Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdülillâhirabbi'l-âlemîn. Hamdenkesîrantayyibenmübârekenfîhialâ külli hâlin ve fî küllî hîn. Es-Salâtüve's-selâmualâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve tâciru'ûsinâ ve tabîbikulûbinâMuhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahu bi-ihsânin ecmâine't tayyibine't tâhirîne ecmâin.
Bizi, her türlü hayrın, fütuhât ve füyûzâtın kaynağı olan İslâm dinine bağlı; mü’min ve müslümanlar eyleyen yüce Rabbimiz’e sonsuz hamd ü senâlar, nihayetsiz şükürler olsun...
Dileriz ki Rabbimiz bizi iman ve ihsan üzere yaşatsın; hak yolda mü’min-i kâmil olarak can verip, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasîb ü müyesser eylesin...
Hepinize, en derin saygılarımı sunar, herbirinizi sevgiyle kucaklar ve selamlarım. Allah’ın rahmeti bereketi ihsanı, ikramı üzerinize olsun. Mevlâm gönüllerinizin meşru bütün muradlarına sizleri erdirsin. İki cihanda cümlenizi, aziz ve bahtiyar eylesin.
Engin tarihimizin bir sayfasıdır, bizim mâzimizdir. Daha önceki bize ait devletlerin de devamıdır. İsimler değişmiş ama millet, tarih aynı.
Fatih’in kişiliği ve fetih ruhu konuları, fevkalade önemli konulardır. Bu konuların öğrenilmesinden, çok ibretler çıkar ve çok faydalı olur.
Fatih’i ve fetih ruhunu anlatmak, kolay bir şey değil. Şerefli ve zor ama zevkli, sevaplı bir ödev ve görev diye düşünüyorum.
Fatih; bahis konusu zât-ı muhteremin sıfatıdır, doğuştan ismi değildir. Alnının teriyle kazanmıştır, Fatih olmuştur. Fâtihü’l-büldân olmuştur. Sadece Fâtih-i şehr-i İstanbul değil, Fâtih-i büldândır; birçok beldeler fethetmiş, hakkıyla Fatih sıfatını kazanmıştır. Kendisinin ismi Muhammed’dir. Peygamber-i zîşânımızın Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ismi gibi.
Han sözü de, Türk tarihinin köklü kelimelerinden birisidir, tarih kadar köklüdür. Orhun yazıtlarında “kaan” diye geçen kelimenin, şimdiki telaffuz şeklidir, aynı kelimedir. Oğuz Kağan diyoruz, Fatih Han diyoruz. Hepsi hükümdar demek.
Ben bu ismin arkasına, “han” kelimesiyle de secîli düştüğü için, bir de “cennetmekân”ı eklemeyi seviyorum. Cennetmekân, “mekânı cennet olsun” demek. Belki de, “mekânı zaten cennet” demek. Resûlullah Efendimiz’in müjdesine mazhar olmuş bir kimse; bu kadar cami yaptırmış, bu kadar fütuhât yapmış bir kimse, Allahuâlem, âhiretin ahvâlini biz nâçiz kullar bilemeyiz ama herhalde mekânı cennet olan bir insandır. Onun için “cennetmekân” sözünü de çok seviyorum. Fatih Sultan Muhammed Hân-ı cennetmekân; aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân; üzerine Allah’ın rahmeti ve mağfireti saçılsın, nisâr olsun...
Fetih, sözünden başlayalım. Çünkü iş, kelimelerden kademe kademe açılır. Derinlemesine anlamak için kelimeleri bilmek lazım! Bu, Arapça’dan bize yâdigâr bir kelimedir. Arapça’dan dilimize gelmiş bir aziz misafirdir. “Fe-te-ha” maddesinden gelir. Bu madde açmak mânasına gelir. Aslı “i”sizdir; “feth.” Ama bunu demek için epeyce Arapça okumak lazım! Biraz da Kur’ân-ı Kerîm, tecvid ve mehâric-i hurûf vs. kıraat kavâidini bilmek lazım! Zor olduğundan, halk bunu Türkçeleştirmiş, düzleştirmiş “fetih” demiştir, bir “i” ekleyerek söylemiştir.
Fetih, aslında “feth, açmak” mânasına gelir. Aynı kökten, fatih kelimesi, “o işi yapan” demektir. Buna Arapça’da ism-i fâil diyoruz. O işi yapan. Açan... Fatih de “açan” anlamında ism-i fâil.Neyi açıyor. Tabii bir takım beldelerin önümüze gerilmiş olan engellerini açıyor, o belde bizim oluyor. Onun için “Fatih” denilmiş.
Fettah ve Abdülfettah kelimesini de duymuşsunuzdur. Fettah sözü ism-i fâilin mübâlağa sîgasıdır. Arapça’da mübâlağa-i ism-i fâil derler. “Çok çok açan, çok çok fetihler yapan” demektir. Cenâb-ı Mevlâ, nice nice hayırları fethettiği için isimlerinden bir tanesi de Fettah’tır. Bize rızık, lütuf ve rahmet kapıları açıyor. Hayatımızda dualarımızın önünü açıyor, imkânların yolunu açıyor... Onun için Cenâb-ı Rabbülâlemîn, Yaradanımız Fettah’tır.
Fütuhât sözü de çoğuludur. “Açılımlar, açılışlar, fetihler, zaferler” mânasına kullanılıyor.
Bir de miftah vardır. “Açma âleti” demektir, ism-i âlettir. “Mim”, esre olursa âlet ismi oluyor. “Açmaya yarayan âlet demektir.”
Bir de siftah kelimesi vardır. Bunun aslı “istiftah”tır. İstiftah, istif’al bâbındandır ama bizim mübarek halkımız, onu da biraz baş tarafından kesmiş törpülemiş ve “siftah” yapmıştır. “Bir şeyin açılmasını istemek” demektir. “Bugün siftah yapalım!” Bir işin ilk başlangıcı demek oluyor. Dükkânda siftah, ilk rızkın başlangıcı mânasınadır...
İstiftah, bir şeyin açılmasını istemek demektir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Miracı, hadîs-i şerîfinde, [1] göğün kapısına geldiği zaman, kapının açılması bahis konusu olduğu zaman, bu kelime geçiyor. [2]
Bir de Peygamber Efendimiz’in bir hadîs-i şerîfi var. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem mahkeme-i kübrâdan sonra, âhirette, hesap görmeden cennetin kapısına varacak. Kendisi anlatıyor:
Ben varacağım,ve esteftihu kapının açılmasını isteyeceğim. Melek de soracak;
Men ente? “Sen kimsin?” diyecek. Ben de kendimi tanıtacağım;
Ben Resûlullah Muhammed’im, diyeceğim.
