es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri;
Bayramın son günündeyiz. Bayram içinde haccın vazifelerinin çoğu yapıldı. Hacılar dün büyük ölçüde Mina'da şeytan taşlama vazifelerini yapıp, veda tavafını yapıp gitmek üzere yolları doldurdular.
Mina'da bayramın üçüncü gününe kadar kalıp ayrılmak mümkün olduğundan, kalmak da serbest gitmek de serbest olduğundan kalmak daha sevaplı ama "Bir an evvel gidelim, veda tavafımızı yapalım da memleketimize yollanalım." diyen insanlar çok oluyor. Hacıların büyük bir kısmı bu arzuda olduğundan çok büyük bir izdiham oluyor.
Size daha önceki konuşmamda hatırlatmıştım -bugün ikindiye kadar- her namazın arkasından bir defa;
"Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber, Allahu ekber ve lillâhi'l-hamd" diye tekbir getirilmesi lazım. Arefe gününden bayramın dördüncü günü, ikindi namazının sonuna kadar bırakmamak lazım. Bu tekbirler vacip diye hatırlatmıştım. Bu vazifelerin artık sonuncu günü olmuş oluyor.
Veda tavafları daha uzun günlere, ilerilere doğru sarkabilir. Yine burada ibadet ve taat için kalan insanlar uzun zaman burayı -izdihamlı bir şekilde- değerlendirirler, ibadet-taat edebilirler.
Bugüne "eyyâm-ı teşrıkın son günü" derler. "Kaf" ile; teşrik değil de teşrık. Teşrık; Arapça'da "etleri güneşe koyup kuru et haline getirmek, kurutmak" mânasına geliyor. Çünkü buranın sıcağı o kadar fazla oluyor ki; etler kesilip de güneşe konuldu mu veya kayanın üstüne yayıldı mı, pastırma gibi kuruyuveriyor ve bozulmuyor. Birden kuruduğu için kokmadan, bozulmadan kuru et haline geliyor. Sonra buranın ahalisi onu istedikleri zaman kesip, ateşe koyup pişirip yiyor. Bu âdet olduğu için bugünlerin adı "eyyâm-ı teşrık" olmuş, "kaf" harfiyle. Teşrik olursa mâna "şirk" kelimesiyle ilgili olur. Teşrık olunca "güneş ışınlarına mâruz bırakmak" mânasına şark kelimesiyle ilgili oluyor.
Eyyâm-ı teşrıkın son gününü yaşıyoruz. Allah hacılarımızın haclarını makbul eylesin. Gelmeyenlere, bu mübarek beldelere gelip görme; bu çok önemli olan, insana çok faydaları olan; görüşünü, görgüsünü, bilgisini çok arttıran bu güzel ibadeti bu güzel mahallerde yapmayı nasip eylesin.
Hz. Âdem atamız aleyhisselam'dan İbrahim aleyhisselam'a, Peygamber Efendimiz'den bugüne kadar buraları peygamberlerin cevlangâhı, dolaşma yerleri... Nice nice Allah'ın mübarek kulları buralara gelmiş, bu güzel ibadeti yapmışlar.
Çok muhteşem bir ibadet. Çok genç işi bir ibadet. İnsanın zengin olması lazım. Bedeninin kuvvetli olması lazım; sıhhatli, afiyetli olması lazım. Çünkü bir hayli genç işi vazifeler var. Yürüyerek tavaf var, sa'y var, Safa ile Merve arasında sa'y etmek... Arafat var, Arafat'tan Müzdelife'ye gelmek var. Müzdelife'de artık yer belli değil, herkes ana baba günü, mahşer günü gibi bir yerde kalıyor, geceliyor. Mina günleri var. Şeytan taşlama var, çok izdihamlı olan bir olay. Allah rahmet eylesin, bazı insanlar eziliyorlar, kalabalık birbirini -istese de- koruyamıyor. Mesela insanın babası, akrabası düşse, "Yerden kaldırayım..." derken kendisi de düşüyor, kaldıramadan kalabalık onları da ezebiliyor. Yani genç işi, gençken yapılması gereken bir ibadet.
