Fe-kâlelalahu Teâlâ.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ ﴿٩٢﴾
Len tenâlü’l-birra hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûne ve mâ tunfikû mim şey’in fe-innellâhe bihî ‘alîmün.
Sadakallâhü’l-azîm.
Âl-i İmrân suresinin 92. Âyet-i kerîmesi olan, okuduğum âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hak Teâlâ ve tekaddes hazretleri buyuruyor ki;
Len tenâlü’l-birra. "İyilik, muttaki kul, iyi kul derecesine ulaşamayacaksınız, varamayacaksınız."
Hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûne. "Sevdiğiniz malları, paraları, Allah yolunda harcamadıkça." Nafaka olarak infâk etmedikçe, vermedikçe iyi kul derecesine ulaşamayacaksınız. Asla öyle bir mertebeyi, dereceyi kazanamazsınız. Ancak sevdiğiniz halde sevdiğiniz mallarınızı, mülklerinizi Allah yolunda verirseniz, o zaman o dereceye ulaşırsınız.
Ve mâ tunfikû mim şey’in fe-innellâhe bihî ‘alîmün. "İnfâk olarak, sadaka olarak, ihsân ve ikram olarak neyi verirseniz sağa sola, fakirlere, muhtaçlara, arkadaşlara, dostlara, Müslümanlara, insanlara, ne verirseniz, Allahu Teâlâ hazretleri onu hakkıyla pek âlâ bir şekilde bilir." Zayi olmaz. Zerre kadar hayır işleseniz mutlaka o hayrın karşılığını bulursunuz.
Ve-an Abdullah İbn Mes’ud radıyallahu anhu kâle kâle Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem.
لَا حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٍ آتَاهُ اللهُ مَالًا، فَسَلَّطَهُ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الْحَقِّ؛ وَرَجُلٍ آتَاهُ اللهُ الْحِكْمَةَ، فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا. حم خ م هـ حب عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ.
Lâ hasede illâ fi’s-neteyni racülin âtâhullâhu mâlen fe-sellatahû alâ heleketihî fi’l-hakkı ve racülin âtâhullâhu hikmeten fe-hüve yakdî bi-hâ ve yü’allimühâ.
Muttafekun aleyh ve tekaddeme şerhuhâ karîbâ.
Bu hadîs-i şerîf, Abdullah İbn Mes’ud radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş. İmam Buhârî ve İmam Müslim hadîs kitaplarında beraber bu aynı hadîs-i şerîfi sahih diye seçmişler, kitaplarına almışlar. Sağlam hadîs-i şerîf olmak dolayısıyla. İkisinde de yer alıyor. İkisinin de tercih ettiği, sevdiği bir hadîs-i şerîf. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki:
Lâ hasede illâ fi’s-neteyni
"İki kişiden başkasına gıpta edilmez." İki kişiye gıpta edilir. Başkasına gıpta etmeye, özenmeye, imrenmeye hacet yok. Ama bu iki kişiye özenilir, imrenilir, gıpta edilir.
Racülin âtâhullâhu mâlen fe-sellatahû alâ heleketihî. Bu ikiden birisi bir adamdır ki Allah ona mal, mülk zenginlik, para pul vermiştir. İmkan vermiştir. O da muhtaçlara bunu dağıtmaktadır. Müstehliklere -tüketicilere, yiyicilere, muhtaçlara, fakirlere- bunu dağıtmaktadır. İşte buna gıpta edilir. Aferin. Helalinden adam kazanmış. Maşallah. Birde fakire, fukaraya, muhtaçlara kesesinin ağzını açıyor, dağıtıyor, veriyor, dualarını alıyor, hayrını hasenatını yapıyor. "Ah benim de öyle param olsa da bende yapsam" diye insan böyle bir kimseye gıpta eder. Yani hayırsever, dindar, zengin insana özenilir, imrenilir, gıpta edilir. Bu; bir.
İkincisi;ve racülin âtâhullâhu hikmeten. Birde faydalı ilim vermiştir, Allah birisine böyle sağlam düşünme kabiliyeti, hakkı görüp hakkı öğrenip, öğretme meziyeti vermiştir. Hikmet nasip etmiştir. O da bu bilgisine göre hayatında kararlarını vermekte, tercihlerini yapmakta, ibadet ve taatta koşturmaktadır.
