Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinil evveline ve ahirin. Muhammedinil Mustafa ve âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ecmâin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek hadîs-i şerîflerinden bir demek okumak üzere toplanmış bulunuyoruz. Kurayla açtığımız sayfadan birinci hadîs-i şerîfi okuyorum.
اِعْمَلْ عَمَلَ امْرِئٍ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَمُوتَ أَبَدًا، وَاحْذَرْ حَذَرَ امْرِئٍ يَخْشَى أَنْ يَمُوتَ غَدًا. ق وَالدَّيْلَمِيُّ عَنِ ابْنِ عَمْرٍو.
İ’mel ‘amele’m-riin yazunnü en len yemûte ebeden va’h-zer hazera’m-riin yahşâ en yemûte ğaden.
Sadaka Resûlüllâh fî-mâ kâl ev-kemâ kâl.
Peygamber Efendimiz, muhatabına -Abdullah İbn Amr ibni'l Âs rivayet etmiş, belki odur muhatabı- buyurmuş ki, nasihat etmiş, tavsiyede bulunmuş.
"Hiç ölmeyecek olduğunu zanneden bir insanın çalışması ile iş yap. " Yani, ben hiç ölmeyeceğim, çok yaşayacağım diye düşünen bir insanın halet-i ruhiyesi ile onun yaptığı gibi çalış. Öyle çalış. Ölmeyecek bir insanın çalışması tarzında çalış; iş gör, iş yap.
"Bir taraftan da yarın ölecek olduğunu kesin bilen bir insanın korkusu ve endişesi gibi endişe de taşı." Şimdi, hiç ölmeyecek olan bir insan, bir de yarın öleceği kesin belli olan bir insan.
İnsanın öleceği nasıl kesin belli olur?
Allah saklasın, idamlık olursa belli olur. Şu gün öldürülecek, belli işte. Bunun ötesi yok. Veyahut doktorlar ameliyat etmişler de ama başarı olmamış da işte vaziyet kötüye gidiyor, iki günlük ömrü kalmış, kalkamayacağı belli. Veyahut salgın bir hastalık, kolera molera bilmem bir sarıyor, yakaladığını götürüyor, ilaç milaç kar etmiyor filan.
"Yarın ölecek olan bir insanın korkusu, telaşı, endişesi gibi endişe taşı; kork. Ama hiç ölmeyeceğini düşünen, sanan bir insanın dünya işlerine sarılması gibi öyle sarıl."
Tabii, buna benzer hadîs-i şerîfler var. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış." diye de bir hadîs-i şerîf duymuşsunuzdur. Daha başka rivayetler var. Ama, çok güzel bir şey bu. Yani, bir insan yarın öleceğini bilirse küçük işlerle uğraşmaz. Ana meseleleri düşünür, ana hesapları yapar. 'Teferruatı bırak canım şimdi, onunla uğraşacak halim yok' der, kenara iter. Birisi gelse bir şey söyleyecek olsa bile 'yahu durumum ona müsait değil. Şimdi benim başım büyük işlerle meşgul' der filan. Ve ana meseleyi derinlemesine düşünür. Ya ben yarın öleceğim, öleceğime göre ne yapmam lazım filan. Borçları varsa onları kapatır, günahı varsa tövbe eder, üzerinde hakları varsa götürür haklarını sahiplerine verir, helalleşeceği kimselerle helalleşir.
Mesela asker diyelim. Cepheye çağrılmış, düşmanla savaş devam ediyor, bunların birliğini birinci hatta sürecekler. Artık bu asker helalleşir. Yarın ölecek gibi belli.
İlk saftakiler gider, ilk sürülenler gider diye ne yapar?
Tedbirlerini ona göre alır.
Ama, ölmeyeceğim, uzun yaşayacağım diyen insan da yaşamını sağlayacak tedbirleri, imkanları toparlamaya çalışır. Ekseriyetle biz birincisini yapıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi, ölümü hiç düşünmeden harıl harıl dünyaya çalışıyoruz. Para kazanalım.
Ne yapacaksın parayı?
"Çoluk çocuk var büyüyecek, evlenecek. Evde geçimimiz ne olacak, ne yiyeceğiz, ne içeceğiz. Ne yapalım çalışmadan olmuyor. Kimse kimseye bedavadan ekmek vermiyor." gibi falan laflarla hep çalışıyoruz. Dünyaya zaten ölmeyecekmiş gibi çalışıyoruz.
