Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn, hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Hamden kemâ yenbeğî li celâli vechihî ve li azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve şefîi’l-müznibîn ve eşrefü’l-mürselîn Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Birincisi, Allahu Teâlâ hazretleri ibadetlerinizi kabul etsin. Dualarınızı müstecâb eylesin. Dünyada ahrette, neleri istediyseniz, lütfuyla keremiyle sizleri, dünya ve âhiretin hayırlarına erdirsin.
Birinci hadîs-i şerîfi, Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten ve Semûre radıyallahu anh’ten, Hulvânî rivayet eylemiş ki; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyuruyorlar:
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَعْلَمَ مَا لَهُ عِنْدَ اللهِ، فَلْيَعْلَمْ مَا لَهُ عِنْدَهُ
Men serrehû en ya’leme mâlehû inda’llâhi fe’l-ye’lem mâ lehû indehû.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kal.
Bu çok yüksek bir konu. Bu hadîs-i şerîfin konusu; çok derin bir konu, çok geniş bir konu, çok yüksek bir konu, çok önemli bir konu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, buyuruyor ki; Men serrehû en ya’leme mâlehû inda’llâh. “Kim Allah’ın yanında, Allah’ın huzurunda kendisinin kıymeti ne, ona neler var, ne mükâfâtlar var, Allah’tan ne muamele görecek, Allah onu seviyor mu sevmiyor mu, bunu bilmeyi istiyorsa, bunu bilmekten memnun olacaksa, sevinç duyacaksa.”
Tabi hepimiz isteriz. Acaba namazlarımız, kabul oldu mu? Acaba dualarımız, kabul oldu mu? Acaba günahlarımız, affolundu mu? Acaba Allah, bizi seviyor mu? Acaba Allah bizden razı mı? Yoksa Allah’ın gazap ettiği, sevmediği kimselere benzeyen, taraflarımız mı var? Allah saklasın. Sevmediği huylarımız var mı? Bizim Allah yanındaki hâlimiz, durumumuz, derecemiz, mertebemiz nedir? Çok mühim değil mi?
Hayatın, faaliyetlerimizin, çalışmalarımızın amacı ne? Neden yaşıyoruz? Neden ibadet ediyoruz? Neden müslümanız? Müslümanlıkta ibadetlerimizi yaparken, amacımız ne? Ne kazanmak istiyoruz?
Allah’ın rızasını kazanmak istiyoruz.
Nasıl anlayacağız bunu? Anlama imkânımız var mı? Anlamamız mümkün mü? Acaba Allah bizi seviyor mu sevmiyor mu? Allah yaptıklarımızdan hoşnut mu, razı mı? Allah, bize nasıl muamele edecek? Allah’ın yanında hâlimiz, derecemiz ne?
“Birisi bunu öğrenmek istiyorsa, öğrenince memnun olacaksa, sevinecekse, bunun ölçeği şudur:” diyor, Peygamber Efendimiz.
Fe’l-ya’lem mâ lehû indehû. “Bilsin, baksın, Allah’a karşı, kendisinin duyguları nasıl?”
Allah’a karşı, içinde neler var? Allah’a karşı ibadetindeki, samimiyeti ne? Allah’a karşı sevgisi ne? Allah’ın dinine bağlılığı ne? Allah’ın emirlerini sevmesi ne? Allah’ın ahkâmına rızası ne?
“Ona baksın. Allah’ın yanında, onun derecesi, tam onun gibidir.”
O, Allah’ı ne kadar seviyorsa, ona göre Allah da onu seviyor. O, Allah’ın dinini ne kadar seviyorsa, Allah ondan o kadar hoşnut ve razı. O, Allah’ın emirlerine, yasaklarına ne kadar çok riayet ediyorsa Allah da ona o kadar mükâfât verecek.
Demek ki kulun durumuna göre...
O halde ne yapmamız lazım?