Ben bizim hacı amcalara bakıyorum. Kıyafetlerinden belli; göğüslerinde kırmızı zemin üzerine ay yıldız. Zaten hallerinden de belli oluyor, herkes "Bunlar Türk hacısıdır." diye uzaktan baktılar mı biliyor. Siz Arapça bir soru sorsanız bile, mesela "Kem riyal? Bu kaça?" diyorsunuz. Sizin yüzünüze bakıp Türk olduğunuzu anladı mı "Uç riyal." diye hemen yarım yamalak Türkçesiyle cevap veriyor. Esnaf bütün dilleri öğrenmiş. Bazen İranlı sanıyor, "Se riyal, du riyal." dedikleri oluyor. Gülüyoruz tabii biz...
Hacılarımıza bakıyorum; çoğu ihtiyar... Nefes nefese, yaşlı kimseler... Hacca gelişlerini geç bırakmışlar.
Gençken gelip, ibret alıp, ibadetleri güzel güzel yapıp hayatında bu tecrübeleri kullanması, değerlendirmesi lazım. Böyle daha iyi olur, diye insanın hatırına geliyor.
Tabii her vakitte olabilir, yaşı da olsa olur. Hatta yürüyemeyecek durumda olanlara araba kullanarak sa'y yaptırıyorlar. Güçlü kuvvetli zenciler oluyor, tahterevana oturtup baş üstünde Kâbe'yi tavaf ettirtiyorlar. Ücretini verdiğiniz zaman bu işleri yapacak insanlar da bulunuyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, hacıların şeytan taşlama görevi dolayısıyla Mina'da bulunduğu bu günlerde ahalinin arasında nida ettirirmiş. Dolaşır, dolaştırır, seslenirmiş; "Bu günlerde oruç tutmayın. Bu günler yeme içme günüdür ve zikrullah günüdür." diye buyururmuş. Zaten haccın bütün fiilleri içinde zikir çok önde, çok büyük bir yer alıyor. Hatta ihramlandığı, ihrama niyet ettiği zamanda getirdiği telbiye; "lebbeyk Allâhümme lebbeyk" cümleleri dahi, o da zikir. Ve çok güzel anlamı olan bir zikir. "Arafat'ta Allah'ı zikredin, Arafat'tan Müzdelife'ye geldiğiniz zaman, Meş'ar-ı Haram'ın yanında Allah'ı zikredin. Oradan Mina'ya geldiğiniz zaman, mâdud günlerde -eyyâmin ma'dûdâtin- Allah ı zikredin." diye âyet-i kerîmelerde hep zikri tavsiye ediyor.
Diyebilirim ki; "Hac ibadeti muhteşem bir zikir ibadetidir. Dervişlik ibadetidir, tevazu ibadetidir, tasavvuf ibadetidir, nefsi yenmek ibadetidir, fedakarlık ibadetidir. Boyun bükmek, libâs-ı tefâhürden -iftihar elbiselerinden, alımlı çalımlı giyinmekten- soyunup, beyaz örtülere bürünüp, baş açık yalın ayak... Tam dervişlik, tam tasavvuf, tam nefsi yenmek, tam Allah'ı zikretmek ibadetidir. Muhteşem bir ibadet. Uzun bir ibadet, devamlı bir ibadet, zor bir ibadet, bedenî bir ibadet, mâlî bir ibadet.
Ama sonuç ne?
el-Haccu'l-mebrûru leyse lehû cezâun ille'l-cennete. "Bir kul haccını makbul bir hac, güzel bir hac yapabildi mi, haccı mebrur oldu mu, yani refes füsûk, cidâl olmadan; kötü söz söylemeden, çekişme, çatışma olmadan, günahlı işler yapılmadan, edep ile, zerafet ile, nezahet ile, nezaket ile hac yapıldığı zaman mükâfatı nedir?
"Cennetten başka bir şey değildir!" buyuruyor Peygamber Efendimiz. Leyse lehû cezâun. "Onun başka mükâfatı yok." İlle'l-cennete. "Ancak cennet var."
Ancak mükâfatı cennettir. Yani cennet kazanılıyor. Çok güzel bir ibadet.
Ama tabii ben "Zikir ibadetidir." deyince ayrıca hoşuma gidiyor ve hadîs-i şerîflerde karşılaştığınız zaman buna dikkati çekiyorum.