Onun üzerine Rıdvan, cennetin bekçisi olan muazzam melek;
Bike ümirtü en lâ eftahuli ehadin kableke.
“Soruşumun sebebi şu, Allah tarafından bu kapıyı senden önce başka bir kimseye açmamakla emrolundum, buyur!” diyecek. [3]
Cenneti ilk açan da Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem olacak.
Peygamber Efendimiz’in isimlerinden birisi de Fatih’tir. Bir insan çocuğuna Fatih ismini koymuşsa, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in bir ismini de koymuş gibi oluyor. Ahmed, Mahmud, Tâhâ, Yâsin, Muhsin gibi...
Miftâhu’l-cenne; “Peygamber Efendimiz, cennetin anahtarıdır.” Peygamber Efendimiz olmadan cennete girilmez. “Miftâhu’l-cenne”dir, “Miftâhü’r-rahme”dir. [4]
Fetih kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de de vardır,biliyorsunuz Fetih suresi vardır.
İnnâfetehnâ leke fethan mübînâ.
“Ey Resûlüm! Ben âlemlerin Rabbi Azîmüşşân, sana öyle bir açılışlar, apâşikâr açılışlar nasip ettim ki ne kadar muazzam!” [5]mânasına.
Tabii o fütuhâtın uzun izahları var. Bu âyet-i kerîme; Hudeybiye müsâlahasına ve ondan sonraki Cenâb-ı Mevlâ’nın peşpeşe açılan, gelişen lütuflarına, gelen lütuflarına işaret ediyor.
Fatih kelimesinin ne kadar şerefli, mübarek bir kelime olduğunu, böylece hatırlamış olduk.
Şehirlerin fethi de, içine giriş engelleniyorken, “Siz buraya giremezsiniz, burası bizim, sizi almayız!” filan derlerken, oranın cebren alınmasıyla kapıları açıldığı ve girme imkânları zuhura geldiği için şehirlerin ve ülkelerin açılmasına da fetih denmiştir. Falanca ülke sokmuyor sınırdan ama “Ben, sen sokmasan da girerim!” deyip, orayı zorlayıp girdi mi, o da orayı fethetmiş oluyor.
Böylece, bu çeşit şehir fetihlerinin en başta en önde geleni, en mutlu olanı, en meşhur olanı Mekke-i Mükerreme’nin fethidir.
İzâ câe nasru’llâhi vel-feth. Vera eyte’n-nâse yedhulûne fî dîni’llâhi efvâcâ. Fesebbih bihamdi rabbike vestağfirhu innehû kâne tevvâbâ. [6]
Nasr sûresi,Mekke’nin fethi hakkındadır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi de fethettiği için aynı zamanda İslâm dinimizin tarihinde ilk ve en şerefli Fatih’tir. Mekke’yi fethetmiştir ama Mekke’nin fethedilmesinden önceki,
İnnâfetahnâ leke fethan mübînâ [7]
âyet-i kerimesiyle anlatılan fetih Hudeybiye’dir. Fütuhât, iki yıl evvelden başlamıştır. Çünkü o zamana kadar müşrikler, Mekke-i Mükerreme’ye müslümanları almak istemiyorlar ve almıyorlardı. Bu anlaşmayı yapmaya mecbur oldular ve imzaladılar. Hudeybiye’nin, nasıl önemli bir anlaşma olduğu mâlum.
Ondan sonra müslümanlar Mekke’ye girip çıkmaya, akrabalarını ziyaret etmeye başladılar. Kendilerinin nasıl iyi insan olduklarını göstermeye fırsat oldu. Mekke’nin içindeki insanlara da;
“Bırakın şu putperestliği, yanlış yolu; hak yola gelin!” deme imkânı oldu.
Hudeybiye’ye Peygamber Efendimiz bin dört yüz kişiyle gelmişken, Hudeybiye’de elde edilen güzel şartlar dolayısıyla Mekke’nin fethine geldikleri zaman on bin kişi olmuşlardı. O zamanlar için bu rakamlar önemli rakamlar...
İşte o, bin dört yüz’ü on bin’e çıkaran, o müslümanları rahatlatan, geliştiren fütuhâtın ilk kapısı Hudeybiye’dir. Oradan fırsatlar, imkânlar zuhura geliyor. Ondan sonra da arkasından Mekke-i Mükerreme fetholunuyor, müslümanların eline geçiyor. Peygamber Efendimiz’in hilmi, sabrı, lütfu ve merhameti ile, çok az bir insanın canı yanarak ve çok insan kazanılarak, Mekke-i Mükerreme Hicret’in sekizinci yılında fethediliyor. O da bizim mühim fetihlerimizden birisidir.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîmi’n’de bize bir takım görevler yüklemiştir, cihada davet etmiştir ve müslümanlar bu cihadı yaparlarsa, fütuhât olacağını vaadetmiştir. Bu husustaki âyet-i kerîmeler pek çok… Bir iki tane numune olsun diye okuyayım…
Saf sûresinde Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Yâeyyühe’llezîne âmenû heledüllüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elîm. Tü’minûne billâhi ve resûlihî ve tücâhidûne fî sebîli’llâhibi-emvâliküm ve enfüsiküm, zâliküm hayrunleküm in küntüm ta’lemûn. [8]
Cihadı tavsiye ettikten sonra devam eden âyetlerde; “Bunu yaparsanız cenneti kazanırsınız, büyük mükâfâtları kazanırsınız, sonuçları çok iyi olur” diye mükâfâtlar anlatılıyor. Mü’minlerin cihad etmesini emrettikten sonra da buyuruyor ki:
Ve uhrâ tühibbûnehâ nasrun mina’llâhi ve fethun karîb ve beşşiri’l-mü’minîn.