Ve yü’allimühâ. Bir kendisi bunu icra ettiği, ilmiyle amel ettiği gibi, öğrencilerede, isteklilere de bu bildiği bilgileri, hadîs, tefsir, fıkıh, kelâm, tasavvuf neyse bu faydalı bilgileri öğretmektedir. Yetiştirmektedir insanları. Hem kendisi güzel işler yapmakta, hemde başkasını da yetiştirmektedir. İşte buna da gıpta edilir. "Ne mutlu bu adama. Aferin. Ne kadar güzel. Ah bende keşke, anam babam bana yardımcı olabilselerdi de, okusaydım da, arapça öğrenseydim de, hafız olsaydım da, böyle âlim olsaydım da, bu bilgilerimi uygulasaydım, birilerine de anlatsaydım" diye buna da gıpta edilir.
Demek ki; iki insana gıpta etmek olabilir. Bir; zengin bir insana. Hayırsever zengine. İki; ilmi ile âmil olan hayırlı âlime. İkisine gıpta edilir. Keşke öyle olsaydım diye istenir.
Allah bizi ve çocuklarımızı böyle eylesin. Eğer okumamışsak, ömrümüz gelmiş bu yaşa, eh ne yapalım, hayırlı para versin Allah. Bu hayırlı para ile hayırlar yapmayı, sadakalar yapmayı, zekâtlar vermeyi, fakirleri sevindirmeyi, islama hizmet etmeyi Allah nasip etsin.
Çoluk çocuğumuzu da âlim olarak yetiştirmeyi, hikmet sahibi, ilim sahibi, irfân sahibi olarak yetiştirmeyi Allah nasip etsin. Evlatlarımızın hayırlı evlatlar olduğunu, bilgili, görgülü, terbiyeli, âbid, zâhid, müttaki, salîh kullar olduğunu bize göstersin. Gözümüz arkada kalmasın. Çocuklarımız hafız olsunlar, âlim olsunlar, fazıl olsunlar, kâmil olsunlar, muttaki kul olsunlar, Allah’ın evliyası sevgili kulu olsunlar. Bizde muttakilerin önderleri, imamları olalım.
Vec’alnâ lil muttekîne imâmâ. [Furkan Sûresi 74. Ayet]
Allah bizi öyle eylesin.
وَعَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ: (إِنَّ فُقَرَاءَ الْمُهَاجِرِينَ أَتَوْا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالُوا: قَدْ ذَهَبَ أَهْلُ الدُّثُورِ بِالدَّرَجَاتِ الْعُلَى وَالنَّعِيمِ الْمُقِيمِ فَقَالَ وَمَا ذَاكَ قَالُوا يُصَلُّونَ كَمَا نُصَلِّي وَيَصُومُونَ كَمَا نَصُومُ وَيَتَصَدَّقُونَ وَلَا نَتَصَدَّقُ وَيُعْتِقُونَ وَلَا نُعْتِقُ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَفَلَا أُعَلِّمُكُمْ شَيْئًا تُدْرِكُونَ بِهِ مَنْ سَبَقَكُمْ وَتَسْبِقُونَ بِهِ مَنْ بَعْدَكُمْ وَلَا يَكُونُ أَحَدٌ أَفْضَلَ مِنْكُمْ إِلَّا مَنْ صَنَعَ مِثْلَ مَا صَنَعْتُمْ» قَالُوا بَلَى يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ: «تُسَبِّحُونَ وَتُكَبِّرُونَ وَتَحْمَدُونَ دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ مَرَّةً» . قَالَ أَبُو صَالِحٍ: فَرَجَعَ فُقَرَاءُ الْمُهَاجِرِينَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالُوا سَمِعَ إِخْوَانُنَا أَهْلُ الْأَمْوَالِ بِمَا فَعَلْنَا فَفَعَلُوا مِثْلَهُ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «ذَلِك فضل الله يؤته من يَشَاء» . وَلَيْسَ قَوْلُ أَبِي صَالِحٍ إِلَى آخِرِهِ إِلَّا عِنْدَ مُسْلِمٍ وَفِي رِوَايَةٍ لِلْبُخَارِيِّ: «تُسَبِّحُونَ فِي دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ عَشْرًا وَتَحْمَدُونَ عَشْرًا وَتُكَبِّرُونَ عشرا» . بدل ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ
Enne fukarâe’l-muhâcirîne etev rasûlallahi sallallahu aleyhi ve selleme fe-kâlû zehebe ehlü’d-düsûri bi’d-deracâti’l-‘ulâ ve’n-ne’îmi’l-mukîmi fe-kâle ve mâ zâke fe-kalû yüsallûne ke-mâ nüsallî ve yesûmûne ke-mâ nesûmü ve yetesaddekûne ve lâ netesaddaku ve yu’tikûne ve lâ nu’tiku fe-kâle rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme e-felâ ü’allimüküm şey’en tüdrikûne bi-hî men sebekaküm ve tesbikûne bi-hî men ba’deküm ve lâ yekûnü ehadün efdale minküm illâ men sana’a misle mâ sana’tüm kâlû belâ yâ rasûlallahi kâle tüsebbihûne ve tükebbirûne ve tahmedûne dübüra külli salâtin selâsen ve selâsîne merraten fe-rece’a fukarâü’l-muhâcirîne ilâ rasûlillahi sallallahu aleyhi ve selleme fe-kâlû semi’a ihvânünâ ehlü’l-emvâli bi-mâ fe’alnâ fe-fe’alû mislehû fe-kâle rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme zâlike fadlullahi yü’tîhi men yeşâü.
