es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, lütfu, ihsanı, ikramı dünyada ve âhirette üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak cümlenizi dâreyn saadetine, iki cihanda mutluluğa erdirsin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten Ebû Dâvud'un rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
Me'ctemea kavmün fî beytin min buyûtillâhi yetlûne kitâballâhi ve yetedâresûnehû beynehüm illâ nezelet aleyhimü's-sekînetü ve gaşiyethümü'r-rahmetü ve haffethümü'l- melâiketü ve zekerahümüllâhu fî men indehû.
Bu hadîs-i şerîf müslümanların ibadetgâhlarını, camilerini nasıl kullanması, oralarda neler yapması konusunda bize ışık tutan bir hadîs-i şerîftir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Me'ctemea kavmün fî beytin min buyûtillâhi. "Bir topluluk, bir kısım insanlar Allah'ın evlerinden bir evde toplanmaz." Yetlûne kitâballâhi. "Allah'ın kitabını okur vaziyette." Ve yetedâresûnehû beynehüm. "Aralarında Allah'ın kitabını birbirleriyle ders konusu, anlama-anlatma konusu yapar vaziyette." İllâ nezelet aleyhimü's-sekînetü. "Böyle yapar yapmaz mutlaka üzerlerine sekînet nazil olur." Ve gaşiyethümü'r-rahmetü. "Ve rahmet onları kaplar." Ve haffethümü'l-melâiketü."Ve melekler onları çepeçevre çevreler." Ve zekerahümüllâhu fî men indehu. "Cenâb-ı Mevlâ, Allahu Teâlâ onları kendi yanındakilere zikreyler."
Hadîs-i şerîfin kısa meali böyle. Me 'ctemea diye olumsuz başlıyor, illâ ile olumsuzluk zâil oluyor. "Toplanmaz; toplanınca ille şöyle olur." mânasına. Bu arap dilinin bir anlatım şekli oluyor. "Toplanır toplanmaz" diye biz de bazen böyle bir olumlu, bir olumsuz fiili yan yana kullanırız. Buna benzer bir ifade tarzı oluyor.
Bunu biraz daha kolay anlayabileceğimiz bir Türkçe ile söyleyecek olursak, buradaki kavm sözü, bir ırkî topluluğu kastetmiyor. Çeşitli kavimler var; Arap kavmi, Türk kavmi, İngiliz, Fransız, Alman, Berber, Habeş, Zenci vs... böyle değil. Kavim, insanlardan meydana gelen bir zümre, bir topluluk, bir kalabalık demek; bir kısım insanlar.
"Bir kısım insanlar, Allah'ın evlerinden bir evde toplanırlar." Beyt, ev demek; buyût, evler demek. Ev veya çadır; oturulan, içine girilen yer mânasına...
Allah'ın evleri nerelerdir?
Allahu Teâlâ hazretlerine ibadet edilen, namaz kılınan, Allah'a kulluk edilen ibadethânelerdir. Biz şimdi "cami" veya küçük olursa "mescit" diyoruz. Hepsi Allahu Teâlâ hazretlerinin evidir ve camilere giden müslümanlar da, Allahu Teâlâ hazretlerinin evine ziyarete gitmiş misafirlerdir. Misafirlere de ev sahipleri, zenginliklerine göre nice nice ikramlarda bulunurlar. Her türlü varlığın, zenginliğin, lütfun sahibi Cenâb-ı Mevlâ da kendi evine gelenlere nice nice ikramlar yapar.
Caminin eve benzetilmesi, zihnimizde böyle görüntüleri meydana getiriyor. Gözümüzün önüne ve aklımıza bunlar geliyor. "Allah'ın evlerinden bir ev" denildiği zaman, anlaşılacak olan Allah'ın mescitlerinden bir mescit, bir cami demek... "Kavim" denilince de anlaşılacak olan, bir kısım insanlar demek.
Camiler çeşitli semtlerde, köylerde, kasabalarda, mezralarda, yaylalarda, her yerde olabilir.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş.
Üç kişi bir araya geldi mi, namazı yalnız kılmayıp cemaatle kılması tavsiye ediliyor. Bu konuda bir hadîs-i şerîfi de okuyalım:
Me'ctemea selâsetün fî hadarin ev bedvin lâ tükâmü fîhimü's-salâtü illâ istahveze aleyhimü'ş-şeytân.
"Üç kişi ikâmet veya seyahat hâlinde."
Hazar, seferin zıddı; bir yerde oturmak, hazır bulunmak, seyahat etmemek, yerinde yurdunda mukim bulunmak demek. Bediv de; taşra demek ve taşraya seyahate gitmek mânasına geliyor.
"İster yolculukta olsun, ister yolculukta değil de ikâmet ettikleri beldede olsun, üç kişi..." Lâ tükâmü fîhimü's-salâtü. "Bu üçünün arasında, üçünün olduğu mekânda, mahalde namaz ikâme olunmazsa..."
Namaz kılmamak bir büyük suç. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri, "Namaz kılınız, zekât veriniz!" buyuruyor. Bu, Allah'ın mühim emirlerinden bir emir... Burada ‘namaz kılınmazsa'dan murat, cemaatle namaz kılınmazsa demek. Zaten bir müslüman tek başına da olsa, dağ başında da olsa ezanı okuyacak, kamet getirecek, namazı kılacak. Tek başına da olsa!
Namaz kişisel, herkesin başlı başına yapması gereken bir önemli ibadettir. Hakkında ciltlerle kitaplar yazılsa faydaları, feyizleri, insana sağladığı belirli sonuçlar anlatıla anlatıla bitmez.
Bundan maksat, namaz için ezan okunup kamet getirilmezse demek.
İllâ istahveze aleyhimü'ş-şeytân: "Böyle olmazsa, şeytan onların üzerine galebe çalar, onlara hâkim olur."
Beraberce, cemaatle namaz kılınması iki kişiden başlıyor ama üç kişi olunca mecburiyet kesinleşiyor, mazeret kalkıyor. Evinde kılmayacak, camiye veya öteki arkadaşlarla beraber kılacağı yere gidecek.
