Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l âlemîn. Hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'd-dîn.
Emmâ ba'dü:
Fe-kale Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
هَلَاكُ أُمَّتِي فِي الْكِتَابِ وَاللَّبَنِ. أَمَّا الْكِتَابُ فَيَقْرَؤُونَ الْقُرْآنَ ويَتَأَوَّلُونَ عَلَى غَيْرِ تَأْوِيلِهِ، وَيُحِبُّونَ اللَّبَنَ، فيَبْدُونَ فَيَدَعُونَ الْجَمَاعَاتِ وَالْجُمَعَ. حم هب وَأَبُو نَصْرٍ عَنْ عُقْبَةَ بْنِ عَامِرٍ.
Helakü ümmetî fi’l-kitâbi ve’l-lebeni. Emme’l-kitâbü fe-yakraûne’l-kur’ân ve yeteevvelûne alâ gayri te’vîlihî. Ve yühıbbûne’l-lebene fe-yebdûne fe-yede’ûne’l-cemâ’ati ve’l-cüma’a.
Sadaka rasûlü’llâh fî-mâ kâl ev-kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz metnini okuduğum bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki; Kutbe b. Âmir radıyallahu anh’den. Ahmed ibn-i Hanbel ve diğer kaynaklar rivayet etmiş.
Helakü ümmetî fi’l-kitâbi ve’l-lebeni. "Benim ümmetimin mahvolması, Kur’an’da, Kitabullah’ta ve süttedir." Emme’l-kitâbü.
Kitabullah’tan helâk olması nasıl olur?
Bunun açıklamasına gelince;
Fe-yakraûne’l-kur’ân. "Kur’an’ı okurlar." Ve yeteevvelûne alâ gayri te’vîlihî. "Uygun olmayan manasına, mana veriler." Uygun olmayan yönde manalandırılar, tersine mana veriler, oradan helâk olurlar. Çünkü Allah’ın kitabı, kelâmı oyuna gelmez, ciddidir. Öyle kendi keyfine göre tevil etmek, tefsir etmek, açıklama yapmak, yorumlama yapmak çok tehlikelidir.
Hatta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
"Bir insan Kuran’ı kendi aklıyla açıklamaya kalksa, isabet etse bile hata etmiştir." Çünkü yanlış bir iş yaparak yapıyor bu işi. Bu sefer isabet etti ama, usulü yanlış. Bir daha ki sefer hata ettiği zaman yanar, cehennemde yanar. Oyuncak değil çünkü. Kur’an’da hatanın sonucu çok feci olduğundan öyle kendi bilgisine göre iş olmaz.
Nasıl olur?
Peygamber Efendimiz bunu nasıl açıklamış, nasıl yorumlanış ona bakarsın. Peygamber Efendimiz'i tanıyan, onun etrafında bulunan mübarek sahâbe-i kirâm bunun hakkında nasıl yorumlamışlar, neler söylemişler onlara bakarsın. Hadîs-i şerîflerin özüne bakarsın. Yani bu ince bir iştir.
Şimdi adam eskilerin tevillerini beğenmiyor. Kendi kafasına göre ilahiyat fakültesinde doçent oldum diye, esiyor, tozuyor, herkesi ayıplıyor, suçluyor, kusur buluyor, olmaz ki! Kur’an-ı Kerîm ile oynayan, silahla oynayan çocuk gibi bir patlatır, kendisini yaralar.
İkincisi;
Neden sütten de helâk oluyor?
Ve yühıbbûne’l-lebene. "Sütü, kaymağı severler." Fe-yebdûne. "Süt orada bol diye çöllere , yaylalara çıkarlar." Türkiye’de yaylalara, Arabistan’da çöllere çıkarlar. Çünkü çöllerde develerin otlaklarına giderler, orada süt çok. Şehirde deveyi nasıl besleyecek adam, otlakların olduğu yerde besleyecek. Onların olduğu yerlere giderler.
E gitsinler ne olur sonra?