Demek ki asıl önemli olan, yani insanın maddeci olan zihniyeti, ruhu zaten dünyalı hevesli. Zaten çalışıyor, para kazanmaya hırslı. Uykusunu terk ediyor, rahatını terk ediyor, ülkesini terk ediyor, diyarı gurbete gidiyor, mal getiriyor mal götürüyor, tehlikelere giriyor, kervan çalıştırıyor, ithalat ihracat, bir sürü sıkıntılara giriyor.
"Niye yapıyorsun bunları? Rahatına baksana."
"Olmaz! İşimin icabı böyle." diyor.
"Hadi gel beraber hacca gidelim."
"Katiyen! İşlerim müsaade etmiyor, gelemem." vesaire...
Zaten bunları hep yapıyoruz. Maddeci olduğumuz için bu tabii olarak oluyor. Asıl bizim dikkat etmemiz gereken nedir?
Hadîs-i şerîfin ikinci kısmı. Yani yarın ölecek olan bir insanın korkusu gibi korkmak. Onu yapmıyoruz. Yani, Müslümanlar genellikle onu yapmıyor. Ama bizim büyüklerimiz, bizi tasavvufi terbiye ile yetiştiren bunu bize çok iyi öğretiyorlar. Hatta ben bundan dolayı bazı konuşmalarımda "dervişlik, ölüme hazır olmak mesleği demek." dedim. Hemen ölecekmiş gibi, her şeye hazır. Ne borcu var, ne telaşı var, ne kimsenin hakkını yemiş, ne sıkıntısı var, ne bir şeyi var. Hemen Azrail aleyhiselam gelse "ver canını, emanetini" dese verecek. O kadar hazır, derviş hazır.
Tezkiretü'l-Evliyâ’nın yazarı Ferîdüddin Attâr’ın hayatını okumuştum. Orada ticaretle meşgul olan hep bildiğimiz cinsten bir tüccarmış, bir insanmış. Ama bir gün bir derviş gelmiş, bir konuşma yapmış dükkanın da, çok hikmetli sözler söylemiş. Bu da tabii küçümsemiş karşısındaki dervişi.
"Ya sen bu söylediklerini yapabilir misin? Bana söylüyorsun ama yapabilir misin?" demiş.
"Yaparım, Allah’ın izniyle yaparım." demiş. Yumuşak yumuşak "yaparım" demiş.
"Hadi yap bakalım."
Yere yatmış, elini başının altına koymuş, Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü demiş, ruhunu teslim etmiş. Ne nasihat ettiğini kitap yazmıyor ama, şu hale bak! Ne kadar hazır.
Halbuki Azrail bizim karşımıza gelse mühlet almaya çalışırız. "Ya işim vardı yarım kaldı, bilmem şunu yapacaktım, bunu edecektim." filan deriz. Ama o hemen hazır.
Kader. Yani kim bilir nerede nasıl öleceğiz, kaç yaşında öleceğiz, ne türlü öleceğiz, ne hal üzere öleceğiz?
Allah iyi hal üzere, salih bir kul olarak çok elem, keder, ıstırap çektirmeden emanetini alsın. Bizi ölümün zorluklarına maruz bırakmasın. Ölümün, bazı insanlar için çok zorlukları olabilir. Bazısı için çok kolay olur da, elini başının altına koyup da “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh” deyip de öbür tarafa geçivermek. Bir âlemden öteki âleme hemen geçivermek. Öylesi de olur, başka türlüsü de olur. Allahu Teâlâ Hazretleri iman selametliği nasip etsin, hazır olmak lazım.
Nasıl öleceğimizi bilemeyiz ama, iyi ölmek istiyorsak bir şey söyleyeceğim. İyi ölmek istiyoruz değil mi?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
"Ne hâl üzere, nasıl yaşarsanız o hâl üzere öyle ölürsünüz. Nasıl yaşarsanız, ne hâl üzere, ne durumda yaşarsanız o hâl üzere ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, ne hâl üzere ölürseniz, o hâl üzere kalkarsınız mahşer yerinde, basü badel mevt olduğu zaman.
Kötü bir yolda kötü bir şekilde ölen nasıl kalkacak?
O kötü haliyle kalkacak, Allah saklasın. Kötü şekilde ölmemek istiyoruz hepimiz, onun ipucu ne?
İyi bir insan olarak yaşamak, iyi bir hşl üzere yaşamak ve ölümü de onun için iyi olması.
Dervişlik nedir diye hep soruyorlar bize, biz de anlatıyoruz. Dervişliği düşünürken bir de böyle düşünüyoruz; dervişlik ölüme hazır olma, yani iyi bir ölümle ölmeyi sağlama yolu. İyi bir ölümle ölmeyi sağlama yolu.
Nasıl ölmek istiyoruz?
Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü diyerek ölmek istiyoruz. O zaman zikri çok yapacağız. Lâ ilâhe illallah diyeceğiz, eşhedü en lâ ilâhe illallâh diyeceğiz, Allah diyeceğiz. Hayatımızda zikri çok yapacağız ki; ölümümüz de o hâle uygun olsun.
Mesela biz dervişlere ne diyoruz?
"Devamlı abdestli gezin, Peygamber Efendimiz öyle yaparmış." diyoruz. Abdestli gezince nasıl ölecek insan?
Abdestli ölecek.
Zikirli insan nasıl ölecek?
Zikirle ölecek.
Kötü insanlar da nasıl ölecek?
Yaşadığı kötü yaşama uygun bir tarzda ölecek. Allah saklasın.
O halde nasıl olacağız muhterem kardeşlerim;
Her an ölecekmiş gibi, yarın ölecekmiş gibi; korkarak, kendimize çeki düzen vererek, iyi bir insan olarak, iyi işler yaparak, iyi halle öleceğiz.
Nasıl olacağız?
İyi kalpli, iyiliksever, helal kazanan, hayır yapan. Bak müftü efendi hiçbir yemeği misafirsiz yemezmiş. Ama Allah yarın öleceksin diye bildiriyor.
Önceden ölümü bilirse insan ne yapar? Tedbir alır, abdest alır, hazırlanır filan.
Bir arkadaşımız anlattı. Birisi yatmış yatakta, teselli ediyorlarmış, inşallah kalkarsın vesaire, neler söylüyorlarsa. Böyle bir hastayı teselli etmek de lazım tabii, maneviyatı yükselsin diye.
"İnşallah kalkarsın iyi olursun."
"Yok ben iyi olmayacağım, öleceğimi biliyorum. Öleceğim, öleceğimi biliyorum." demiş.
Anlatan kişi "Valla biraz sonra kapı çalındı. Şeyhi geldi, hastanın başına oturdu, beraber zikrederken ederken ederken hasta ruhunu teslim etti." diyor. Allah cümle geçmişlerimizle beraber bu andıklarımıza, bu iyi insanlara da rahmet eylesin.
Bizim fakültenin sekreteri yaşlı bir insandı. Ama yaşlı haliyle bizim fakülteye geldi; ilahiyat fakültesini bitirdi. Benim talebem oldu, ama yaşı da benden yüksek. Yaşlı başlı bir adamdı, fakülteye geldi, mezun oldu, ağır başlı bir insandı, eli kalem tutan bir insandı, ciddi bir insandı, fakülteye sekreter oldu, Fakülte sekreteri; fakültenin işlerini götüren insan oldu, o anlattı.
Kendisi Elazığlı idi. Birisi Elazığ’da hastaymış, çok fenalaşmış, kendini kaybetmiş. Koma diyorlar ya doktorlar, komaya girmiş yani. Sorulara cevap veremiyor, konuşamıyor, gözleri kapalı falan, öyle başında da bekliyorlar. Kendinde değilken birden bir toparlanmış -komadayken, hastayken bir toparlanmış- yatağından doğrulmuş, el pençe divan durmuş.
"Zahmet buyurdunuz ya Resûlullah. Ne zahmet buyurdunuz ya Resûlullah." demiş, salatı selam getirerek ruhunu teslim etmiş.
Demek ki; Resûlullah geldi onun da yanına. Demek ki; Resûlullah’ı seven, Resûlullah’ın sevdiği bir insandı.
Allah hepimize iyi insan olmayı nasip etsin.
Muhterem kardeşlerim;
Hayatın gayesi, iyi insan olmaktır. Hayatın gayesi; mevki makam sahibi olmak değildir. Bakan, başbakan, reisicumhur, komutan, vesaire, rütbe, zengin olmak da değil. Bu saydığım kimselerin bir kısmı fakirdi. Zengin olmak da şart değil. Hayatın gayesi; zengin olmak da değil, makam sahibi olmak da değildir, alkış da değildir. Hayatın amacı, gayesi, hedefi; iyi insan olmaktır, insanı kamil olmaktır, Allah’ın sevdiği insan olmaktır.