“Bir de hoşunuza gidecek bir şey daha var, bu mükâfâtların arkasından; Allah’tan size gelecek olan bir yardım, nusret ve yakın bir fetih.” [9]
Fethunkarîbun, “yakındaki bir fetih, bir açılım” mânasınadır. Bu, müfessirlere göre ya Mekke’nin fethi, Kureyş’e gâlibiyet, onları altetmek idi. Ya da İran ve Doğu Roma’nın müslümanların hakimiyetine gireceğinin müjdesi idi... “Siz cihada devam ederseniz, buralar sizin elinize geçecektir.” diye bahsi geçen o müjde.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de hadîs-i şerîflerde bu fütuhâta işaret buyurmuştur. Onlardan da bir kaç tanesine, işaret etmek istiyorum; “İlerde fütuhât olacak!” dediği zaman çok önemli...
“İlerde fütuhât olacak!” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Müslümanlar; mazlum, mağdur, mağlup, işkenceye mâruz, fakir, beldesinden çıkarılmış... Böyle bir durumda iken…” diyor.
Hani bir şeyin başlangıcı görülüp de arkasından çorap söküğü gibi olayların nasıl gideceği anlaşılırsa, insan “şöyle olacak” diyebilir, herkes tahmin edebilir ama hiç böyle emare yokken, Peygamber Efendimiz müjde veriyor.
“Ne zaman müjde veriyor?”
Kureyşliler kocaman orduyu toplamış, “intikam alacağız” diye Medine-i Münevvere’ye gelmişler. Müslümanlar onlarla savaşacak durumda değil. Selmân-ı Fârisî;
“Müdafaa harbi yapalım!” demiş.
Medine-i Münevvere’nin her tarafı içeriye girmeye müsait değil. Volkan püskürmüş, lavlar kumların üstüne yayılmış. Kalorifer cürufu gibi eğri büğrü, çok keskin kalıntılar kalmış. Sert, deve basamaz, insan basamaz. Kazârâ üstüne düşse, insanın yüzü gözü yırtılır. Bunlara “hârre” diyorlar. Hararetten, lavlar yandığından öyle olmuş.
Oralardan Medine’ye gelmek mümkün değil. Sadece bir kısım var, kumluk, kolaylık; oradan gelebilirler.
“Buraya bir hendek yapalım; bu kâfirler, müşrikler bize saldıramasın!” [10] diyorlar. Meydan harbi yapacak durumda değiller. Çünkü, karşı taraf çok kalabalık. Yiyecekleri, içecekleri yok. Hendek kazmaya başlıyorlar. Aç...
Hani, insan bol bol yemek yerse, Avustralya’da her zaman bildiğimiz gibi, kebaplar, yemekler; o zaman ağır işi de yapabilir. “Ağır işte çalışacaklar üç bin, dört bin kalori alsın, çok yesin! Daha hafif işler iki bin beş yüz kaloriyle olur; daha aşağısı bin beş yüz kaloriyle olur. İhtiyarlar daha perhiz yapsın; bin kalori, bin iki yüz kalori yeter...” Doktorlar böyle laflar söylüyor.
O mübareklerin hiç yiyecekleri yok, karınları sırtlarına yapışmış. Bir keresinde Peygamber Efendimiz’in açlığını görüp de üzüldükleri için mübareklerden birisi, evine çağırmış. Birazcık aş yapmış. İşte sekiz-on kişilik bir sofralık yemek yapmış.
Peygamber Efendimiz, bütün hendeği kazanların hepsine;
“Buyurun bizi yemeğe çağırıyorlar!” dedi, herkesi çağırdı.
Çağıran kıpkırmızı kesildi, çok fena oldu. Onların hazırlıkları, o kadar büyük kalabalığa mümkün değil yetmez.
Hanımına geldi;
“Hay Allah müstehakını versin, gördün mü başımıza gelenleri? Resûlullah Efendimiz, bütün ashâbı evimize çağırdı!..” dedi.
Hanım dirayetli, ibret alınacak bir hanım. [11]
“Resûlullah’a yemeğin ne kadar olduğunu söyledin mi?” dedi.
“Söyledim.”
“O zaman korkma, gerisine karışma!” diyerek kocasını teselli etti.
Resûlullah Efendimiz, eve geldi.
“Yemeği getirin!” dedi. Getirdiler.
“Üstünü örtün” dedi. Örttüler. Kendi eliyle tevzî etti. Yemek, herkese bol bol yetti ve arttı. [12] Bereket... Bu olaylar hep böyle; Peygamber Efendimiz mucize gösteriyor, öyle gidiyor vaziyet.
Hendekte bir taş çıktı, kıramıyorlar, çok sert. Vuruyorlar, kıvılcım çıkıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
“Verin bana!..” buyurdu.
Bir vurdu, o kimsenin kıramadığı taşı, nübüvvet gücüyle parça parça etti. Ama o vurduğu esnada bir kıvılcım çaktı; o kıvılcımın ışığından Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e Doğu Roma İmparatorluğu’nun ve İran’ın topraklarının müslümanlarca fethedileceğinin, sahnesini gösterdi. Kâdir her şeye...
O kıvılcımın ışığından onu görünce ashâbına müjdeledi;
“Siz oraları fethedeceksiniz.” dedi. [13]
Müşrikler;
“Şunlara bak! Bizim karşımıza çıkacak güçleri yok. Savaşamadıkları için hendek yapmışlar, hendeğin arkasına çekilmişler. Biz biraz sonra bunları hakladığımız zaman, dünyada namları kalmayacak, varlıkları kalmayacak. Doğu Roma’yı yıkacaklarmış, Sâsânî İmparatorluğu’nu yıkacaklarmış...” diye alay ettiler.
İşte Peygamber Efendimiz, bu müjdeleri o zamanlarda verdi. Hak Peygamber olduğu, Allah’ın vaadi hak olduğu için dedikleri çıktı.
İbni Mes’ud radıyallâhu anh’ın rivayet ettiğine göre, bir hadîs-i şerîfinde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
İnneküm mansûrûne ve musîbûne ve meftûhun leküm “Ey ihvanım, ey ashâbım! Siz Allah’ın nusretine mazhar olacaksınız. Mala mülke kavuşacaksınız. Ganimetler elde edecekseniz. Sizin önünüz açılacak; diyarlar, beldeler sizin olacak!” [14]
Abdullah b. Büsr radıyallâhu anh’den Taberâni rivayet edilmiş bir başka hadîs-i şerîf var. Peygamber Efendimiz;
Vellezî nefsî biyedihî le-tüftehann ealeyküm Fârisünve’r-Rûm ve le-tusabbenne aleyküm ü’d-dünyâ sabbâ. [15]
“Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyor. Bazen böyle yemin ederdi, bu ifadeyle yemin ederdi. “Pers ve Sâsânî İmparatorluğu’nun ve Bizans’ın arazilerini fethedeceksiniz. Dünyalık, mal, mülk üzerinize bardaktan boşanırcasına, Allah tarafından yağacak.”
