Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri;
Hac yaklaşıyor. Hacca gitmeyecek olanlar kurban bayramı yaklaşıyor diye düşünürler. Hacca gidecek olanlar, gitmeye başladılar. O heyecanlar, o uğurlamalar var.
Hac işlemlerinin yapıldığı Zilkâde bitecek, Zilhicce ayı başlayacak. Hacıların Zilhicce'nin 9'unda Arafat'a çıkması lazım. 8'inde de Mina'ya çıkması lazım, ona yevm-i terviye deniliyor. Arefe günü de yine Arafat'a çıkması lazım. 0nunda da bayram, Kurban bayramının birinci günü, Arafat'tan Müzdelife'ye gelmiş olmaları, sabah namazını orada kıldıktan sonra öğleye, ikindiye Mina'ya gelmiş olmaları lazım.
İşte bu Zilhicce'nin 1'inden 10'una kadarki günler senenin en mübarek günlerinden bir kısmı. "Ramazan ayı on bir ayın sultanı" deriz, Ramazan'ı coşkuyla karşılarız, sevgiyle yaşarız. İşte o güzel mübarek günlerin on tanesi de, bu haccın öncesindeki Zilhicce'nin ilk on günüdür ki çok önemli, sevaplı günlerdendir.
Konuşmama başlamadan önce bu günleri ibadetle geçirmelerini, tazarru ve niyazda bulunmalarını, Kur'an okumalarını, zikir yapmalarını, gündüzleri oruç tutmalarını tavsiye ederim. Hele Arefe günü orucu, hacca gitmeyenler için çok kıymetli, çok önemli, çok sevaplı bir oruç diye Ramazan'da da, daha önceki konuşmalarımda da "Not alın, defterlerinize yazın." demiştim sevgili dinleyicilere. Şimdi artık zamanı yaklaştığı için hatırlatıyorum.
Hacca gitmeyen, memleketinde kalan kimseler Kurban bayramı arefesinde orucu kaçırmamaya gayret etsinler.
Arefe gününde tutulan oruç, çok kıymetli bir oruç; iki senelik günahların bağışlanmasına sebep olduğunu Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde bildiriyor.
İlginç olan yönü; "Geçmiş senenin günahları affolur." diye bildiriyor Peygamber Efendimiz, bir de gelecek senenin günahlarının, yani daha henüz işlenmemiş, yaşanmamış olan öndeki günlerin günahlarının bağışlanacağının söylenmesi neyi gösteriyor?
Demek ki o Arefe'den sonraki sene mübarek geçecek; Allah ömür verecek, o müslümanı sağlık afiyetle yaşatacak, yolunda olacak, şeytana uymayacak, günah işlemeden iyi bir kul olarak yaşayacak. Esrarengiz bir müjde bu. Benim için çok ilginç. Herhalde dinleyicilerde ilginç bulmuşlardır.
Arefe günü orucunu kaçırmasınlar. Kurban bayramı arefesinin oruçlu geçirilmesine gayret etsinler.
Hacılar için doğru değil, mekruh. Hacılar hac vazifesini yapacaklar. Onların oruç tutması mekruh. Çünkü yorgunluk oluyor. Oraları sıcak diye duyuyoruz. O sıcaklarda halsizlik, yorgunluk oluyor; hac vazifelerini yapamıyorlar, hastaneye düşüyorlar. Dinimiz de zaten hacılar için uygun bulmamış. Hacıların en güzel işi, orada hac vazifesini güzel yapmak, zikirlerini, ibadetlerini güzel îfâ eylemek.
Hac ve bütün ibadetlerin en önemli parçası, bölümü, bel kemiği, temel direği zikirdir. Orada Arafat'da lâ ilâhe illallah diyerek, tevbe istiğfar eyleyerek, zikrederek, Kur'an okuyarak vakitlerini geçirirler. Onlar oradan çok büyük sevap alacaklar. Hacca gitmeyenler de oruç tutarak o sevabı kazansınlar.
Tabii Arefe'ye, bayrama kadarki günleri de çok ibadetlerle, sadakalar vererek, hayırlar yaparak güzel geçirmeye dikkat etsinler. Evlerini Ramazan'da olduğu gibi canlı tutsunlar, canlandırsınlar; ibadetin zevki, şevki evleri nurlandırsın.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz İmam Buhârî, Müslim gibi kıymetli kaynakların naklettiğine göre, Ebû Mûse'l-Eş'arî radıyallahu anh'ten, buyurmuş ki;
Meselü'l-beytillezî yüzkeru'llâhu fîhi ve'l-beytüllezî lâ yüzkeru'llâhi fîhi meselü'l-hayyi ve'l-meyyiti.
