklını çeler, kalbini bozar, vesveseyi verir, imanını zedeler, raydan çıkartır, tepesi taklak düşüverir.
Onun için devamlı tevazu üzere, tazarru ve niyaz üzere olmamız lazım.
Aman Yâ Rabbi!
Ayağımı kaydırma.
Aman Yâ Rabbi!
Yoldan çıkartma.
Aman Yâ Rabbi!
Şeytana kananlardan eyleme.
Aman Yâ Rabbi!
Nefsine mağlup olanlardan eyleme.
Her şeyim senden. Yardım edersen kurtulurum. Senden yardım istiyorum. Yardım etmezsen helâk olurum.
Yâ Rabbi beni helâk etme!
Diye dua etmekten başka bir çare görmüyorum. Çünkü fakirlikte sapıtacak insana fakirlik verdi mi; zenginlikten sonra fakirlik çok zordur. Sağlıklı, turp gibi yaşayan insana bir hastalık verdi mi; ağrı, sızı zordur. Kimisi intihar ediyor. Amansız hastalığa düştüğünü veya acı çok çektiğine bakıyor, çaresiz görüyor, çeşitli çeşitli olaylar okuyoruz gazetelerde.
Cenâb-ı Hak tevfîkini refîk eylesin. Zikrinde, şükründe, hüsnü ibadetinde yardım eylesin. Yolunda daim eylesin. Mütevazi kullar olmayı nasip eylesin. Nimetlerine mazhar eylesin. Sağlıklı, afiyetle yaşattırsın. Huzuruna şu dünya imtihanını başarmış olarak varmayı, sonuç olarak nasip eylesin. İman-ı kâmil ile ahirete göçelim. Rabbimi lütfuyla, keremiyle bizi cennetine dahil eylesin. Cemaliyle müşerref eylesin. Rıdvân-ı ekberine vasıl eylesin. Çok yalvarıp, çok müteyakkız duralım.
أَتَخَوَّفُ عَلَى أُمَّتِي اثْنَتَيْنِ: يَتْبَعُونَ الْأَرْيَافَ وَالشَّهَوَاتِ، وَيَتْرُكُونَ الصَّلَاةَ. وَالْقُرْآنُ يَتَعَلَّمُهُ الْـمُنَافِقُونَ يُجَادِلُونَ بِهِ أَهْلَ الْعِلْمِ. طب عَنْ عُقْبَةَ.
Etehavvefü ‘alâ ümmeti’s-neteyni yettebi’ûne’l-eryâfe ve’ş-şehevâti ve yetrükûne’s-salâte ve’l-kur’ânü yete’allemühü’l-münâfikûne yücâdilûne bi-hî ehle’l-‘ılmi.
Ukbe radıyallahu anh’den, Taberânî rivayet eylemiş ki;
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem; "Benim ümmetim üzerinde iki korkum vardır. Ümmetim için iki şeyden korkarım." buyurmuş.
Birisi;Yettebi’ûne’l-eryâfe ve’ş-şehevâti ve yetrükûne’s-salâte ve’l-kur’ânü. "Eryâfe tabi olurlar. Şehvetlerine tabii olurlar."
Eryâf; bolluk ve rahatlık yerleri, sayfiye gibi kalkıp gittikleri yerler manasına. Oralara giderler şehvetlerine tabii olurlar. Bundan korkarım buyurmuş. Yazlıklara çıkarlar, keyiflerine bakarlar.
Ve yetrükûne’s-salâte. "Ve namazı terk ederler." Belki cuma namazlarını, cemaatle namaz kılmayı terk ederler filan manasına olabilir. Namazı terk ederler. Ve’l-kur’ânü. "Kur’an’ı terk ederler." Ve’l-kur’ânü yete’allemühü’l-münâfikûne. "Kur’an’ı münafıklar öğrenir." Bunlar terk edince, öğrenmeyince. Yücâdilûne bi-hî ehle’l-‘ılmi. Münafıklar; ilim sahipleriyle, bu öğrendikleri Kur’an bilgilerini kullanarak mücadele ederler.