Fe-yede’ûne’l-cemâ’ati ve’l-cüma’a. "Namazı cemaatle kılmayı terk ederler; mahvolurlar. Cumaları terk ederler; mahvolurlar."
O kadar önemli! Bu camiler, bu cemaatle namaz kılmak, bu cuma namazları o kadar önemli. Süt aşkına, kaymak aşkına, yoğurt aşkına, ayran aşkına onlar çok diye keyifleri uğruna, nefisleri yoluna, kalkarlar onların olduğu yerlere giderler.
Eee ne oluyor?
Demek ki müslüman esas olarak camiyi merkez alacak, cuma namazlarını esas alacak, toplumu esas alacak, Allah’ın kitabına uymayı, sünneti seniyyeye uymayı esas alacak. Öteki hayatının her faaliyetini ona göre düzenleyecek. Giyimini, kuşamını, yemesini, gezmesini, tatilini, seyranını, bayramını her şeyi Allah’ın emri dairesinde yapacak. Dışarıya çıktığı zaman, aykırı işler yaptığı zaman helâk olur.
Tabi bu, o devrin insanına göre onların hayatlarından kendilerine hatırlatma yapılarak yapılmış bir ikaz.
İslâmi yaşantını nerede güzel yapabiliyorsan oraya gideceksin. Brisbane ise Bisbane’a gideceksin, Mildura’ysa Mildura’ya gideceksin, Broken Hill’se Broken Hill’se gideceksin. Çöl orası. Aırsroksa oraya da gideceksin. Nerede İslâm güzel yaşanıyorsa oraya gideceksin. Nerede İslâmi yaşantın zarar görüyorsa oradan kaçacaksın.
Neden?
Âhiret önemlide ondan!. Allah’ın rızasını kazanmak önemli de ondan!. Camisiz yerlerde durmayacaksın, ezansız semtlerde yatıp kalkmayacaksın.
Müslüman, kendisinin öz İslâmî toplumunu kurmalıdır. Mutlaka bunu yapmalı! Ama dağın başında, ama o kasabada, ama bu köyde... Kendi yaşamını kurmalıdır, sağlamalıdır, kendi çocuğuna kendi dinini imanını mutlaka öğretmelidir. Çocuklarınız bana anlatmak istedikleri bir meselelerini anlatamıyorlar. In, en, ın,ın..kelime arayarak, doğru düzgün ifade edemiyor.
Bir arkadaşını telefonla arıyorsun. "Baban evde mi? İşte şöyle yapacaktı, böyle yapacaktı söyler misin?" diyorsun.
Anlamıyor çocuk. Türkçe gidiyor, din gidiyor, dini eğitim gidiyor, çocuk buraya göre yetişiyor. Şimdi küçük ama büyüdüğü zaman da seni zaten dinlemeyecek. Zaten sen dinlettirmek istediğin zaman karşında hükümet kuvvetlerini göreceksin.
"Sen ne karışıyorsun çocuğun hürriyetine, ne müdahale ediyorsun, istediğini yapsın."
"Yapamaz." dediğin zaman, "vay zalim baba, anne" diyecek, çocuğu alacak elinden. Kadına fazla tazyik yaparsan; kadın evden kaçacak evden, sığınacak, devlet ona yardım edecek, parayı da senden çatır çatır kesecek. Bu tedbirler şimdiden alınmazsa, hava güzel, günlük güneşlik, her şey tıkırında gibi görünen şu güzel imkanların olduğu sırada alınmazsa, bir zaman sonra bir de bakarsınız ki iş işten geçmiş çare kalmamış.
Şimdi elhamdûlillah ama iyi gün bu ama uzak, ama düşüksem, bir camimiz oldu. Hâlâ bir mektebimiz yok, hâlâ kendi öz mektebimiz yok. Mektebe siz de muhtaçsınız, hanımlarınız da muhtaç, çocuklarınız da muhtaç. Bir zaman gelecek, geleceksiniz benim karşımda benden Türk Dili ve Edebiyatı dersi alacaksınız. Türkçe, yani Arapça falan değil, hadîs tefsiri değil, Türkçe dersi alacaksınız. Çocuklarınız anlamıyor, iki de bir de sıkıştırıyorsunuz konuştuğu zaman, Türkçe konuş falan diyorsunuz, ama o gittikçe şey yapacak, bir zaman gelecek onun çocuğu nasıl olacak artık onu Allah bilir. Onun çocuğunun nasıl olacağını mutlaka iyice düşünün. Mutlaka çok kuvvetli tedbirler almak gerekiyor.