İnsanın kılacağı namazlar birkaç çeşittir. Tek başına kıldığı namazlar da vardır. Geceleyin kalkar, teheccüd namazını tek başına, uzun uzun, boynunu bükerek, gözyaşı dökerek istediği gibi kılar. Ama bir de İslâm'ın toplumsal yönü var, topluluk hâlinde yapılan ibadetler var. Cemaatle namaz da farz namazların, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı namazlarının; cuma, bayram gibi ibadetlerin de beraber yapılması Allah tarafından emrediliyor. Peygamber Efendimiz tarafından öyle uygulanmış, kitaplarımıza da öyle yazılmış. Toplulukta, beraber ibadet etmekte çok hayırlar, çok bereketler var.
Böyle olmazsa ne olur?
Çok günahlar, çok zararlar olur da hepsinin temeli, kaynağı şeytan onlara hâkim olur, galip olur. Şeytanın galip ve hâkim olduğu, baskı altına, avuç içine aldığı insanlar, çeşitli zararlı işleri, günahları işlerler. İşin tadı kaçar, feyzi, bereketi kalmaz; kötü duruma düşerler. Onun için camiler çok çok önemli! Cami olmayan yerde cami kurmak da müslümanların birinci vazifesi.
Müslümanlar bir araya geldi mi, sağına soluna bakacak, kendisi gibi müslümanı bulacak, namazını cemaatle kılacak; üç kişi bile olsa... Hatta otobüsle gidiliyor, mola veriliyor veyahut kendisi arabası ile giderken bir yakıt alma durağında duruyor, abdest alıyor, camiye gidiyor. Birkaç kişi gelince hemen orada birisi imam, ötekiler cemaat oluyor; namaz kılıyorlar. Bunun hayrı ve bereketi var, böyle emredilmiş.
Cemaat taş yığını, kum yığını, çakıl yığını değildir. Allah'ın varlığına, birliğine, âhirette kendisine mükâfat veya ceza vereceğine inanmış, sorumluluk duygusu taşıyan bir mü'min insan, namaz kıldığı kimseye, "Sen kimsin kardeşim?" diye soracak. Çünkü müslüman müslümanın kardeşidir.
"Kardeşim sen kimsin, nerelisin, neyin nesisin? Aç mısın, tok musun? Derdin mi var? Nereden gelir nereye gidersin?" diye soracak, tanışacak. Çünkü müslümanlar Allah tarafından birbirlerinin kardeşi kılınmışlar. Onun için bu namaz tanışmaya, berekete, hayra vesile olur. Bir kişinin tek başına yapamayacağı işler, toplulukta rahat yapılır. Yani hayır, feyiz dolar taşar, halka halka yayılır, nice nice faydalar hâsıl olur. Onun için camiler çok önemli.
"Efendim ibadet gizlidir, kişinin kendisine mahsustur."
Gizli olanı da, âşikâre olanı da var. Kişisel olanı da, toplumla ilgili, içtimaî olanı da var. Hepsinin yerli yerinde önemi var, sırası var. Yeri gelince onun öyle olması lazım!
Tek başına bayram namazı olmaz, cuma namazı olmaz. İslâm'da topluluğa teşvik var. İslâm insanları topluluğa doğru sevkediyor, insanların Hz. Âdem'den kardeşler olduklarını düşündürüp birbirleriyle kardeşliklerini dinî bir temele dayalı olarak pekiştirmek istiyor. Bu çok önemli bir husus! Bunu birtakım ibadetler kendiliğinden sağlıyor. Otomatik demiyorum, kendi kendine oluşuveriyor bu iş. Cenâb-ı Hak her şeyin içyüzünü, esrarını biliyor, bin bir hikmetle emrini veriyor. İnsan onun hikmetini anlasın, anlamasın önemli değil. Anlamasa da onu öyle yaptığı zaman sonuç alıyor. Tohumu insan bilse de bilmese de toprağa ektiği zaman, topraktan tohum filiz veriyor, mahsûl çıkıyor.
Allah'ın evlerinden bir ev sahibi olacak müslümanlar, o evlerden uzak olmayacak. Çevresinde yoksa öyle bir ev kuracak, öyle bir toplum tohumunu oraya atacak. Bir çekirdek, bir filiz olsun diye, orada dikilecek. Ondan sonra bir tanışma, muhabbet, ilgi, yardımlaşma olacak, halka halka genişleyecek, genişleyecek; bütün insanlar kardeş olacak. Amaç bu! Yaparlarsa, bu güzel amaca ulaşmaktaki emekleri nispetinde mükâfat alırlar, sevap kazanırlar. Yapmazlar, birbirlerine sırt dönerler, birbirlerine küserler, birbirlerinin kuyusunu kazarlar.
Önümüzdeki hafta Fetih haftası olduğu için, Osmanlı tarihi kitaplarından bir kitap gözümün önünde, masamın üstünde; açtım, sabahtan beri okuyorum. Fatih'i okurken görüyorum ki nice nice aynı dinin mensubu insanlar birbirleriyle nasıl mücadele etmişler, nasıl gayrimüslimlerle ittifaklar yapıp birbirlerini arkadan vurmaya çalışmışlar. Fatih Sultan Mehmed bir taraftan Balkanlar'daki düşmanlarıyla, Avrupa'daki hasımlarıyla uğraşırken bir taraftan da Doğu'daki, onlarla ittifak etmiş olan, güya dindaşı insanlarla nasıl uğraşmış, neler olmuş?
Çok ibretli... Hayatın böyle çeşitli ibret alınacak olayları olmuş. Tarihten insan bunları okuyup ibret alması lazım! Tarihi çok iyi öğrenmemiz lazım! Çoluk çocuğumuza da çok iyi öğretmemiz lazım! Doğru taraflarını doğruluğunu vurgulayarak, "Bak, böyle yaptıkları güzel olmuş! Fatih çok çok güzel işler yapmış, çok doğru işler yapmış, tamam." diyelim. Eğrileri de, "Bak Uzun Hasan gururuna kapılmış, cihatla meşgul olan Osmanlı'yı arkadan vurmak için Venedikliler'le, Avrupalılar'la maalesef ittifak yapmış, anlaşma yapmış." diyelim.