Aynen böyle oldu. Akşamdan sabaha aç duran sahabenin, her birisi bir şehrin valisi oldu. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Selmân-ı Fârisî vs. hepsi vali oldular. Bu vaatlerin hepsi gerçekleşti.
Peygamber Efendimiz, İran’ın ve Bizans’ın fethedileceğini bildirdiği gibi, İstanbul’un fethedileceğini de hadîs-i şerîflerde müjdeledi. Bu bir hadiscik değil. Sadece, Letüftahanne’l-Kostantiniyyetü... hadisi değil. Onu da anlatacağım ama bu hususta sahih hadis kitaplarında daha pek çok hadîs-i şerîfler var. Çok söylemiş Efendimiz, çok müjdelemiş. Yaygın, bilinen bir hakikat.
Tabii o zaman İstanbul, denmiyordu. İstanbul hakkında biraz açıklama yapayım.
İstanbul’un o zamanki adı Kostantinopol. Pol-polis, Rumca “şehir” demektir. Kostantin’in şehri demektir. O adam kurmuş diye, Kostantinopol demişler. Müslümanlar orayı alınca: “Ne Kostantin’i, İslâmpol!” demişler. “İslâm şehri… Burası Kostantin’in filan değil, İslâm şehri!” demişler.
“İslâmpol”, “İslâmbol” olmuş, sonra “İstanbul” olmuş. Bizim köyde hâlâ, ben küçüklüğümden hatırlarım, köylüler tabii konuşmasında, “İslâmbol’a gittim.” derlerdi. İstanbul demezler, İslâmlar’ın şehri. Fethinden sonra isim değiştirmesi bu.
Eskiden Kostantinopolis derlerdi... Araplar da Kostantîniyye derlerdi... İkinci “tı”dan sonra bazı yazılışlarda “ye” var, bazı yazılışlarda yok. Meşhur olanı “ye”lidir.
Peygamber Efendimiz anlatırken, bazen “Kostantîniyye” derdi, bazen de “Medinetü Kayser” (Kayser’in şehri) derdi. Kayser, hükümdar demektir. Bizans hükümdarının lakabı, Kayser, İran hükümdarının ki Kisrâ’dır. Kisrâ Farsça’daki “hosrav” kelimesinden gelmiştir ve “hükümdar” demektir.
Habeş hükümdarının lakabı, Necâşî’dir. Necâşî özel isim değildir. Necâşîler, “hükümdarlar” demektir. Peygamber Efendimiz’in zamanında ona iman etmiş, müslüman olmuş. O Müslüman Necâşî vefat edince, Peygamber Efendimiz gıyabında namaz da kılmış. [16]
Mısırlılar’ın hükümdarlarına Firavun, Türkler’in hükümdarlarına da Kaan, Kagan, Kağan, Hakan, Han derlerdi.
Peygamber Efendimiz Medinetü Kayser (Kayser’in şehri), Medinetü Herakl [17] derdi. Bazı hadislerde de böyle geçmiş. Herakl, o zaman ki Bizans hükümdarının adı, Heraklius. “Medinetü Herakl (Herakl’in şehri), oturduğu şehir mânasına.
Bir keresinde Peygamber Efendimiz süt teyzesi Ümmü Haram’ın evine gitti. Ümmü Haram, Übâdet übnü’s-Sâmit radıyallâhu anh’ın zevcesi, Peygamber Efendimiz’in süt teyzesi idi. Efendimiz böyle akrabalarını ziyaret ederdi. Oraya gitti, orada istirahat etti. Yemek ikram edildikten sonra istirahat etti. Uykusundan tebessümle, gülümseyerek uyandı.
Ümmü Haram, süt teyze meraklandı;
“Yâ Resûlallah! Neden tebessüm ediyorsunuz, sebep ne?” dedi. Resûlullah Efendimiz;
“Allah bana rüyamda ümmetimden bazı mücahitlerin sultanlar gibi, gemilere haşmetle binerek deniz tarafından cihada, gazaya gittiğini gösterdi. Sevindim, ona gülüyorum.” buyurdu.
Ümmü Haram, akıllı hanım... Sahabe-i kirâmın akıllı hanımlarının isimlerini ve hayatlarını öğrenin. O şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Dua et, Allah beni onlardan eylesin!”
Peygamber Efendimiz dua etti. Ümmü Haram, deniz seferine çıktı, gemilere bindi. O dua berekâtı oluşuyor. Seneler sonra Kıbrıs’a çıktığı zaman şehit oldu. Kıbrıs’ta defnedildi, türbesi orada, “Hala Hâtun Türbesi...”
İşte Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi:
Evvelü ceyşin min ümmetî yağzûne’l-bahra kad evcebû veyahut kadûcebû.
Evvelü ceyşin min ümmetî yağzûne medînete Kaysar mağfûrun lehüm.
“Benim ümmetimden ilk defa gemilere binip de İslâm yolunda gaza ve cihad yapanlara, Allah büyük mükâfâtlar verecek, mükâfâtı hak edecekler. Yine ümmetimden Kayser’in başşehrine sefere gidenler de, Allah’ın mağfiretine erecekler.”
Ümmü Haram bunu da istemiş.
“Dua et, onlardan da olayım!” demiş. Peygamber Efendimiz;
“Yok; sen birincilerdensin.” demiş. [18]
O öyle oldu.
Bu tür haberlerin çok olduğunun bir delili olsun diye bir hadis daha nakledeyim:
Abdullah b. Amr b. el-Âsradıyallâhuanh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’e sormuşlar;
“Yâ Resûlallah! Şu iki şehirden hangisi daha önce müslümanlar tarafından fetholunacak? Kostantîniyye mi daha önce fetholunacak, İtalya’daki Roma mı?..” Peygamber Efendimiz;
-Çünkü o da fetholunacak, onun hakkında da müjde var.-
“Müslümanlar onun etrafını çevreleyecek. Lâ ilâhe illallah diyecek, tekbir getirecek, tesbih edecekler. Orası öyle fetholunacak.” diyor. [19]
İkna yoluyla, iman onu sararak, orası da, Roma da fetholunacak.