Çocuklarımız çok iyi yetiştirmeliyiz. Çocuklarımızın yetişmesi için canımızı dişimize takmalıyız. Ben hoca kardeşlerimizin kebapçılıkla, hayatlarını geçirmesine üzülüyorum. Hoca olarak gelmiş kardeşlerimiz burada geçimlerini sağlamak için hocalık yapmıyorlar, başka işlerle meşgul oluyorlar. Yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz, çocuklarınızın eğitimlerini sağlayacaksınız. Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi, dini eğitim, ahlâk eğitimi, tasavvuf eğitimi... Bunların hepsi hepinizde olması lazım.
Diğer hadîs-i şerîf;
هَلَكَ الْـمُكْثِرُونَ، إِلَّا مَنْ قَالَ بِالْـمَالِ هٰكَذَا وَهٰكَذَا وَهٰكَذَا، وَقَلِيلٌ مَا هُمْ. حم ع وَهَنَّادٌ وَعَبْدُ بْنُ حُمَيْدٍ عَنْ أَبِي سَعِيدٍ طب عَنْ عَبْدِ الرَّحْمٰنِ.
Heleke’l-müksirûne illâ men kâle bi’l-mâli hâkezâ ve hâkezâ ve hâkezâ ve kalîlün mâ hüm.
Heleke. Helâk olacaklar." E’l-müksirûne. "Çok mal sahipleri, çok mal toplayanlar, zenginler." Çok mal toplayanlar, zenginler helâk olacaklar, helâk oldu demektir. Oldu diye söylüyor. Heleke; oldu demek. Olacak demek değil. Helâk oldu demektir yani hemen hemen helâk oldu demektir.
İllâ men kâle bi’l-mâli hâkezâ ve hâkezâ ve hâkeze. "Malını şöyle şöyle şöyle hayra sarfeden müstesna." Yoksa çok toplayanlar, zengin olanlar helâk olacaklar. Hayrını yapan müstesna.
Ve kalîlün mâ hüm. "Onlar da ne kadar azdır."
Zengin olup da hayrını, hasenatını yapan zengin kaç tanedir?
Malını hayıra harcayan kaç tanedir?
Gene bütün hayrat u hasenâtı yapan fukara-i sâbirindir. Fakirliğin acısını çekmiş olan insandır. Eline biraz para geçti mi hemen hayra sarf eder, hemen bir hayır yapar. Öteki böyle vermez. Allah bize hayrat-u hasenat sahibi eylesin. Öyle hayrat-u hasenât sahibi eylesin ki; defteri âmâlimiz kapanmasın, sevaplar yazılsın dursun. Biz vefat etsek âhirete göçsek bile hayırlar, sevaplar gelsin dursun.
Üçüncü hadîs-i şerîf.
هَلُمُّوا إِلَى هٰذَا رَسُولِ رَبِّ الْعَالَـمِينَ. جِبْرِيلُ نَفَثَ فِي روعِي أَنَّ نَفْسًا لَنْ تَمُوتَ حَتَّى تَسْتَكْمِلَ رِزْقَهَا، وَإِنْ أَبْطَأَ عَنهَا. فَاتَّقُوا اللهَ وَأَجْمِلُوا فِي الطَّلَبِ، وَلَا يَحْمِلَنَّكُمُ اسْتِبْطَاءُ الرِّزْقِ أَنْ تَأْخُذُوهُ بِمَعْصِيَةِ اللهِ، فَإِنَّ اللهَ لَا يُنَالُ مَا عِنْدَهُ إِلَّا بِطَاعَتِهِ. ن عَنْ حُذَيْفَةَ.