İçinde Allah'ın anıldığı, zikredildiği bir ev ile, içinde Allah'ın anılmadığı, zikredilmediği bir ev neye benzer?
Diri ile ölüye benzer. İçinde Allah anılan ev canlı gibidir, hayat sahibi gibidir. İçinde Allah'ın anılmadığı ev de ölmüş gibidir, ölü insan gibidir.
Bu çok önemli bir şey. Evlerimizi zikrullahla, ibadetle, mübarek faaliyetlerle, ilimle, irfanla, canlı birer yuva haline, pırıl pırıl, dipdiri bir yuva haline getirelim sevgili dinleyiciler.
Evinizde topluca ibadetin, zikrin keyfini, zevkini yaşamaya alışın. Sorun, soruşturun, öğrenin, bunu nasıl yapacağınızı düşünün.
Mesela zikrin bir çeşidi Kur'an okumaktır. Mesela evde birisi Kur'ân-ı Kerîm okur, ötekiler dinler; böylece evin içinde zikrin zevki, şevki, keyfi, sefası yaşanmış olur. Sonra "Hadi bakalım çocuklar, hep beraber binbir tane İhlâs okuyalım. Alın bakalım ellerinize tesbihi; siz şu kadar okuyun, siz şu kadar okuyun..." İşte buyurun, bir kulhuvallâh okumak zikri. Veyahut "70 bin kelime-i tevhid, lâ ilâhe illallah çekelim; hadi bakalım siz şu kadar alın, siz şu kadar alın, bir hafta içinde bunu bitireceğiz." gibi. Hâsılı evi mânevî bakımdan mâmur hale getirmek lazım.
Benim tanıdığım eski arkadaş vardı. Şuurlu, zarif, tatlı arkadaşlar... Landil gecelerinde, mübarek gecelerde evlerinin camlarını süslerlerdi.
Neden?
"Bu ev niye böyle süslenmiş?" diye herkes merak etsin, anlasın diye.
Almanlar dinlerine, örflerine, kiliselerine, tarihlerine, tarihî binalarına o kadar kuvvetli bir şekilde sahipler ki doğrusu bizde niye bu kadar değil diye ben üzülüyorum. Bunları takdir ediyorum, bizdeki ihmallere de çok üzülüyorum. Ecdadımızın eserlerini korumamız lazım. Hatıraları korumamız lazım. Güzel günleri kendi keyfimize, ölçümüze göre yaşamamız lazım.
Mesela, canlı mukayese ile, karşılaştırma ile anlatalım. Yılbaşını kutlamak bize dışarıdan gelmiş âdet. Dedelerimiz bunu kutlamazlardı, yılbaşını da bilmezlerdi, kutlamazlardı da. Yılbaşı Avrupalılar için kutsal bir dönem, kutsal bir tatil. Hz. İsa aleyhisselam tabii bizim de sevdiğimiz, saydığımız bir peygamber ama Hz. İsa'nın o dikilen çam ağacına ineceğini düşünüyorlar. Ağacı süslemelerinin sebebi dinî... Halbuki böyle bir şey bahis konusu değil. Hıristiyan âdetlerine uymamayı Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor. Çünkü müslümanın köklü ve doğru olan şeyleri yapması lazım. Yılbaşı kutlaması âdetâ gazetelerin, televizyonların, halkın, dinî tahsil almayan, dinî şuura kavuşamamış kimselerin sanki millî bir bayrammış gibi, sanki yüzyıllardır kutlanıyormuş gibi kutladığı bir şey haline geldi. Halbuki onu özelikle yapmamak lazım. Kendi örfümüz ve âdetimize bağlanmazsak başkalarını taklit ede ede eririz, kayboluruz.
Ben şimdi burada yine bir şey duydum. Fransa'da Fransızca karşılığı olan yabancı bir kelimeyi ahali kullanırsa ceza koyacaklarmış. Tespit edildiği takdirde, mesela radyoda konuştu, televizyonda konuştu veya gazetede yazdı, dergide yazdı veya bir nutukta, herkesin, şahitlerin huzurunda konuştu; ceza yazacaklarmış.