Elçiler demişler ki; "Haydi, siz oradan, biz buradan şu Osmanlı'nın işini bitirelim!" Ama Fatih onu yendiği zaman bile intikam almamış, "Müslümana böyle yapmak reva değildir. Onlar bizim kardeşimizdir." diyerek sadece Uzun Hasan'ın mağlup edilmesiyle yetinmiş. Ahalisini cezalandırmamış, esirleri âzat etmiş. Fatih İslâmî şuura sahip, öteki değil... Sahip olan kazanır, sahip olmayan mahkeme-i kübrâda hesabını verir. Bu dünya hayatı bir imtihandır, kaybeden kaybediyor; kendisi bilir. Ama bizim de vazifemiz -hele hele bizim gibi vaaz veren, İslâm'ı bilen, âyetleri hadisleri bilen insanların vazifesi de- insanlara Allah'ın nelere gazap ettiğini, neleri sevdiğini vurgulayarak anlatmak.
Allahu Teâlâ hazretleri ihtilafı sevmiyor. Müslümanların birbirleriyle ihtilafa düşmelerini sevmiyor. İttifak eylemelerini seviyor, muhabbet etmelerini istiyor. İhtilaf çıkartan, zıt giden, düşmanlık yapanları cezalandırıyor. Yolunca emrini tutup âdilâne, kâmilâne hareket edenleri de dünyada ve âhirette izzet ve itimat, saadet ve devlet, şevket ve nimete mazhar ediyor.
Onun için cami yoksa cami kuracağız, cami varsa camiye gideceğiz. Camideki cemaatle tanışacağız, dertleşeceğiz. Kardeşlerimizin, insanlığın dertlerini müzakere edeceğiz. O dertlerin tedavisi, o hastalıkların geçirilmesi için neler yapmamız gerekiyorsa, onları yapmaya çalışacağız.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in çokça duyduğumuz bir hadîs-i şerîfini okuyalım.
Taberânî'den, Enes radıyallahu anh rivayet etmiş.
Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz!.. Ne kadar tüyleri diken diken eden bir ifade:
Mâ âmene bî men bâte şeb'ânen ve câruhû câiun ilâ cenbihî ve hüve ya'lemü bihî.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu konuda buna benzer pek çok rivayet var. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Mâ âmene bî. "Bana iman etmemiş olur, etmemiş sayılır." Kim? Men bâte şeb'ânen. "O kimse ki tok olarak geceledi." Ve câruhû câiun ilâ cenbihî. "Ama evinin bitişiğindeki, yan tarafındaki komşusu aç." Ve hüve ya'lemü bihî. "O tok adam da onun aç olduğunu bildiği halde, tok olarak sabahladıysa, bana iman etmemiş!" demektir.
Bana imanı sağlam değildir, iyi müslüman değildir.
Demek ki onun aç olduğunu biliyorsa, ona açlığını giderecek bir yardımda bulunacak. Bu, yanındaki komşular deyince, şimdi mesafeler kolaylaştı. Medîne-i Münevvere'de veya Cidde'de ve başka şehirlerde de artık öyle oldu. İnsan arabayla bir yere gideceği zaman kilometrelerce mesafe gidiyor. Eski insanların bir günlük zamanını harcayarak gidemeyeceği yere gidiyor, nihayet küçük bir şeyi alıp dönüyor. Arabalar, nakil araçları mesafeleri küçülttü.
Makedonya'da, Arnavutluk'ta, Kosovalılar'dan evlerine aldıkları misafirler, on kişi, yirmi kişi... Evin genişliğine, istiabına göre bağırlarına basmışlar, "Gel kardeşim, derdin var, mazlumsun, mağdursun!" diye ona bakmaya çalışıyorlar.
Biz de onların kardeşleriyiz. Oralar bizim eyaletlerimizdi, vilayetlerimizdi. Onlar zaten bizim kardeşimiz, akrabamız veya bizim şehirlerden oralara gitmiş kimseler. Zaten bize yakın oldukları için öbür taraf durup dururken onlara saldırıp hınç ile, hırs ile, gaddarlıkla, zulümle öldürüyor, mağdur ediyor, topluca katliam ediyor, hunharlık ediyor, gaddarlık ediyor. Müslümanların ilgilenmesi lazım!
Camilerin, topluluğun, birliğin, beraberliğin önemini anlatalım derken hadîs-i şerîften hadîs-i şerîfe geçtik. Allah bizi duygulu, sorumluluk duygusuna sahip, görevlerinin, ödevlerinin neler olduğunu bilen ve bunları yapmaya çalışan akıllı, fikirli, tedbirli, uyanık, gayretli, dikkatli müslümanlardan eylesin. Gafil, cahil etmesin.
Sırtüstü tok yatıp da başkalarının dertleriyle ilgilenmemek çok kötü bir şey... Peygamber Efendimiz'in ifadesi çok ağır. "Bana inanmamış sayılır, iyi müslüman sayılmaz." demek istiyor. Hadîs-i şerîfin mânası böyle.
Şimdi camiler var. "Tamam hocam. Bizim mahallede cami var, kubbesi, son cemaat yeri var. Son cemaat yerinde üç tane kubbesi var. Müezzin camiyi kapattığı zaman, eğer geç gidersek son cemaat yerinde namazımızı kılıyoruz. Bahçesi ve şadırvanı var. İşte camimiz var, beş vakit namazı orada camide kılıyoruz."
Cami sadece namazların kılındığı bir yer değildir. Cami müslümanın lokali, kahvehânesi, kıraathânesi, medresesi, mektebi, ilim irfan ocağı, muhabbethânesi, sohbethânesi... Cami cemiyetin merkezi... Müslüman toplumunda çok önemli yeri var.
Bakın Efendimiz'in ifadesinden çıkıyor.
"Birtakım insanlar -üç kişi, beş kişi, on beş kişi, neyse- Allah'ın evlerinden bir evde toplandılar mı? Toplandılar.
Toplandıkları zaman ne haldeler, ne yapıyorlar?
Yetlûne kitâballâhi. "Allahu Teâlâ hazretlerinin kitabını okur vaziyetteler."
Allah'ın kitabını okur halde bir camide toplanmışlarsa...