Helümmû ilâ hâzâ rasûli rabbi’l- âlemîne. Cibrîlü nefese fî rav’î enne nefesen len temûte hattâ testekmile rizkahâ ve in ebtae anhâ. Fettekullâhe ve ecmilû fi’t-talebi ve lâ yahmilennekümü’s-tibtâü’r-rizka en te’huzûhü bi-ma’siyetillâhi fe-innellâhe lâ yünâlü mâ ındehû illâ bi-tâ’atihî.
Huzeyfe radıyallahu anhden, İmâm Neseî rivayet emiş bu üçüncü hadîs-i şerifi.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
"Gelin bakın. Âlemlerin Rabbi Allah’ın bana gönderdiği elçisi, meleği Cebrâil bu. Benim kalbime bildirdi ki, gönlüme bilgi getirdi ki;
Enne nefesen len temûte hattâ testekmile rizkahâ. "Bir kişi, bir insan, alnına kaderinde yazılmış olan rızkını tamamlayıncaya kadar yaşayacak, tamamlamadan ölmeyecek. Allah, şuraya kaderde rızkını ne kadar yazdıysa o tamamlanacak. Tamamlanmadan ölmeyecek insan. Mümkün değil! İlle rızkını alacak.
Bundan dolayı;
Ve in ebtae anhâ. "Kendisi rızkının geciktiğini sansa bile." Bak gelmiyor işte. Aç kaldım, midem de boşaldı gur gur ediyor falan, yav sen şey yapma, az geldi, gecikti, gelmiyor galiba sansan bile, hiçbir kişi rızkını tamamlamadan ruhunu teslim etmeyecek. Mutlaka rızkı, yazılı olan rızkının tamamını alacak, tamamına kavuşacak, tamamını yiyecek, hayatı ondan sonra bitecek. Öyle şey yok!. Yaşayıp da rızkını alamamak yok!.
Ve lâ yahmilennekümü’s-tibtâü’r-rizka. 'Rızkın az geldiğini sanma duygusu, acelecilik duygusu, size o rızkı." Te’huzûhü bi-ma’siyetillâhi. "Allah’a isyan ederek kazanma fikrini vermesin." Sizin ayağınızı o tarafa kaydırmasın. 'Eyvah! Rızık gelmiyor galiba diye harama kaymayın. Eyvah! Aç kalacağım galiba, çoluk çocuk ne yiyecek diyip harama kaymayın.' Geç geliyormuş, gelmiyormuş galiba falan diye korkutarak şeytan harama düşürür. Sakın ha! O gecikiyor sanmanız sizi harama kaydırmasın, rızk talebi hususunda. Çünkü aynı rızk gelecek; harama kayarsan haramdan gelecek. Harama kaymaz, sağlam durursan; helalinden gelecek. Aynı rızk gelecek. Yazılan sana yazılan mektubun geldiği gibi o gelecek.
Fe-innellâhe lâ yünâlü mâ ‘ındehû illâ bi-tâ’atihî. "Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın mükâfatlarına, huzuru ilahisinde, indi ilahisinde, iyi kulları için hazırlamış olduğu mükâfatlara ancak ibadetle, taatle erişilir. Ma’siyetle, isyanla erişilmez." Aman! Haramla, günahla erişilmez. Harama günaha sapmayın diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Bu hususta eski derslerimde bir hikaye anlatmıştım. Onu da anlatayım.
Hazreti Ali Efendimizden bir kıssa menkabe bu. Hazreti Ali Efendimiz adamıyla Kûfe Mescidine geliyor halifeyken. Bineği var, namaz kılacaklar geliyor mescide. Bineğinden iniyor, yuları elinde bakınıyor. Orada bir adam duruyor "tutuver şunu." diyor. Dizgini onun eline veriyor. Emîr-ül müminin namaz kılacak, çıkacak. Onu da orada oturuyor görüyor, "şunu tutuver." diyor. Herhalde Teksas’daki şehirler gibi atı bağlayacak bir yerler falan da yok anlaşılan. Onlar dünyaya çalışmamışlar ki ahirete çalışmışlar, mala, süse, ziynete aldırmamışlar. Namazı kılıyorlar içeride, dışarı çıkıyorlar, çıkarken kesesini açıyor hazreti Ali Efendimiz. Beş dirhem ayırıyor kesesinden, beş dirhem ayırıyor. Ne yapacak?
