Elhamdü li’llâhi rabbi’l-âlemîn. Ve’s-selâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ ve usvetine’l-haseneti ve tâce ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ Muhammedini’l-Mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ.
Aziz ve muhterem hacı kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri bu enteresan, meşakkatli ve değişik olan hac ibadetini nasip eyledi, yaptık. Mutlaka eksiklerimiz, kusurlarımız vardır. Rabbimiz, kusurlarımızı affetsin. İbadetlerimizi, taatlerimizi ahsen ve etem -en güzel ve en tamam- ibadet gibi lütfuyla keremiyle kabul eylesin. Zaten O’nun dergâhına layık güzel ibadet yapmayı beşer yapamaz, mümkün değil. Ne yapsak O’na layık olmaz, O’nun dergâhına şâyeste bir ibadet olması mümkün değil. Ama hamd ü senâlar olsun ki İslâm’ın beş temel direğinden birisi olan bir ibadeti Allah bize nasip etti, yaptık.
Pek çok kardeşlerimiz oralarda kaldı. Onlar namına üzülüyoruz. Onların orada kalması iki sebepten olabilir.
Birincisi; bir kusuru vardır da Allah bu güzel diyarlara gelmeyi nasip etmemiştir. Bu çok fena. Eğer öyle bir durumları var da ondan gelemedilerse, o kardeşlerimiz Allah’ın rahmetinden niyaz ediyoruz, onlar için de yalvarıyoruz; Allahu Teâlâ hazretleri onların ve bizim kusurlarımızı affeylesin. Bize yaptığımız hatalardan, kusurlardan dolayı azap, ikâb ve ceza vermesin. Azımızı çoğa sayarak, affederek, bağışlayarak, setrederek, lütfuyla keremiyle muamele eylesin. Bizi böyle mahrumiyetlere uğratmasın.
İkincisi; kardeşlerimiz kusurlu değildir de, Allah indinde makbul kullardır da, yine buraya gelmek nasip olmamış olabilir. Misal; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri hayatında bir sefere gitmişlerdi. O seferde, bazı sahâbe-i kirâm çok istedikleri halde, sefere katılamamışlardı, Medine’de kalmışlardı. Savaşa, sefere katılmayı istiyorlardı ama gelememişlerdi.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Siz ne zaman bir yokuş çıksanız, ne zaman bir yorulsanız, ne zaman bir geçit geçseniz, onlar sanki sizin yanınızdaymış gibi o sevabı alıyorlar. Habesehumu’l-‘uzur. Mazeretleri onları hapsetmişti, mazeretleri dolayısıyla gelememişlerdi.[1] Gönüllerindeki niyetlerinde gelmek vardı. O niyetlerinden dolayı sanki gelmiş de sizin yanınızdaymış gibi Allah onlara ecir verecek.” diye Peygamber Efendimiz bildirdi. Bu sebepten de, böyle de olabilir.
O zaman o kardeşlerimiz de gelemedikleri halde sizin-bizim gibi, gelmiş gibi sayılırlar. Hatta biz geldik, kusurlu ibadet yaptık; onlar gelmeden, eğer gelmiş gibi kabul ediyorsa, kusursuz ibadet etmiş gibi sevap alabilirler. Böyle olmasını Rabbimiz’den temenni ederiz. O gelemeyen kardeşlerimize Allahu Teâlâ hazretleri, gelmiş de bu haccı ahsen ve etem olarak, yapmış gibi sevap versin. Onu temenni ediyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri, evinden çıktığı zamandan tekrar evinin içine girinceye kadar, hacının duasını kabul eder.
Sizler ve bizlerin alnımızda mânevî bir şeref yazısı, sıfatı var. Bu nedir? Biz, Rahman’ın misafirleriyiz, duyûfu’r-Rahmân’ız. Allah bizi evine çağırdı, biz de Lebbeyk diyerek geldik. Lebbeyk ne demek Arapça’da? “Emrindeyim, buyur; madem çağırdın, geliyorum.” demek. Hem de kat kat emrindeyim, diye koşarca, buyur, geliyorum demek.
Allah bizi çağırdı.
“Duymadık hocam, ne zaman çağırmış, kim diyor?” Kur’an- Kerîm diyor.
وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
Ve ezzin fî’n-nâsi bi’l-hacci. Ye’tûke ricâlen ve alâ külli dâmirin ye’tîne min külli feccin amîk. [2] “Sen ey İbrahim aleyhisselam, bu Beytullah’ı yaptın; seslen insanlara. Onların kimisi yayan, kimisi binekli, dağların arasındaki yollardan vadilerden, akıp akıp buraya gelsinler.” diye, Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş.