Demek ki; Peygamber Efendimiz, salîh insanların âbid, zâhid, ihlaslı, temiz insanların, keyiflerine tabi olarak, zevki-sefa yerlerine, yazlıklara, uzaklara gitmelerini ve asıl şehirlerdeki ilmi irfânı bırakmalarını, namazları, cemaatleri bırakmalarını doğru görmüyor. Onların boş bıraktığı o boşluktan, münafıklar faydalanıyor. Münafıklar şehirlerde öğreniyorlar, Kur’an bilgilerini, dersleri takip ediyorlar, camide konuşulanları dinliyorlar. Bu sefer öğrendiklerini münafık oldukları için hayra kullanmıyorlar. Ehli ilim ile mücadele etmek, kafaları karıştırmak, gönülleri bulandırmak, insanları şaşırtmak için kullanıyorlar. Yani münafıklık yapıyorlar. "Bundan korkarım." buyurmuş Peygamber efendimiz.
O bakımdan bizim bu hadîs-i şerîfi duyduktan sonra yapmamız gereken şeylerden birisi; camiyi, cemaati, ilmi, Kur’an öğrenmeyi, ihlâslı insanlar, yani Allah’tan korkan, hâlis niyetli, münafık değil, içi başka dışı başka değil, temiz insanların, kendilerinin iyi öğrenmesi ve çoluk çocuğuna da tam öğretmesi. 'Aman evladım, bu bizim Kur’an’ımızdır. Allahu Teâlâ hazretlerinin kelâmıdır. Haydi yavrum bunu öğren. Bunu öğrenirsen sana bir Mercedes alacağım. Hafız olursan son model BMW alacağım. Haydi bakalım göster kendini. Ötekiler nasıl öğreniyorlar. Senin onlardan ne eksikliğin var.' diye teşvik ederek çocuklarımızı, Kur’an’ı Kerîm’e göre ihlâslı yetiştirmeliyiz.
Daha başkaları çalışıyor. Türkiye'de de çalışıyor. Hrisitiyanlar'da çalışıyor. Din düşmanı sahıs söyleyebilir de, hukuk adamının "yoo ben kimsenin dini vazifesine karışamam, o serbest" demesi lazım.
İşte Peygamber Efendimiz'in buyurduğu konu. Sonra bir sürü din namına fetvâ veren insanlar çıkmaya başladı. 'Yok efendim şu şöyle olmalıdır bu böyle olmalıdır. Hac her mevsimde olmalıdır. Bira içki değildir, içilebilmelidir, serbest olmalıdır.'
Yani dini konuların her birisinde, kendi keyiflerine göre onlar laf söyleyebiliyor. Hem de dinin zıddına, aykırı olan şeyleri söyleyebiliyorlar. Peygamber Efendimiz'in de endişe buyurduğu husus o. Müslümanlar bu işleri öğrenmezse, iş münafıklara kalırsa... Mesela Avrupalı müsteşrikler, papaz oldukları halde onikinci yüzyıldan itibaren -Müslümanlarla karşılaştığı andan itibaren- İslam’ı, Kur’an’ı, İslami ilimleri, Arapçayı iyice öğrenmeye başladılar. Ve Avrupa’nın İslam ilimleriyle ilgili bir oryantalizm bölümü, şarkiyatçılık bölümü meydana geldi. Ondan sonrada başladılar ihtilaflara, körükleyerek gelmeye, ihtilafları ortaya çıkarmaya, milletleri birbirine düşürmeye... Yani siyasetlerini yapmaya.
Onun için halîs muhlis aileler, en akıllı çocuklarını, dini iyi öğretme tarafına sevk etmeli; iyi yetiştirmeli, mücahit yetiştirmeli yani Fatih gibi yetiştirmeli.