Müttefakun aleyh. Ve hâzâ lafzu rivâyeti müslim ve’d-düsûru el-emvâlü’l-kesîra. Vallahu a’lem.
Bu ikinci hadîs-i şerîf te; İmam Müslim tarafından ve İmam Buhârî radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş. Sahîh hadîs-i şerîf. Ravisi Ebû Hüreyre radıyallahu anh, o rivayet etmiş.
Ebu Hureyre radıyallahu anh buyuruyor ki:
Muhacirlerin fakirleri, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz'e geldiler. Biliyorsunuz, İslam geldiği zaman Mekke’ye, Mekke’nin eşrafı, ayanı, zenginleri baskı yaptılar. Müslümanları barındırmadılar. Peygamber Efendimiz'den önce müslümanlar Habeşistan’a hicret ettiler olmadı. Sonunda Medineliler bize gelin dediler. Medineye hicret başladı. Sonunda Peygamber Efendimiz'de hicret etti. Bu hicret etmiş olanlara muhacirin deniliyor. Muhacir. Yani hicret etmiş olan insanlar.
Tabi bunlar mallarını, mülklerini, paralarını pullarını, sanatlarını, evlerini, bahçelerini bıraktılar. Öyle geldiler Peygamber Efendimiz"in yanına. Öyle geldiler yani yanlarında birşey yok. Fakir oldular. Mekke'de zengin olan, evi barkı olan, burada evsiz, yersiz, yurtsuz kaldı. Bazıları da zengin oldu. Zaten zengindi. Paralı geldi falan. Ama muhacirin fakirleri, Peygamber Efendimiz'e gelmişler ve demişler ki:
Zehebe ehlü’d-düsûri bi’d-deracâti’l-‘ulâ ve’n-ne’îmi’l-mukîmi.
"Yâ Resûlullah! Çok mal sahibi olanlar, zenginler, yüksek dereceleri aldılar götürdüler, yüksek dereceleri kazandılar."
Bi’d-deracâti’l-‘ulâ. "Yüksek dereceleri kazandılar."
Ve’n-ne’îmi’l-mukîmi. "Ve ebedi nimetlere, cennete sahip oldular."
Fe-kâle. "Peygamber efendimiz buyurdu;"
Ve-mâ zâke. "Bu ne demek." Ne oluyor bu sözünüz? Neyi kastediyorsunuz?
Fe-kâlû. İzah ettiler, "dediler ki;" Yüsallûne ke-mâ nüsallî. "Bu kardeşlerimiz bizim kıldığımız gibi aynı şekilde namaz kılıyorlar." Beraberiz.
Ve-yesûmûne ke-mâ nesûmü? "Bizim oruç tuttuğumuz gibi, onlarda oruç tutuyorlar." Beraberiz.
Ve-yetesaddekûne. "Onlar sadaka zekât veriyorlar." Ve-lâ netesaddaku. "Bizim paramız yok. Biz sadaka, zekât veremiyoruz." Ve-yu’tikûne ve-lâ nu’tiku. "Onlar köle azad ediyorlar. Veriyorlar parasını, kurtarıyorlar müslüman esiri, azad ediyorlar. Köle azad etmenin sevabını kazanıyorlar. Bizim paramız yok. Biz bunları yapamıyoruz." Yüksek dereceleri, cenneti onlar kazandı Yâ Resûlullah!