Hani Türkiyemiz'de tasavvufa, zikre karşı insanlar var; farkında olmadan İslâm'a karşı oluyorlar. Bakın, hac nasıl zikir ibadeti? Mina'da nasıl insan sabahtan akşama kadar oturup zikredecek... "Bu günler yemek içmek günleridir." diyor Peygamber Efendimiz, "Oruç tutmayın ama Allah'ı zikredin." diye, Allah'ı zikretmeyi tasrih ediyor. Kur'an okuyacak, tesbih çekecek, yalvaracak, gözyaşı dökecek. Böyle günler...
Bu günler de tabii her gün gibi gelip geçiyor. Osmanlı büyüklerimizin, insanın tekmil-i enfâsi mâdude dedikleri -insanın sayılı olan nefesleri- böylece tükeniveriyor. Sayılı olan şey çabucak geçer. İnsan Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna varacak ve bu dünyada yaptıklarından hesaba çekilecek. "Nasıl geçirdin bu hayatı, söyle bakalım. İslâm'a düşmanlık mı yaptın? Allah'ın emirlerine karşı mı çıktın? Müslümanları zora mı soktun? Hayır mı işledin, şer mi işledin? Tembellik mi yaptın, ibadet mi yaptın? İnsanlara iyilik mi yaptın, kötülük mü yaptın? Kan mı kusturdun, can mı yaktın? Rüşvet mi aldın?"
Bunların hepsinin bir gün hesabı olacak ve yapanlar, yaptıklarından pişman olacaklar. Ama iyi insanlar da mükâfatı alacaklar.
İyi insanların mükâfatlarından birisi de kötü insanlara kötülükleri yaptırmamak, meydanı bırakmamaktır aziz ve sevgili kardeşlerim.
Bu da çok önemli! Hacca, Ramazan orucuna düşkünlüğü kadar müslümanlar kötülükleri yaptırmamak, iyilikleri yapmak çalışmasını yapsalar, ülke gül gülistan olacak!
Bir de şimdi bu hacda Arafat'a çıkarken, Arafat'tan dönerken, Mina'ya giderken, Mina'dan gelirken, bizim bu müslüman topluluğunun en seçkinlerinin araba kullanışlarına bakıyorum, birbirleriyle davranışlarına bakıyorum, ahvâle ve kurallara uymaya bakıyorum; çok zayıf, maalesef...
Müslümanların edep öğrenmesi lazım. İlim öğrenmesi lazım. Müslümanlara İslâm'ı öğreten müesseseleri kuvvetlendirmek lazım. Kur'an kurslarını, İmam-Hatip okullarını kuvvetlendirmek lazım. Çünkü bunlar edepli, Allah'tan korkan insan yetiştiriyor. Polisi, zabtiyesi, jandarması gönlünde olan; yaptığı işi yapmadan evvel doğru değilse engelleyebilen huylara sahip insan yetiştiriyor. Bu çok güzel bir şey.
İnsanın jandarmasının kalbinde olması, karşısında olmasından çok daha güzel. Çünkü jandarmanın olmadığı dağ başında haydutlar, eşkiyâlar yol kesiyorlar. Kimsenin olmadığı yerde mücrimler suç, cürüm, günah işliyorlar. Adam öldürüyorlar. Hırsızlık yapıyorlar. İhtiyar kadının bileziklerini çalacağım diye bileklerini kesiyorlar. Yaşlı kimseleri aldatıyorlar. Köylüleri sömürüyorlar. Her şey olabiliyor. Jandarmasının, polisinin, müfettişinin içinde olmasından daha güzel bir usul düşünülebilir mi? İslâm bunu sağlıyor.
Onun için İslâm'ı tam öğretmek lazım. İyi insanların çoğalması lazım. Kötü insanların kenarda kalması lazım, onların da kendilerini düzeltmesi lazım. Kötülerin asla ve asla selahiyet sahibi olmaması lazım.
Eski filozof dindarlardan birisi -Belki de tam hayatı incelense, kim bilir neyin nesiydi... Acaba Konfüçyüs bir filozof muydu yoksa Allah'ın o taraflara gönderdiği bir peygamber miydi? - demiş ki;
"Kaplana Allah iyi ki kanat vermedi. Kaplan bir de kanatlı olsaydı, yapacağı zararın miktarı çok daha fazla olurdu. Kanatsız olduğu için uçamıyor. Kanatlı olsaydı, bir de uçsaydı, herkesi kovalar, yakalar, parçalar, yer bitirirdi." demiş.