Bu niçin?
Fransızların dil sevgisi, kendi dillerine olan saygısı. "Kendi dilimizde o kavramı karşılamak için kelime varken niye bir başka kelimeyi kullanalım?" diye kendi kendilerine soruyorlar, bunu anlamsız buluyorlar ve kullanmıyorlar. Kullananı da cezalandırmayı uygun görüyorlar.
Şimdi bu bana benim şakamı hatırlattı. Vaazlarımda, konuşmalarımda yabancı kelimeleri kullanmayalım diye sizlere latife yoluyla bunu anlatmaya çalışıyorum. Tabii bizim de böyle kendi örfümüze, dilimize, âdetimize, ecdâdımıza sevgi ve saygı dolu olmamız lazım. Eski eserlerimizi korumamız lazım. Eski eserler çalınmamalı, satılmamalı. Eski eserler Almanya'nın, Fransa'nın, Hollanda'nın, Danimarka'nın, Amerika'nın müzelerini süslememeliydi, bizde kalmalıydı.
Biz kendi ecdadımızın her şeyinin, tarihimizin korunmasını istiyoruz.
Almanya koruyor. Şimdi ben iki gündür Bavyera'da geziyorum. Krallarının saraylarını, tarihî eserlerini, köylerini geziyorum. Köyleri buram buram tarih kokuyor. Binalar aynen korunmuş, yani betonarme bina yığınları değil, oraya mahsus. Kıyafetleri aynen, başlarında şapkalar var, eski minyatürlerde, resimlerde görülen insan kıyafetleri; pantolonları dizlerine kadar kısa, çorapları yukarıya çekilmiş, şapkalarında tüy var vesaire.
Biz öyle bir şey yapsak herkes yamuk yamuk bakar, ters ters bakar, kızar;
"Allah Allah, hangi çağda yaşıyoruz?"
Ecdadımızı seviyoruz, benliği korumaya çalışıyoruz. İlmimizi, irfanımızı, medeniyetimizin kıymetini herkese göstermemiz lazım. Gösterince de güzel oluyor. Emin olun, İstanbul'daki, Türkiye'deki her şeyimiz, köyümüz, evimiz, giyimimiz, kuşamımız, evimizin içindeki mobilyalar, üstümüzdeki kılık kıyafet, örflerimiz, âdetlerimiz, yemeklerimiz keşke aynen korunsaydı! Bütün dünya bize bizi seyretmek için akın akın gelirdi. "Ya bunlar değişik bir medeniyetin mensupları, bunlar nasıl insanlar?" diye gelirlerdi.
Tarihin kıymetini bilmek lazım.
Bu arada da tabii bunları niçin açtığımızı tekrar hatırlatayım; evimizde bu güzel günleri ailece yaşayalım, yaşamaya alışalım, öğrenelim. On günlük bir bayram geliyor.
"Hocam, bu takvimlerde yazılı bir bayram değil. Hiç kimse şimdiye kadar söylemedi, sen nereden söylüyorsan?" derseniz;
Hadîs-i şerîften söylüyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu on günün çok sevaplı günler olduğunu, bu on günde yapılan ibadetlerin çok kıymetli olduğunu bildiriyor. İbadeti, zikri, orucu tavsiye ediyor. Hayrı, hasenâtı tavsiye ediyor. Ben de onun için tavsiye ediyorum. Kendiliğimden bir şey söylemiyorum. Hadis kitabını açıyorum. Unutulmuş da olsa güzel şeyleri hatırlatmak istiyorum. Unutulmuş güzel âdetlerimizi canlandırmak istiyorum. Eski eserlerimizi korumak istiyorum. Cihanın bizi sevmesini, saymasını sağlayan, herkesin hayranlığını toplayan güzelliklerimizi korumak istiyorum. Onun için on günü, hadi bakalım, Ramazan gibi, evde güzel, belli olacak şekilde süslemelerle, davranışlarla, yaşam şekliyle, zikirle, Kur'an'la, tatlı şekillerde yaşayalım aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Gelelim okumak istediğim öteki hadîs-i şerîflere:
Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh'ten Taberânî rivayet etmiş. Bu da biraz çocukları biraz da yaşlıları ilgilendiren bir hadîs-i şerîf. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
Meselü'llezî yeteallemü'l-ilme fî sıgârihî ke'n-nakşı ale'l-haceri ve meselü'llezî yeteallemü'l-ilme fî kiberihî ke'llezî yektübü ale'l-mâ'.