Beytullah’ın çok kere, tekrar tekrar binası yapılmıştır. İlk binası melekler tarafından inşa edilmiştir. Çünkü İbrahim aleyhisselâm yaptırmış deniliyor ama İbrahim aleyhisselâm duasında ne diyor?
رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ
Rabbenâ innî eskentü min zurriyyetî bi-vâdin ğayri zî zer’in inde beytike’l-muharrem.[3] “Yâ Rabbi, ben zürriyetimden bir kısım evladımı, hanımımı ve çocuğumu, senin muhterem, mukaddes evinin yanındaki ekin bitmez bir vadiye iskân ettim. Yâ Rabbi, sen onlara rızıklar, meyveler, sebzeler ver; yesinler, içsinler, mahrum bırakma, rızıkları bol olsun.” diyor.
Demek ki İbrahim aleyhisselâm biliyor ki; orada daha evvelden mukaddes bir mahâl vardı. Evet, o yapmış ama tekrar tekrar sökülmüş yapılmış, sökülmüş yapılmış, yıkılmış yapılmış. O kalenin olduğu tarafa, Ecyad tarafından sel gelirmiş. Peygamber Efendimiz’in evi tarafından, yani Cebel-i Ebû Kubeys tarafından da sel gelirmiş. Kâbe’nin duvarlarını, binasını zaman zaman bu seller tahrip etmiş.
Bizim bir hemşehrimiz var, o anlattı. “Bir gece rüyamda, Kâbe-i Müşerrefe’nin etrafını su doldurmuş, yüzerek tavaf ettim.” dedi. Rüyasında Kâbe’yi yüzerek tavaf etmiş. Ertesi gün gelmiş Kâbe-i Müşerrefe’ye. Bir yağmur, bir sağnak, bir sel... Kâbe’nin etrafı sel suları ile dolmuş. O da rüyayı hatırladı, rüyada yüzerek tavaf etti, yüzmeyi de çok iyi biliyor. Atlamış suya, size bize nasip olmayan bir şekille yüzerek tavaf etmiş. Yani yakın zamanda bile, demek ki su gelip Kâbe’yi dolduruyordu.
Sonra ne yaptılar?
Safa ile Merve’nin dışında mermer kaplı bir yer var, oraya otomobiller, kamyonlar girecek şekilde kanal açtılar. Beytullah’ın altından kanalı götürdüler, sel bir daha gelirse binanın içine girmesin ve oradan taşma, dolma yapmasın diye Mesfele tarafına akıttılar. Ama daha önceden çeşit çeşit taşmalar, dolmalar olmuş. Hatta buraya sellerin getirdiği molozları atmak için insanlar günlerce çalışmış, etrafın seviyesi yükselmiş.
Tekrar tekrar yapılmış. İlk önce melekler, sonra Âdem aleyhisselâm, ondan sonra Şit aleyhisselâm, ondan sonra da tekrar tekrar ne kadar yapıldıysa.
Daha sonra da İbrahim aleyhisselâm buraya Allah’ın vahyi ile hanımını ve sevgili oğlunu getirdi, bıraktı. Bıraktı, uzaklaştı. Düşünün ki; ekin bitmeyen bir vadi, hiçbir şey yok. Gördüğünüz gibi etraf taş, kara taş. Safa demek, kaygan taş demek; Merve demek, düz taş demek. Kelime mânası da taş yani. Cebel-i Ebû Kubeys de taş, bu taraf da taş. Arasında bir vadi var, sellerin getirdiği kumlarla dolu. O kadar. Oraya iskân etti. Gidiyor. Nasıl yapar halim selim, yumuşak kalpli, gözü yaşlı İbrahim aleyhisselâm; su, ev, bakkal, kasap, fırın, insan olmayan bir yere bir kadıncağızı, hanımını ve bir de yıllar yılı dua edip de beklediği sevgili oğlunu bırakıp nasıl gider? Akıl alır mı?
Akıl alacak bir şey değil. Ama peygamberler yaptıkları her şeyi vahiyle yapıyorlar. İbrahim aleyhisselâm içi buruk, gönlü yaralı, hüzünlü, Hacer validemizle oğlu İsmail’i oraya bıraktı. İsmail aleyhisselâm daha küçük bebek, yavru. Giderken Hacer dedi ki;
“Yâ İbrahim, bırakıp gidiyorsun. Nasıl şey bu böyle? Allah mı bunu emretti?” İbrahim aleyhisselâm;
“Evet, Allah celle celâlüh böyle emretti.” deyince;
“Eh, o zaman Allah, bana yardım eder.” dedi.