Şerli insanın kuvvet sahibi olması fenadır, iyi değildir. Onun için Allah iyilere kuvvet versin. Müslümanları her yönden kuvvetlendirsin. Faziletli insanlar hâkim olsun.
Eski Yunanistan'ın feylesoflarından Eflatun; "Devleti filozoflar yani alim, fazıl, kâmil, her şeyi hikmetle düşüne taşına yapabilen insanlar yönetmeli. Filozoflar yönetici olmalı." diye söylemiş.
Bana kalsa, ben de bir seçme yaparım hakikaten; hem ahlâkî notu çok yüksek olan, hem hukukî bilgisi çok yüksek olan, hem hikmet ve fazilet yönünden ileri olan, halk tarafından sevilen insanları yönetime getiririm.
"İnsanların kötülere fırsat vermemesi..." deyince, konuşma için seçtiğim bir hadîs-i şerîfi okuyorum.
Men câhede fî sebîlillâhi kâne dâminen ale'llâhi ve men celese fî beytihî lâ yağtebu ehaden bi-sûin kâne dâminen ale'llâhi ve men âde marîdan kâne dâminen ale'llâhi ve men ğadâ ile'l-mescidi ev râha kâne dâminen ale'llâhi ve men dehale alâ imâmin yuazziruhû kâne dâminen ale'llâhi.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîfi Muaz radıyallahu anh'ten İbni Hibban, Hakîm ve Taberânî rivâyet etmişler. Peygamber Efendimiz beş husus sayıyor. Buyuruyor ki;
Men câhede fî sebîlillâhi kâne dâminen ale'llâhi. "Her kim ki Allah yolunda cihat eder; o, Allah'ın kefaleti altına girer. Allah onu korur, Allah'ın himayesine mazhar olur."
"Tazmin" kelimesi, birisi bir zarar yaparsa zararı tazmin etmek, telafi etmek, karşılamak, ödemek mânasına geliyor. Bu dâmin de o kökten bir kelime. Yani "Kim Allah yolunda cihat ederse; Allah onun zararını, ziyanını engeller, himayesine alır, korumasına alır. O Allah'ın korumasında olur. Allah ona sahip çıkar. O, Allah'ın hıfz u himayesine girer." demek.
Çok güzel bir şey. Hepimiz istiyoruz ki "Yâ Rabbi sen beni koru. Yâ Rabbi sana tevekkül ettim, sen benim işlerimi rast getir. Seni vekil edindim, sen benim nâmıma şöyle yap, böyle yap... Yâ Rabbi ihsan eyle, ikram eyle, lütfeyle!.."
Yalvarıyoruz ya, işte oluyor.
Dâminen ale'llâhi. Allahu Teâlâ hazretlerine sığınmış oluyor. Allah onu kabul etmiş, himayesine almış oluyor, zarar ve ziyanını engelleyecek bir durum sağlamış oluyor. Ne kadar güzel! Allah'ın koruduğu bir kul hâline geliyor, kefaletine, himayesine girmiş oluyor.
Kim?
Beş kişi.
Birincisi; men câhede fî sebîlillâhi. "Allah yolunda kim cihat ederse..."
"Allah yolunda cihat" deyince ilk hatıra gelen savaştır, düşmanla savaşmak. Malımızı, canımızı, yurdumuzu, imanımızı korumak için yıllar boyu, asırlar boyu dedelerimizin yaptığı iş. Allah razı olsun, hepsi Allah yolunda mücahit idiler. Başka diyarlardan buralara Allah'ın dinini yaymaya geldiler. Allah'ın dinini uzun asırlar nice diyarlara, ülkelere yaydılar. Uzun asırlar müslüman olmayan kavimleri müslüman ettiler. Sonra bu cihat, yani Allah yolunda çarpışmak, icabında canını vermek gevşedi, alet edevat bakımından düşmanlar daha üstün duruma geldiler.
Ve e'iddû lehüm mesteta'tün min kuvvetin "Onlara karşı koymak için onlara gücünüz yettiğince en yeni, en güzel, en tesirli silahları hazırlayın." mânasına gelen âyetleri herhalde uygulayamadık.
Herhalde ümmet zevke, keyfe, köşke, hânendeye, sâzendeye, lale bahçelerine, şiirli, gazelli sohbetlere, atlaslara, kaftanlara, incilere, mücevherâta, zevke fazla daldı; dinin ana esası olan, ibadetlerin zirvesi, şâhikası olan cihadı bıraktı.