Başka edebî kitaplarda, eski el yazması eserlerde buna benzer sözleri okumuştum ama hadîs-i şerîf olarak ilk defa duymuş oluyorsunuz. Demek ki o güzel sözlerin de kaynağı hadîs-i şerîf imiş. Efendimiz buyuruyor ki;
"Küçükken ilim öğrenen insan; taşın üzerine kitâbe yazan, nakış yapan, taşın üzerine kazıyarak yazıyı, nakışları yapan insan gibidir."
Aklına, hafızasına öğrendiği ilimler kitabe gibi kazınır. Romalılar'dan kalma kitâbeler, Abbasîler'den kalma anıt, caminin üzerindeki yazı diyoruz. Taş oldu mu kalıyor ve okunuyor. Çünkü taş dayanıklı bir malzeme, derin derin kazınmış olunca içine, üstüne, kalıyor. Küçükken öğrenilmiş ilim, taşın üzerine yapılmış şekiller, yazılar, nakışlar gibidir. Yani kalıcıdır, hatırında kalır.
Ve meselü'llezî yeteallemü'l-ilme fî kiberihî. "İnsan yaşlandığı zaman ilim öğrenirse." Ke'llezî yektübü ale'l-mâ'. "O zaman suyun üzerine yazı yazmış gibi olur."
Daha yazarken harfler kayboluyor. Çünkü satıh düzleniyor. Kum olsa kalacak biraz, yani kum üzerine yazı yazmak gibi desek, işte yağmurda, rüzgârda kum düzlenecek, o yazılar çabucak kaybolacak, bir mevsimde kaybolacak, bir haftada kaybolacak. Ama "Yaşlılıkta ilim öğrenmek, suyun üstüne yazı yazmak gibi." deyince, öğrenirken unutulacak demek.
Hakikaten insan yaşlandığı zaman, Allah tabii sıhhat afiyet versin, güç kuvvet versin, hafızası canlı olsun. İnsan müslüman yaşarsa hafızası da canlı olur. Küçükten beri Kur'an'ı ezberlemişse, hafızasını kullanmışsa, yaşlandığı zaman da o canlı hafıza devam eder, dinç kalır, ihtiyarlamaz, bunamaz, tatlı bir insan olur. Bizim mütedeyyin, erbâb-ı hal dediğimiz ârif ihtiyarlar cihanı fethediyorlar.
Bir Mevlevî şeyhi, rahmetli, Almanya'ya gelmiş, o kadar beğenilmiş ki etrafına Almanlar toplanmışlar, ağızları açık, hayret içinde o ihtiyar adamın zerafetine, -yani Mevlevî şeyhinin- tatlı davranışlarına, güzel sözlerine, nezaketine, inceliğine, bilgisine, ilmine, irfanına hayran kalmışlar. Mevlevî şeyhi Almanya'yı, Almanlar'ın gönüllerini fethetmiş.
Demek ki İslâmca olunca her şey güzel oluyor.
Ama bu hadîs-i şerîften bizim çıkartmamız gereken bir ders varsa, diyeceğiz ki; çocuklarımıza küçükken ilmi öğretelim, İslâm'ı öğretelim. Hatta bazıları 4 yaş 4 ay 4 günken başlatırlar, "Hocam şuna bir besmele çektir, Rabbi yessir'i öğret, bu yaşta başlasın." diye. Tabii küçükten çocuk öğrenmeye başlıyor. Aslında çocuk doğduğu andan itibaren cihanı öğrenmeye başlıyor, yavaş yavaş tanıyor. Annesini tanıyor, annesinin tebessümünü tanıyor, çevreyi tanıyor derken yavaş yavaş bilgileri birikiyor. Çocuğu doğmadan önce terbiye etmeye başlamak lazım. Doğduğu zamandan itibaren çocuğun yanındaki sözlere, hareketlere çok dikkat etmek lazım. Çocuğa karşı davranışlarına insanın çok dikkat etmesi lazım. Çocuk çünkü her an bir şey öğreniyor. Çocuğa ihtimam edersiniz, gayet terbiyeli olarak yetiştirmek istersiniz; çocuk bir gün sokağa çıkar, parkta oynarken edepsiz çocuklardan iki tane kötü söz duyar, evde gelir pat diye onu söyler.
