Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdülillahi rabbilâlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l-haseneti Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emma ba’dü
Fe-kâle Resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem;
مَنْ قَالَ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُخْلِصًا، دَخَلَ الْجَنَّةَ. قِيلَ: أَفَلَا أُبَشِّرُ النَّاسَ؟ قَالَ: إِنِّي أَخَافُ أَنْ يَتَّكِلُوا
Men kâle lâ ilâhe illallâhu muhlisen dehale’l-cennete kîle efelâ übeşşiru’n-nâse kâle innî ehâfu en yettekilû.
İbnü’n-Neccâr ,Enes radıyalllahu anh’ten rivayet etmiş. Bu konuda çok hadîs-i şerîfler var da bu onların bir tanesi. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
Men kâle lâ ilâhe illallâhu. “Kim, lâ ilâhe illallah derse.” Men kâle lâ ilâhe illallâhu. Ama bir şartla. Muhlisen. “İhlâslı, içten, katıksız, safî, tertemiz olarak.” Allah var, Allah’ın şerîki nazîri yok. Lâ ilâhe illallah. “Bunu içten, ihlâslı söylerse.” İhlâs “katıksızlık, hâlislik” demek. Hâlis...
Tereyağının hâlisini sever misin?
Bayılırım hocam.
Balın hâlisini, sever misin?
Oo ölürüm biterim hocam. İkisi yan yana olursa; ekmeğin üstüne, tereyağını da balı da sürerim, ooh afiyetle yerim.
Kumaşın hâlisini sever misin?
Severim.
Altının hâlisini sever misin?
Severim.
İnsan her şeyin hâlisini, katıksızını tam [olanını] sever.
“Katıksız, safî, tertemiz birşekilde bir insan, lâ ilâhe illallah derse.” Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; Dehale’l-cennete. “Cennete girdi demektir.” Dehale mâzi sigası dikkat ederseniz, “girer” demiyor, yedhulu’l-cennete demiyor. “Cennete girdi demektir.” İşin kesinliğinden dolayı bu. Arapça dilinde, istikbalde olacak bir olayın, mâzi sigasıyla söylenmesi kesinliğini gösterir.
Men kâle lâ ilâhe illallah se-yedhulü’l-cennete, sevfe yedhulü’l-cennete dese, “İlerde cennete girecek.” öyle demiyor. “Kim ki, ihlâslı olarak lâ ilâhe illallah dedi.” Dehale’l-cennete. “Cennete girdi.”
Daha dünyadayım!?
“Girdi” demek, o kadar kesin. Arapça’nın inceliği bu. Yani o inceliği de söylemen lazım ki işin kesinliği belli olsun. Amma...
Muhterem kardeşlerim!
Bu kadar kolay amma, Allah bizi imandan ayırmasın. Allah imanımızı korusun. Allahu Teâlâ hazretleri son nefese kadar ve son nefeste, bu imandan bizi ayırmasın.
Yâ İlahî saklagıl imânımız
Verelim iman ile tâ cânımız.
Mevlid-i Şerif’te, Süleyman Çelebi ne güzel söylüyor: Yâ İlahî saklagıl imânımız.
“Sakla” ne demek?
Koru, muhafaza et demek; saklamak, korumak.
“Gıl” ne demek?
Emir takısı.
“Yâ İlahî saklagıl...” Virgil, “ver” demek, söylegil, digil, dimegil... Eskiden emrin, böyle takısı vardı eski Türkçe’de.
Yâ İlahî saklagıl imânımız
Verelim iman ile tâ cânımız.
“İmanımızı sakla, koru da iman ile şu canımızı verelim.” Son nefeste lâ ilâhe illallah Muhammedür-Resûlullah, adam gitti!..
Bakın bakalım, nabzına bakın!
Yok!
Kalbini dinleyin!
Atmıyor, gitti.
“Can kuşu, ten kafesinden uçtu.” diyorlar.
Ağlıyor millet, ya az önce konuşuyordu bu?
E iş bitti, konuşması filan kalmadı, gitti artık. İşte o en son nefeste, lâ ilâhe illallah deyip imtihanı onunla bitirmek mühim.
Neden?
Çünkü bazı hatalardan dolayı insanlar; en son âna yakın bir zamanlarda, ömrünün sonunda sapıtırsa, -işin sonu önemlidir, âhirete göçüş önemlidir- o sırada imansız oluverirse.