Her hareketimize, her sözümüze, hatta her düşüncemize, kafamızda neyi düşündüğümüze dikkat etmemiz lazım. Yaptığımız ibadeti, çok dikkatli yapmamız lazım. Namazı, çok şuurlu kılmamız lazım. Günümüzü çok şuurlu, geçirmemiz lazım. Çok dikkatli insan, olmamız lazım, dikkatli müslüman olmamız lazım.
Evliyâullah büyüklerimiz rahmetullahi aleyhim ecmaîn kaddesallahu ervâhahüm diyorlar ki;
Sağlam bir müslüman, ârif bir müslüman, ihlaslı bir müslüman ne yapar?
Her nefes alış verişini, şuurlu olarak yapar, gafil olarak yapmaz. Gafletle nefes alıp vermez. Cahillikle, dalgınlıkla nefes alıp vermez. Her an şuurlu.
Hûş der dem Farsçası; eş-şuur fî külli nefes. “Her nefeste, şuurlu olmak.”
Muhterem kardeşlerim!
Çünkü, şeytan aleyhillâne pusudadır.
اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
İnne’ş-şeytâne leküm adüvvün mübîn. [1]
اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّاۜ
İnne’ş-şeytâne leküm adüvvün fe’t-tehizûhü adüvvâ. [2]
Şeytan sizin düşmanınız, aşikâr.
İnne’ş-şeytâne leküm adüvvun mübîn. “Şeytan apaşikâr bir düşman.”
Şeytan pusudadır, beklemektedir, çevrenizdedir, fırsat kollamaktadır. Gafleti yakaladığı zaman, yapacağını yapar.
Bu neye benziyor?
Yumruklaşmak için, karşı karşıya gelmiş iki yumrukçuya benziyor. Bir an açık verse ne yapar? Karşı taraftan bir yumruk yer, yere serilir, hakem başlar saymaya: Bir, iki, üç...
Niye?
Bir an açık verdi, öteki de kollayıp duruyor zaten değil mi? Dikkatle bakıp duruyor. Bir tane vurdu, aşağı devirdi. Açık vermemek için kendilerini nasıl kolluyorlar.
Şeytan çok tecrübelidir, biz çok tecrübesiziz. Şeytan insanı aldatmakta çok tecrübeli. Şeytan görünmüyor. Bizi görüyor, biz onu görmüyoruz.
اِنَّهُ يَرٰيكُمْ هُوَ وَقَب۪يلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْۜ
İnnehû yerâküm hüve ve kabîlühû min haysü lâ terevnehüm. 3
Bu fena! Biz düşmanımızı görmüyoruz, düşmanımız bizi görüyor. Sonra şeytan, insanın damarlarında da, içinde de dolaşıyor. İçinden de fikir aşılayabiliyor, vesvese verebiliyor. Kalenin içinde de adamı var bunun! Hem kalenin etrafını kuşatmış, hem de içinde de adamı var. Çünkü şeytân ve cünûdühû şeytan var, bir de ordusu var, tek değil.
Şeytan ve ordusu var, hizbi var, hizbü’ş-şeytân, şeytanın partisi var, taraftarları var. Hepsi birden senin etrafında düşman. Seni muhasara etmişler. Sen gafil olursan, aldanırsan, dikkat etmezsen şeytan aldatır.
Nasıl aldatır?
Harama baktırır, gözünü harama kaydırır.
قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ
Kul li’l-mü’minîne yeğuddû min ebsârihim ve yehfezû fürûcehüm. [3]
Halbuki müslümanın, harama bakmaması lazım, namusunu koruması lazım. Bir anda sizi gaflete düşürür, size ibadetinizi kaçırttırır. Saate bir de bakarsınız, “Eyvah, hoca cemaatle namazı kıldı! Tüh ya, oturmuş kalmışım, sohbete dalmış kalmışım!”
Bak şeytan, gaflete düşürdü, aldattı. Onun için bir an bile boş durmaması lazım, müslümanın uyanık olması lazım, uyumaması lazım,
İnsan uyuduğu zaman sorumluluk yok. Çok hoş bir şey.
Uyuyan insana sorumluluk var mı?
Yok. Uyuyor.
Mimmen mâ lehû mine’l-mes’ûleti.