Neden?
Hiç duymadığı bir sözdür, merak etmiştir, aklına hemen takılmıştır. Çünkü hemen alıyor, teyp gibi, resim gibi alıyor, hatırında kalıyor. Demek ki çok dikkat etmemiz gerekiyor. Çocuklarımızı iyi yetiştirmeye çok dikkat edelim aziz ve sevgili Akra dinleyicilerim.
Küçükten öğretelim. Daha okula gitmeden öğretelim.
Ben şimdi kardeşlerime tavsiye ediyorum, özellikle teşvik ediyorum;
"Çocuklarımızı anaokullarımıza verelim." diyorum.
Çocuk anaokulunda yetiştiği zaman, yuvada yetiştiği zaman, içtimaî hayata, yani toplu yaşamaya daha iyi intibak ediyor. Birçok şeyi daha güzel öğreniyor. Mürebbiyenin, terbiyeci hanımın elinde daha güzel şeyler öğreniyor. Belki evde annesi mutfakta iş yaparken çocuğuna bakamıyor, belki çocukların sayısı çok olduğundan onun terbiyesi ihmale uğrayabiliyor.
Onun için çocukları küçükten yetiştirmeye başlayacağız. Dinini öğreteceğiz. Güzel güzel ibadetleri yapmasını sağlayacak bilgileri öğreteceğiz, ahlâkı öğreteceğiz. Çocuk büluğ yaşına yani 10-12 yaşına gelmeden önce haramları-helalleri öğrenmeli, günahları-sevapları ezbere bilmeli. Duvarlarımızda bunlar satır satır yazılı olmalı; "İçki haram. Faiz haram. Yalan haram. Zulüm haram." diye hem görünür şeyleri hem de görünmez değerleri çocuklara tanıtmamız lazım. Küçükten olması lazım.
Ama bazen küçükten olmuyor da, çeşitli mahrumiyetler, ihmaller veya hayatın cilveleri... Adam sonradan aklı başına geliyor, müslümanlaşıyor, öğrenmeye çalışıyor. Tabii o da iyi, o da sevap ama artık hafızasında kalmıyor. Çünkü her yaşın kendine göre çileleri, sıkıntıları, vasıfları var. O zaman hafızasında kalmıyor. Küçükken sokakta bir defa duyduğu sözü unutmuyor ama büyüdüğü zaman on defa, yüz defa söylenen şeyi unutuyor.
Bu arada yine ben cesaret verici bir şey söyleyeyim. Bir şey tekrar edildiği zaman öğrenilmiyor gibi görünen şeyler de öğrenilmeye başlanır. "Benim hafızam zayıfladı, artık ezberleyemiyorum." diyen bir insan da hafızasını çalıştırmaya biraz eğildiği zaman hafızasını işlemeye başlar. İşlemiyor gibi olan şey, paslanmış gibi olan şey yağlanırsa tekrar çalıştığı gibi çalışmaya başlar.
İlmi küçükten öğrenmeliyiz. Küçükten öğrenmemiş isek büyüdüğümüz zaman da ihmal etmemeliyiz. Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeye çalışmalıyız ama küçükken öğrenilen ilim çok kıymetlidir. Çocuklarımızı iyi yetiştirmeye dikkat etmeliyiz.
Bu arada güncel meselelerden birisini söylemek istiyorum. İster Diyanet'e bağlı olsun, ister özel evlerde şu veya bu şekilde olsun, çocuklarımıza Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmemiz lazım. Belki çocuğumuzu, kızımızı dizimizin dibinden ayırmamız uygun olmayabilir, Kur'an kursuna yatılı vermek uygun olmayabilir. Ama evimizde Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmeliyiz. Birkaç kişinin çocuğunu da toplayıp öğretmeliyiz. Buna Diyanet de hükümet de bir şey dememeli. Netice itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenecek.