O zaman düşmanlar tabii birlikte hareket ediyorlar. Müslümanlar da birlikte hareket etmedi. Bu taraftan biz kâfirlerle cihat ederken Mısır bize bir saldırdı, -geçtiğimiz asırda- Kütahya'ya kadar ordusuyla geldi. Suriye'de yendi, Adana'da yendi, Kütahya'ya kadar geldi zor durduruldu. Halbuki o da müslüman ülkeydi, bir ara bize bağlı bir eyaletti. Böyle bir acayip durum oldu.
Bir ara İran'la çarpıştık. Biz Balkanlar'da çarpışırken doğuda koç bakışlı, burma bıyıklı Yavuz Sultan Selim İran'la çarpıştı. Ama kâfirler beşi, onu birlik olup İngiltere'den, Hollanda'dan, Almanya'dan, Fransa'dan din adamlarının önderliğinde hücum ettiler. Kıbrıs'ta dahi dini kullandılar.
Şimdi müslümanların dünya böyleyken bunu unutması doğru değil. Cihadı bıraktığı zaman din çöker.
Birisi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e gelmiş;
"Yâ Resûlallah, uzat elini, senin elini tutacağım, sana bey'at edeceğim, sadakat sözü vereceğim. Ama bir şartım var: 'Ben korkak bir insanım, ne saklayayım Allah'ın bildiğini; -der gibi, açıkça itiraf etmiş- bana cihadı mecbur etme. Bir de on tane devem var, çoluk çocuğum çok kalabalık. Bu develerin sütlerini sağıyoruz, ancak geçiniyoruz. Benden zekât isteme. Zekât istersen bu develer azalacak. Zaten imkânım güzel değil..."
Peygamber Efendimiz ona elini uzatmadı ve sordu, dedi ki;
"Cihat olmadan, zekât olmadan İslâm olur mu?! Cihat olmadan, zekât olmadan İslâm olur mu?! Cihat olmadan, zekât olmadan İslâm olur mu?! Bu ne biçim zihniyet! Allah'ın emirlerinin bazısı kabul edilir, bazısı çiğnenir mi, reddedilir mi?"
Eski ümmetlerin sömürücü, gevşek ve münafık şahıslarına Kur'ân-ı Kerîm'de
E fe-tü'minûne bi-ba'di'l-kitâbi ve tekfurûne bi-ba'd. "Allah'ın âyetlerinin bazılarına inanıyorsunuz da bazılarını inkâr mı ediyorsunuz?" diye hitâb-ı tevbih ile, azarlama hitabıyla Allah soru sormuyor mu?
Allah'ın dini bir bütündür. Her zaman yazıyorum, söylüyorum;
Allah'ın dini pazarlık kabul etmez.
"Şunu kabul ederim de bunu kabul etmem." "Beş vakit namaza rızam yok da, bir vakit olsa belki düşünürüm." "İşte bilmem şu olsun da bu olmasın..."
Olmaz! Allah'ın emirleri bir bütündür. Allah kâinatın hâlıkı; O'nun emirleri münâkaşa, pazarlık mevzuu olmaz. Müslüman olan Allah'a teslim oluyor; Allah'ın emirlerini dinleyecek.
İçki içmeyecek.
"Ben müslümanım ama akşamları kafamı bulmak için bir kadeh atıyorum."
Ölen biri vardı, çok zengin bir adam, namaz da kılarmış, Cuma'ya da gidermiş, bilmem hangi meşhur camide de yeri, seccadesi hazırmış, genel müdürleriyle hep oraya gidermiş. Akşamları da sıhhati açılsın, bilmem ne olsun diye bir kadehçik atarmış. Olmaz öyle şey. Yani tezat olur. Olur ama hani "Ben abdestsiz namaz kıldım, oldu." dediği gibi olur. Onu söyleyeni kimdi bilmem.
Abdestsiz namaz olmadığı gibi bu işler doğru olmaz. Allah'ın emirlerini tutmak lazım. Çünkü tutmazsanız hayata aykırı bir iş yapmış oluyorsunuz.