Allah'ın kitabı, Kur'ân-ı Kerîm... Allahu Teâlâ hazretleri Hz. Âdem atamıza da vahyetmiş, Peygamber Efendimiz'e kadar nice peygamber, enbiyâ ve mürselîn göndermiş salavâtullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn. Onlara vahiyler göndermiş, melekler göndermiş, emirlerini indirmiş. Kimisine suhuf yani sahifeler, kimisine kütüb yani ilâhî kitaplar indirmiş.
Musa aleyhisselam'a Tevrat'ı, İsa aleyhisselam'a İncil'i indirmiş. Ama onlar eski devirlerde. Sonra âhir zaman peygamberi, peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerini göndermiş. Göndereceğini de daha önceki ümmetlere kitaplarında bildirmiş. "Ben âhir zamanda bir peygamber göndereceğim; ismi şöyle olacak, evsafı böyle olacak." diye onlara da bildirmiş ki ilerideki asırlarda geldiği zaman bu ümmetlerde bir tereddüt hâsıl olmasın diye.
Tevrat'ta, İncil'de ön bilgiler var. Âhir zaman peygamberinin geleceğine, evsafına, yapacağı güzel işlere, mücadelelere, vazifesini nasıl yapacağına dair bilgiler var. İleride böyle bir peygamber gelecek.
Peki, nasıl olabilir? Bu ilerideki bir zaman...
İlerideki bir şeyi mahlukât bilemez, insanlar bilemez. İlerideki şeyi bilmek yeri göğü yaratan, zamanı mekânı yaratan Allahu Teâlâ hazretlerine kalmış bir şey. Cenâb-ı Hak her şeyi; evvelîni de, âhirîni de bilir. Bu cihanın mâzide kalmış olan her şeyini de O biliyor, ileride, istikbalde gelecek olan her şeyi de O biliyor. Allahu Teâlâ hazretleri bildiği bazı bilgileri sevgili kullarına, peygamberlerine de bildiriyor. En basit misali Peygamber Efendimiz'in, "İstanbul fethedilecektir." buyurması gibi. "Âhir zamanda şöyle olacak, böyle olacak." diye bazı şeyleri belirtmesi gibi.
Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm. Bir harfi bile değişmeden hafızlar ezberlemiş, ellerine ne geçmişse, ne bulmuşlarsa yazmışlar. Hem yazılı olarak muhafaza olmuş, hem ezberlenmiş, hem aşk ile şevk ile geceleri teheccüdlerde saatlerce okunmuş.
Efendimiz bir gece namazına durduğu zaman, kaç cüz okurdu!..
Sahâbe-i kirâm geceleyin çok Kur'an okurlardı. Hepsi su gibi bilirlerdi. İçlerinde kurrâ hafız olanları var. Tabi bilmek için çalışma yapıp ezberleyebilenler var. Tamamını ezberleyenler, daha az ezberleyenler var. Peygamber efendimizin zamanında kurrâ hafız olanları var. Kur'ân-ı Kerîm'i su gibi bilenler, büyük alim sahabiler var. Ötekiler de gerektiği zaman onlara soruyorlar.
Allahu Teâlâ hazretlerinin kitabını müslümanlar okuyacak.
"Niye okuyacak hocam?"
Allah'ın kitabı müslümanlar okusun diye, müslümanlara indirilmiş hitâb-ı ilâhî olduğu için okunacak. Bir mektup gelse... Kalın bir büyük zarf içinde, yaldızlı, görkemli, güzel, kıymetli bir zarf içinde, bir büyük yerden, çok yüce bir makamdan bir yazı gelse insan nasıl memnun olur, nasıl sevinir, nasıl heyecanlanır; okur.
Allahu Teâlâ hazretlerinin kelâmı, insanlara, müslümanlara Allah'ın emirlerini; emirleri, yasakları, günahları, sevapları, doğru ve yanlış olan şeyleri bildiren; ahkâmı ihtiva eden kitabı... Çok önemli, ana kaynak!
Bir müslümanın ne yapması lazım, hayatın amacı, gayesi ne?
Hayatın gayesi Allah'ın rızasını kazanmak.
Hayat ne?
Hayat bir imtihan.
Bizi kim yarattı?
Allah yarattı.
Sonra ne olacak?
Yaşam bitecek, bu dünya hayatı fâni... Sonra insanlar âhirete göçecek. Yarın âhirette, bu dünya hayatı bittikten sonraki ukbâda, Cenâb-ı Hak insanları yaptıklarından dolayı, iyi şeyler yapmışlarsa mükâfatlandıracak, suçları varsa cezalandıracak. Hayat bu, hayat bir imtihan...
Bir kimse bir imtihana gireceği zaman, mesela, "Araba sürme imtihanına gireceğim. Bunun bir kitabı varsa, soruları varsa alayım, önceden çalışayım." diyor. Hakikaten basılı kitapları oluyor, alıyorlar, çalışıyorlar, imtihana giriyorlar. "Araç kullanmanın yazılı imtihanını kazandım, şimdi de bizzat kullanacağım, arabamın içine imtihan heyeti binecek, bakalım nasıl sürüyorum diye bakacaklar." diyor, önce bir kitabı okuyor insan.
Bu dünyada imtihanın nasıl kazanılması gerektiğini, Allah'ın rızasının nasıl kazanılması gerektiğini anlamak için birinci kaynak Kur'ân-ı Kerîm... Kur'ân-ı Kerîm'i okuyacak! Herkes okuyacak; Amerikalı'sı, İngiliz'i, Fransız'ı, Alman'ı... Herkes Allah'ın bu kitabını okuyacak.
Tanıştığım bazı kimselerden bizzat duydum. Sorduğum zaman cevap olarak söylediler, bizzat öyle kimselerle karşılaştım. Kendisi başka bir ülkede, başka bir âlemde, başka bir medeniyet içinde, başka duygularla, ilimlerle, bilgilerle, inançlarla yoğrulmuş; örfü, âdeti farklı, başka bir milletin ferdi olarak dünyaya gelmiş bir insan. Budizm'i merak ediyor, "Şunu bir inceleyeyim." diyor... Hint dinlerini inceliyor... "Şu Kur'ân-ı Kerîm ne imiş. Bir de şunu göreyim, bakayım!" diyor. Kendisinin dışındaki dünyayı tanımak için meraktan alıyor. Kur'ân-ı Kerîm'i alıp sûre sûre, sayfa sayfa, satır satır okuduğu zaman, "Tamam, hak yol bu! Asıl doğru inanç bu! İnsanların putlara, haçlara, batıllara, yalanlara, yanlışlara, hurafelere tapınması çok büyük bir yanlışlık. Doğru yol bu!" diye herkes doğru yola geliyor.