Sormuşlar Efendimiz’e;
“Hangisi daha önce fetholunacak; Roma mı, Kostantîniyye mi?” diye sormuşlar;
“Herakliüs’ün şehri, önce fetholunacak!” buyurmuş. [20]
İfadeler böyle kesin; muğlak, kapalı, tereddütlü değil. Bilen insanın, sağlam yerden bilgi alan insanın, sağlam cevapları tarzında... Peygamber Efendimiz’in mucizeleri…
Bu kadar kısa kesiyorum. Çünkü zaman kıymetli.
Hepinizin duyduğu, belki evimizde levhası olan meşhur hadîs-i şerîfe gelince;
Letüf tehanne’l-Kostantîniyyetü fe-le ni’me’l-emîru emîruhâ veleni’me’l-ceyşu zâlike’l-ceyş.
“Kostantîniyye şehri mutlaka ve muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne iyi bir komutandır, onu fetheden ordu ne iyi bir ordudur.” [21]
Birincide “f” harfi, ikincide “v” harfi var.
“Kostantin’in şehri, İstanbul şehri, İslâmpol şehri mutlaka fetholunacak, muhakkak fetholunacak...” diyor.
“Bu ‘mutlaka’ sözü nereden çıkıyor?..”
Arapça’da fiilin sonuna şeddeli “nun” gelirse, buna “nûn-u te’kîd-i sakîle” derler. İşin muhakkak olacağını kesin olarak gösteren “nun” demektir. Normal şekli “feteha-yeftehu-teftahu-tüftehu” olacak. Fe-tüftehu’l-Kostantîniyyetü dese, “Kostantîniyye fetholunacak!” demek olacak.
Ama öyle demiyor, başına bir “le” getiriyor, le-tüftehu oluyor. “Le”, Arapça’da “muhakkak” demektir. “Muhakkak fetholunacak.” Bir de sonuna “nûn-u te’kîd-i sakîle” getiriyor; letüfte hanne oluyor. İki tane tekit olması, “Kesinlikle, şek şüphe yok, muhakkak fetholunacak!” demektir. Efendimiz kesin söylüyor.
“Onun emîri, ne iyi emirdir.”
Emir, ordunun başında olup da, emir veren en yüksek kişi demektir.
Kumandan, Fransızca’dan geçmiş bir kelimedir. Hiç kullanmak istemiyorum. Komutan da ondan uydurma, bakarak yapma, kopya bir kelime; o da güzel değil.
Eskiden bizim kendi dilimizde “serasker” derlerdi; “askerin başı” demektir. Daha öz Türkçesi “subaşı”dır. “Su”, daha doğrusu “sü” eski Türkçe’de, Anadolu’nun eski devirlerinde, “asker” demektir. “Sübaşı” “askerin başı” demektir. “Emir” demektir.
“Su uyur, düşman uyumaz.” diye bir atasözü var. Ben soruyorum;
“Buradaki suyun, uyuması ne demektir?”
“Valla bilmem hocam!.. İşte rüzgâr esmez, su durgun olur, dalga olmaz…” diyorlar.
Değil... Buradaki su, “asker” demektir.
“Bana bak ey hükümdar! Aklını başına topla! Senin askerin yorulur, uyur.” Her insan yorulunca uyur. Hatta cemaat bazen vaazda uyuyor, hutbe de uyuyor,gündüz uyuyor,ayakta uyuyor, bazıları. “Sü uyur ama olmaz, düşman uyumaz; tam böyle herkesin uyuduğu zamanı kollar. Tedbir al, sen nöbetçi koy!” vs. demektir.
“Bu şehri fetheden subaşı ne güzel subaşı, o ordu ne güzel ordu...” dersek, bana böyle doğru düzgün bir Türkçe olacak gibi geliyor.
Ben lisan hususunda da dikkat ediyorum. Yabancı kelime kullanmayı şuna benzetiyorum:
Evimize bizim haberimiz olmadan birisi gelmiş, köşeye oturmuş:
“Sen ne arıyorsun burada?”
“İşte ben geldim.”
“Çık dışarı bakayım! Benden izin aldın mı, selam verdin mi? Nereden geldin, pencereden mi girdin?”
Öyle şey olur mu?..
Ben istesem, davet etsem neyse? “Fatih”i ben istemişim gelmiş, hoş geldi, safâ geldi. Ama “metot”, “istasyon” vs. birçok kelime girmiş. “Bu bazda...” Ne demek “baz?” Baz deyince, hatıra bazlama geliyor. Türkçe’de “baz” yok. “Base”, Fransızca’dan, İngilizce’den gelme... Onları ayıklamamız lazım!
Evet, bu hadîs-i şerîf hakkında, kısaca iki cümleyi de kaydedeyim; hadisçilerin tabiriyle, “İsnâdı sahih; senedi muttasıl, yani munkatı değil; ricâli sikât...” Şimdiki ifadelerle “Sened zinciri sağlam, şahıslar tamam, atlamalı değil ve rivayet eden şahıslar, güvenilir kimseler” demektir. Hadis alimleri böyle diyor. Zehebî ve Hâkim böyle diyor. [22]Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi’nde, [23]İbnü’l-Kayyım’ın Mu’cemüs-Sahabesi’nde, el-Hâkim’in Müstedreki’nde, Hatîb-i Bağdâdî’ninet-Terhîsi’nde ve Suyûtî’ninel-Câmiü’s-sağîri’nde [24] var. Sahabe hayatlarını anlatan çok meşhur, kıymetli kitaplardan el-İstîâb [25], Üsdü’l-ğâbe, [26] el-İsâbe [27] gibi eserlerde var. Var, var, var...
Onun için kimse, bu hadîs-i şerîfe yan bakmasın. Birisi;
“Ben bunu pek beğenmedim!” demiş.
Tabii, “Bilmem ne hoşaftan ne anlar?”
“Bana göre pek sıhhatli görünmüyor.” diyor.
Sen kimsin?.. Sen sonradan gelmiş, yirminci yüzyılda yaşayan bir adamsın. Sana ne oluyor?
Bazıları böyle hadise dil uzatıyor.
Kur’an’a dil uzatanlar da çıkıyor...
Fetih kelimesini öğrendik; Kur’ân-ı Kerîm’de var, hadîs-i şerîfte var. Ülkelerin fethedilmesi Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenmiş. Bu bilgileri verdik.
“Fetih ruhu ne demek?..”
Fetih ruhu; fetih zihniyeti, fetih anlayışı, fetih niyeti, fetih fikri, fetih şevki, inancı, fetih mâneviyat kuvveti… demektir.