Düşmanlar durmuyor. Düşman senin kötülüğünü istiyor. Bunlar hayal değil, tarih boyunca mücadelesini yapıyoruz. Bunlar bırakılmaz, Allah'ın emirleri terk edilmez. Cihat ruhundan mahrum bir nesil çöker. Askerimize cihat ruhunu, kahramanlık ruhunu vermezseniz cepheden kaçar, rüşvet alır, silah satar, hıyanet eder, düşman safına geçer, çarpışmaz, ordudan savaş anında kaçar. Bizim kahramanlıklarımızın temeli, İslâm. Onun için cihat çok önemli.
Ama nasıl olacak?
Fî sebîlillah. Men câhede fî sebîlillâh. "Allah için yapacak." Hırs için, kin için, düşmanlık için, zalimce, gaddarca değil. Faziletli bir insan, bir haksızlığı engellemek, bir tecavüzü durdurmak, insanları mutlu etmek, ezilecek, mahvedilecek, ayaklar altına alınacak insanları korumak için.
Mesela Ruslar Afganistan'a bir girdiler, -Afganistan'a girmeye hakları yoktu, hür bir ülkeydi- iki milyon insanı öldürdüler, bütün şehirleri yaktılar, yıktılar.
Bunun karşısında durmak gerekmez mi?
Bizim olan birtakım büyük büyük yerler, savaşlar sonunda elimizden gitti.
Onun için mutlaka Allah rızası için, korunmak için, faziletli insan olarak cihadı ön planda tutmamız lazım.
Cihatsız din olmaz. Zekâtsız din olmaz. Allah yolunda para vermiyor, rahatını bozmuyor.
Olmaz!
İbadetlerin hepsinde biraz meşakkat vardır; namazda, oruçta, hacda meşakkat vardır. Zekâtta meşakkât yoktur ama onda da gönül meşakkâtli olarak veriyor, zor veriyor; parayı çıkartıp hak yola veremiyor. Çocuğunun sünneti için en lüks, beş yıldızlı oteli kaç günlüğüne tutup şu kadar milyar lirayı harcayabiliyor da fukara için onu yapamıyor. Yani sünneti yapmazsan, Allah rızası için o paraları bir fakir mahallenin bir semtine harcasan, o semt ihya olur. Ama insanlar böyle yapmıyor. Demek ki Allah rızası için cihat olacak.
Bir: "Kim Allah rızası için cihat ederse Allah'ın himayesine girer."
İkinci cümle:
Ve men âde marîdan kâne dâminen ale'llâhi. "Kim hasta ziyaret ederse Allah'ın himayesine girer."
Allah onu sever, himayesine alır; zarardan, ziyandan korur, hasarı olmaz. Tazmin etmek hasar olduktan sonra oluyor. Tazmin etmeye lüzum kalmadan himayesine alır. Tazmine lüzum kalmadan Allah'ın koruduğu bir mübarek insan olur.
Hasta ziyareti, bu da çok önemli!
Çünkü insanlar hastalanıyor, hastalandığı zaman hassaslaşıyor. İlaç lazım, mâneviyatının düzelmesi lazım, sevdiği insanların karşısına gelmesi lazım. Amerikalılar bunu çok güzel biliyorlar, dergilerine yazıyorlar: "Mâneviyat gücüyle kanseri yendi. Annesi, anne sevgisiyle çocuğuma bakacağım diye, amansız kanser hastalığına tutulduğu halde, çocuğu büyütünceye kadar -mâneviyatı sayesinde- direndi, ölmedi, yaşadı. O arzusu, şevki, sevgisi, çocuğuna karşı muhabbeti, himayesi, şefkati sayesinde... Çocuğu büyüdükten sonra artık 'Tamam, oh, rahat...' dediği zaman öldü." diye, bunları hep yazıyorlar. İnsanın mâneviyatı önemli oluyor.
Bizim dinimizde hastanın duası makbul. Onun için hasta kardeşlerimizi ziyaret edeceğiz. "İhtiyacın var mı? İlaç mı istiyorsun? Paraya mı ihtiyacın var?" diyeceğiz.
Hiçbir şey olmasa, sadece mâneviyatı hoş olsun, gönlü şenlensin diye ziyaret edeceğiz, teselli edeceğiz, duasını isteyeceğiz. Hasta ziyareti dinimizde mühim bir vazife olarak cihadın arkasından Peygamber Efendimiz "Hasta ziyaret eden Allah'ın himayesinde olur, himayesini kazanır." diye bildiriyor.