Bir insan Allah’ın sevdiği insan olursa iyi olur. İyi yaşar, iyi ölür. Bir insan Allah’ın sevdiği insan olamamışsa, yazıklar olsun. Hangi rütbeyi alırsa alsın, hangi mevkiyi elde ederse etsin, ne kadar para toplarsa toplasın, Kârûn’dan daha mı zengin, Kârûn’dan daha mı zengin olacak. Kârûn’un hazineleri dillere destan. Hazinelerini anlatmıyorlar da, Kur’an-ı Kerîm’de deniliyor ki:
إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَءَاتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ febeġâ ‘aleyhim veâteynâhu mine-lkunûzi mâ inne mefâtihahu letenû-u bil’usbeti ulî-lkuvveti iż kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhibbu-lferihîn. [Kasas Suresi 76. Ayet]
Kârûn’un hazineleri, mücevheratları, paraları, mallarını sakladığı hazineleri o kadar çok odadaymış ki, hazinelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir grup insan taşırmış. Bir heyet taşırmış anahtarlarını. Bir kişi taşıyamayacak kadar hazinelerin anahtarları çokmuş. Ne oldu?
Kârûn ne oldu?
Firavun ne oldu?
Nemrud ne oldu?
Hâmân ne oldu?
Kârûn ne oldu?
Mühim olan, para kazanmaksa helal para kazanmak. Helal para kazandıktan sonra da hayır yapmak. Parasını ahirete insanın gönderebilmesi lazım.
Para ahirete neyle gider?
Posta havalesiyle mi gider?
Banka havalesiyle mi gider?
Para, ahirete neyle gider?
Paranın ahirete gönderilmesinin şekli nedir?
Paranın ahirete gönderilmesi hayır yapmakla gider. İnsan, parayla dünyada hayır yaparsa o ahirete gider. Peygamber Efendimiz kurban kestirdi evde. "Bunları dağıtın. Kurbanın etlerini fukaraya da dağıtın." dedi. Namazdan geldikten sonra da sordu.
"Ne yaptınız hayvanı. Etlerini parçalayıp dağıttınız mı?"
"Ya Resûlullah, hepsini dağıttık, hepsi gitti, sadece bir budu bize kaldı."
Eve bir but ayırmışlar, onunla da aş yapacaklar, yenilecek.
"Hepsi gitti, bir budu bize kaldı."
O zaman Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
"Demek ki hayvanın hepsi bizim olmuş bir budu hariç."
Neden?
Hayra verdikleri ahirete gitti, sevaba kaydoldu.
Evde duran?
Evde durana bir şey yok. Evde duruyor işte, pişecek, yenilecek.
"Bir budu hariç hayvanın hepsi demek ki bizim oldu." dedi.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim; Yunus Emre diyor ki;
“Dürüşt, kazan, ye, yedir.”
Dürüşmek; gayret etmek demek eski Türkçede. Gayret et, para kazan, kendin helalinden ye, başkalarına da işte bu müftü efendi gibi hayrını, hasenatını yap, yedir, iyilik yap.
"Dürüşt, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir."
Birisinin gönlünü kazan, duasını al.
"Bin Kâbe’den yeyrektir bir gönül imareti" Kâbe’yi bin defa tamir etmekten; bir gönlü yapmak, bir insanı sevindirmek daha sevaplıdır. Biz kalp kırmaya koşuyoruz, ömür boyu işimiz kalp kırmak. Karımızın kalbini kırarız, çocuğumuzun kalbini kırarız, nasıl olsa çocuğum deriz kalp kırarız. Komşumuzun kalbini kırarız, ortağımızın kalbini kırarız, arkadaşımızın kalbini kırarız, tanımadığımız insanın kalbini kırarız, bağırırız çağırırız, iteriz kakarız. Boyuna işimiz zarar ziyan, hasar, kalp kırmak.
Halbuki öyle olmayacak! İnsan iyilik yapmaya fırsat arayacak, iyilik fırsatı bulsam da iyilik yapsam diyecek, fedakar olacak.
Ben küçük olayları, zihnime böyle resmini alıyorum. Kur’an-ı Kerîm’i okudu, arkasına döndü "Bunu Kur’an-ı Kerîm rafına koyuverin." diyor.
Kur’an-ı Kerîm okuması bitti, namaz yakın Harem-i Şerifte yani. "Al." diyor birisine. O da diyor ki "Ben onu ne yapacağım." Almıyor Kur’an-ı Kerim’i. Şimdi Kur’an-ı Kerîm’i okuyan, yerinden kalkmaya yüksünüyor. Yerinden kalkmak zor geliyor. Kalk git, kendi işini kendin gör. Kimseye emretme, kimseye zahmet verme, kendi işini kendin gör. Peygamber Efendimiz, kendi işini kendisi yapardı. Peygamber Efendimiz, ashabı ile öyle söz almıştı ki; kimseden bir şey istemeyeceksiniz, bir şey istemek yok demişti. Onun için sahabeden birisi, devesinin üstündeyken kamçısı düşse aşağıdakine 'şu kamçı düştü, şunu alıver' demezdi. Deveyi ıhtırırdı, deveden inerdi, kamçıyı alırdı, tekrar binerdi, deveyi tekrar kaldırırdı. İstememek, zahmet vermemek.