Fetih hâlet-i rûhiyesi, fetheden insanların, gönül dünyasının, hâli...
Bunlar niçin fethedici insanlar oluyor? Niçin fütuhâtı seven insanlar oluyor? Herkes çalgı çalıp oynarken, niçin bunlar fütuhâtla meşgul oluyor?.. Herkes canını yongadan, kıymıktan bile korurken, niçin bunlar seve seve, gül bahçesine gidercesine böyle savaşa gidiyor, fütuhâta gidiyor?.. Nedir bu zâtların zihniyeti?..
Fetih ruhu bu... Bu zihniyet, bu anlayış, bunu benimsemek, böyle bir anlayışı benimsemek, bu anlayışa hayatını vakfetmek, bu anlayışa ömrünü vermek… Çok önemli!..
Fatih Sultan Muhammed Hân-ı cennetmekân, ömrünü fetihlere vakfetmiş bir şahıs. Düşünüyorum, bir kaç gündür hatırıma geliyor: Millet, geçim için çalışıyor. Bir şey demiyoruz, biz de çalıştık, herkes çalışıyor. Çalışmak günah değil, sevap, güzel... Emekli olduktan sonra; boş. Diyorum ki acaba bazı kimseler binaları vakfettikleri, paraları vakfettikleri gibi; bazı şeyleri vakfediyorlar ya Allah yoluna, bazı insanlar da canlarını vakfediverse;
“Ben de bundan sonra vâkıfım, kendimi vakfettim. Cenâb-ı Hakk’ın yoluna, dinine hizmet edeceğim!” deyiverse ne iyi olur, diye aklıma geldi.
İçimden de bir ses dedi ki:
“Sen başkasına ne söylüyorsun, ilk önce kendine söyle! Sen kendini vakfet! Ondan sonra başkaları da ederse eder.”
Fetih ruhu çok önemli... Fatihlerin, İslâm fütûhatçılarının ana duygusu, fikri zihniyeti. O aşk u şevk, o temiz, o fedâkâr insanların, bu kuvvetli mâneviyatlarının kaynağı, temeli çok önemli. Bunu herkes bilse kapış kapış alır... Çok kıymetli bir şey… Bunu kavramak için İslâm’ı iyi bilmek lazım!
İslâm nedir? İslâm’ın öbür dinlerden farkı nedir?
“Pek çok din var canım, İslâm da o dinlerden birisi!..”
Hayır! İslâm hiç öteki dinlere benzemez. Dünyada, milyarlarca insan var ama Peygamber Efendimiz onlara hiç benzemez. Pek çok taş çeşitleri var dünyada; kaldırım taşı var, çakıl taşı var, kum taşı var, bluestone var... Pek çok taş var ama bir de kıymetli taşlar var; elmas var, zümrüt var, yakut var... E bunlar çok kıymetli, şu kadarcığı bile çok paralar ediyor. İslâm dini öyle, mücevher gibi bir din.
Mukayese et! En iyi şey mukayese etmek.
“Şu kumaş mı daha iyi, bu kumaş mı daha iyi?
“Getir bir bakayım!”
Bir onu ellersin, bir bunu ellersin, bakarsın, anlaşılır. İyi kumaş anlaşılıyor, iyi mal incelediğin zaman anlaşılır.
İslâm’ı bilmek lazım!..
İnsana bu duyguyu, bu zihniyeti, bu aşkı, şevki veren dindir. Müslüman fütuhâtçılara bu aşkı şevki veren, İslâm dinidir. Çünkü biz imanımızla, Kur’an’ımızla, şeriatımızla biliyoruz ki bu dünya fânidir, bu dünya geçicidir. Asıl olan âhirettir. İstesen de, istemesen de bu dünya bitiyor. İstemeyenler de duramıyorlar, “Ben gitmek istemiyorum!” diyen, ayak diretse bile kalamıyor, gidiyor. Herkes gidiyor. Biz haklıyız.
Asıl olan âhirettir. Dâr-ı ukbâ diyoruz, âhiret diyoruz... Bu dünya imtihan yeridir. Allah bizi buraya imtihan etmeye göndermiş. Herkes burada imtihan görüyor... İyi bir hayat sürerlerse âhirettemükâfâtlarını alacaklar, imtihanı kazanmış insanlar olarak ebedî saadete erecekler. Hepimiz biliyoruz; cennete girecek, ebedî saadete erecek... Kötülük yapanların da yanına kalmayacak, onlar da âhirette cezasını çekecekler. Suçlular, günahkârlar, kâfirler cayır cayır cehennemde yanacaklar .
Burada biz, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaat etmeliyiz. Ahlâkın kaynağı dindir, ahlâklı olmalıyız. Başka insanların haklarına saygılı olmalıyız. Kimsenin kalbini kırmamalıyız. İyilik yapmalıyız, fedâkârlık yapmalıyız. Kesemizin ağzını açmalıyız. Hizmete koşmalıyız... Haramlara sapmamalıyız; küfre, şirke, isyana sapmamalıyız; zulüm haksızlık yapmamalıyız...
Bunların hepsi bize dinimizden geliyor. Bazı dinlerde bunlar yok... Onun için yapıyorlar. Mesela biz bir ülkeyi, bir şehri fethetmişiz, İstanbul’u fethetmişiz, ahalisine eman vermişiz.
“Eman vermek ne demek?..”
Fütuhâtla aldıktan sonra, ahalinin eman verecek durumu kalmıyor. Çarpıştılar. Sen de bastıra bastıra, surları yıka yıka içeriye girdin. Kılıçla, fethettin.
Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri; “Hayatlarını bağışladım!” demiştir.
Askerlere paralarını vererek, esirleri onlardan satın almış, salıvermiştir. Hem askerin hakkını çiğnemiyor. “Hadi müsterih olun, size bir kötülük yapmayacağım, evlerinize dönün! Kaçmış olanları da çağırın!” demiştir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de Mekke’ye girdiği zaman, yıllarca müslümanların zayıflarına kan kusturan azılılar çok korkmuştu da, titreşiyorlardı. Peygamber Efendimiz;
“Kâbe’ye sığınanlara, bir şey yapmayacağım! Ebû Süfyan’ın evine sığınanlara, bir şey yapmayacağım! Mücadele etmeyen, karşı koymayanlara bir şey yapmayacağım!” dedi, hepsini affetti. [28]
Hepsi toplandılar, titreşiyorlar...
“Ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?” dedi.
“Sen iyi insansın! Kerem sahibisin, soylusun, asilsin!” dediler. Peygamber Efendimiz;
“Hepinizi affettim.” dedi.
Fatih Sultan Mehmed Han da hepsini affetti. Tabii savaşanlardan, savaşta ölen öldü, ayrı ama geri kalanları affetti.
Ama onlar?!.
Haçlı Seferleri var. Lütfen Haçlı Seferleri’ni okuyun. Nereden başlamış, hangi şehirlerden? Hollanda’dan, İngiltere’den vesaireden, nerelerden geçerek nereye gelmişler, geçtikleri yerde neler yapmışlar? Tuna vadisinden geçerken, oradaki şehirleri, kaleleri bile yağmalamışlar. İstanbul’a geldikleri zaman Bizans’ı, o zaman Bizans’ın elindeyken, soyup soğana çevirmişler. Ayasofya’yı bile soymuşlar.
Antakya’ya geldikleri zaman bütün ahâliyi; kadınları, kızları, çocukları, binlerce insanı kesmişler. Kudüs’ü fethettikleri zaman aynı şeyi yapmışlar. Bizim uygulamalarımızla, çok büyük fark var.
Eğer bazı insanlar; bu dünya hayatını zehir ediyorlarsa, kötülük ve zulüm yapıyorlarsa, Hak’tan sapıyorlarsa, imana ve İslâm’a mâni oluyorlarsa, küfürde kalmakta inat ediyorlarsa, kavga çıkarıyorlarsa, o zaman onları, “Şöyle yolda kalabalık etmeyin!” diye yoldan çekmek, yola getirmek ve yolu açmak gerekiyor.
Bu, hastalıklarla mücadele gibi bir şey... Mikrop, zararlı haşerât ve uyuşturucu tüccarlarıyla mücadele gibi bir şey... Bunlara karşı, amansız bir mücadele yok mu? Bütün ziraat yapanlar, zararlı haşerâta karşı zehirleri kullanmıyorlar mı?.. “Yazık” diyor muyuz?.. Demiyoruz. “Bu haşerât bu mahsülü yiyor, mahvediyor; onun için bu ilâç kullanılacak.” diyoruz.
Dünyanın hayatını da haşerât gibi zehir eden, başka insanlara zarar verenlerin de bertaraf edilmesi lazım! Onun için İslâm’da cihad önemli...
İslâm’da cihad, sadece savaşmak değil... Cihad demek, hizmet demektir. Hizmet ve Cehd sarf etmek demek.
Bazıları cihadı ille savaş mânasına alıyor ve;
“İslâm, kılıçla yayılmıştır, yoksa yayılmazdı.” diyor.
Bu söz, gerçekten doğru değil. Tarihî vakalara, Mekke’deki olaylara uymuyor. Peygamber Efendimiz’in devrine uymuyor. Hiçbir devre uymuyor.
İşte bu cihad var ve böyle bir asil hizmeti yaparken, tabii tehlike de var.
Medineliler hacca geldikleri zaman; Peygamber Efendimiz’e, Akabe’de (şeytan taşlama yeri) beyat ettiler. Anlaşmanın şartları var;
“Ben size geleceğim, hicret edeceğim; siz beni kendinizi, malınızı, canınızı korur gibi koruyacaksınız. Tamam mı?” dedi.
“Evet!” dediler.
“Pekiyi bunun karşılığında bize ne mükâfât var?” deyince, Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi indirdi:
“Cennet var!..”
Peygamber Efendimiz’e kucak açan, hizmet edenlere cenneti vaadetti.
Cihaddan kaçınıp da;
“Ben gitmem, korkuyorum! Olmaz!” veyahut;
“Hanımım, kardeşim karşı tarafta. Çocuklarım, aşiretim istemiyor... Malım mülküm, ziyan olacak, evimden barkımdan, rahatımdan ayrılamam!” derse… Böyle şeyler olursa?!.
Hani bir yaz çalışmasında size ezberlettiğim ayetler vardı…
Tevbe sûresinde Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor:
Kul in kâne âbâüküm ve ebnâüküm ve ihvânüküm ve ezvâcüküm ve aşîretüküm ve emvâlüni’k teraftumûhâ ve ticâretün tahşevnekesâdehâ ve mesâkinüterdavnehâ ehabbeileyküm mina’llâhi ve resûlihî ve cihâdin fî sebîlihî fe-terabbesû hattâye’tiya’llâhu biemrih, vallâhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsikîn.
“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kavim kabileniz, biriktirdiğiniz mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretler, hoşunuza giden evler, köşkler, meskenler size daha tatlı geliyor, ‘onlara zarar gelmesin’ diye düşünüyor, onlardan ayrılmak istemiyorsunuz da; Allah’tan, Resûlü’nden, Allah yolunda cihad etmekten kaçınıp, bunları tercih ediyorsanız, o zaman başınıza gelecek felâketlere hazır olun! Allah fâsıklara yol göstermez, sonu fenâ olur!” [29]
Sonra Allahu Teâlâ hazretleri, Allah yolunda ölenlerin, şehitlerin ölmediğini bildiriyor.
Ve lâ tahsebenne’llezîne kutilû fî sebîli’llâhi emvâtâ bel ahyâün inde rabbihim yurzakûn. [30] “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Onlar ölüler değiller, bilakis onlar dirilerdir; Allah’ın huzurunda, Allah onlara nimet verip duruyor.”
Hatta öldükleri zaman, bu tarafta kalanlara dönüp;
“Yâhu korkmayın! Bak biz şehit olduk, burası çok güzelmiş, siz de geçiverin bu tarafa!” diye müjdelemek isterler, diye âyet-i kerîme var.
Ferihîne bimâ âtâhümü’llâhu minfadlihî ve yestebşirûne bi’llezîne lemyelhakû bihim minhalfihi mellâhavfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. Yestebşirûne bi-ni’metin mina’llâhi ve fadlin ve enna’llâhe lâ yudîu ecra’l-mü’minîn. [31]
diye müjdeler var.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı, müslüman bencil değildir. Müslüman toplumunu, insanlığı, hakkı ve hayrı düşünür. Bunun için icabında; malını ortaya koyar, isterse bedenî emeğini ortaya koyar, gerekirse canını ortaya koyar Müslüman.