Sonra bu İmam-Hatip okulları bugünlerde çok konuşuluyor. Kimisi İmam-Hatip okuluna düşman, kimisi taraftar; bir çekişmedir gidiyor toplumumuzda... Ben İmam-Hatip okullarının kuruluş zamanlarından bu zamana kadar durumunu bilirim. Üniversitede profesörlük yaptım. Bunu bilmeyenler büyük hata ediyorlar. İmam-Hatip okullarında çocuklar çok kuvvetli yetişiyor. Normal liselerde okutulan derslerin hiç birisi eksik değil, hepsini okuyorlar. Onların üstüne ilave dersler görüyorlar. Çok çalışıyorlar, çok başarılı oluyorlar. İmtihanlarda üstün derece kazanıyorlar. Girdikleri fakültelerde dereceye giriyorlar. Onların bu başarısını görüp bu okulların kıymetini anlamak lazım. Bunların adedinin azaltılması doğru değil. En çalışkan, en bilgili, hatta eli iyi kalem tutan, yazı yazan, bilgin seviyesine yükselmiş, mühendis olmuş, idareci olmuş, milletvekili olmuş, bakan olmuş olanlara sorun, bakın İmam-Hatip okulundan geçmiştir. Yani İmam-Hatip okulları bizim için çok değerli insan yetiştiriyor sevgili Akra dinleyicileri.
Burada bir haksızlık var; tanımamaktan, başka sebeplerden doğan bir yanlışlık var. Bu yanlışlığa asla kurban gitmemek lazım. İmam-Hatip okulları bizim tarihimizi, örfümüzü çocuğumuza güzel öğretmemizi sağlıyor. İyi bir insan, terbiyeli bir insan olmasını sağlıyor. Afyon, esrar kullanmamasını sağlıyor. Faydalı insan olmasını sağlıyor. Sonuçlarıyla ölçelim, maddî sonuçlarının ne kadar güzel olduğunu görerek anlayalım. Başarılı insanların, başarısız insanların hangi okullarda yetiştiğine dikkat edelim, oradan insafa gelelim ve hakkı tutalım, yanlış işler yapmayalım aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Üçüncü hadîs-i şerîfi de söyleyip kapatalım.
İnsanlar hata edebilir, hatalarından dönmesi lazım. Bu dönmenin ne kadar güzel olduğunu anlatan bir hadîs-i şerîfi söyleyelim.
Peygamberimiz'in sevgili amcası Abbas radıyallahu anh'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfi nakletmek istiyorum:
Meselü hâzihiş-şecereti meselü'l-mü'mini izâ ikşearra min haşyetillâhi teâlâ azze ve celle vakaat anhu zünûbuhû ve bakıyet lehû hasenâtuhû. buyurmuş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Bu hadîs-i şerîfin mâna-ı münîfi şöyle:
"Bu ağacın durumu mü'mine benzer."
Peygamber Efendimiz demek ki o anda etrafında bulunan ashabına yaprakları dökülen bir ağaç gösterdi.
"Şu ağacın durumu mü'mine benzer. Mü'min aziz ve celil olan Allah'ın korkusundan tüyleri ürperdiği zaman, onun günahları bu ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökülür, üstünde günahı kalmaz."
Ve bakıyet lehû hasenâtuhû. "Günahları gider de defterinde sevapları kalır."
Aziz ve sevgili kardeşlerim;
Demek ki Gafûr ve Rahim olan, -hatta Erhamürrâhimîn sıfatını daha çok hatırlamamız lazım- merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz, kul kusur etti diye onu kahretmiyor. Hatasını anlarsa, Allah korkusunu hissederse, Allah'a karşı yaptığı suçu anlayıp da tevbeye dönerse, vazgeçmeye yönelirse, pişmanlık duyarsa, cildi ürperirse, tüyleri diken diken olursa, "Ne yaptım ben? Niye yaptım? Hay Allah!" derse; o zaman böyle bir kişinin günahları şu ağacın yaprakları sonbaharda sapır sapır, takır takır yere döküldüğü gibi dökülür, geriye iyilikleri kalır, buyuruyor.
Demek ki aziz ve sevgili kardeşlerim;
Hayatta hata etmeyen insan olmaz. Hata eder, suç işler, mahkemeye düşer, mahkum olur, hapse girer, ceza çeker. Olsun. Yani insan insandır, hata ediyor, etmemesi lazım ama hata etmiş insanları kurtarmamız lazım. Suçluyu toplumdan itmememiz lazım. Hatalının hatasını anlayıp hatadan dönmesini sağlamalıyız, hayata onu kazanmaya, topluma kazanmaya çalışmalıyız, faydalı insan haline döndürmeye çalışmalıyız. İslâm bunu yapıyor. Eğer bir insan pişmanlık duyarsa, Allah korkusunu hissederse, Allah'ın büyüklüğünü duyarsa, kendisi O'na güzel kulluk yapması gerektiğini, bunun kusur olduğunu anlarsa, o zaman günahları dökülüyor, Allah affediyor, iyilikleri kalıyor.