Hayvanının yularını tutuveren insana hediye verecek, bahşiş verecek, adam beş dirhem kazanacak. Dışarı çıkıyorlar bakıyorlar ki adam yok. Hayvan da yok. Allah Allah.
"Arayayım bakalım." diyor. Hayvanı buluyorlar, ileride kendi başına duruyor. "Tamam bu bizim hayvan." Gidiyorlar yanına bakıyorlar yuları çalınmış. Gemi, -gem takımı ağzına takılan, dizgin takımı- çalınmış. Almış adam kaçmış, orada dizginsiz duruyor.
Hazreti Ali Efendimiz diyor ki adamına; "Git bir dizgin al, çarşıdan dizginciden, bir dizgin al." Gidiyor, herkes de toplanmış burada; 'ya bak halifenin hayvanının yularını çalmışlar Allah Allah' falan diye. Adamı -kâhyası- elinde dizginle geliyor. Bakıyorlar eski dizgin, kullanılmış kendi, çalınmış dizgini.
"Nerede buldun?." diyor adamına.
"Bulmadım efendim dizginciye gittim satın aldım. Az önce birisi getirmiş ona satmış."
"Kaç dirheme satmış?"
"Beş dirheme satmış. Bu bizim çalınmıştı dedim." diyor.
"Peki o zaman kâr almayayım sizden. Beş dirhem verin dizgininizi alın dedi." diyor. Aldım diyor dizgini.
Şimdi adamı, bunu böyle söyleyince, Hazreti Ali Efendimiz etrafında toplananlara diyor ki;
"Ey cemaat! Bakın bu olayda çok büyük ibret var. Bakın benim elimde beş dirhem var, işte beş dirhem, elimde beş dirhem var. Ben bunu kesemden çıkarttım o hırsıza, o benim bineğimi tutuversin diye dizgini verdiğim adama bu beş dirhemi verecektim. Onun rızkı zaten beş dirhemdi, benden alacaktı. Ben gönül hoşluğuyla verecektim. O da dizgini tuttuğu için bir iş yapmış olduğundan alacaktı az çok. Her şey yerli yerinde uygun bir şey olacaktı." Alnının teriyle helal minallah rızkı alacaktı, beş dirhem. Ama acele etti, haram yoluna saptı, dizgini çaldı kaçtı. Gitti dizginciye onu beş dirheme sattı. Ne geçti eline? Gene beş dirhem geçti. Helalden geçecekti biraz bekleseydi. Hazreti Ali Efendimiz'in elinden geçecekti. Bu sefer hırsızlıktan geçti, günaha battı işte. Hazreti Ali Efendimiz'in de kaderinde o gün kesesinden beş dirhemin gitmesi varmış. Bahşiş olarak verecekti ama bahşiş olmadı da dizginin geri alınmasına gitti. Ama Hazreti Ali Efendimiz bir de bahşiş sevabı aldı. Çünkü çıkarttı bahşiş olarak vermeyi düşündü. Dükkancıya gelince hiç değişen bir şey yok. Beş dirhem verdi oradan dizgini aldı. Sonra çalıntı olduğu anlaşılınca buradan beş dirhem aldı dizgini verdi. Değişen bir şey yok. İşte kaderin sırrını gösteren bir olay.