Mesuliyeti yok; uyuyor çünkü. Uyuduğu zaman mazurdur, ama ayakta iken gaflet ederse o zaman hapı yutuyor, şeytan kandırıyor. Uykuda iken mazur oluyor da ayakta iken gaflet ettiği zaman şeytan kandırıyor. Onun için duygularına bile, dikkat etmesi lazım.
Benim içimden, hangi duygular geçiyor? Kafamda, şu anda neleri düşünüyorum? Canım neyi istiyor?
Hani “Canım istedi.” diyoruz ya, o “Canım istedi.” Sözünün, arkası çok mühim:
Senin bu canım nerede? “Canım” dediğim ne? O istek nereden geliyor? Senin canından geliyor, nefsinden geliyor.
اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ
İnne’n-nefse le emmâretün bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî. [4] “İnsanın canı, nefsi, insana kötülükleri çok emreder.”
İnne’n-nefse âmiretün bi’s-sûi demiyor, le emmâreküm bi’s-sûi diyor.
Emmâre ne demek? Âmir ne demek?
Âmir, “emreden” demek. Emmâr, le emmâre “çok çok çok emreden” demek. “İşi mesleği,her zaman kötülüğü emretmesi” demek.
Nefis; insana, kötülükleri çok çok emreder, daima her zaman emreder. Huyu bu, hâli bu, bunu meslek edinmiş, işi gücü kötülüğü emretmek. Nefsinden de gelir, nefs-i emmâresinden de gelir. En aşağı, en katı, en sert, en terbiye edilmemiş nefisten de gelir, şeytandan da gelir.
Şeytan da insana içinden, duygular verir; içindeki duygulara kapılır, bir şey yapar. Sanır ki kendisi yapıyor.
Vay şaşkın vay! Sen onu kendin mi yaptın sanıyorsun? Şeytan seni kandırdı. Kandırdı da sen hiç işin farkında değilsin.
اِذْ قَالَ لِلْاِنْسَانِ اكْفُرْۚ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِنْكَ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَم۪ينَ
İz-kâle li’l-insâni’kfür. “Şeytan insana der ki; ‘Kâfir ol, küfre gir, seni küfre düşürecek işi yap.’ Teşvik eder.” Fe-lemmâ kefere. “İnsan kâfir olunca.” Kâle innî berîün minke innî ehâfu’llâhi rabbi’l-âlemîn. “‘Benim seninle hiçbir ilişkim yok, bak kendin yaptın. Ben sorumluluk kabul etmiyorum. Ben Allah’tan korkarım.’ der.”
Bire insafsız mel’un! Allah’tan korksaydın, beni kandırır mıydın? Allah’tan korksaydın Allah’ın emrine âsi gelir miydin?
Allahu Teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselam’a secde etmesini emrettiği zaman, şeytan akıl mantık yürüttü, iddia ile ortaya çıktı:
اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۜ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ
Ene hayrun minhü halaktenî min nârin ve halaktehû min tıyn. [5] “Beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın. Ben ondan hayırlıyım!” dedi, Cenâb-ı Hakk’a karşı geldi, âsi oldu.
İnsanı küfre düşürür de ondan sona karşısına geçer; “Kendin yaptın, benim seninle ilgim yok, sorumlu sensin!” der. Günahı işlettirir de karşısına geçer, güler.
Onun için bir an, gafil olmamak lazım. Her an içindeki düşüncelerini, takip etmesi lazım: “Ben ne yapıyorum, ne düşünüyorum?”
Bir kere, Allah celle celâlühû’yü seven ne yapar?
Bir, Resûlü’ne ittibâ eder.
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
Kul in küntüm tuhibbûna’llâhe fe’t-tebiûnî yuhbibkümu’llâh. [6]
âyet-i kerîmesi kesin.
Sen Allah’ı seviyor musun?
Ben Allah’ı seviyorum.
Senin hayatında, yaşamında, düşüncende, sözünde, davranışında, ailevî durumunda, kazancında hiç Resûlullah’a benzer hâlin var mı?