E hacca da gitmişti, zekât da vermişti, veyahut 74 yıl 11 ay mü’min olarak yaşadı da son bir ayda kafası bozuldu, bir şeye kızdı dinden imandan çıkacak lafları söyledi küfre düştü. Gider... Çünkü küfür evvelki amellerin hepsini siler. İrtidat etmek, İslâm’dan dönmek; eski ibadet, taat, hayır, hasenât hepsini siler, yok eder, birşey kalmaz. Bir insan irtidat etti mi yani dinden çıktı mı, döndü mü döner dönmez hepsi biter; 50 kere hacca gitse silinir, hiçbir şey kalmaz. Onun için;
Yâ İlahî, saklagıl imânımız. “Yâ Rabbi! İmanımızı koru, şeytana kaptırtma, aldatma!” Çünkü şeytanın çeşitli oyunları, çok oyunları vardır.
Vaktiniz varsa, fıkralar bile anlatabilirim.
Necmeddîn-i Kübrâ... Büyük evliyâullah, efendilerimizin büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin bir menkabesi. O devrin alimlerinden çok büyük bir alim; ismini biliyorum ama söylemiyorum, gıybet gibi olmasın diye mahsustan söylemiyorum. İsmini biliyorum; tefsir kitabı, hadis kitabı, fıkıh kitabı yazmış, yüzlerce eseri var... Kitapları açsan, o kişinin çok eserleri var ama tasavvufu öğrenmemiş. Öteki ilim dallarında okumuş, öğrenmiş, icazet almış, alim olmuş, kitap yazmış, tasavvufu bilmiyor.
Necmeddîn-i Kübrâ kaddesallahu sirrahu’l-aziz hazretleri büyük evliyâ, tarikat pîri. Eserlerini okursanız, derinliğine dalarsanız bayılırsınız. O kadar, o kadar mühim bir zât. Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerine gelmiş demiş ki;
“Efendim ben; ulûm-u şer’iyyenin pek çoğunda çok derin bilgiler elde ettim, kitaplar yazdım. Benim kitapları herkes beğenir, okur hocam. Yalnız, tasavvuf hakkında bilgim yok. Siz bu işin en büyük üstadısınız, beni talebeliğe kabul edin. Bana şu tasavvufu siz öğretin!” demiş. Necmeddîn-i Kübrâ, gayet sakin;
“Olur evladım.” demiş, “Olur evladım, olur. Olur ama, bir şeyi ben sana işin başından peşin söyleyeyim. İşin başında peşin söyleyeyim bi,l yani sonradan pişman olma.” demiş.
“Nedir hocam?” demiş.
“Yani belki dayanamazsın, başındandan söyleyeyim de bil. Bana intisap eder etmez, bana talebe olur olmaz, o senin evvelce söylediğin bütün bilgiler, kafandan silinir kafan bomboş kalır, cıırt hepsi silinir. Buna razıysan olur, hay hay ben, sana tasavvufu öğreteyim, pekâlâ. Bunu bir düşün, razıysan intisap et.” demiş.
O zât bir düşünmüş, ooo insanların arasında, bilgisi ile geziniyor, bilgisinden dolayı hürmet görüyor; hiçbir şey bilmeyecek, sıfır. Soracaklar hiçbir şey bilmiyor; ne tefsir, ne hadis, ne fıkıh, ne kelâm kaldı, bir tasavvufu öğrenmek uğruna, bütün ilimler gidecek.
“Hocam, ben bu işi bir düşüneyim.” demiş huzurundan çıkmış, bir daha da gitmemiş. Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, giderken arkasından gülmüş, tebessüm etmiş.
Aslında ne demek istedi, mübarek?
Sen ilmine mağrursun, kitaplarınla övünüyorsun, onlarla bu yolda yürünmez; bu kibirle, bu ilimden doğan nahvetten, kendini beğenmişlikten dolay,ı burada ileriye gidilmez. Allah kibirlileri sevmez. Kalbinde zerre kadar kibir olanı, Allah sevmez onun için onların hepsinden geçmen lazım ki ilerleyebilesin, yoksa ilerleyemezsin. Onun için sileceğim, kafandan hepsi silinecek demiş.
Sonra adamın azıcık bilgisi oldu mu başlar ,bu neden böyle? Niçin böyle? Öyle yapmasak şöyle yapsak olmaz mı?
Hapı yutar. Hapı yutar, çünkü hem bilmiyor hem de ukalalık ediyor. Hocaefendi onların hepsini bildiği halde ona şöyle yap, böyle yap diyor. Yani alim olan insanın,edepli durması zordur, biraz kitap okumuşsa, nasara-yensuru çekmişse.