Demek ki; insan acele edince hırsız, yüzsüz, arsız, edepsiz, haydut, eşkıya, zalim, gasp neyse, acele edince bir şey alıyor. Alıyor ama acele etmeseydi Allah onu başka türlü verecekti kendisine. Başka yoldan helalinden verecekti. Çünkü onun o günkü alnına yazılmış rızk o, kazancı o. Haramdan aldı, sabretseydi helalden gelecekti. Tabi bu kaderin sırrı, kısmetin sırrı, nimetin sırrı, nasibin sırrı her zaman bu kadar güzel görünmez. Burada çok açık seçik görünüyor bu olayda. Her zaman görünmez. Millet ekseriyetle şeytana aldanır, haram işleyenler, yiyenler böyle yerler. Rüşveti alırlar, rüşveti buradan alır o gün cüzdanını kaptırır; buradan gelen haydan gelen huya gider. Veyahut cüzdanını kaptırmaz da arabasına bir de bakar ki; ooo birisi gelmiş arabasına hasar vermiş. İşte aldığı rüşveti o cama verir. Veya Mercedes’in aşağıda lastiklerini bıçaklamışlar. Değişecek artık. Bıçaklandıktan sonra başka çaresi yok. Yani bir yerden çıkartır Allah.
اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ ﴿٨﴾
Eleysallâhü bi-ahkemi’l-hâkimîn. [Tîn Suresi 8. Ayet]
Allah hâkimlerin en adaletlisi değil mi?
Elbette! Aynen çıkartmaz, hatta kat kat, fitil fitil burnundan getirir. Onun için Müslüman sağlam duracak, harama sapmayacak, mert olacak, doğru olacak, rızkı gene gelir. Aynen gelir.
Allahu Teâlâ Hazretleri bu esrarı anlayıp edebini takınıp Cenâb-ı Hak’a güzel kulluk etmeyi cümlemize nasip eylesin.
مِنَ الْجَفَاءِ أَنْ يَدْخُلَ الرَّجُلُ مَنْزِلَ أَخِيهِ، فَيُقَدَّمَ إِلَيْهِ الشَّيْءُ لِيَأْكُلَهُ فَلَا يَأْكُلَهُ؛ وَالرَّجُلُ يَصْحَبُ الرَّجُلَ فِي الطَّرِيقِ فَلَا يَسْأَلُهُ عَنِ اسْمِهِ وَاسْمِ أَبِيه؛ وَالرَّجُلُ يُجَامِعُ أَهْلَهُ لَا يُلَاعِبُهَا قَبْلَ الْجِمَاعِ. الدَّيْلَمِيُّ عَنْ عَلِيٍّ.
Mine’l-cefâi en yedhule’r-racülü menzile ahîhi fe-yükaddime ileyhi’ş-şey’ü li-ye’külehû fe-lâ ye’külhü. Ve’r-racülü yashabü’r-racüle fi’t-tarîki fe-lâ yes’elhü an ismihî ve ismi ebîhi. Ve’r-racülü yücâmi’u ehlehû lâ yülâbi’uhâ kable’l-cimâ’i. Revahu'd-deylemî an Aliyyi'l radıyallahu anhü ve kerramehallâhü ve'cheh.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu okuduğum hadîs-i şerîfte buyuruyor ki;
Mine’l-cefâi. "Cefâdandır." Yani tatsızlık, uyumsuzluk babından sayılan böyle görgüsüzlük, kabalık cinsindendir.
En yedhule’r-racülü menzile ahîhi. "Adamın müslüman kardeşinin evine girmesi."
Fe-yükaddime ileyhi’ş-şey’ü li-ye’külehû. "Ev sahibinin de bu gelen kardeşine yesin diye bir şey ikram ettikten sonra, o ikramı." Fe-lâ ye’külhü. "Yememesi." Yani ikramı kabul edecek, ikramı kabul etmemek kabalıktır. Yememek kabalıktır, yemesi âdâba uygundur, iyi bir şeydir. "Buyur ye."
"Teşekkür ederim."
O, ikramı yapacak oradan sevap alacak. Ötekisi de, kardeşim, samimi kardeşimin onun evine gitmiştim, yemek bile yemiştim diye samimiyet gelişecek, perçinlenecek, kuvvetlenecek. "Yok yemem, istemem." Bilmem ne... Tatsızlık, iyi bir şey değil.