Ekin yok, su yok, insan yok. “Ama madem Allah böyle emretmiş, vardır bir hikmeti. O zaman Allah bana yardım eder.” dedi.
Safa ile Merve arasında biz koşturuyoruz, sa’y ediyoruz. Sa’y demek, hızlı, gayretli yürümek demek. Sa’y etmek, gayret etmek demek. Safa ile Merve arasında yedi defa sa’y ediyoruz. İki buçuk kilometre yol eder hepsi. Bir oraya baktı “Bir insan görebilir miyim?” bir oraya çıktı baktı “Bir insan görebilir miyim?” diye. Ne arıyor? Kendisini tehlikeden kurtaracak, bir çıkış noktası arıyor.
Biz şimdi o işi niye yapıyoruz?
Biz de Allah’ın rahmetini istiyoruz. Oraya gidiyoruz, oraya gidiyoruz; “Yâ Rabbi, bizim koşuşmamız da senin rahmetine ermek için. Biz de bîçâreyiz. Bizim şimdi oturduğumuz yerde evler var, insanlar var ama, biz de senin rahmetine muhtacız. Eğer sen bizi rahmetine erdirmezsen, biz de helâk oluruz. Bu dünyada karnı doymak bir şey değil ki. Mühim olan âhiret. Asıl hayat, âhiret hayatı. Dünya hayatı imtihan, mihnet, meşakkat, sıkıntı, dert, elem, keder, üzüntü…
Tarih kitaplarını okuyorum. Bizden önceki insanlar, çok sıkıntı çekmiş. Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kirâm, çok sıkıntı çekmiş. Hicretin filanca yılında şu hadise olmuş, falanca yılında şu hadise olmuş. Yetmiş tane hafız sahabiyi “Bize Kur’ân öğret.” diye çağırmışlar, ondan sonra bir köşede kıstırmışlar, kıtır kıtır kesmişler. Bunlar sahabi, bunlar melekler gibi insanlar. Bunlar evliyâullahın en yüksek mertebeli insanları. Hafız, ehl-i Kur’ân, Peygamber Efendimiz’in cemalini görmüş, onun rahle-i tedrisinde yetişmiş insan.
Anlaşılıyor ki bu dünya hayatı rahat yeri değil.
اَلدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَ جَنَّةُ الْكَافِرِ
ed-Dünyâ sicnü’l-mü’min ve cennetü’l-kâfir. “Dünya mü’minin zindanıdır, kâfirin cennetidir.” [4]
Dünya mü’min için zindan gibidir. Peygamber Efendimiz de rahat etmemiş, sahâbe-i kirâm da rahat etmemiş, ondan sonra evliyâullah da rahat etmemiş.
Medine mescidine gelmişler, o zamanın yöneticileri, üç bin-dört bin kişiyi öldürmüşler. Abdullah b. Zübeyr Mekke-i Mükerreme’yi almış, Emevîler’e bey’at etmemiş. Çünkü Abdullah b. Zübeyr, Zübeyr b. Avvâm’ın oğlu, sahabi. Halası-teyzesi, Peygamber Efendimiz’in zevcesi oluyor. Yakınlığı var. Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz’le akrabalığı var. O Emevîler’in idaresine razı gelmedi, bey’at etmedi. Geldiler taşa tuttular. İçeriye ateşli taşlar attılar, fethedemediler. Geri dönüp gittiler. Ertesi sene, Emevî halifesi adamlarına; “İlk önce Medine’ye uğrayın. Orada inadı kırın, öldüreceğiniz kadar insan öldürün, ondan sonra Mekke’ye gidin.” dedi. Medine’ye gönderdiği adamlar, üç bin-dört bin kişi sahabiden, tâbiînden insan öldürdü. “Bey’at et! Etmezsen asarım, keserim!” diye orada terör yaptılar. Peygamber Efendimiz’in mescidinin kapılarına, adamlar dikerek herkesi zorla Emevî halifelerine bey’at ettirdiler. Etmeyenler oldu tabi, babayiğit insanlar, “Sizin hakkınız yok bizi zorlamaya!” diye karşı koydular. Ama onları kestiler, sonra Mekke’ye geldiler. Burayı taşa tuttular, Abdullah b. Zübeyr’i şehit ettiler.