Fe-kâle rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara dedi ki:
E-felâ ü’allimüküm?
"Ben size bir takım bilgiler öğreteyim mi?"
Öğretmeyim mi?
Tüdrikûne bi-hî men sebekaküm. "Ki bunları yaparsanız, sizi geçmiş olanlara yetişirsiniz."
Ve tesbikûne bi-hî men ba’deküm. "Sizden sonrakilerden de daha ileriye gidersiniz." Sizden sonra gelenlerden de ileriye gidersiniz. Sizden önce gitmiş olanlara da yetişirsiniz.
Ben siz böyle birşey öğretmemi istemez misiniz?
Kâlû belâ yâ rasûlallahi.
"İstemez olur muyuz. İsteriz Ya Resûlullah." dediler.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
Tüsebbihûne. "Subhanallah dersiniz, tesbih edersiniz."
Ve tükebbirûne. "Allahu Ekber Allahu Ekber dersiniz."
Ve tahmedûn. "Elhamdülillâh elhamdülillâh dersiniz."
Dübüra külli salâtin. "Her namazı kıldıktan sonra bunları dersiniz."
Selâsen ve selâsîne. "Otuz üçer defa dersiniz." dedi.
"Bu tesbihleri çekerseniz, o zenginlerin sizin yapamadığınız işlerden kazandığı paralar kadar, sevaplar kadar, dereceler kadar dereceler kazanırsınız." dedi. Biz bu tesbihleri işte ondan çekiyoruz. O yüksek dereceleri kazanalım diye namazların ardından çekiyoruz.
Fe-rece’a fukarâü’l-muhâcirîne ilâ rasûlillahi sallallahu aleyhi ve selleme. Bir zaman sonra yine bu muhacirlerin fukarası, yine Peygamber Efendimize müracaat ettiler. Geri geldiler. Gitmişlerdi ama bir zaman sonra geri geldiler.
Dediler ki:
Fe-kâlû semi’a ihvânünâ ehlü’l-emvâli bi-mâ fe’alnâ fe-fe’alû mislehû. "Bizim yaptığımızı bu zengin kardeşlerimiz duymuş Yâ Resûlullah. Onlarda yapmaya başlamışlar." dediler.
Fe-kâle rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme. "Onun üzerine Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki:"
Zâlike fadlullahi yü’tîhi men yeşâü. "Bu Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bir ikramdır, nimettir." Onlara hem mal veriyor, hem de öteki işleri yapma âşkı şevki veriyor, hepsini yapıyorlar.
Allahu Teâlâ hazretleri fakirlere de, yani parası olmayan insanlara da sevap kazanma imkanları vermiştir.
Bir insan tatlı söz söylese arkadaşlarına kardeşlerine. El-kelimetü't-tayyibetü sadakatün. "Bu da sadakadır." Para pul değil. Güleç yüz, tatlı dil.
Yoldan bir taşı alsa, kenara koysa; 'bu birisinin ayağına takılır geceleyin. Düşürür bunu. Taşı alayım kenara koyayım' dese. İmatetül eda anit tarikı. "Yoldan böyle eza verici şeyi kaldırmak bu da sadakadır. " İlle para çıkması mecburiyeti yok. Parası yoksa da bir insan sevap, hayır, sadaka kazanabilir.
Demek ki hayır yolları çoktur.
Birisi geldi Peygamber Efendimiz'in bulunduğu meclise.
“Es-selâmü aleyküm” dedi.
Yani selam verdi. Peygamber Efendimiz dedi ki, aşrun."Bu on sevap kazandı." dedi. Birisi arasından geldi. Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah dedi. Peygamber Efendimiz işrûn dedi. "Bu yirmi kazandı." dedi. Çünkü es-selâmü aleyküm dedi ve rahmetullah’ı ekledi. Arkasından toplantıya üçüncü bir şahıs geldi.
"Es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh" dedi.
Orada bulunanlara selam verdi, rahmet diledi ve bereket diledi.
O zaman Efendimiz; selasün dedi. Yani her kelimeye Cenâb-ı Hak on misli fazla mükâfat veriyor.