Molla Gürânî’lerin, Akşemşeddinlerin Fatihleri yetiştirdiği, yönlendirdiği gibi, iyi âlimler de insanları, müslümanları iyi yönlere yönlendirmeli, çalıştırmalı. Çünkü şu anda her yerde Müslümanlık gerilemekte, adım adım küçülmekte, gerilemekte. Koca koca beldeler, ülkeler elimizden çıkmakta.
O halde ön plana geçmeliyiz. Asıl iyi insanlar olarak, iyiliği yaptırmak için çalışmalı ve uğraşmalıyız ki; cihat dediğimiz şey bu. Allah bizi sevsin.
أَتَدْرُونَ مَنِ السَّابِقُونَ إِلَى ظِلِّ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ؟ الَّذِينَ إِذَا أُعْطُوا الْحَقَّ قَبِلُوهُ، وَإِذَا سُئِلُوهُ بَذَلُوهُ، وَحَكَمُوا لِلنَّاسِ كَحُكْمِهِمْ لِأَنْفُسِهِمْ. حل حم عَنْ عَايِشَةَ.
E-tedrûne meni’s-sâbikûne ilâ zıllıllâhi azze ve celle ellezîne izâ u’tu’l-hakka kabilûhü ve izâ süilûhü bezelûhü ve hakemü’n-nâse ke-hükmihim li-enfüsihim.
Hulvânî [Ebû Nu’aym] ve Ahmed b. Hanbel radıyallahu anhüma, Âişe-i Sıddîka radıyallahu anha’dan rivayet etmiş ki;
Peygamber Efendimiz buyuruyor:
E-tedrûne. "Biliyor musunuz?"Meni’s-sâbikûne ilâ zıllıllâhi azze ve celle. "Aziz ve celil olan Allah Teâlâ hazretlerinin arş-ı âlâsının gölgesinin altına, koşa koşa gidenler, o gölgenin altında nurdan minderlerde oturacak olanlar müslümanlardan kimlerdir biliyor musunuz?" Oraya ilk varacaklar, birinci varacaklar, arşın gölgesinde oturacaklar, safa sürecekler, büyük nimetlere mazhar olacaklar, mahşerin tehlikelerine uğramayacaklar.
"Kim bunlar biliyor musunuz?" diyor.
Tabi bu soru dikkati çekmek için. Soru sorarak dikkat çekilir; 'Allah Allah bunlar kim' diye bir merak uyanır. Bu edebiyatta bir usuldür. Ondan sonra gerçek söylenir. Peygamber Efendimiz de, bazen böyle soru sorardı. İlgi iyice canlı olduktan sonra, cevabını kendisi verirdi.
Cevabını veriyor buyuruyor ki;
E-tedrûne meni’s-sâbikûne ilâ zıllıllâhi azze ve celle ellezîne izâ u’tu’l-hakka kabilûhü ve izâ süilûhü bezelûhü ve hakemü’n-nâse ke-hükmihim li-enfüsihim.
Ellezîne. "Bunlar o kimselerdir ki." O arş-ı âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek, Allah’ın iltifatına mazhar olacak, mahşerin sıkıntılarına uğramayacak, rahat edecek olan mübarekler.
Ellezîne izâ u’tu’l-hakka kabilûhü. "Kendilerine hak verildiği zaman onu kabul eden." Bu bir. Ya hak söz söylendiğinde kabul eder, ya kendisinin hakkı verildiği zaman alır manasına.
Ve izâ süilûhü. "Hak kendilerinden istendiği zaman verirler." Kendilerinin hakkını alırlar. [Tabi hakkını almak gayet tabii bir şey.] Fazlasını istemezler, Cenâb-ı Hakkı onlara neyi helal kılmış, ne kadarını nasip etmişse o kadarını alırlar. Azgınlık, taşkınlık, açgözlülük, mütecavizlik, gasp, gadir, zulüm yapmazlar. Hakkı alırlar, hakları da verirler. Kendilerinden hak istendiği zaman da hakkı esirgemezler, verirler. 'Al kardeşim buyur; bu senin hakkındır.' verirler.