İnsan, mü’min kardeşleri için üzülüyor. Allah’ın sevgili kulları olduğuna göre, Allah mü’min kullarını seviyor. Allah Lâ ilâhe illallah diyenleri seviyor, kâfirleri, müşrikleri, inancı bozuk olanları sevmiyor. Ama bu imtihan, ta Peygamber Efendimiz’in zamanında, sahâbe-i kirâmın zamanında başlamış. Hikmetinden sual olunmaz, demek ki bu dünya böyle.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi zorlu imtihanlara tâbi tutmasın. Takat getiremeyeceğimiz musibetleri, belaları başımıza saçmasın. Irzımızı, malımızı, çoluk çocuğumuzu, mülkümüzü, canımızı, şerefimizi, işimizi, gücümüzü, ayaklar altına aldırmasın.
İşte gördüğünüz Ümmet-i Muhammed bu. Harem-i Şerif’te gördüğünüz insanlar dünyanın her yerinden gelmiş; Afrikalısı var, Pakistanlısı var, Endonezyalısı var, Malezyalısı var, İranlısı var. Her bir tipini görebilirsiniz burada. Numune, vitrin burası; Ümmet-i Muhammed bu işte.
Dünya üzerinde nüfusun beşte biri müslüman. Müslümanız biz, sizler ve onlar. Biz müslümanız ama öyle müslümanız ki; Harem-i Şerif’te seyrek oturmuşlar, parmakların olduğu gibi. Aralara insanlar girebilir. Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki; “Saflarda aralık bırakmayın. Saflar sık, muntazam olsun, gevşek olmasın. Saflarda boşluk olmasın. Arasından şeytan dolaşır, şeytan girer araya.” buyurmuş. Sahâbe-i kirâmın, elbiselerinin omuzları eskirmiş. Bizim elbisemizin neresi eskiyor? Sürtünmekten bizim elbisemizin dizleri, onların omuzları eskiyor. Saf o kadar sık olurmuş. Şimdi saflar gevşek.
Endonezyalıydı birisi, Allahu Ekber deyip, namaza durmuş. Yanı boş. Ben de tabi, kimseyi rahatsız etmek hakkımız değil, rahatsız etmem ama Peygamber Efendimiz; “Boşlukları doldurun.” dedi diye, yanındaki boş yere girerken, namazda beni; “Yanıma girme!” diye hal diliyle ikaz ediyor. Ya mübarek! Sen Allah’ın huzurundasın. Ne oluyorsun yani? Allah’ın evini, mescidini, mescidindeki boş yeri, müslüman kardeşine vermiyor. Kendi malı değil. Kesesinden para çıkmayacak. Yanındaki yeri müslüman kardeşine verecek bir bedava cömertliği yok. Bedava cömertlik bu… Hani cebinden cüzdanı çıkartırsın, mor paraları, kırmızı paraları ortaya koyarsın; yüz riyal, beş yüz riyal harcarsın, o ayrı. O, bayağı bir babayiğit işi. Para yok ortada. Allah’ın mescidi, bu da Allah’ın kulu, sen de Allah’ın kulusun. Biraz sonra sen de gideceksin, o da gidecek. Yanındaki yeri vermiyor.
Neden anlatıyorum bunları?
Bunlar; Ümmet-i Muhammed’in bugünkü seviyesini anlamak için birer tezahür, kesit, numune. Çuvalın içinden bir tane pirinç alırsın, işte numune. Bunun içinde bu pirinçten var. Bütün dünya üzerindeki müslümanlar, işte bu pirinçlerden.
İki kişi iki saf arasında kalmış. Bizim saf da, iplik yere sağılmış da eğri büğrü, yılankavi olmuş gibi. Arka saf da karışık. İki kişi de, iki safın arasında kalmış. Biz de birkaç arkadaşız. Bende de hocalık var ya biraz; başımda sarık, sırtımda cübbe, damarımızda da hocalık var. Allah bizi affetsin. Ben arkadaşlara; “O iki kişiyi ,sağa sola yerleştirin; saf arasında kalmasın, sonra da safı düzgün yapalım.” dedim. Bir tanesine, “Sen gel şuraya, öne.” dedim, onu öne aldım. Ötekisini de arkadaşlar arka safa aldılar. Saf muntazam oldu.
Bunu neden yapıyoruz? Ukalâlıktan mı? Değil. Peygamber Efendimiz safları düzgün yapmayı emretmiş. Neden emretmiş? Çeşitli sebepleri vardır da, bizim içimize, kafamıza intizam fikri girsin, alışsınlar diye.
Mesela, imam namaza durmadan önce ne diyor? Geçiyor mikrofonun başına;
واعْتَدِلُوا سَوُّوا صُفُوفَكُمْ Va’tedilû, sevvû sufûfeküm. “Saflarınızı düzleştirin.”