Hele cuma günü hasta ziyareti çok sevaptır. Bu vaazı dinledikten sonra, kimin nerede hastası varsa, evde veyahut hastanede, gitsin ziyaret etsin, o sevapları kazansın.
Ve men ğadâ ile'l-mescidi ev râha kâne dâminen ale'llâhi. "Kim mescide giderse, mescitten gelirse, sabah giderse, akşam giderse..."
Ğadâ-ğuduvven; günün bir tarafında. Râha-rehavan, yine günün bir tarafında, "sabah-akşam" demek. Mescide giderse... Tabii mescitte beş vakit namaz var; sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı namazı var.
Burada Hicaz'da bir ezan duyuyorsunuz, bir kalkıyorsunuz, saat daha 04.00.
Niye okuyorlar?
Teheccüde kalksın, teheccüd namazı kılsın diye. Teheccüd ezanı okuyorlar. Bizde yok bu ezan. Halbuki teheccüd namazını Peygamber Efendimiz çok tavsiye etmiş, çok sevaplı. Bu da hatırınızda olsun. Siz saatinizi ayarlayın, saatiniz sizi teheccüd vaktinde kaldırsın sevgili kardeşlerim.
"Mescide sabah akşam giden Allah'ın himayesinde olur." Yani ibadete müdavim olan insan Allah'ın himayesine girer. "Camilere, cemaatlere devam eden girer." mânasına da gelebilir. "Giderken gelirken o esnada himâye-i ilâhiyede olur." mânasına da gelebilir. Birinci mânası daha muhtemel olsa gerek. "Sabah akşam namazı erkendir diye, karanlıktır diye, yoruldum diye, uykum var diye bahane bulmadan namazlarını camide kılan kimse Allah'ın himayesine girer." demek.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, beş vakit namazı camide kılmaya çok dikkat edin. Namaza müdavim olun. Eviniz mescit olsun, evinizde zaman zaman sevaplı nafile namazları kılarsınız. Mescit de eviniz gibi olsun. Sık sık gittiğiniz, her zaman orada bulunduğunuz yer olsun. Bu, Abdulhâlık-ı Gucdüvânî Efendimiz'in bizlere nasihati.
"Eviniz mescit olsun. Mescit de eviniz olsun."
Evimizden sonra bizim ikinci adresimiz neresi?
Mescit.
Mescide gitse sorsa, imam bizim kim olduğumuzu bilir, evimizi gösterir. Hakikaten ikinci adres.
Hani televizyonda bazı reklamlar var; "İkinci adresiniz falanca." diye. Müslümanların birinci adresi eviyse, ikinci adresi camisidir.
Sabah akşam camiye gidip gelen Allah'ın himayesinde olur. Üçüncüsü de böylece sayılmış oldu.
Allah yolunda cihat eden, bir. Hasta ziyaret eden, iki. Sabah akşam mescide giden müslüman, üç.
Dördüncüye geliyoruz:
Ve men celese fî beytihî ve lâ yağteb ehaden bi-sûin kâne dâminen ale'llâhi. "Evinde oturup da kimseyi kötü sözler söyleyip gıybet etmeyen kimse de Allah'ın himayesinde olur."
Evinde durup da başkasına zarar vermeyen insana da Allah mükâfat veriyor. Evinde duruyor, gıybet de yapmıyor. Hani evde o geldi, bu gitti, oturalım sohbet edelim derken işi gıybete, dedikoduya, laf taşımaya, çekiştirmeye dökmüyorlar. Kimseyi gıybet etmiyorlar. O da sevap kazanır, o da Allah'ın himayesinde olur. Onun için dilimize de sahip olalım.
Dilin günahlarından bir kısmı yalandır, dolandır; bir kısmı karşı tarafın kalbini kıracak ağır hakaretler, sözlerdir. Dilin günahları çirkin sözler, küfür vesairedir. Bir kısmı da dedikodudur, adam çekiştirmektir, bir insanın kötülüğünü sağa sola söylemektir. Kötülüğü olunca gıybet oluyor. Hakikaten o adamda o kötülük, o kötü sıfat var, söylüyor;
"Ne yapayım; haklıyım, o adamda bu huy var. Vallaha doğru, billaha doğru! Doğru söylüyorum."