O zât da geçememiş, “Hocam ben bu işi bir düşüneyim.” demiş Necmeddîn-i Kübrâ kaddesallahu sırrahul aziz’in yanından ayrılmış.
Anlıyorum ben vaziyeti, gayet iyi, çok iyi hissediyorum, anlıyorum. İlminden vazgeçemedi, halbuki vazgeçmek, yani tam teslim olmak gerekir. Tam teslim olmayınca feyz alamaz. Teslim olmadığı için alamaz. Hem de layık olmadığı için de, mürşid-i kâmil de vermez. O vartayı atlatamadığından, o engeli geçemediğinden vermez.
Biliyorsunuz ilim, Cenâb-ı Hakk’a ulaşma yolunda bir perdedir. Bilmem biliyor musunuz, belki de bilmiyorsunuz. İmam Gazzâlî Arifler Yolu isimli kitabında, Minhâcu’l-ârifin’de belirtir. Allah’a ulaşmada; Cenâb-ı Hakk’a ulaşmada 10 tane ana engel vardır. Kul, o engellerden dolayı Cenâb-ı Hakk’a ulaşamıyor. Engellerden bir tanesi cehalettir, cahil olan ulaşamaz. Amma bir noktada da ilim de engeldir, ilminin kibirini, nahvetini, ucubunu terk edemeyen, Cenâb-ı Hakk’a yine ulaşamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak mütevazı kulları sever.
مَنْ تَوَاضَعَ لِلهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ
Men tavada’a refa’ahullahu ve men tekebbere vada’ahullahu. “Allah indirdi mi aşağıya, kimse kaldıramaz. Allah bir kimseyi indirdi mi kimse kaldıramaz.”
Onun için Üftâde hazretlerine, Bursa’nın kadısı Aziz Mahmud Hüdâyi hazretleri geldi.
Neden geldi?
O da uzun bir hikâye, onu şimdiye sığdıramayız. İki karpuz bir koltuğa sığmaz. Necmeddîn-i Kübrâ kaddesallahu sırrahû Efendimiz’in hikâyesine başlamışken, Üftade hazretlerinin hikâyesi bir koltuğa sığmaz.
Amma kısaca söyleyelim ki; Bursa kadısı Üftade hazretlerine gitti, mürid olmak istedi.
Üftade hazretleri de Bursa’nın koca kadısına, baş kadısına, devletten şu kadar sarı altın maaş alan, şu kadar selahiyetli, kocaman cübbeli, sırmalı cübbeli, koca kavuklu kadısına, ne vazife verdi biliyor musunuz?
“Sokaklarda, çubuklara ciğer takacaksın ciğer satacaksın.” diye ciğer satıcılığı verdi. Mezbahadan gidecek ciğerleri alacak, çubuğa, çubuğun çivilerine takacak, kediler arkasından, “Miyaav, bana da bir parça versene?” diye gezerken o da “Ciğer satıyorum!” diyecek, mahalleden kadın; “Ciğerci baba, şuradan bana yarım okka taşsız tarafından karaciğer ver.” diyecek, kanlı ciğeri kesecek ona verecek filan. Veya “Bir takım ciğer ver.” diyecek, o da sallaya sallaya, kanını damlata damlata verecek.
Bu vazifeyi verdi, daha başka vazifeler geldi…
Necmeddîn-i Kübrâ kaddesallahu sirrahu’l-aziz Efendimiz giderken arkasından ona gülmüş;
“Evet, o ilimleri alırdık alırdık amma...” demiş. O çıktıktan sonra söylüyor tabii, onu imtihan için söyledi, başı eğik kaşının altından ona bakıyor, onun gönlünün duygularını takip ediyor. “Evet, onun ilimlerini alırdık kafasından, kafası bomboş kalırdı ama alırdık alırdık ama daha alasını verirdik! Teslim olsaydı bozuklarını alırdık, sapasağlamını, gerçek, güzel ilimleri verirdik.” demiş. O gitmiş...
Bu işin ikinci faslı; o alimin, o gelip de talebe olamadan geri dönen kişinin ölüm zamanı gelmiş. Hızlı hızlı nefes alıp vererek yatakta can çekişiyor, ölmek üzere, son zamanı... Şeytan karşısına dikilmiş;
“Sen müslüman mısın?” demiş.
Elbette müslümanım.
“Nereden belli?” demiş.
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû.” demiş.