Allah’ı sevmeyi, herkes iddia edebilir:
“Ben Allah’ı seviyorum!”
Benim de dedem, şöyleydi böyleydi!” der.
Dedenin kazancı, dedene. Dedenden sana ne? Sen hapı yutmuşsun, günaha batmışsın, kuma yatmışsın. Bir de; “Allah’tan korkarım!” diyor, “Ben daha iyi müslümanım, sen sofusun.” diyor, “Sen katısın, ben yumuşağım, müsamahalıyım. İslâm müsamaha!” diyor.
Hadi oradan! İslâm’da müsamahanın sınırı var, İslam’her şeyin sınırı var, her şeyin ölçüsü var. Evet, müslüman müsamahalıdır, müslüman kardeşine karşı yumuşaktır.
اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ
Eşiddâü ale’l-küffâri, ruhamâü beynehüm. [7]
Amma Allah’ın emirlerinin uygulanması konusunda Müslüman, çok dikkatlidir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, en çok ne zaman kızardı? Şahsı için kızmazdı. Şahsına yapılan şeylere, müsamahalı ve sabırlı davranırdı. Birisi yakalamış Peygamber Efendimiz’in yakasını, öyle sıkı tutmuş ki; “Yâ Resûlallah!” diye, boynunu sıkıyor.
Peygamber Efendimiz, şahsı için kızmazdı. Amma! Allah’ın bir emri çiğnendi mi şurasındaki damarı kabarırdı, kıpkırmızı olurdu. Şurada bir damarı vardı; çok kızdığı zaman, kıpkırmızı olurdu. Oradan “Resûlullah çok kızdı.” diye, herkes anlardı.
Allah’ın emri çiğnendiği zaman, emri tutulmadığı zaman, -ya emri tutulmadığı zaman ya da yasak olan bir şey yapıldığı zaman- celallenirdi. O zaman celalli olurdu. Her zaman yumuşak değildi.
Müslüman da öyledir, yerine göredir. Hakîmdir müslüman, hikmet sahibidir. Her şeyi uygun zamanında, yerine göre yapar.
Keloğlan gibi ters yapmaz. Tarladan geçerken, yanlış bir söz söylemiş, bir sopa atmışlar. Demişler ki;
“‘Allah bolluk versin, bereket versin, daha çok olsun!’ derler.”
“Peki” demiş.
Ondan sonra biraz daha ileri gittiği zaman, bakmış orada bir cenaze var:
“Daha çok olsun, Allah daha çok versin!” diye orada da aynı lafı söylemiş. Bu sefer bir sopa da orada yemiş.
Her laf, her zaman, herkese karşı söylenmez. Her şeyin; bir hikmetle, yerli yerinde, muhkem şekilde yapılması var.
Onun için, sen Allah’ı seviyor musun? Resulü’ne uyuyor musun? Kur’an’ını okuyor musun? “Allah’ı seviyorum.” diyen, Allah’ın kelamını sevmez mi? Kur’ân-ı Kerîm’i sevmez mi?
Sen Kur’ân-ı Kerîm’i seviyor musun?
Gel bakalım.
Sen Allah’ı seviyor musun?
“Seviyorum, senden daha çok seviyorum.”
Peki, ölçüye vuralım bakalım, benden daha mı çok seviyorsun?
“Kur’an’ı sever misin, okur musun?”
Elifi görse sopa sanıyor. Uzunca bir şey, ne bu? Vallahi sopaya benziyor. Eliften haberi yok. Kur’an okumuyor, Kur’an’ın ahkâmını bilmiyor.
“Hocam, öyle değil. Ben öyle ‘Allah’ı seviyorum.’ diyen insanlar biliyorum ki; onlar profesör hem de dekan. Diyor ki; ‘Hacda millet çok sıkışık oluyormuş, haccı bütün senenin mevsimlerine yaymak lazımmış. Yaza geldiği zaman sıcak oluyormuş, her mevsime yayılması lazımmış.’ Bunu profesör söylüyor.”