Tasavvufun bir tanesinde denilir ki; tasavvuf yâr olmaktır ama, bâr olmamaktır.
Yani kâmil insan nasıl olacakmış?
Dostluk yapacak, herkesi sevecek, sevilecek ama, kimseye yük olmayacak. Kimseye zahmet vermeyecek, kimseyi kullanmayacak, kimseyi sömürmeyecek, kimseyi üzmeyecek, kimsenin kalbini kırmayacak. "Al bunu şuraya götürüver." Uzakta biraz, yerinden kalkmıyor, arkadakine vermek istiyor o da oraya götürsün. O da almıyor, "ben ne yapayım onu." diyor. "Elden ele işte götürüver. Sen ona ver, o ona versin, o ona versin, işte Kur’an-ı Kerîm rafa gitsin." Yani kendisi yerinden kalkmıyor. Kalkması bence kâmil insan sıfatı değil. Birisine rica edeceğine kalkacak götürecek Kur’an-ı Kerîm’i koyacak yerine. "Niye almıyorsun, al. Kur’an-ı Kerim veriyor. Ayağına fırsat gelmiş, iyilik yapma fırsatı. Sen al götür, sen sevap kazan." O da almıyor, o da hinoğluhin. Onun da onuruna mı dokunuyor, hangi duyguyla yapıyorsa almıyor. Birkaç defa söyledi, Kur’an-ı Kerim’i almıyor. Ben kalktım, zıp diye zıpladım, çekirge gibi zıpladım -burada çekirgeler var ya, küçük çekirgeler vardır, insanın burasına konuyorlar, dokundun mu hop diye zıplıyor- zıp diye zıpladım. Vaziyeti ilk önce bir inceledim gördüm, zıp diye zıpladım gittim, götürdüm Kur’an-ı Kerim’i oraya koydum.
Ne olacak yani. Üç adım yer, beş adım, on adım yer, yirmi adım yer. N olacak yani, götürdüm Kur’an-ı Kerîm’i koydum. Kur’an-ı Kerîm’i okuyan adam çok memnun oldu; bayıldı, yayıldı, sevindi. Halbuki mühim bir şey değil. Nihayet bir Kur’an-ı Kerîm aldık. Allah razı olsun dedi, bir sürü dua etti bana. Oh kazandım ben, ceplerim sevap doldu. Ne olacak yani, küçük bir şeyden kalp kazandım. Basit bir şey.
Kimseyi üzmemeye, kimseyi sömürmemeye, kimseden yararlanmamaya, faydalanmamaya, kimsenin menfaatlerini kendisine çevirmemeye niyet etmeli insan, kendi işini kendisi görmeye çalışmalı. Peygamber Efendimiz, kendi söküğünü kendisi dikerdi, kendi işini kendisi görürdü. Fırsat eline geçtikçe de hayır yapmaya çalışmak lazım. Burada fırsat kollayın.
Acaba kime ne ikram yaparım, ne hayır yaparım diye. Bak şimdi bir arkadaş getirdi bana iki tane misvak verdi, iki tane misvak.
Misvakla kılınan namaz, dişleri misvaklayıp kılınan namaz, misvaksız kılınan namazdan kaç kat daha sevaptır biliyor musunuz?
Yetmiş kat. İşte bu, yetmişle çarpıyor ibadeti. Namazı, yetmişle çarpıyor. Sana vereyim. Böyle böyle yapıyorsun, misvaklanıyorsun, namazın sevabı yetmiş misli fazla.
Neden?
İslam temizlik dini. Dişin temizliği de temizliğin bir parçası, dişler inci gibi olacak. Onun için sevap koyuyor Allah. Dişler fırçalansın, misvaklansın, temiz olsun diye ödül koyuyor.
Bir şeyi yaptırımda dinimiz ödül koyar, sevap koyar, şunu şöyle yaparsan sevap; o da teşvik oluyor.
Şimdi millet, yerini yurdunu terk etti buraya hacca umreye geldi. Belki daha önce bir çoğu hac vazifesini yapmıştı. Niye tekrar geliyor?
Buradaki kardeşlerin ilk geleni çok azdır. İlk gelenler de, tekrar tekrar gelenler de sevap kazanmak için geliyor. Zahmet çekiyor, masraf ediyor; sevap kazanmak için geliyor.
Demek ki; sevabı kazanmaya fırsat arayacağız, fırsat kollayacağız. Fırsatı bulduk mu sevabı, hayırlı işi yapacağız.
El-Fâtiha.