Doğru söylüyorsun ama doğru söylemek bile gıybet olur. Yalan olsa zaten iftira olacak. O bakımdan dedikodu yapmak, çekiştirmek yok. Evinde uslu duran, dilini kullanmasını, günah etmemesini bilen de sevap kazanır.
Bu Arafat'ta da -Peygamber Efendimiz'in hadisi var; "Bugün gözüne, diline, sahip olan Allah'ın mükâfatını alır." diye - Arafat'ın mükâfatını almanın şartı da o!
Dördüncüsü de bu. Demek ki dilimize de sahip olacağız. Dilimizle günah, Allah'ın sevmediği şeyler söylemeyeceğiz.
Ve men dehale alâ imâmin yuazziruhû kâne dâminen ale'llâhi. "Kim bir İslâm önderinin yanına onu desteklemek, ona hürmet etmek için girer, onun bayrağı altında toplanır, İslâm'a hizmet için çalışırsa, o da Allah'ın himayesinde olur." diye Peygamber Efendimiz buyuruyor.
Demek ki dinimizi iyi bilen, dinimizi koruyan, müslümanları himaye eden, İslâm için, İslâm'ın gelişmesi, yükselmesi, müslümanların hizmetlerinin görülmesi, bilgilerinin arttırılması için çalışan insanlar...
Peygamberlerin varisleri kimlerdir?
Alimlerdir. Çünkü onlar Kur'an'ı, hadisleri bilirler; insanlara Allah'ın emirlerini doğru aktarırlar.
"Peki bir insan yanlış bir yola girse, yanlış bir insana tâbi olsa ne olur?"
Onunla beraber yanlış yola gider, sonunda cezayı, belasını bulur. İnsan kime tâbi olması gerektiğini bilmesi lazım. İyi iş yapan, doğru yolda yürüyen insanın yanına girerse, onu desteklerse... Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Lâ tezâlu tâifetün min ümmetî zâhirîne ale'l-hakki hattâ tekûme's-saate. "Kıyamet kopuncaya kadar müslümanların arasından, âhir zamanın fitneleri bile olsa, dünya değişse, insanlar şaşırsa, sapıtsa, İslâm unutulsa bile, İslâm'ı bilen, İslâm'ı yaşayan, İslâm için çalışan bir mübarek zümre daima mevcut olacak." Bir tâife-i merdiyye daima var olacak, kıyamet kopuncaya kadar...
Lâ yedurruhum men hazelehüm. "Öteki müslümanlar, onların kadrini kıymetini bilmese, desteklemese bile zarara uğramayacaklar, onlar mağlup edilemeyecekler. Çünkü onları Allah destekliyor."
İşte o zümreden olmaya gayret etmek lazım. Din için hizmet etmeye çalışmak lazım. Cahil reisler edinmemek lazım. Fâsık, fâcir insanlara takılmamak lazım. İyi bir müslümanın, yanlış bayrak açıp yanlış yolda gidenlere tâbi olup da kendisini tehlikeye atmaması lazım. Kötü işlere de âlet olmaması lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri böyle bu ve emsali hadîs-i şerîflerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bizlere işaret buyurduğu hakikatleri anlayıp, dinin inceliklerini kavrayıp; iyi müslüman olmayı, iyi işler yapmayı cümlemize nasip eylesin. Âhiret sevabını kazanmayı, Allah'ın rızasına ermeyi, cennetine girmeyi, cehenneme atılmaktan, yanmaktan, cezaları yemekten kurtulmayı, Peygamber Efendimiz'e cennette komşu olmayı nasip eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'im eylesin. Resûlullah'ın sohbetine erdirsin. Allah'ın -celle celâlüh- selamına mazhar eylesin, cemalini görmeyi nasip eylesin. Rıdvan-ı ekber'ine nâil ve sahip eylesin aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Tekrar hem bayramlarınızı tebrik ederim, -çünkü bayramın son günüdür- hem Cumanızı tebrik ederim. Hem de ömrünüz bayram günü olsun. Her gününüz, her rûzunuz bir îyd olsun. Her gününüz bayram olsun. Âhirette de Allah'ın rızasına erip en büyük bayrama nâil olun, mazhar olun diye dualar ederim, bu mübarek dua diyarından, Mekke-i Mükerreme'den... Bu mübarek bayram günlerinde, eyyâm-ı teşrıkın son gününde, cuma gününde Allah dualarımızı kabul eylesin, rahmetine cümlemizi nâil eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.