Bu kitabın herkes tarafından okunması lazım! Müslümanın da iyi müslüman olmak için bu kitabı okuması lazım!
Şair; "Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." diyor.
Ben de kesin olarak, hadîs-i şerîflere dayanarak söylüyorum, Allah'ın kitabını öğrenmemiz lazım!
Şimdi ben 60 yaşına gelmiş bir insanım. Şimdiki aklım olsa, ilk önce Allahu Teâlâ hazretlerinin kitabını okurum, anlatırım, bitiririm. İlk iş bu, Allah böyle buyuruyor. Bunu bilsin; haramı helali, sevabı günahı, doğruyu eğriyi, güzeli çirkini bilsin; iyi ahlâkı öğrensin, kepâzelik, rezillik nedir anlasın! Çünkü hayat ona dayalı olarak sürecek; ondan sonra onları hayatı boyunca uygulayacak. İlk önce bunları öğrenmesi lazım! Ama geç kalmış.
"Ah hocam, senin gibi ben de pişmanım! Bizim de ömrümüz şuraya geldi, biz de yaşlandık." diyor.
Tamam, artık yaşlanan yaşlanır; o pişmanlığını genç olanlara anlatır. Gençler yaşlıların pişmanlığından ibret alırlar; kendileri o hatalara düşmezler, o gafletleri yapmazlar, uyanık olurlar, kurtulurlar.
"İnsanlardan bir topluluk, Allah'ın evleri olan camilerden bir camide toplanmış."
Ne vaziyette?
Allah'ın kitabını okuyorlar. Demek ki cami sadece namaz kılıp ondan sonra da kapatıp terk etmek için değilmiş. Bir ilim öğrenme, okuma yeriymiş, mektepmiş. Okuyacaklar... Allah'ın kitabını okudular.
Tamam.
Elif lâm mîm. Zâlike'l-kitâbü lâ-raybe fîh.
Ne anladın?
Hiç bir şey anlamıyor.
Neden anlamıyor?
"Ben Arapça bilmem hocam, İngilizce bilirim. Babam beni koleje gönderdi, iyi yetiştirmeye çalıştı. Esas tahsilimi İngilizce yaptım, yan dil olarak Fransızca da öğrendim, Almanca'yı da çatır çatır bilirim. Bilgisayar da okudum."
O da iyi, her şey güzel; Arapça bilmiyor. Artık bilmiyorsa, onu da öğrenecek. Hatta ilk önce öğrenecekti. Belki de daha iyi olur, o dilleri öğrendikten sonra oradaki kaynakları eline alarak, belki daha güzel öğrenebilir.
Allah'ın kitabını okuyacaklar.
Sonra ne olacak?
Ve yetedâresûnehû beynehüm. "Aralarında müdârese, tedârüs edecekler." Tedârüs etmek, ders olarak karşılıklı müzakere etmek demek.
"Kardeşim acaba elîf lâm mîm ne demek? Zâlike'l-kitâbü lâ-raybe fîh ne demek? Müttakîne ne demek? Bu âyet-i kerîmenin tefsirine ben biraz mealden baktım, mealden pek bir şey çıkartamadım. Rahmetli Elmalı'nın "Hak Dini Kur'an Dili" tefsirine de baktım. O da kendi engin bilgisine, görgüsüne göre öyle kelimelerle yazmış ki o kelimeleri de anlamak için çok güçlük çekiyorum. Bunun aslı nedir, faslı nedir?"
"Tamam kardeşim. Ben bunu biraz okumuştum, ben sana anlatayım." vs...
Bilen bilmeyene anlatacak. Hiç bilmiyorlarsa bileni çağıracaklar, soracaklar veya bir hocaya, "Bize şunları anlat." diye rica edecekler. Birbirlerine ders, bilgi alış-verişi olacak. Soracaklar, öğrenecekler, anlatacaklar...
Sahâbe-i kirâm da böyle yapardı. Sahâbe-i kirâm Arap, Arapça'yı biliyorlardı ama onların da Kur'ân-ı Kerîm'den soracakları çok şeyler vardı. "Gittim ben filanca alim sahabiye sordum, ‘Âyet-i kerîmede geçen bu kelime nedir?' diye. O da şöyle cevap verdi." diyor. Kitaplar öyle yazıyor.
Tefsir kitabına baktım, böyle diyorlar. Sahabeden birisi ötekisine gitmiş, sormuş. Onlar birbirlerine soruyorlar. Arap ama Arapça bilmek başka...
Kemal Edip Bey vardı, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, "Kur'ân-ı Kerîm Arapça değil, Rabca'dır." derdi.
Rabbü'l-âlemînin kitabı. Arapça bilen hemen anlamıyor. Arapça bilmek yetmiyor, ayrıca öğrenmek gerekiyor. Kur'an'ı tam anlayabilmesi için birçok ilimlerle bilgisini takviye etmesi gerekiyor. Onun için ders olarak aralarında müzakere etmeleri lazım. Böyle yaparlarsa...
Yetedâresûnehû beynehüm. "Aralarında müzakere eder vaziyette Allah'ın evlerinden bir evde toplanırlarsa."
Demek ki camilerin en önemli işlerinden birisi, içlerinde müslümanların Kur'ân-ı Kerîm'i anlamıyla, ders alarak, görerek, tamamen öğrenmeleri imiş.
"Bunu kim yapacak hocam?"
İmam kardeşlerimiz yapacak. Müezzin kardeşimiz hafızdır, o yapacak. İmam-Hatip okulunu bitirmiş kardeşimiz var, "Ben biraz okumuştum, şu şu mânaya geliyor. Bir tefsir kitabı olursa, onu dikkatle okuyarak anlarım, o olmazsa ötekisine bakarım. Birisine sorarım..." filan. O muhitte, o köyde, o mahallede, o kasabada, o semtte, o şehirde hangi kaynaklardan faydalanabilirse soracak.