فَإِنَّ تَسْوِيَةَ الصُّفُوفِ مِنْ إِقَامَةِ الصَّلاَةِ Fe-inne tesviyete’s-sufûfi min ikâmeti’s-salâh. “Çünkü safın muntazam olması, namazın güzel olmasının şartlarından biridir.” [5] Eğri büğrü oldu mu olmaz.
Suddu’l-halel. “Aradaki boşlukları kapatın.” İmam bunu söylüyor. Niye söylüyor? Peygamber Efendimiz, öyle söylediği için söylüyor. O yüzden, safların muntazam olması lazım.
Bizim hacı babalardan bir tanesi ihram giymiş, anlaşılan yeniden umre yapıyor. O diyor ki; “bunu safa niye alıyorsun? Burada secde edecek yer mi var?” Geniş yer var. “Var işte.” Dedim. Olmasa bile, sen bayramda hiç Fatih Camii’nde namaz kılmadın mı? Daracık yere eğilip bükülüp secde ediyorsun, sıkışık oluyorsun. Ben düzeltmeye çalışıyorum, adam şişmiş; benim safı muntazam hale getirmeye, araya birisini almama itiraz ediyor.
Bunlar küçük şeyler ama bize işaret. Müslümanın müslümana sevgisi olması lazım. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ
Vellezî nefsî bi-yedihi. “Allah’ın kudreti elinde olan, şu canıma yemin olsun ki.” Allah’ın kudreti elinde değil mi? İsterse öldürür, isterse yaşatır, isterse hasta eder, isterse sıhhatli eder. Allah’ın takdirine kalmış değil mi halimiz? Vellezî nefsî bi yedihî. “Allah’ın kudreti elinde olan şu canıma yemin olsun ki.” diye kendi nefsine yemin ediyor.
لآ تَدْخُلُ الْجَنَّةَ حَتَّي تُؤْمِنُوا
Lâ tedhulu’l-cennete hattâ tu’minû.
Peygamber Efendimiz, yemin ediyor; “Şu canıma yemin olsun ki, inanmadıkça cennete giremezsiniz.” diyor. İnansın, girsin. Lâ ilâhe illallâh diyen girecek. Bunun başka çaresi yok.
وَلآ تُؤْمِنُوا حَتَّي تَحَابُّوا
Ve lâ tu’minû hattâ tehâbbû. Sahih hadîs-i şerîftir bu, kıymetli, sağlam hadîs-i şerîftir. “Ve birbirinizi sevmedikçe de tam mü’min olamazsınız.” [6]
Şimdi ben bakıyorum; Müslümanlar burada birbirlerini tam sevmiyorlar. Çok net olarak, safın içine almasından, almamasından net olarak anlaşılır o. Herkes birbirine bir karış surat, bir tavır, bir genişleme, bir şişme… Ne oluyorsun? Yumuşak omuzlu ol, yumuşak yüzlü ol, yumuşak huylu ol, tatlı dilli ol.
Hac nedir? Haccı ne sanıyorsun sen?
بِرُّ الْحَجِّ إِطْعَامُ الطَّعَامِ وَطِيبُ الْكَلَامِ
Birru’l-hacci it’âmu’t-taâm ve tîbu’l-kelâm. [7] “Haccınız mebrur olsun.” diyoruz, herkes de “Âmin!” diyor. Ben de merak ediyorum, mebrur hac nasıl olur diye, siz de merak ediyorsunuz. Mebrur hac, yani makbul, iyi bir hac, Allah’ın kabul ettiği bir hac; yani sebeb-i duhûl-i cennet olan, cennete girmeye sebep olan hac...
الْحَجُّ الْمَبْرُورُ لَيْسَ لَهُ جَزَاءٌ إِلَّا الْجَنَّةُ
el-Haccu’l-mebrûru leyse lehû cezâun ille’l-cenneh. [8] Hac mebrur oldu mu, mükâfatı mutlaka cennet, başka bir şey değil! Nedir, haccın mebrur olması? Merak ettiniz mi hiç? Hacc-ı mebrur, “Haccınız mebrur olsun.” ne demek? “Makbul olsun.” diye geçiyoruz.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
Birru’l-hacci. “Haccın mebrurluğu.” İt’âmu’t-taâm ve tîbu’l-kelâm. “Yemek yedirmektir.” Eşe, dosta, ahbaba efelik, efendilik, cömertlik yapmaktır, ziyafet çekmektir, kesenin ağzını açmaktır. Ve tîbu’l-kelâm “Ve tatlı sözlü olmaktır.”
Hani nerede; kaç tane hacının ki mebrur hacmış?
Birru’l-hacci it’âmu’t-taâm ve tîbu’l-kelâm
Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre hacı nasıl olacak?