Hakşinaslardır. Hem kendi haklarını almak hususunda Allah’ın sevdiği bir durumda, hem de kendisinde beklenilen hakları sunmak da iyi insanlar. Ellerinde terazi, hakşinas insanlar.
Sonra;
Ve hakemü’n-nâse ke-hükmihim li-enfüsihim. "İnsanlara da kendileri hakkında ne hüküm vereceklerse, -insanlara da kendileri gibi düşünerek, kendilerini onların yerine koyarak, böyle hükmedenler." 'Ben onun yerinde olsaydım şöyle yapılmasını isterdim. Şunu yapmak onun hakkıdır. Binâenaleyh şu şöyledir kardeşim.' diye kendilerini onların yerine koyup, kendilerine nasıl hükmedeceklerse, haklarını nasıl isteyeceklerse, onların haklarını da isteyiverendir.
Bu çok önemli!
Adaletliliğin, Allah’ın sevdiği hakşinaslığın en güzel ölçeklerinden veya onu sağlamanın en güzel yollarından birisi. Karşıdaki hak sahibini kendi yerine koyarsın "o pozisyonda, o durumda onun yerinde ben olsaydım ne yapardım? Bak hakkını istiyor. Ben de vermek istemiyorum. Ama hakkı. Onun yerinde ben olsaydım bu şeyden üzülürdüm. Haydi vereyim' diye düşünür.
En iyi hak bulma çarelerinden birisi; hakkı hükmetmek, haklı hüküm vermek. Adil hüküm vermenin en güzel çarelerinden biri; kişiyi, karşısındakini kendisinin yerine koymaktır. Kendisini onun yerine koymaktır, öyle hükmetmektir. Böyle hükmedenler adil insanlar oluyor. Haklarını da alırken de adiller, hak verirken de adiller, hükmederlerken de adiller.
Demek ki; Cenâb-ı Hak adaletli insanları seviyormuş ve bunlar arş-ı âzâmın gölgesine herkesten evvel koşarak ilk önce gideceklermiş.
O halde bizler, her hükmümüzü, kendi şahsi, nefsâni isteklerimizin, kızgınlıklarımızın, sevgilerimizin üstünde hakkı tutarak, teraziyi elimizde iyice tartarak öyle yapmalıyız. Hakkı işlemek hususunda insana, iki duygu engel olur.
Bir; haksızı sever, onu korumak için, koruyacak şekilde işi yamultur. Kayırmak için yapar bu sevgiden olur. 'Ha bu benim kardeşim. Bu benim akrabam. Bu benim babam. Bu benim annem. Binâenaleyh biraz işi şöyle kaydırayım da onu kayırayım.' der ondan olur. Sevgiden olur.
Bir de; 'bu adam evet doğru söylüyor ama, ben bu adama kızıyorum. Bu adam, benim kızdığım adam. Şuna hakkı vermeyeyim.' diye kızgınlıktan vermek istemez insan.
İyi insan, bu iki duyguyu aşar. Kızdığı zaman da adaletten ayrılmaz, kızdığı insana karşı. Sevdiği zaman da adaletten ayrılmaz, sevmesine rağmen hakkı söyler.
Bu çok önemli bir ölçü ve bu hususta çok hadîs-i şerîfler var. Peygamber Efendimiz, böyle hareket edenleri çok methediyor.
Kur’an-ı Kerîm de de;
وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ
Ve lev ‘alâ enfüsiküm evi’l-vâlideyni ve’l-akrabîne. (4/Nisâ 135)
Kendisinin aleyhine de olsa, ana babasının aleyhine de olsa, akrabalarının aleyhine de olsa adaletle hükmeden kimseler methediliyor.
Demek ki; Allah öylelerini sevdiğinden dolayı, arşın gölgesinde de gölgelendiriyor.
Muâz radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre, Taberânî rahmetullahi aleyh rivayet etmiş.