Eskiden herkesin amacı Allah'ın kelâmını okumak, öğrenmekti. En büyük zekâlar, en zengin insanlar, aşk ile şevk ile ilk önce Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmeye sarılıyorlardı. Eski devirlerin hâli, şânı böyleydi. Osmanlılar'ın ilk devri böyleydi. Zaferden zafere koşuşan nesilleri yetiştiren eğitim böyleydi. Kur'ân-ı Kerîm ile büyüyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'in ışığında padişah, şehzâde, komutan, asker, esnaf yetişiyordu. Her taraf pırıl pırıl, ahlâklı, sağlam, dipdiri bir toplum, yepyeni bir toplum! Her şeyi Allah rızası için yapan bir toplum durumundaydı.
Neden oluyordu?
Eğitimin böyle olmasından oluyordu.
Rabbi yessir ve lâ tuassir Rabbi temmim bi'l-hayr diye küçük yaşta besmele çekilerek başlatıyordu. Çocuk erken yaştan terbiyeyi öğreniyordu. Müeddeb, akıllı, zeki, fikirli yetişiyordu.
Fatih'in meziyetlerini insan anlata anlata bitiremez. Ne cevval, ne zeki, ne faal, ne yüksek bir şahsiyet!
Böyle bir insan nasıl yetişiyor? Yetişmesinin ortamı nedir, bu zekâyı bu hale getiren çevre nasıl bir çevredir?
Bu çevreler Kur'an çevresi..İslâm çevresi...İman çevresi... O çevreden Fatih çıktı.
İşte böyle, Allah'ın kitabını okursa... İnsanın içinde bulunduğu nimetlerin kadrini, kıymetini bilmesi lazım! Onlar olmadığı zaman kıymetini anlıyor. Kitapların yokluğu bile bir mahrumiyet. Evet, kütüphanem -dört tane kitap dolabı- tıklım tıklım dolu ama yetmiyor. İslâmî ilimlerde insan bir şeyi merak ettiği zaman, bakacağı çok kaynak var. Kocaman bir bina gerekiyor.
İnsan okudukça zevkten zevke geçiyor, içi dışı nurlanıyor, hayatının yönü belli oluyor. Hangi yolda gidecekse... Sahradaki nereye gideceğini bilemeyen bir insan gibi olmuyor. "Şu istikamette gideceğim." diyor, yönü belli. "Rap, rap, rap!" sağlam adımlarla sırât-ı müstakîmden dümdüz, sapmadan cennete doğru gidiyor.
Fedakârlık yapmak gerekirse fedakârlık yapıyor. Para vermesi gerekiyorsa Allah rızası için veriyor. Uykusuz kalması gerekiyorsa uykusuz kalıyor. Terlemek gerekiyorsa terliyor. Özveri, fedakârlık, masraf, zahmet... Zahmetten rahmet oluyor. Zahmet ama zahmetlerden rahmet çıkıyor. Emeklerden mahsul oluyor. Çiftçi emek sarf ediyor sonra mahsul, meyve oluyor. Ondan herkes yiyor, içiyor. Allah, ekip biçip de bizim önümüze koyanlardan razı olsun. Şimdi herkesin bir işi gücü var. O çiftçi kardeşlerimiz bütün sene uğraşıyor. Ziraatle uğraşan kardeşlerimiz toprağı ekiyor, ekmeden önce ekime hazırlıyor, ektikten sonra bakımını yapıyor, olgunlaştıktan sonra hasadını yapıyor, ilaçlamalar vs... Biz de yiyoruz.
Herkesin topluma borcu var. Ne gibi hizmetler yapabileceğini düşünüp onu yapmalı. Ben kardeşiniz de "hadîs-i şerîfleri anlatayım, Allah'ın kelâmını, Kur'an'ını anlatayım" diyorum.
Dünyayı gezdikçe, başka toplumları gördükçe, başka dinleri, inançları, o inançlara bağlı insanların yaşam tarzlarını, davranışlarını yakından görüp inceledikçe, her gezdiğim yerde gördüğüm manzaradan mukayese yapıyorum; "Ah, İslâm ne kadar güzel!" diyorum. "Çok şükür yâ Rabbi! Elhamdülillah müslümanız. Elhamdülillah beni müslüman eylemişsin yâ Rabbi! Bu nimetten uzak olsaydım, ne olurdu halim!" diyorum.
Avrupalılar Avustralya'ya gelmeden önce, buranın yerli ahalisine "Aborijin" diyorlar. Televizyonda onlarla ilgili bir program vardı. Ne zaman çekmişlerse, yakın zamanda da çekilmiş olabilir. Baktım, tamamen anadan doğma üryan geziyorlar, avlanıyorlar. Avlanmaları, halleri; dünyadaki en ilkel toplumlar filan deniliyor. Sonra bakıyoruz okumuşlara, okumuşların huylarına, özel yaşantılarına, cinsel yaşantılarına vesaire...
En güzel yol İslâm, hak yol İslâm!
Bu nasıl öğrenilecek?
"Efendim işte kitapları okuyalım, şuradan başlayalım, buradan başlayalım..."
Kur'an'dan başlamak lazım! Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmek ve öğretmek lazım! Aman bak, bu Allah'ın kelâmıdır! Ciddiye al, iyi oku, iyi belle! "Bunu geçersen maaşın artacak, zam olacak; şöyle yaparsan diploma alacaksın!" diye değil; "Bunu doğru öğrenirsen Allah'ın rızasını kazanacaksın, Allah'ın sevgili kulu olacaksın. İmtihanı kazanacaksın, âhiretin dünyan kurtulacak." diye bunu iyice öğrenmek lazım!
"Allah'ın kitabını okuyup müzakere etmek üzere insanlardan bir topluluk, bir mescitte böyle yapar vaziyete bir araya gelirlerse..."
Ne olur?
İllâ nezelet aleyhimü's-sekînetü. "Onların üzerine Allah'ın sekînesi iner."
"Sekîne nedir?" diye sorulursa; sekîne, Kur'ân-ı Kerîm'de Fetih sûresinde ve Bakara sûresinde geçiyor:
Fîhî sekînetün min rabbiküm.
Benî İsrâil'e Allah'ın böyle bir sekîne indirdiği bildiriliyor. Fetih sûresinde:
Fe-enzelallâhu sekînetehû alâ Resûlihî ve ale'l-mü'minîne.