İslâm fatihlerindeki zihniyet işte budur. Fetih ruhu budur. Tarihteki bütün şanlı fetihler, bundan dolayı olmuştur.
Sübhâne rabbinâ rabbi'l-izzeti ammâ yasifûn ve selâmun alâ cemîi'l-enbiyâi ve'l-mürselîn ve âli küllin ecmaîn. Ve'l-hamdülillâhi rabbi'l-âlemîn.
el-Fâtiha!
[1] Miraç hadisleri için bk. Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 71; Müslim, “Îmân”, 264; İbniEbûŞeybe, VII, 333, hadis no: 36570; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 148, hadis no: 12527; IV, 208, hadis no: 17869; İbniHibbân, I, 236, hadis no: 48; EbûYa’lâ, el-Müsned, VI, 216, hadis no: 3499.
[2] “İftitah Tekbiri” de namaza başlama tekbiridir. O da “feth” kelimesinden türetilmiştir.
[3] Müslim, “Îmân”, 333; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 136, hadis no: 12420;Abd b. Humeyd,s. 379, hadis no: 1271.
[4] Peygamberimiz’infeth kelimesi ile ilgili isimlerinden biri de “Fettâh”dır.“Yoldaki engelleri kaldıran” anlamına gelmektedir.
[6] 110/Nasr, 1-3. “1. Allah’ın (vaat ettiği) yardımı ve fetih (zafer) gelince, 2. İnsanların Allah’ın (son) dînine akın akın girdiklerini görünce, 3. Hemen Rabbini hamd ile (överek) tesbih et ve O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”
[7] 48/Fetih, 1. “(Resûlüm!) Biz, sana apaçık bir fetih (ve zafer yolu) açtık.”
[8] 61/Saf, 11-12. “11. Allah’a ve Resûlü’ne iman edersiniz, Allah yolunda (kula kulluktan kurtulup, hayata İslâm’ın hâkim olması için) mallarınız ve canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. 12. (Böyle yaparsanız, Allah) sizin günahlarınızı bağışlar, sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok güzel meskenlere (köşklere) koyar. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saadettir.”
[10] Selmân-ı Fârisî’nin Hendek kazılması ile ilgili teklifi için bk. İbniSa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, II, 66; İbniAbdilber, el-İstîâb, I, 191; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 510-515, trc. no: 2510.
[11] Eşinin ismi, SüheymebintiMes’ûd b. Evs el-Ensâriyye ez-Zaferiyye’dir. Bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 156, trc. no: 7032.
[12] İbniEbûŞeybe, VI, 314, hadis no: 31709; Buhârî, “Meğâzî”, 27; Dârimî, “Mukaddime”, 7, hadis no: 42; Firyâbî, Delâilü’n-nübüvve, s. 52.
[13] Nesâî, “Cihâd”, 42, hadis no: 3176; a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ, III, 28, hadis no: 4385; İbniHişâm, IV, 175.
[14] Tirmizî, “Fiten”, 70, hadis no: 2257; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 389, 401, 436, hadis no: 3694, 3801, 4156.
[15] Beyhakî, Şuabü’l-îmân, V, 79, hadis no: 5847;Heysemî, Mecmau’z-zevâid ,V, 18.
[16] Buhârî, “Cenâiz”, 52-53, 59, 63; “Fezâilü’s-sahâbe”, 67; Müslim, “Cenâiz”, 62.
[17] İbniEbûŞeybe, IV, 219, hadis no: 19463; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 176, hadis no: 6645;Dârimî, “Mukaddime”, 43, hadis no: 486; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 195, hadis no: 623;Hâkim, IV, 468, 553, 598, hadis no: 8301, 8550, 8662. Heysemîrâvilerinin sika olduğunu söyler. Bk. Mecmau’z-zevâid, VI, 323.
[18] Buhârî,“Cihâd”, 92;Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXV, 133, hadis no: 323; a.mlf., el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 48, hadis no: 6812;Hâkim, IV, 599, hadis no: 8668.
[19] Müslim, “Fiten”, 78;İbniMâce, “Fiten”, 35, hadis no: 4094;Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XVII, 15, 21, hadis no: 9, 28-29; Hâkim, IV, 530, hadis no: 8488.
[20] أَيُّ الْمَدِينَتَيْنِ تُفْتَحُ أَوَّلًا قُسْطَنْطِينِيَّةُ أَوْ رُومِيَّةُ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهم عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَدِينَةُ هِرَقْلَ تُفْتَحُ أَوَّلًا يَعْنِي قُسْطَنْطِينِيَّةَ
İbniEbûŞeybe, IV, 219, hadis no: 19463; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 176, hadis no: 6645;Dârimî, “Mukaddime”, 43, hadis no: 486; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 195, hadis no: 623;Hâkim, IV, 468, hadis no: 8301; Heysemî, Mecmau’z-zevâid ,VI, 323.
[21] Buhârî,et-Târîhu’l-kebîr, II, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335, hadis no: 18977; İbniAsâkir, TârîhuDımaşk, 58, 35; Hâkim, IV, 468, hadis no: 8300; Heysemî, Mecmau’z-zevâid ,VI, 323.
[22] Hâkim, IV, 468, hadis no: 8300 (Zehebî, bu eserle birlikte basılan Telhîsü’l-Müstedreki’nde “İsnâdı sahihtir.” diyor.)
[23] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335, hadis no: 18977.
[24] Suyûtî, el-Câmiü’s-sağîr, hadis no:7227.
[25] İbniAbdilber, el-İstîâb, I, 52.
[26] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 389.
[27] İbni Hacer, el-İsâbe, I, 308.
[28] EbûDâvûd, “Harâc”, 25, hadis no: 3022; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII, 9, hadis no: 7264; İbniHibbân, IX, 120, hadis no: 3812; Hâkim, III, 46, hadis no: 4359; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 118; Heysemîrâvilerinin sahih hadis ricâlinden olduklarını söyler. Bk. Mecmau’z-zevâid, VI, 242.
[31] 3/Âl-i İmrân, 170-171. “(Hem de) Allah’ın kendilerine lütfettiği (şehidlik rütbesi)ne kavuşmaları sebebiyle sevinç içerisindedirler. Arkalarından henüz kendilerine (şehid olarak) katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü olmayacağını müjdelemek isterler. (Yine onlar) Allah’ın nimet ve ihsanı ile ve Allah’ın mü’minlerinmükâfâtınızâyi etmeyeceği müjdesi ile de sevinirler.”