Hacı cömert olacak, bir. Bir-iki riyal için kavga etmeyecek.
İkincisi, ikramcı olacak. “Buyur kardeşim.” “Geç kardeşim.” “Hadi sen buyur; ben üç defa, beş defa haccettim; sen geçiver.” “Hadi ben öpmeyeyim, sen öp.” “Hadi sen şuraya buyur.” Yardımcı olacak, ikramcı olacak. Zaten hacda mükâfat, o kadar süratli geliyor ki; sen bu bir elinle bir adama bir ikram yap, bu diğer eline Allah hemen veriyor. İkram, mânevî mükâfat o kadar çabuk geliyor. Hacı cömert olacak, ikramcı olacak, ziyafet çekecek.
Kurbanları kesiyoruz, üstünde tepinip gidiyoruz. Kurban burada kesiliyor. Canı çıktı mı, kanı aktı mı üstüne vıcık vıcık basa basa, bütün elbiseler tepeye kadar kan oluyor, ezip geçiyoruz. Ya bu kurbanlar niçin kesiliyor? Ziyafet çekeceksin, karın doyacak, millet kebap yiyecek, memnun olacak. Kaç tane kurban kesiyorsunuz? Doğru düzgün et yiyemiyorsunuz; belki yemediniz. Acayip, her iş tersine dönmüş! Ana mânasından, zıvanasından çıkmış, tersine dönmüş. Kurbanı cart kes, şarrr kanı şarlıyor, aksın; bas üstüne, bağırsakları çıksın, murdar olsun, sonra da geç git. Öyle şey olur mu?
Bizim büyüklerimiz çayı içerken karıştırırlarmış. Bardağı çıkartırken içindeki birikmiş olan su, kaşıkta kalmasın diye ucunu kenara değdirirlermiş. “Bereketin hangi lokmada, hangi damlada kaldığı belli olmaz.” derlermiş. Onu bile ziyan etmezlermiş. Bu kadar kurban, ziyan oluyor; yazık değil mi, ne kadar aç insan var… Al, başka yerde kes. Kurbanı al, at bir arabaya, Arafat’a yakın, başka bir yerde kes.
Her şey ana çizgisinden çıkmış, her şey bir taklide bürünmüş. Asıl mâna, asıl incelik, düşünülmez noktaya gelmiş. Hâlbuki hacılık, nasıl olacaktı muhterem kardeşlerim?
Hacı cömert olacak. Hacı ikramcı olacak. Hacı tatlı dilli olacak. Hacı fedakâr olacak. Hacı iyiliksever olacak. Hacı sabırlı olacak. Hacı dost edinecek.
Haccımız bitti, Allah kabul etsin. Bir kısmı gitti, bir kısmı daha sonra gidecek. Türkiye’ye döneceğiz. Pakistanlı, Malezyalı, Sudanlı, Nijeryalı gördünüz… Kaç tane dost edindiniz?
Hâlbuki bir insan Allah yolunda bir dost kazandı mı, Allah onun cennette derecesini bir derece daha yukarıya çıkartır. Bu hacda kaç tane dost edindiniz? Bizde dost edinme yok. Öyle şey olur mu? Adres alacaksın, Türkiye’ye davet edeceksin. Onun adresini alacaksın. “Fırsat bulursam inşaallah size gelirim.” diyeceksin. Tesbihini ona hediye edeceksin. Onun kalemini hediye alacaksın. Muhabbet olacak. Müslüman, müslümanı sevecek, tanıyacak, bilecek. Hac bu. Hac böyle makbul, güzel bir tarzda yapılınca, mükâfatı çok büyük oluyor.
O mükâfatlardan bazılarını Râmûzu’l-ehâdîs’ten aldım, onları okuyuvereyim.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
الْحَاجُّ يُشَفَّعُ فِي أَرْبَعِ مِائَةِ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ ، وَيَخْرُجُ مِنْ ذُنُوبِهِ كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ
el-Hâccu yuşeffe’u fî erbai mietin min ehli beytihî ve yahrucu min zünûbihî ke-yevmi veledethü ümmuhû. [9]
201 inci sayfa 18 inci hadîs-i şerîfi Râmûzun.
Ebû Mûs’el-Eş’arî hazretlerinin bildirdiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bildirmiş ki; Biz ne ibadet yapmışız meğerse.
el-Hâccu. “Haccı yapan kimse.” Yuşeffe’u. “Kendisine, şefaat hakkı verilir hacıya.” Kim tarafından veriliyor bu hak? Allah tarafından veriliyor.
مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ
Men zellezî yeşfe’u indehu illâ bi-iznih. [10] Âyet’el-Kürsî’de her zaman okuyoruz. Ne demek bu cümle? Men zellezî. “Kimdir o kimse ki.” Yeşfe’u indehu. “Allah’ın yanında, şefaat etmeye kalkışabilsin.” İllâ bi-iznih. “Onun izni olmadan.”
Allah’ın izni olmadan, kimse kimseye şefaat edebilir mi? “Yâ Rabbi şunu, şu kulunu affet, hadi şunu cehenneme atma, bağışla yâ Rabbi. Bunu ver bana, ben onun elinden tutayım cennete götüreyim.” demeye hakkı var mı kimsenin? Kendi başına hakkı yok. İllâ bi-iznihî, ancak Allahu Teâlâ hazretleri müsaade ederse; bir kimse bir kimseye şefaat edebilir.
Kimler şefaat edecek?
Önce Peygamber Efendimiz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; humu’ş-şâfiu’l-muşeffe’u, şefîû’l-ummeh, ümmete şefaat edecek.
شَفَاعَتِي لِأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي
Şefâ’atî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî. “Ümmetimin günahkârlarına şefaat edeceğim.” [11] Hem de şefaati kabul olunan, bir şefaatçi. Allah tarafından tayin edilmiş, bir şefaatçi. Hem de Peygamber Efendimiz’in, müteaddit şefaatleri olacak. Müteaddit defalar Cenâb-ı Mevlâ’nın divanına el pençe divan duracak, secde-i Rahmân’a kapanacak; “Yâ Rabbi! Ne olur şunu şöyle yap, diye nice nice yerlerde şefaat edecek.
Bir kere, insanlar mahşer gününde izdihamla binlerce yıl bekleşmekten ölecek raddelere gelecekler. Sıkışık olacak. Eski hacıların, tünelde sıkıştıkları gibi. Güneş tepelerinde olacak, gölge yok. Rûz-u mahşerde, ancak kişinin zekâtı ve sadakası insanın üstüne gölge yapacak. Zekât vermişse, kesenin ağzını açmışsa, hayrını, sadakasını yapmışsa; o gelecek, başına gölge yapacak. Şemsiyesi; zekâtı ve sadakası, hayrı hasenâtı olacak. Gölge yok, izdiham var. İnsanların hepsi çıplak olacak.
“Allah Allah. Tövbe estağfirullah. Nasıl çıplak olacak?”
O zaman öyle bir gün olacak ki kimsenin kimseye bakacak hali olmayacak. Çıplak. Kabirden kalktığı gibi mahşer yerinde, muazzam bir izdiham. Güneş tepelerinde. İnsanlardan boşanan ter, yerin içine yetmiş arşın aşağıya kadar yeri ıslatacak. Ter; kimisinin dizi hizasına, kimisinin göbeği hizasına, kimisinin ağzının hizasına gelecek. Ağzına ter girecek. Hatta ter, bazılarının da kulak memesi hizasına gelecek.
İnsanlar o beklemekten bunalıp; “Allah hükmetse de, mahkeme-i kübrâ kurulsa da, kim nereye gidecekse gitse. Cehenneme gidecekse cehenneme gitse, cennete gidecekse cennete gitse de, bu bekleyiş bitse.” diyecekler. Canlarına tak diyecek. Binlerce yıl Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, divanında diz çöküp durulacak. Binlerce yıl!..
Sonra peygamberlere gelecekler; “Allah’a dua etsen, mahkeme-i kübrâyı kursa da hesaba başlasa.” diyecekler. “Benim bir hatam var, benim bir kusurum var.” diye herkes çekinecek. Âdem atamıza gidecekler. “Ben cennetteyken Allah’ın ‘Yaklaşma.’ dediği ağaca yaklaştım, ‘Yeme.’ dediği meyveden yedim. Şimdi ben gidemem.” diyecek. Nuh aleyhisselâm’a, İbrahim aleyhisselâm’a, Musa aleyhisselâm’a, İsa aleyhisselâm’a gidecekler. Peygamberlerden, kimse cesaret edemeyecek.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz kalkacak, Rahman’ın secdesine kapanacak, yalvaracak, mahkeme-i kübrâ öyle başlayacak. Peygamber Efendimiz’in şefaatinin birisi bu.
Ondan sonra ümmetine şefaat edecek. Ümmetinin günahkârlarına şefaat edecek. Cehennemi hak etmiş olanların cehenneme düşmemesine şefaat edecek.