“Hıh!” demiş şeytan, “Hıh, nereden belli bu, böyle olduğu?” demiş.
“Ee!.. Bu konuda; benim falanca kitabımda yazdığım falanca mesele var, filanca delil var ondan dolayı.” Şeytan kaşını kaldırmış;
“İyi ama, ona falanca ,şöyle bir itiraz etmiyor muydu? Onu bilmiyor musun?” demiş.
Vay be! Şeytan da bilgili. O zaman, onun cevabı var ama, bakmış ki paniklemiş yani. İkinci delile geçmiş;
“Allah’ın varlığı ile ilgili bir de şu delil var.” demiş.
Tamam iyi ama, onada filanca mezhep hani şöyle bir itiraz ediyor ya?
“E başka bir delil var.” demiş
Yani şeytan, ısrar etmiyor, münakaşa etmiyor, ölüm halinde itirazı ortaya atıveriyor, kafayı bulandırıyor, o da bocaladığı için öteki delile geçiyor.
Sonunda bütün deliller bitmiş, şeytana söyleyecek sözü kalmamış, başlamış bocalamaya... Son nefeste! Yani şeytan ,Allah’ın varlığında birliğinde tereddüde düşürdü, kafasına vesveseleri soktu, en son anda başlamış tereddüde. Dünyada iken, böyle herkes ile konuşurken, camideyken eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû, demek kolay.
O ölüm anında; o acıların içinde, bir insanın ölmesi esnasında, bin tane kılıç darbesi yemesinden daha çok acı çektiğini hadîs-i şerîfler bildiriyor. Kolay değil! Peygamber Efendimiz’in zamanında o acılardan intihar edenler, dayanamayıp intihar edenler var. İslâm ordusunda çarpışan bir kimse savaşırken, savaşırken, savaşırken yaralanmış, yaralanınca acısına dayanamamış kılıcın sapını yere koymuş sivri yerini -göstermek gibi olmasın- göğsüne dayamış, kendi kılıcı üstüne “hart” diye bir abanmış [kılıç] kalbine kadar [girmiş] ölmüş.
Ne oldu?
Cehennemlik oldu. Acısına dayanamadı.
Hâsılı; Allah’ın yardımını dileriz, Allah imanımızı korusun, son nefeste kaybettirmesin.
Allah iman selametliği versin.
Bir de Almanya’da duyduğum bir hikâyeyi [anlatayım.] Kreyfeld camiine, Cuma namazına gitmiştim, orada hatip söyledi, o da bana çok tesir ediyor.
Bu hutbeyi okuyan hatibi, “Hocam birisi ölüyor ,başına gel, telkinde bulun.” filan diye ölmek üzere olan bir adamın yanına çağırmışlar. Bu hoca oraya gitmiş; kendisi anlatıyor yani hatib hutbede anlatıyor bunu.
“Yanına oturdum, yavaş yavaş ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ de, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedür-Resûlullah’ de filan diye böyle, yavaş yavaş telkin ediyorum.” diyor hoca; “O çok fena bir halde, kan ter içinde, beni duymuyor.” diyor. “Duymuyor, böyle hırıl hırıl, hırıltı çıkıyor. Sonra bir ara gözünü açtı, kızgın bir şekilde bana baktı.” diyor.
Öyle gözlerini belertmiş, belertmek ne demek?
İrileştirmek.
Gözlerini kocaman kocaman açıp, böyle kızgın bir şekilde; “Ne ısrar ediyorsun be hoca! Görmüyor musun, söylemek istedikçe şu adam kantarın topuzunu boğazıma sokuyor, söyleyemiyorum!” demiş. “Kantarın topuzunu boğazıma sokuyor.” demiş ve o esnada ruhunu teslim etmiş.
Hoca kendisi anlatıyor yani, kendisinin başından geçen olay. Hoca donmuş kalmış, adam öldü, kadın da duymuş, karısı da kapıdan bakıyor duruma. Yanından çıkarken;
“Ya bacım ,bu ne hâl? Senin kocanın bu hâli, bu ne hâl?” demiş.
Muhterem kardeşlerim!
Çok tesir etti bana, az değil çok tesir etti bu anlatılan olay.