Ve’r-racülü yashabü’r-racüle fi’t-tarîki. "Ve bir adam, yolda birisiyle beraber yol arkadaşlığı yapıyor."
Fe-lâ yes’elhü an ismihî ve ismi ebîhi. "Adamın ismini sormuyor, babasının ismini sormuyor."
Mesela; şimdi otobüste geliyorlar, gidiyorlar. Yan yana oturuyorlar, arkadaşlık ediyorlar, yolu beraber gidiyorlar. Sormuyor adını, ismini. Hâlbuki öğrenecek. Bu da tatsızlık, tuzsuzluk, uyumsuzluk, kabalık. Bu da doğru değil! Âdâba uygun değil aykırı.
Soracak ismini, tanıyacak. Kimsin? Baban kim? Kimlerdensin?
Çünkü Araplarda bir kişi kendi ismiyle, babasının ismi beraber söylenerek tanınır. Falan ibn-i falan, falanca şahsın oğlu falanca diye tanınır. Veya Fülâne binti fülan, falancanın kızı falanca diye tanınır. Arapların soyadı âdeti yok, öyle tanınır.
Bir de insan soylu ise, asaletli ise kendisine ismiyle hitap edilmez. İlk evladının adı zikredilerek onun babası diye şey yapılır. Ebü'l-Kâsım; Kâsım’ın babası demek.[ Peygamber Efendimiz'in lakabı] Ebû Âdem; Âdem’in babası demek. Yani Ahmet Sav değil Ebû Âdem. Bizim tesisatçı Bessam’ın babası geliyor buraya. "Adın ne." diyorum? "Ebû Bessam." diyor. Bessam’ın babası. "Senin kendi adın yok mu?"
Var ama kibarlıkta âdet öyle. İlk dedim, iki gözümün nuru, ilk, birkaç evladı var ama birincisi sen Ebû Muhammed’sin, Ebû Es’ad değilsin, Ebû Sami değilsin, Ebû Muhammed’sin, ilkten isimlendiriyorlar. Yani Arapların isimlendirmesi böyle. Bir de isimde şey oluyor; nereye mensup olduğu, nereli olduğu. Mesela; Kûfeliyse; Kûfî. Bağdatlıysa Bağdâdî. Abdülkâdir-i Bağdâdî mesela. Geylânî’den gayri Bağdatlı Abdülkâdir yok mu? Abdülkâdir-i Geylânî ayrı. Ama Abdülkâdir el-Bağdâdî de var meşhur bir alim.
Mesela Samsûnî. Hasan Kartal-ı Samsûnî. Nereli olduğu. Bu nereye mensup olmak bazen soy sop bildirir. Mesela; Gâmîdî diyor. Bizim İstanbul’da iyi ahbaplık kurduğumuz Suud konsolosu vardı. İşte ismi var; Ali el Gâmîdî. Yani Gâmîd kabilesine mensup, Gâmitoğullarından. Kureyşî denildiği gibi. Mekkî; Mekkeli demek. Ebû Tâlib el Mekkî. Medenî böyle denildiği gibi.
مِنَ الْـمُرُوءَةِ أَنْ يُنْصِتَ الرَّجُلُ لِأَخِيهِ إِذَا حَدَّثَهُ، وَمِنْ حُسْنِ الْـمُمَاشَاةِ أَنْ يَقِفَ الْأَخُ لِأَخِيهِ إِذَا انْقَطَعَ شِسْعُ نَعْلِهِ. خط عَنْ أَنَسٍ.
Mine’l-mürüvveti en yünsıte’r-racülü li-ehîhi izâ haddesehû ve min hüsni’l-mümâşeeti en yakıfe’l-ehu li-ehîhi ize’n-kata’a şis’u na’lihî.
Enes radıyallahu anh’den. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz neler öğretmiş bize Hasan kardeşim. Neler bak, ne incelikler. Çölde yaşayan, mahrumiyet bölgesinde yaşayan, ûmmi bir kavme Efendimiz'in neler öğrettiğini görün.