Peygamber Efendimiz sormuş:
أَتَدْرِي مَا تَمَامُ النِّعْمَةِ؟ تَمَامُ النِّعْمَةِ دُخُولُ الْجَنَّةِ، وَالنَّجَاةُ مِنَ النَّارِ. طب عَنْ مُعَاذٍ.
E-tedrî mâ temâmü’n-ni’meti temâmü’n-ni’meti dühûlü’l-cenneti ve’n-necâtü mine’n-nâri.
Herhalde Muâz radıyallahu anha sormuş. [Tekil olarak soruyor.]
"Biliyor musun? Nimetin tamamı nedir?"
Nimetin tamamı sözü nerede geçiyor?
Allâhümme innâ nes'elüke temâme’n-ni'meti. "Yâ Rabbi! Biz senden nimetin tamamını istiyoruz."Ve devâme'l-âfiye. "Ve afiyetin devamını istiyoruz."Ve husn'el-hâtime. "İyi sonuç, iyi akıbet, iyi bir ölümle ölmeyi istiyoruz." diye dua ediyoruz ya.
Şimdi bu zâtada, Muaz radıyallahu anh: "Bu nimetin tamamı nedir biliyor musun?" diye sormuş.
E-tedrî mâ temâmü’n-ni’meti. "Nimetin tamamı nedir?"
Kendisi soruyu sorduktan sonra, yine kendisi cevabını ihsan buyurmuş, söylemiş.
Dünyada birçok nimetler içinde yaşıyoruz. Ama bunun tamamı nedir?Temâmü’n-ni’meti dühûlü’l-cenneti. "Nimetlerin tamamı, cennete girmektir." Ve’n-necâtü mine’n-nâri. "Cehennemden paçayı kurtarmış olmaktır." Cehenneme düşüp yanmamaktadır. Cennete girmektir.
Allahu Teâlâ hazretleri bizlere türlü türlü nimetler vermiş, yaratmış, ihsan ediyor, yaşatıyor; sağlık vermiş, akıl vermiş. Deli olsak kıymetimiz olmaz. Sakat olsak, yatalak olsak kıymetimiz olmaz. Etrafımızda bize bakanlara dert oluruz, sıkıntı oluruz.
En büyük nimetlerden birisi Müslümanız elhamdulillâh. Bize özel bu diyara mahsus nimetlerimiz; türlü türlü meyveleri yiyoruz, içiyoruz. Kebaplar, bizim için su gibi basit gibi şeyler. Başkalarının ağzının sulandığı şeyler. Biz artık yiye yiye bıkmışız; aramıyoruz bile, istemiyoruz bile. Kuzular meleşiyor, merinos koçları bahçemizde dolaşıyor, balıklar denizde oynaşıyor. İstersen motora binersin, istersen balık tutarsın, istersen dükkandan balık tutarsın, istediğin boyda. Parasını, oltanın ucuna taktım mı dükkandan istediğin balık geliyor. Eve getirirsin 'al sana dükkandan bir balık tuttum. Somon balığı, kırmızı, etli... Bolluk... Kıtlık yok. Su istersen su var; hergün yıkan. Sabah yıkan, akşam yıkan, terlediğin zaman yıkan. İstersen bahçene şişirme havuz al, atla içine cimbil cimbil serinle. İstersen gömme havuz, istersen dekorasyonlu kenarda kayalar mayalar, istersen güneş ışını ile ısıtmalı, istersen fiskiyeli, istersen pınarlı, istersen deniz, istersen sörf, istersen dere ağzı, sakin swimming mıntıkası.
Allah’a hamd-ü senalar olsun çok güzel yerler. Buraya gelmiş, sonra Türkiye'ye dönmüş olan, buraları tanıyan arkadaşlar telefon ettikleri zaman;
"Hocam, oranın güzellikleri gözümde tütüyor. Bir fırsat olsa da tekrar yine gelsem." diyorlar.
Nimetler çok, türlü türlü nimetlerle yaşıyoruz. Allah’a hamd ü senâlar olsun. Rabbimiz bize nimetlerine şükretmeyi, kendisini zikretmeyi, kendisine güzel ibadet etmeyi nasip eylesin.