“Bu ne hâl?” demiş. Kadın;
“Ah hocam ah! Ben bu herife çok söyledim ama beni dinlemedi. Bu ölen, kocama çook söyledim ama benim sözümü dinlemedi. Bu benim kocam bakkaldı. İki tane kantarı vardı. Hileli iki kantarı vardı. Bir kantarla alacağı malları tartardı, 100 kiloda 10 kilo eksik tartardı. Yani 100 kiloluk malı 90 kilo gösteriyor, 10 kilo daha vereceksin diyor malı çok alıyor. Kantar hileli, 100 alacak yerde 110 alıyor. Satıcı ,kantarı inceleyecek değil ya, gel şunu muayene edelim diyecek değil ya! Köylü mesela tarladan toplamış, götürüyor bakkala veriyor malı, bir çuval fasülye veriyor, az gösteriyor çok mal alıyor. Bu bir hilesi, birinci hilesi bu. İkinci hilesi de satarken ki kantarı, o da çok gösteriyormuş az tartıyormuş. Yani 100 gösteriyorsa 90, böylece arada ,kantar hilesinden menfaat sağlıyor, cehennem menfaati...
Bismillâhirrahmânirrahîm.
وَيْلٌ لِلْمُطَفِّف۪ينَۙ ﴿1﴾ اَلَّذ۪ينَ اِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَۘ ﴿2﴾ وَاِذَا كَالُوهُمْ اَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَۜ ﴿3﴾ اَلَا يَظُنُّ اُو۬لٰٓئِكَ اَنَّهُمْ مَبْعُوثُونَۙ ﴿4﴾ لِيَوْمٍ عَظ۪يمٍۙ ﴿5﴾ يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ
Veylün li’l-mutaffifîn ellezîne izektâlû ale’n-nâsi yestevfûne ve izâ kâlûhüm ev vezenûhüm yuhsirûne. Elâ yezunnü ulâike ennehüm meb’ûsûne li-yevmin azîm. Yevme yekûmünnâsi li-rabbi’l-âlemîn. [1]
Bu Mutaffifîn sûresi; kantarda hile yapanlar hakkında.
Bak nasıl öldü? Bak iki hileli kantarın sahibi, bakın son devirde [nefesinde] nasıl gitti?
Belki namaza da gitti, cumaya da gitti, oruç da tuttu vesaire ama şu son fenalığına bakın muhterem kardeşlerim!
Allah’a sığınalım, Allah bizi korusun. Hatalı iş yapmaktan, günahlı iş yapmaktan korusun. Kendisine güzel kulluk etmek de yardım eylesin bize.
Peygamber Efendimiz; “Lâ ilâhe illallah diyen, muhlis, ihlaslı bir şekilde diyen cennete girecek.” diyor. Kîle. “Denildi ki.” Efelâ übeşşiru’n-nâse. “Ben bunu gidip insanlara müjdeleyeyim mi yâ Resûlallah?” denildi Peygamber Efendimiz’e. Kâle. “Peygamber Efendimiz buyurdu ki.” İnnî ehâfu en yettekilû. “Ben korkuyorum ki, bu müjdeye güvenirler de tembelleşirler, ibadetlerinde gevşerler.” ondan korkuyor yani “Müjdeleme.” demiş. Gerçek bu ama “Söyleme.” demiş.
Üçüncü hadîs-i şerîf.
مَنْ قَالَ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ وَمَدَّهَا، هُدِمَتْ لَهُ أَرْبَعَةُ آلَافِ ذَنْبٍ مِنَ الْكَبَائِرِ
Men kâle lâ ilâhe illallah ve meddehâ hüddimet lehû erba’atü âlâfi zenbin mine’l-kebâiri.
Enes radıyalllahu anh’ten İbnü’n-Neccâr rivayet etmiş.
“Lâ ilâhe illallah’ı, Laaaa ilaaahe illallaaah diye uzatarak, uzatmaları ile böyle bastıra bastıra, uzata uzata kim söylerse, onun büyük günahından 4.000 tanesi silinir.”
Onun için ;farz namazların arkasından 10 defa lâ ilâhe illallah diyoruz ya, işte onlar çok günahları sildiriyor. Böyle günde 100 defa, lâ ilâhe illallah diyen mahşer yerine yüzü dolunay gibi [gelir.]
Gidin dışardan bulutların arasından ayı görün, böyle yusyuvarlak.
Günde 100 defa; lâ ilâhe illallah demeye devam eden, mahşer yerine yüzü öyle dolunay gibi parlayarak gelecek.
Onun için siz de günde 100 defa lâ ilâhe illallah demeyi ihmal etmeyin.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle, kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini ,her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde ,şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da; edebimizi muhafaza edip, takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ. Ve Habîbihi’l-müctebâ. Ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.