Zilhicce’de olmayacakmış da, haram aylarda olmayacakmış da senenin her mevsiminde olsaymış olurmuş! Bu din adamları da çok katıymış!
Din adamlarının katılığı, kendiliğinden değil ki, Allah’ın emri böyle olduğu için...
اَلْحَجُّ اَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌۚ
el-Haccü eşhürun ma’lûmât. [8] “Hac belli aylarda” buyuruyor, Allahu Teâlâ hazretleri. Onlar da diyorlar ki âmennâ ve saddaknâ, “Evet öyledir.” diyor, kabul ediyorlar. Bu da diyor ki; “Hayır!” (el-Haccü leyse fi esirin ma’lûmât.
Ne oluyor?
Haccın aylarını değiştirmek istiyor.
Bu nedir?
Kur’ân-ı Kerîm’de cevabı var.
اِنَّمَا النَّس۪ٓيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ
İnneme’n-nesîü ziyâdetün fi’l-küfr. [9] “Haccın zamanını kaydırmak, küfürde ziyadeliktir.” diyor Allahu Teâlâ hazretleri.
Bak, profesör ama Kur’an’ı bilmiyor, “Allah’ı seviyorum.” diyor ama Allah’ın Kur’an’ını bilmiyor, Allah’ın Kur’an’ına saygı duymuyor, âyet-i kerîmeye uymuyor. Âyet-i kerîme’yi duyunca semi’nâ ve eta’nâ âmennâ ve saddaknâ demiyor. “İnandım, tasdik ettim, kabul ettim.” demiyor. Ölçüye vurdun mu o zaman susuyor. Halep oradaysa arşın burada.
“Ben Halep’te elli arşın öteye atlarım.” demiş adam. “Gel bakalım! Halep oradaysa arşın burada. Burada bir atla, görelim bakalım elli arşın atlayabiliyor musun?”
On arşın bile atlayamaz; “Elli arşın atlıyorum.” diyor. Atıyor, yalan söylüyor. Halep oradaysa arşın burada. Gel bakalım sen Allah’ı seviyor musun? Resûlullah’ı seviyor musun?
Arkadaşlar diyor ki; “Resûlullah’a, sünnet-i seniyyeye, hadîs-i şerîfe çok çatıyorlar.”
Neden?
Sünnet-i seniyye onların foyalarını ortaya çıkarıyor; onların günahlarını, hatalarını çok güzel açıklıyor da ondan. Kur’ân-ı Kerîm’den daha teferruatlı bilgiler, hadîs-i şerîfte olduğundan onu tahrip etmeye çalışıyorlar. Dinin kaynağını tahrip etmeye çalışıyorlar.
Dinimizin iki büyük kaynağı var:
Kur’ân-ı Kerîm, Kitabullah ve Resûlullah Efendimiz’in sünneti. Kur’ân-ı Kerîm’i kendi fikirlerine göre tevil edecekler. Tevil etmek için, hadîs-i şerîfi kaldırmaları lazım. Kaldıramazlarsa tevil edemezler. Çünkü hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı Kerîm’i anlatıyor. Bu sefer sünnete çatıyorlar, hadîs-i şerîflere çatıyorlar, hadîs-i şerîfleri inkâr ediyorlar, hadîs-i şerîfleri kabul etmek istemiyorlar.
Sen yalancısın! Çünkü sen Allah’ın Resûlü’nü sevmiyorsun ve Allah’ın Kur’an’ını bilmiyorsun ve okumuyorsun. Ölçek var. Ölçek olmasa herkes atar.
Herkes bir iddiada bulunur. Tımarhanede çok iddia edenler var. Kimisi diyor “Ben Neron’um, ben imparatorum.” Kimisi; “Ben Hitler’im.” diyor.
Tımarhane iyi değil. Huniyi kafasına geçirmiş, sivri tarafı yukarıda. Ondan sonra neler neler var. Tımarhaneyi gez, gör.
Her sözün delili lazım, belgesi lazım. Bir söz söylediği zaman belge lazım. Şu haram, neden? Âyet-i kerîme var. Şu yanlış, neden? Peygamber Efendimiz’in, şu hadîs-i şerîfi var. Belgeyi öne sürersin biter.