Mine’l-mürüvveti. "Mürüvvettendir."
En yünsıte’r-racülü li-ehîhi izâ haddesehû. "Adamın müslüman kardeşi kendisine hitap edip konuşurken susması mürüvvettendir." O konuşuyor, o konuşuyor. Dır dır, vır vır... Ya sus dinle biraz. Bak! Mürüvvete uygun değil.
Peygamber Efendimiz; "Kardeşi konuştuğu zaman susmak mürüvvettendir." diyor. Dinleyecek ondan sonra cevap verecek. O zaman kulak da dinlenir, akıl da dinlenir, gönül de dinlenir, rahatlar. Oh be! Birisi de uzaktan onları görüyorsa, onları dinliyorsa o da rahat eder. Ben de heyecanlıyım, ben de heyecanlanıveriyorum, of hemen karşıya, özellikle kızdığım, aykırı bir şey gördüğüm zaman, kendimi hissediyorum ki iyi olmuyor. Susacak, dinleyecek ama bazen de karşıdaki sana fırsat vermiyor. Aldı mı eline fırsatı; ha babam, de babam... Boyna kendisi konuşuyor. Sus babam biraz da biz konuşak derdi mesela bir Maraşlı falan olsaydı.
Kim der böyle?
Siirtliler mi derler?
Baba sus biraz da biz konuşak falan derlerdi. Yani âdâb öğretiyor Peygamber Efendimiz. Kardeşi -müslüman kardeşi-kendisine söz söylediği zaman susup dinlemesi mürüvvettendir; bir.
Ve min hüsni’l-mümâşeeti. "Ve beraber ahbaplık, yarenlik edip yol arkadaşlığı yapmanın güzelliğindendir."
En yakıfe’l-ehu li-ehîhi ize’n-kata’a şis’u na’lihî. "Ayakkabısının bağcığı kopmuşsa onu toparlamak istediği sırada arkadaşının onunla beraber durması da güzel yol arkadaşlığındandır." Yürüyüp gitmiyor. Ayakkabısının bağcığını ıslahla düzeltmeyle uğraşırken, o da orada duruyor.
Bunlar netice itibariyle nedir?
Güzel dostluğun inceliklerindendir, nezakettendir. Konuşurken sözünü kesmiyor, bir sebebten yolda durakladığı zaman yürüyüp gitmiyor. Çünkü yürüyüp giderse, arkadaki ha ha ha nefes nefese arkasından koşturacak. Hem de yürüyüp gitmek biraz burun büyüklüğü filan gibi olur. Güzel arkadaşlık, onun bir arızası olduğu zaman durup beklemeli.
Bunlar mesela neler?
Kur’an-ı Kerîm’de de çeşitli âdâb var, incelikler var. Ama Efendimiz bize dişlerimizi temizlemeyi öğretmiş, konuşmanın usulünü öğretmiş, yolda yarenlik etmenin usulünü öğretmiş, sohbetin adabını öğretmiş, tanışmanın şeklini öğretmiş. İşte karşımıza çıkıyor. Ne kadar güzle terbiye.
Peki biz bu güzel eğitimi, terbiyeyi almak için ne yapacağız?
Okuyacağız bu kitabı, okuyarak öğreneceğiz. Geçen gün dikkat ettim kendime, pabuçlarımı çıkartırken gayri ihtiyari hangisini çıkartıyormuşum, solu çıkartıyormuşum. Aferin bana. Sana değil, bana aferin. Sen de çıkartıyorsan sana da. Dikkat et sen de kendine. Sende gayri ihtiyari solunu çıkartıyorsan öyle alışmışsan aferin. Bir kocaman aferin de sana o zaman.
Böyle öğrenecek, her şeyi güzel olacak müslümanın. Tatlı, geçimli, uyumlu, sabırlı, arkadaş canlısı... Aradığımız özlediğimiz şey. Hava kadar, su kadar, insana gıda kadar lazım arkadaş, ahbap.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ ve Habîbihi’l-müctebâ ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.