شَفَاعَتِي لِأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي. حم د ت ن ع حب طب ك هب ض عَنْ أَنَسٍ، ط هـ ت طب ك حل ض هب وَابْنُ خُزَيْمَةَ عَنْ جَابِرٍ، خط عَنِ ابْنِ عُمَرَ، قط خط عَنْ كَعْبِ بْنِ عُجْرَةَ، طب عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ.
Şefâ’atî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî.
Sadaka Resûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem fî-mâ kâl ev-kemâ kâl.
Peygamber Efendimiz birçok değerli ve sağlam hadîs kaynağının rivayet ettiğine göre, müjdeleyerek bize buyuruyor ki; Şefâ’atî. "Benim şefaatim." Şefaat etmem. Li-ehli’l-kebâiri. "Büyük günahları bile işlemiş kullara olacak." Min ümmetî. "Benim ümmetimden." Müminlere şefaati olacak Peygamber Efendimiz'in. Yani günahkâr diye reddetmeyecek kapısından, mahrum bırakmayacak şefaatinden. Büyük günahlara bulaşmış olanlara bile şefaat edecek Peygamber Efendimiz.
"Ya Rabbi! Bunlar benim ümmetimdendir. Bunlar Müslüman’dır. Bunlar mümindir. Bir hata işlediler. Affet, bağışla." diye nasıl söyleyecekse, böyle şefaati olacaktır
Ahmed ibn-i Hanbel -büyük âlim- Ebû Da’vud, Tirmizî, Nesâî, İbn Abdulberr, İbn Hibbân, Taberânî, Hâkim, Enes radıyallahu anh den; [Ebû Dâvud Tayâlisî,] İbn Mâce, Tirmizî, Taberânî, Hâkim, Hulvani, İbn Hüzeyme, Cabir radıyallahu anhden; Hatîb-i Bağdâdî, Abdullah İbn Ömer radıyallahu anhümadan; Darâkutnî ve Hatîb-i Bağdâdî Ka’b İbn Ucra’dan; Taberânî İbn Abbâs radıyallahu anhuma’dan rivayet etmiş. Kesin gibi! O kadar ravileri çok, o kadar kitaplar yazmışlar.
Demek ki; Peygamber Efendimiz'in şefaati olacak. Elhamdûlillah ümmetine şefaat edecek ve ümmetinin cehennem azabından kurtulmasını, cennete girmesini sağlayacak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Hem de Peygamber Efendimiz öyle bir şefaatçi ki;
Şefî'. "Şefaatçi."
وَأَنَا أَوَّلُ شَافِعٍ وَمُشَفَّعٍ
El-müşeffa'. "Şefaati makbul olan bir şefaatçi." Nazı geçen, hatırı yüksek, rica ettiği zaman ricası kabul olan Allahın sevgili kulu ve Allahu Teâlâ hazretlerinin yanında mekanı, makamı, mertebesi rütbesi en yüksek olan kul. Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e sevgimizi, saygımızı, salât-ü selâmımızı çok eyleyelim. Sünnetine sımsıkı sarılalım ki şefaate yüzümüz olsun. Ve çok salât-ü selâm gönderelim ki, melekler nurdan tabaklarda salât-u selâmlarımızı Resûlullah’a götürsünler, sunsunlar. Resûlullah Efendimiz de bizi salât-u selâmımızdan dolayı bulunduğumuz şehirle, adımızla sanımızla bilsin.
Hatta geçen gün kitapta geçti ki, birisi çok sarhoş geziyormuş, alışmış cahiliye zamanı bırakamamış demek ki. İslam'da da yasaklandı içki. O zaman 'içme' denmiş, içmiş galiba. Bu şeyden vazgeçsin diye cezalandırılmış. Cezalandırıldığı sırada birisi de "Allah’ın laneti senin üzerine olsun günahkâr herif" filan gibi sözler söylemiş, kızmış yani. Niye böyle sarhoşluk yapıyorsun diye.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"Ona lanet etme, lanetle konuşma, lanet dileme, beddua etme. Çünkü o Allah’ı ve Resûlullah’ı sever." buyurmuş. Demek ki Resûlullah’ı seviyormuş, Allah’ı seviyormuş.
İçkiden de belki ondan sonra vazgeçmiştir. O zamana kadar vazgeçmemişte. Meydan dayağını yemiş yani. Ama Efendimiz söylüyor ki;
"O Allah’ı ve Resûlullah’ı sever."