Haccın mevsimi oynar mı?
Oynamaz.
Niye?
el-Haccü eşhürun ma’lûmât âyet-i kerîmesi var.
Aylar kaydırılabilir mi?
Kaydırılamaz.
İnneme’n-nesîü ziyâdetün fil küfr.
Bitti! Kur’an’ı bildi mi, hadîs-i şerîfi bildi mi, müslüman sapasağlam durur, yalancıları anlar. Yalancıların da foyası ortaya çıkar.
Her işimizi Kur’ân-ı Kerîm’e göre, sünnet-i seniyyeye göre yaparız ve Allahu Teâlâ hazretlerinin Kitabı’nı severiz. Allah’ı seviyoruz ya, Kur’an’ı da severiz.
Eşkiyâdan birisi ne yapmış?
Yolda giderken yere düşmüş, bir kâğıt görmüş. Eğilmiş almış. Kağıtta Bismillâhirrahmânirrahîm yazıyor. Allah’ın ismi yere düşmüş. Çamurlarını silmiş, temizlemiş. Eşkiyâ, yol kesiyor, haramî, soygun yapıyor, hırsız. O kağıdı yerden almış, temizlemiş. O gece;
“Ey filanca, sen bizim ismimize hürmet eyledin, bizim ismimizi yerden aldın, temizledin, çamurlarını sildin, benim ism-i celâlime hürmet eyledin, benim besmeleme hürmet eyledin. Ben de senin kalbini, kötü duygulardan temizledim.” diye bir rüya görüyor.
Ertesi gün bir tevbe ediyor, günahları bir bırakıyor, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna bir giriyor, evliyânın meşhurlarından birisi oluyor. Eşkiyâ iken evliyâ oluyor. Allahu Teâlâ hazretlerini seven, adını bile yerde tutmaz, adını bile kaldırır. Adını sever, sözünü sever, ahkâmını sever, kaderini sever.
Kaderi sevmeyen, takdiri sevmeyen, başına gelenlere kızıyor.
“Nedir bu hal? Benim başıma bu niye geldi?”
Bu “Allah’ı seviyorum.” dese inanılır mı?
İnanılmaz.
Neden?
Peygamber Efendimiz, hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
“Benim kaza ile kaderime razı olmayan, gitsin benden başka bir Rab, bulsun kendisine! Madem benim takdirime razı olmuyor, çıksın benim mülkümden, başka bir Rab bulsun!”
Ne demek? Nereye gidecek?
Allah sevmiyor. Allah’ın takdirini de sever, Allah’ın kaderini, mukadderatını sever.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bütün bunları göz önünde bulundurarak, kendimizi düzenlememiz lazım. Allah’ın indinde; bizim hâlimiz nicedir, derecemiz nedir, Allah bizden razı mı, değil mi?
Bunun cevabını bulmak için, kendimize bakacağız ve kendimizi düzenleyeceğiz. Kur’an’ı sevmiyorsak, sevmenin çaresine bakacağız. Resûlullah’ı sevmiyorsak, öğrenmemişsek, öğrenmeye bakacağız. Allah’ın mukadderatını, başımıza getirdiği yazgıları, kadere rıza ile karşılayacağız. Böyle olursa insan, Allah’ın sevdiği insan olur.
Uzun bir konu, derin bir konu, geniş bir konu. Ne kadar konuşsak, anlatmayı bitiremeyiz, ama kısacası bu. Ne ekersen, onu biçiyorsun. Nasıl kulluk edersen, öyle mükâfat alıyorsun. Her iş, senin kendi tembelliğinde veya gayretinde bitiyor. Her şey senden oluyor. Sen, başına belayı, kendin sarıyorsun veya Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna; gayretinle, temiz niyetinle, çalışmanla mazhar oluyorsun.
Onun için aman, çok dikkatli ol, aman! Başka şeyden medet yok, nefsini ıslah et, Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluk etmeye giriş, bu yolda öyle yürü. Başka çare yok.
el-Fâtiha...