"Allah sekînesini Resûlü'nün ve mü'minlerin üstüne indirdi." diye bildiriliyor.
Sekîne; sükûn, huzur, rahatlık, kalp rahatlığı gibi bir mânaya da gelebilir ama ondan daha öte bir başka mânevî ikram, bir mânevî varlık olduğu da bu âyet-i kerîmelerden seziliyor. Hatta Hz. Ali Efendimiz'den rivayet edildiğine göre, "sûreti şöyle olan bir melektir" diye tarif edilmiş.
Sekînenin indiği insanlar çok büyük bir lütfa mazhar olmuş oluyor. Sekîne, Allah'ın böyle sevgili kullarına indirdiği, yol gösterici, huzur ve gönül rahatlığı verici ve onları irşat edici, onlara zafer sağlayıcı, yol gösterici bir mânevî ikram...
"Allah sekînesini onların üzerine indirir."
Ve gaşiyethümü'r-rahmetü. "Rahmet onları gaşyeder yani üzerlerini kaplar."
Biz şimdi Türkçe'de rahmeti, yağmur mânasına da kullanıyoruz. Çünkü yağmurla yeryüzündeki otlar yaşıyor, insanlar su sahibi oluyorlar. Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olduğundan yağmura rahmet demişiz.
Rahmet ne demek?
Allah'ın rahmeti iner. Lütfu, ikramı iner. Allah bir insana rahmetti mi, rahmet eyledi mi, o ihyâ olur, lütuflara gark olur, mazhar olur.
Kur'an'ı okuyup da müzakere eden insanlara sekîne denilen o ilâhi lütuf gelir, rahmet-i ilâhî onların çepeçevre üzerlerini örter. Rahmet-i Rahmân'a hâl-i hayatlarında, Kur'an okuduklarından ererler.
Çok büyük bir şey!
Ve haffethümü'l-melâiketü. "Allah'ın görülmez nûrânî varlıkları olan melekler de Haffet, huffu çevrelemek demek. etrafını çepeçevre bir kalabalık halde kuşatırlar."
Bu kuşatma, onları sevdiklerinden, korumak için onların seyranının güzel olmasından dolayıdır. Melekler geldi mi, etrafı melekle kaplandı mı ne kadar güzel olur. Böyle melek dolu mânevî bir meclis düşünün ne kadar güzel olur. Melekler bir de Allah'ın mü'min kullarına, Allah'ın iyilikler yapan kullarına dualar ederler. O da mânevî bir hâlettir.
Ellezîne yahmilûne'l-arşa ve men havlehû yüsebbihûne bi-hamdi rabbihim ve yü'minûne bihî ve yestağfirûne lillezîne âmenû.
"Allah'ın Arş-ı Rahmân'ını taşıyan melekleri, mü'minlere nasıl dualar ettikleri bildiriliyor. Meleklerin duası vardır ve kıymetlidir. Allah o mübarek varlıkların dualarını kabul eder. Çok büyük faydası olur. O toplantının yapıldığı mekân meleklerle çepeçevre muhafaza altına alınmış, bir nûrânî mübarek meclis olur.
Ve zekerahümüllâhu fî men indehû. "Allah da onları kendi ind-i ilâhîsinde, huzûr-ı izzetinde bulunanlara yâd eder, anar, zikreder."
Ne demek?
Allah'ın çevresinde, huzûr-ı ilahîsinde olanlar nedir?
Allah'ın yakın melekleridir. Meleklerin en yüksek, mübarek, rütbesi en âlâ olanlarıdır. O melâikesine kerrûbiyyûn deniliyor, çok büyük melekler; Cebrail, İsrafil ve diğer melekler var. Huzûr-ı ilâhîsinde mübarek, hamele-i arş olan melekler var. Allah o meleklere zikreder.
Allah'ın zikri, övmesi sadece bir sözden ibaret olmaz. O kimse çok büyük lütuflara mazhar olur. Burada şu mâna var. Yeryüzünde insanları yaratacağını Allahu Teâlâ hazretleri meleklerine bildirince, onlar da;
"Yeryüzünde fesat çıkartan, birbirlerinin kanlarını döken şu varlıkları, şu insan cinsini mi yaratacaksın yâ Rabbi?" demişlerdi. Allahu Teâlâ hazretleri;
"Ey meleklerim! Bakın, benim ne kadar güzel, ne kadar sevgili, ne kadar hoş halli kullarım var, görün! Bakın, bunlar nasıl benim kitabımı okumakla, öğrenmekle ilgileniyorlar. Nasıl hayırlı işler yapıyorlar!" diye onlara medihte bulunur.
Onun için Allahu Teâlâ hazretlerinin kitabını okumak ve öğrenmek, mescitte olursa olur.
"Hocam mescitte olmuyor."
Neden?
"Talimat var, emir var. Müezzin müftüye bağlı, mütfü Diyanet'e bağlı. Diyanet, şu saatte kapanacak, şu saatte açılacak, şu olacak, bu olacak demiş öyle oluyor. Veya demese bile müezzin de bir insan, onun da çoluk çocuğunun yanına gitmesi gerekiyor. Caminin her zaman açık olması olmuyor. Namazdan sonra cami kapanıyor."
Biz orada okuduğumuz zaman, müezzin de belki, "Bunlar ne yapacak? Olmadık bir şey yapar da ben de sorumluluk altına girer miyim?" diye çekinebilir.
Allah selamet versin, Teknik Üniversite'de, yüksek matematik kürsüsünde bir profesör ağabey dostumuz vardı. Kendisi anlattı bana. O mübarek yüksek matematikçi, uluslararası şöhreti olan bir kimse. O haliyle -teknik üniversite profesörü iken- aksakalıyla emekli olduktan sonra şehir kasaba dolaşıp camilerde Allah'ın dininin hak din olduğunu anlatmaya yönelik faaliyetler yapıyormuş.
Neden yapıyor?
Emeklisin. Git Bodrum'da, Marmaris'te otur, rahatına bak. "Ben bu kadar talebe yetiştirdim. Bu kadar doktora yaptırdım. Şu unvanı kazandım. Saçım sakalım ağardı. Şimdi keyfime bakayım." diyebilir. Hayır, öyle yapmıyor; Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını kazanmak için "İslâm'ı öğreteyim. İnsanları doğru yola çekeyim. Onların yaptıklarından daha sevap kazanayım!" diye çırpınıyor.