Sonra, alimler şefaat edecek. İnsanlar, cennetlikler cennete girecekler. Şehitlere bile “Gir!” denilecek. Alimlere, “Kapıda dur, istediğine şefaat et!” denilecek. Alimlerin kıymeti çok. الْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ el-Ulemâu veresetu’l-enbiyâ. “Alimler peygamberlerin vekilleridir, varisleridir, halifeleridir.” [12] Onun için “Burada, kapıda durun, istediğinizi alın!” denilecek.
Dört yüz kişi az değil. Anamızı, hanımımızı, çocuklarımızı, akrabayı kurtarırız. “Yâ Rabbi, şu da, şu da.” Kaç oldu? İki yüz oldu. Biraz daha, iki yüz elli oldu. Biraz daha, üç yüz, dört yüz... Dört yüz az değil; bu muazzam bir şey!
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle, kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini, her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde, şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da, edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ. Ve Habîbihi’l-müctebâ. Ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.
[1]إِنَّ أَقْوَامًا بِالْمَدِينَةِ خَلْفَنَا، مَا سَلَكْنَا شِعْبًا وَلاَ وَادِيًا إِلَّا وَهُمْ مَعَنَا فِيهِ، حَبَسَهُمُ العُذْرُ
Buhârî, “Cihad”, 35, r. 2839; Bk. Ebû Dâvud, “Cihad”, 20, r. 2508; İbn Mâce, “Cihad”, 6, r. 2764; Ahmed b. Hanbel, III, 103, r. 12009; Abdürrezzak, Musannef, V, 260, r. 9547.
[4] Müslim, “Zühd ve’r-Rekâik”, 1; Tirmizî, “Zühd”, 16, r. 2324; İbn Mâce, “Zühd”, 3, r. 4113; Ahmed b. Hanbel, II, 485, r. 10288; Beyhakî, Şu'abu'l-Îmân, XIII, 76, r. 9977.
[5] Buhârî, “Ezan”, 74, r. 723; مِنْ تَمَامِ الصَّلَاةِ Bk. Müslim, “Salât”, 28; Ebû Dâvud, “Salât”, 94, r. 668; İbn Mâce, “İkameti’s-Salâh”, 50, r. 993; Dârimî, , “Salât '”, 48, r. 1298; Ahmed b. Hanbel, III, 177, r. 12813.
[6] Ebû Dâvud, “Edeb”, 143, r. 5193; Tirmizî, “İsti’zan”, 1, r. 2688; İbn Mâce, “Edeb”, 11, r. 3292; Ahmed b. Hanbel, II, 477, r. 10177; Bk. Müslim, “İman”, 6.
[7] Hâkim, el-Müstedrek, I, 658, r. 1778; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, V, 431, r. 10390; Beyhakî, Şu'abu'l-Îmân, VI, 25, r. 3824; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, VIII, 203, r. 8405; Ebû Nuaym,; Bk. Ahmed b. Hanbel, III, 325, r. 14482; Ali el-Muttakî,Kenzu'l-ummâl,V, 13, r. 11834.
[8] Buhârî, “Umre”, 1, r. 1773; Müslim, “Hac”, 79; Tirmizî, “Hac”, 90, r. 933; Nesâî, “Menasikü’l-Hac”, 5, r. 2629; İbn Mâce, “Menasik”, 3, r. 2888; Muvatta', “Hac”, 21; Ahmed b. Hanbel, II, 461, r. 9941.
[9] Bezzâr, Müsned, VIII, 169, r. 3196.
[11] Ebû Dâvud, “Kitabü’s-Sünne”, 23, r. 4739; Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyameh”, 11, r. 2436; Ahmed b. Hanbel, III, 213, r. 13222; İbn Hıbbân, Sahîh, XIV, 386, r. 6467; Hâkim, el-Müstedrek, I, 139, r. 229; Ebû Ya'lâ, Müsned, VI, 40, r. 3284.
[12] Buhârî, "İlim", 10; Ebû Davud, "İlim", 41, r. 3641; Tirmizî, "İlim", 19, r.2682; İbn Mâce, "Mukaddime" 17, r. 23.
Sonra, şefaat etme sırası size ve bize gelecek. Burada Peygamber Efendimiz diyor ki; el-Hâccu. Yuşeffe’u. “Allah tarafından hacıya şefaat hakkı verilir.” Size ve bize hacı olmak dolayısıyla, şefaat hakkı verilecek. “Ailesinden, akrabasından bazı kimselere şefaat edecek.”
Kaç kişiye şefaat edecek?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; Yuşeffe’u fî erba’i mietin min ehli beytihî. “Akrabasından, ehli beytinden dört yüz kişiye şefaat hakkı verilecek!”
Elhamdülillah, yâ Rabbi çok şükür! Bize de ver bu şefaat hakkını yâ Rabbi!..