Bizim de suçumuz çoktur. Kusurumuz büyüktür. Küçük yaştan beri İslamı biliyoruz. Yasakları haramları biliyoruz. İbadetleri, taatleri, sevap kazanacak yerleri, yolları biliyoruz. Ama bin bir türlü hatamız var. Yine de ama ümit kesmeyin ki Resûlullah’ın şefaati olacak.
Resûlullah’a bağlılığınız, sevginiz, saygınız tamam olsun. Aman Resûlullah’ın şefaatine uğramayacak bir duruma kendinizi düşürmeyin.
Bazı kimseler Resûlullah Efendimiz'in havz-ı kevserine doğru gelirken gelirken gelirken tam havz-ı kevseri görüyorlar, Resûlullah Efendimiz'i görüyorlar, önünü keseceklermiş, azap melekleri, zebaniler. Onları havz-ı kevserin yanına bırakmayacaklarmış. Alıp götürürlerken Peygamber Efendimiz'de;
"Bunlar benim ümmetimden, bunlar benim ümmetimden bırakın gelsinler." deyince;
"Ya Resûlullah! Senden sonra onlar neler yaptı bir bilsen? Neler yaptı bir bilsen?" diyeceklermiş. Götüreceklermiş yani.
Allah Teâlâ hazretleri bizi Resûlullah’ın sevgisinden, şefaatinden, iltifatından mahrum olacak durumlara düşürmesin. Kusurlarımızı affı mağfiret eylesin.
شَفَاعَتِي لِأَهْلِ الذُّنُوبِ مِنْ أُمَّتِي. ... خط عَنْ أَبِي الدَّرْدَاءِ.
"Şefâ’atî li-ehli’z-zünûbi min ümmetî." diye de rivayeti var. Yani günah ehli. Ehli kebairi; büyük günah demek. Ehli’z-zünûbi; günahkâr, günah ehli demek.
Sonra Şefâ’atî li ümmetî. "Ümmetime benim şefaatim olacak."
Ama nasıllarına?
شَفَاعَتِي لِأُمَّتِي مَنْ أَحَبَّ أَهْلَ بَيْتِي، وَهُمْ شِيعَتِي. خط عَنْ عَلِيٍّ.
Şefâ’atî li-ümmetî men ehabbe ehli beytî ve hüm şî’atî.
"Benim ehl-i beytimi sevenlere." Onlar benim takımımdır. Benim ehl-i beytimi sevenlere. Hanımları, kızları, torunları, damadı. Onları sevenlere. Onları sevmezse o zaman yok demek.
Diğer hadîs-i şerîf;
شُهَدَاءُ اللهِ فِي الْأَرْضِ أُمَنَاءُ اللهِ عَلَى خَلْقِهِ، قُتِلُوا أَوْ مَاتُوا. حم عَنْ رِجَالٍ مِنَ الصَّحَابَةِ.
Şühedâullâhi fi’l-ardı ümenâullâhi ‘alâ halkıhî gutilû ev mâtû.
Bu hadîs-i şerîfi Ahmed ibn-i Hanbel rivayet etmiş. "Allah’ın şehitleri, kulları üzerine tayin etmiş olduğu mübarek kişilerdir." Ümmeti kendilerine emanet ettiği mübarek, salîh kimselerdir. Yani İlmi ile amil olan evliyâullahtır. Güvenilir kimselerdir. Ümmeti Allah onlara emanet etmiştir, onlarda ümmeti korumak için canla başla çalışırlar.
Bunlar işte Allah’ın yeryüzünde şehitleridirler.
Gutilû. "İster savaşta şehit olsunlar." Ev mâtû. "İsterse yataklarında ölsünler." Çünkü bunlar itimatlı kimseler, mübarek kimseler, âlim kimseler, salîh kimseler. Ümmeti de Allah bunlara emanet etmiştir. 'Siz bunların başında bulunun. Bunları koruyun. Bu kuzucukları kurtlara kaptırmayın. Bu kimseler size emanettir' diye ümmetin emanet edildiği kimselerdir.
Allah yardımcımız olsun.
Ebû Bekîr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre [sıddîk kelimesi yok ama, o olsa gerek.]