Bir kasabaya gitmişler. Kim olduğunu söylemiyor. Alnında Teknik Üniversite yüksek matematik kürsüsü emekli profesörlerinden diye kocaman bir yazı da yok. Camide, namazdan sonra nezaketle ilgililere, imama, müezzine demiş ki;
"Müsaade ederseniz, cemaate birkaç söz söylemek istiyorum!" Onlar da demişler ki;
"Müftüye sorman lazımdı, sormadan böyle şey olmaz!"
Çok mahzun olmuş. İyi niyetli, bir şeyler anlatacak... Koca profesör... Halk da onun sözlerinden muhakkak istifade eder. Mahzun, üzgün bir şekilde dışarı çıkmış. O civarda bir göçebe kafilesi, arabalarıyla, atlarıyla göçebe yaşayan bazı insanlar varmış. Onların başkanı –lideri- de camideymiş, namazlı bir kimseymiş demek ki. Kim olduğunu da bilmiyor ama, "Üzülme ağabey. Gel bizim obada konuş!" demiş. Bu muhterem profesör o göçebe obasına gitmiş orada tatlı tatlı anlatmış. Dili çok tatlı, bilgisi çok geniş, görgüsü çok fazla... Öyle bir insan el üstünde tutulur, baş tâcı edilir. "Rica ederim hocam, buyurun söz sizin!" denilir. Çok güzel konuşmalar yapmış. Obadaki insanlar ağlaşmışlar.
Kalaycılık mı yapıyorlardı, sepet mi örüyorlardı, ne iş yapıyorlarsa, geçimlerini öyle sağlamaya çalışan garibanlar yani... Ağlaşmışlar, gözyaşları dökmüşler, duygulanmışlar, imanları cûşa gelmiş. Ondan sonra demişler:
"Her zaman gel ağabey. Buyurun, bekleriz!"
Bunları neden yapıyor?
Sorumluluk duygusundan yapıyor. Bir şeyler anlatayım da ihtiyarlık halimde biraz daha sevap kazanayım diye yapıyor. Devir İslâm'ı anlatma devri... Hem de insanın rütbesi, makamı ne kadar yüksekse, unvanı ne kadar çoksa öyle bir insanın İslâm'ı anması, söylemesi daha etkili oluyor. Çünkü bir kuşku var.
"Bu hoca, bu müezzin veya bu şahıs, acaba doğru mu söylüyor? Sahih mi söylediği? Kur'an'da, hadiste var mı?" filan...
Herkes bilgili insandan tam ve güvenilir bir söz dinlemek istiyor; birden itimat edemiyor. Tanısa belki itimat edecek. Onun için ne kadar yüksek insan olursa, ne kadar yüksek makam olursa, o kadar etkili oluyor.
"Rica ederim, bu eski bakanlardan birisidir. Falanca yerin kaçıncı devre milletvekiliydi. Şuradan, buradan mezun. Çok muhterem bir zâttır..."
"Haa, öyle mi! O zaman tamam." diye millet sözünün kıymetini bilir. Söyleyenin kıymetini anlayınca, sözün kıymetini bilir.
Şimdi, herkesin İslâm'ı dili döndüğünce anlatması devri. Doktor var, İslâm'ı çok güzel biliyor, tıp doktoru, tabip... O, kendi sahasında güzel konuşmalar yapabilir. Fizik profesörü, matematik profesörü, kimya profesörü; kendi sahasında anlatabilir. Coğrafya, tarih, daha başka çeşitli ilimler... En çağdaş, en yeni ilimlere sahip insanlar, "Âcizâne ben falanca üniversitede profesörüm. İşte şu şöyledir, bu böyledir." deyince ahali de bilir ki İslâm ilme, akla, mantığa, çağa çok uygun, çok güzel bir din... Çok tesiri ve faydası olur.
Onun için bu gibi unvanlı, bilgili, görgülü kimselerin eline kalemi alıp yazması, fırsat olan yerlerde de Cenâb-ı Hakk'ın emrini, Kur'an'ını okuması, anlatması; dinin, İslâm'ın güzelliğini ahaliye tanıtmaya çalışması lazım!
Çok yaygın bir ilgisizlik, bir dünyaya meyil, maddecilik, imanla ilgilenmemek, zevke ve keyfe dalmak hali belirdiği için toplumlarda, dünyada radyoyla, televizyonla, müstehcen neşriyatla da körüklenen bir şey... Onun için bu devirde çalışmanın çok büyük önemi var. Herkes yakınlarına, çevresine, halka halka genişleyerek anlatmalı.
Evinde de anlatabilir. Cami kapalı olsa evinde anlatır. Hatta yapacağı ziyareti o maksatla yapar, "Falanca yere gideyim, falanca arkadaşla filanca filanca da gelsin, orada toplanalım! Bir aile, bir gece sohbeti ama ben şu hadisleri okuyayım, şu âyetleri okuyayım; onun üzerinde konuşalım. Önce biraz hazırlık yapayım." filan demeli. Muktedir olanlar, eli kalem tutanlar, bu işi başaranlar da bunu yazmalı.
İşte dergilerimiz, işte gazetelerimiz, işte radyomuz...Çeşitli imkanlarıda çoğaltmaya çalışmalı. İnşallah radyomuz gelişecek, büyüyecek, etkinleşecek, güzel, tatlı, asil, sevaplı hizmetler olacak.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi dîn-i mübîn-i İslâm'a çok güzel hizmetler yapmaya muvaffak eylesin.
Fatih Sultan Mehmed'in 22 yaşında yaptıklarına bakın. Biz kaç 22 yıl yaşadık. Allah bize de tevfîkini refîk eylesin. Hayırları işlemeye bizleri muvaffak eylesin. Yolunda daim eylesin, İslâm'a hâdim eylesin. İslâm'ı aziz eylesin. Müslümanları aziz eylesin. Zulümden, gadirden, hainlerden, zalimlerden; kâfirlerin, insafsızların, gaddarların, hunharların şerrinden korusun.
İki cihanda aziz eylesin.
Cümlemizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin!
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.