Tefekkür dediğimiz şey, "Tefekkür gibi ibadet olmaz." En kıymetli ibadetlerden birisi de düşünmek, tefekkür etmektir. İnsan demek ki düşünecek, "Ben gençliğimi nasıl geçirdim?"
Mesela düşünüyorum; toplumumuzu uzaktan, yakından inceliyorum. Biraz toplum ilimleri ile ilgili bir ilim adamı olduğum için yani ruh halleriyle, toplum halleriyle, ahlâk ile, din ile, iman ile, insanın mâneviyâtı ile ilgili konularla ilgilenen bir uzman olarak toplumdaki insanların durumlarına bakıyorum. Suçlunun neden suç işlediğini, çok aykırı fikri söyleyenin niçin söylediğini anlamaya çalışıyorum. Onun yerine kendimi koyuyorum ve hatasının nerede olduğunu bulmaya çalışıyorum aziz ve sevgili kardeşlerim.
İnsan hata yapabilir, tamamen dine karşı olabilir, dindarlara kızabilir, onlara elinden geldiğince her fırsatta kötülük yapmak isteyebilir. Ama şöyle düşündüğü zaman; "Dur bakalım, bunlar ne diyor?" diye anlamaya çalıştığı zaman, işi mantığa döktüğü zaman... Mantık güzel bir şey. Akıl, Allah'ın çok büyük bir nimeti. Sorup soruşturduğu zaman, düşündüğü zaman gerçeği bulabilir. Hele hele iyi niyetle gerçeği arıyorsa, "Yâ Rabbi, ben gerçeği istiyorum, gerçek ne ise bana onu buldur." derse Allah ona gerçeği bulduruyor.
Nasıl bulduruyor?
Adam mesela gayrimüslim; Afrika'da bir kabilenin reisinin oğlu. Gelmişler Avrupalılar, ona "Hıristiyanlık güzel" diye anlatmışlar. Hıristiyan yapmışlar, papaz okuluna almışlar. O da Hıristiyanlık gerçek din diye Hıristiyanlık için çalışmaya karar vermiş. Hayatını bu işe vakfetmiş. Papaz olmuş, papazlıkta yükselmiş. Kabile reisinin oğlu olduğu için kavmi, kabilesi kendisini seviyor. Onlara Hıristiyanlığı anlatmış. Fakat aşk ile, şevk ile, iyi niyetle "Allah'a hizmet edeceğim." diye yapıyor. Bu iyi niyetinden dolayı Allah ona üç defa rüyasında Resûlullah Efendimiz'i gösteriyor. Hatta kendisi hayret ediyor; "Ben bu adamı sevmiyorum, niye bu benim rüyama giriyor? Niye rüyada çok sevimli? Niye kalbim ona akıyor, ısınıyor?" diye rüyadan sonra uyandığı zaman kendine kızıyor. Ama sonunda İslâm'ın gerçek din olduğunu anlıyor, müslüman oluyor.
Bu neden?
Niyeti iyi olduğu için.
Yani insan iyi niyetle gerçeği bulmak isterse, çok yanlış bir noktada olsa bile Allah ona doğru yolu gösterir. Onun için iyi niyetli olun, gerçeği bulmaya çalışın. Başka başka fikirlerde iseniz, karşı tarafı da anlamaya çalışın. Bilimsel düşünmeye alışın. Tarafgir düşünmeye değil de, yandaş olarak, yanlı olarak düşünmeye değil de, bîtaraf olarak, gerçeği bulmak azmiyle, temiz niyetle düşünmeye çalışın; o zaman Allah gerçekleri buldurur.
Allahu Teâlâ hazretleri hatalarımızı anlayıp hatalardan dönmek nasip eylesin. Güzellikleri anlayıp güzellikleri yaşamak, yapmak, icra etmek, uygulamak, geliştirmek nasip etsin. Ülkemizi gül gülistan eylesin. İnsanların her birini evliyâ eylesin, dost eylesin. Hem dünyaları hem âhiretleri mutlu olsun. Cihan güzelliklerle dolsun. Herkes iyi olsun, diye herkesin iyiliğini istiyoruz.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.