Ama bu nimetlerin tamamı ne?
Dühûlü’l-cenneti. "Cennete girmek." Cehennemden de kurtulmuş olmak, paçayı kurtarmış olmak, cehenneme düşmemek.
Bir kibritin alevi, parmağımızı yaktığı zaman fena oluyoruz. Bizim Ali matkabın ucunu tutmuş, çıkartayım derken. Çevirdiğin zaman ısınıyor ya. Birde baktık ki elleri kabarmış. Kabarıyor yani, az bir sıcaklığa dayanamıyoruz.
O cehennemin harareti ne olacak? Peygamber-i zişân sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, müslümanları savaşa çağırdığı zaman "hava sıcak, yaz günü. Şimdi bu sıcakta sefer olmaz, savaş olmaz."
Kur’an-ı Kerîm'de Allah-u Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:
Kul nâru cehenneme eşeddü harrâ ev kânû yefkahûn. (9/Tevbe 81)
"Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha hararetlidir. Keşke bir bilseler." Allah rızası için Peygamber Efendimiz çağırmış gidilecek. Tebük dediyse Tebük’e gidilecek. Hangi istikamete dediyse garibanlar gitmişler. Bir torba veriyor, yüz küsür kimseyi sefere gönderiyor. Bir torba hurma. Ne ekmek, ne et, ne başka bir şey. Hurmaları birer ikişer yiyorlar, onunla idare ediyorlar. En sonunda da aç kalmışlar. Cenâb-ı Allah balık göndermiş. Denize bir balık vurmuş, onu günlerce yemişler. Gözünün içine -balığın göz çukuru oyuğunun içine- on üç kişi sığmış. 'Mağara gibi. Bakalım kaç kişi sığacak' diye denemişler. Balığın kaburga kemiklerini çatmışlar, altından deveyle geçmişler. Allah, koca balina göndermiş; kesip kesip yemişler. kokmuyor da... Şiddetli sıcaktan trak kuruyor. Demek ki pastırma gibi bir şey oluyor. Kesip kesip yemişler.
Hatta Medineye'de getirmişler. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem;
"Bu Allah’ın bir ikramıdır. Verin biz de yiyelim." demiş. İkram-ı ilâhi diye. Öyle garibanlar şey yapmışlar.
"Cehennem ateşi daha hararetli." sözünden açtık bunu, âyet-i kerimeden.
Allahu Teâlâ hazretleri, şu nimetlerine çok şükürler olsun. Bunların tamamı olan cenneti girmeyi de nasip etsin. Cehennemde yanmamayı, cehennemden sırat köprüsünden yıldırım gibi geçip, cennete varıp, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize'de komşu olmayı nasip etsin. Havz-ı Kevser de Peygamber Efendimiz'e kavuşursak havz-ı kevserinden içersek cennete beraber girersek, cennette beraber komşu olursak; Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmek, cennetin en büyük nimeti olacakmış. Cuma günlerine tesadüf eden zamanlarda, ona kıyaslanacak zamanlarda, Müslümanlar Rabbi'l âlemînin huzuruna ziyarete gideceklermiş. Cenâb-ı Hak da onlara ikramlarda bulunacakmış. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bunları misk kokuları kaplayacakmış. Döndükleri zaman zevceleri soracaklarmış;
"Sizin yüzünüz nurlanmış, pırıl pırıl. Kokularınız harika."
"Rabbimiz'in ziyaretinden geliyoruz." diyeceklermiş. Cenab-ı Hak, cennet çarşılarından türlü türlü hediyeler ikram edecekmiş. Hadislerde okuyoruz. Orada görmeyi de Cenâb-ı Hak nasip etsin. Ama kahrına, gazaba uğramadan, hesaba çekilmeden, terlemeden bi-gayri hisab cennete girmeyi Allah cümlemize nasip eylesin. İki cihanda aziz ve bahtiyar olalım.
El Fâtiha.