Buyurmuş ki;
شَيَّبَتْنِي هُودٌ، وَالْوَاقِعَةُ، وَالْـمُرْسَلَاتُ، وَعَمَّ يَتَسَاءَلُونَ، وَإِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ. ت ك عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، ك عَنْهُ عَنْ أَبِي بَكْرٍ.
Şeyyebetnî hûdün ve’l-vâkı’atü ve’l-mürselâtü ve ‘amme yetesâelüne ve ize’ş-şemsü küvvirat.
Sohbetin son hadis-i şerifini İmam Tirmizî ve Hâkim, İbn Abbâs radıyallahu anhumadan, Hâkim bir de Ebû Bekîr Sıddîk Efendimiz'den rivayet etmiş.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
Şeyyebetnî. "Benim saçımı, sakalıma ağarttı."
İnsanın saçı, sakalı neden ağarır?
Bazen, duydum ben bunu, tıp kitaplarında da varmış. Bir gecede ağarırmış. Bir gecede. Bir acı haber alırmış, bir telaş, bir sıkıntı, bir üzüntü... Bir gecede, sabaha ak oluverirmiş saçları, sakaları. Bunun misalleri varmış. İnanmıyor insan. İnanası gelmiyor ama tıp kitapları yazıyor. Üzüntü, telaş, korku insanın saçını, sakalını ağartır, ihtiyarlatır, belini büker. Hatta sekte-i kalpten götürür.
Bizim fakültede bir almanca hocası vardı. Beş vakit namazda, temiz bir insan. Ufak tefek, sakin, ağır başlı, gözlüklü, efendi efendi, edepli bir insan, çok iyi. Bir yaz Ege'ye yazlığa gittiler. Yazı geçirmeye, tatile gittiler Ege'ye. Oradan kızı bir hastalık almış, gidilen yerden. Akdeniz humması mıymış, bir hastalık. On altı, on yedi yaşındaki kız çocuğu ölüverdi. Bir üzüntü, bir keder... Önce hafızası zayıfladı. Almanca bir kelime soruyorum soruyorum, bilmiyor. Ben de tam o sırada doçentim. Profesörlük imtihanına gireceğim, "Almanca beraber çalışalım hocam." dedi. Beni seviyor. Yükselişten de tanıyor.
"Hocam beraber çalışalım."
"Olur beraber çalışalım."
Kitabı alıyoruz;
"Şu kelime ne?"
"Vallahi bilmem ki."
Hatırlayamıyor. Halbuki bilmemesi mümkün değil. Önce hafızasını üzüntüden kaybetti. Ondan sonra durgunlaştı durgunlaştı, ondan sonra da birkaç ay sonra öldü, Allah rahmet eylesin. Beş vakit namazlı bir insandı. Nur içinde yatsın. Efendi bir insandı. Çocuğunun üzüntüsüne dayanamadı. Genç yaşta kızının ölmesine. Hassas bir insandı öldü.
Şimdi Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; Şeyyebetnî. "Benim saçımı, sakalımı ağarttı." Ak düşürdü; üzdü, korkuttu, telaşlandırdı, heyecanlandırdı, meraklandırdı, tasalandırdı demek.
Ne?
"Hûd suresi." Kur’an-ı Kerîmdeki Hûd suresi ihtiyarlattı.
Neden?
Çünkü Hûd suresinin içinde, "emrolunduğun gibi dosdoğru ol ey Resûlüm! Nasıl emrolunmuşan onu öylece güzelce yap. Dosdoğru ol." diye emir var.
Nasıl dosdoğru olayım? Nasıl Rabbimin rızasını kazanayım? diye telaştan.
Hûd sûresi bir.
Başka;
اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُۙ ﴿١﴾
İzâ vaka’ati’l-vâkı’a sûresi. [1]
Bunun içinde de, Allah’ın yakın kullarının, evliyâ kullarının halleri anlatılıyor. İyi kullarının, orta halli kullarının halleri anlatılıyor. Bir de cehennemliklerin halleri anlatılıyor. Nasıl zakkum ağacı, nasıl azap görecekler vesaire. O da ihtiyarlatmış. Vâkı’a süresinin içindeki âyetlerden, oradan telaşlanmış Efendimiz.
وَالْمُرْسَلَاتِ عُرْفًاۙ ﴿١﴾
Ve’l-mürselâti. [2]
Mürselât sûresi ihtiyarlatmış. Amme’den önceki sûre. Ve Amme yetesâelûne. Amme süresi. Bunda da hangi âyet var en mühim olarak?
وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا ﴿٤٠﴾
Ve yekûlü’l-kâfiru yâ leytenî küntü türâbâ. (78/Nebe’ 40.)
Âhirette hesaba çekilince, kâfir diyecek ki; "keşke doğmasaymışım. Anam beni doğurmasaydı. Keşke insan olmasaymışım. Keşke toprak olsaymışım." diyecek. O kadar şiddetli.
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْۙۖ ﴿١﴾
İze’ş-şemsü küvvirat. [4]
Bu da kıyametin hallerini anlatıyor. Güneşin nasıl harareti sönecek? Nasıl dağlar hallaç pamuğu gibi atılacak? O kıyamet sahneleri neler olacak? Onları anlatıyor.
İşte bu sûreler ve bunlardaki azapları tasvir eden âyetler, şiddetli emirler beni ihtiyarlattı diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Peygamber Efendimiz, Allah’ın en sevdiği kuluydu. Ama şaşılacak bir şeydir Allah’tan en çok korkan kuluydu. Allah’ın kulları içinde en korkan kuluydu. En çok korkan kuluydu. Emrini tutmaya en gayretli kuluydu. İbadeti en çok yapan kuluydu. En dikkatli kuluydu. Makamlarda kolay kazanılmıyor. Tabi Allah vergisi ama sabahlara kadar kimi duydunuz ki siz namaz kılarken ayakları şişsin de ağrısın. Bir gece yarısına kadar bir secde, ikinci secdeyi de sabaha kadar tesbih ederek, secde halinde dua ede ede geceyi geçirsin. Hanımlarına rica ederek "bu gece bana müsaade eder misin? Sohbet etmek de hakkın ama Rabbim'e ibadet etmeme müsaade eder misin?" deyip sabahlara kadar ibadet etti. Kimsenin takat getiremeyeceği, yapmadığı, yapamayacağı şekilde güzel ibadet eylemiş.
Kendisine indirilen âyetleri ilk önce ve en kuvvetli şekilde inanan Peygamber Efendimiz. Ondan sonra Ebû Bekîr Sıddîk Efendimiz. O da "Resûlullah böyle söylediyse tamamdır." deyip, tasdik etmişnbir mübarek insan. Artık daha sonrakiler, daha sonrakiler, daha sonrakiler, durumları zayıf olanlar:
"Şu şöyle mi ki? Bu böylemi ki? Allah niye bunu böyle emir etmiş? Biye bunu yasaklamış?"
Hepsinin sebebi var. Hepsinin hikmeti var. Hepsi yerli yerinde. Hepsi güzel de ama mümin insan, Allahı seven insan. Allah’ın halis, salih kulu, hemen teslim olur. Sebep araştırmaz.
Ne olacak yani sebep araştırırsan, beğenmesen? Arkanı dönüp gidecek misin?
Ne bu pazarlık?
Ne bu itiraz?
İlk önce bir teslim ol bakalım. Cenâb-ı Hakk sana hikmetlerini gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın sana ihtiyacı yok. Senin Cenâb-ı Hakka sonsuz ihtiyacın var. Her şeyin Cenâb-ı Hak. İhtiyacını anla. Cenâb-ı Hakkın lütfunü kavra. Cenâb-ı Hakkı sev. Cenâb-ı Hakkın nimetlerine karşı müteşekkir ol. Edebini takın. Cenâb-ı Hak'ta senin kalbini nurlandırsın, gözünden perdeleri kaldırsın. Bak her şeyi o zaman nasıl görürsün. Her şeyin esrarını o zaman nasıl anlarsın.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi gönül gözü açık kullarından eylesin. Arîf kullarından eylesin. Âşık-ı sadîk kullarından eylesin. Cennetiyle, cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin. Dünyada iyi Müslümanlar olarak yaşayıp, ahirette de iyi kul olarak cennetine girenlerden, habib-i edîbine komşu olanlardan, cemalini görenlerden, rıdvân-ı ekberine erenlerden eylesin.
Bi-lütfihi ve keremihî, ve bi hurmetihi esrar-ı sûreti’l Fatiha.
[1] 56/Vâkı’a 1.
[2] 77/Mürselât 1.
[3] 78/Nebe’ 1.
[4] 81/Tekvîr 1.