Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Evvela her zaman, her yerde ve her hâl üzere Allahu Teâlâ hazretlerine hamd ederiz; hamd u senâlar olsun. Çünkü elhamdülillâhi alâ külli hâl her hâlükârda Kâdir-i mutlak, Malikü’l-mülk, Rabbü’l-âlemîn O olduğu için hamd O’nadır. Ama biz ayrıca ne kadar Rabbimiz’e hamd u senâ ile beraber şükreylesek, şükr ü senâ eylesek, ne kadar şükretsek azdır. Çünkü Allah celle celalühu bizi nice badirelerden geçirdi, nice vartalardan atlattı, nice sıkıntılardan kurtardı, nice geçilmez surlardan aşırdı. Bizi uzak diyarlardan, denizlerin üstünden uçurdu, karlı dağların tepesinden geçirdi, Habîb-i Edîbi’nin şehrine getirdi, kondurdu. Bu keramet! Yani Allah’ın büyük ikramı! Eskiden bir insan böyle bir şey yaptığı zaman dillere destan olurdu. Büyük keramet… Allahu Teâlâ hazretleri hepimize nasip eyledi de; şu kâinatı yaratan âlemlerin Rabbi’nin, Elçisi’nin ve Habibi’nin şehrine, yanı başına, dizi dibine getirdi. Allahu Teâlâ hazretleri bizleri, en sevdiği kul, peygamberlerin serveri, mahlukâtın eşrefi ve kâinatın sebeb-i hilkati olan bir mübarek zâtın dizinin dibine, kabrinin yanına, şehrinin içine nasip eyledi, getirdi.
Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz radiyallahu anh bir kaside yazmış. O kasideyi de alimlerimiz Kasîde-i Bürde’nin evveline basmışlar; herhalde Iraklı bir alim nazma çekmiş.
İbrahim b. Edhem hazretleri bir şiirinde diyor ki:
إلهي عبدك العاصي اتاك
مقرا بالذنوب فقد دعاك
ان تغفر فأنت اهل لذلك
وان تطرد فمن يرحم سواك
İlâhî abduke’l-‘âsî etâke,
Mukırran bi’z-zenbi ve kad deâke,
Fe in tağfir feente ehlun lizâke
Fe in tatrud fe men yerham sivâke.
“Yâ Rabbi! Şu âsî kulun, kalktı senin huzuruna geldi. Evet hatasını biliyor, suçlu günahkâr. Onun için boynu bükük, mahcup ama sana dua eder bir vaziyette geldi, yâ Rabbi! Bu suçlu kulun, günahkâr kulun huzuruna geldi, hatasını da biliyor. Aczini, hatasını, kusurunu da muterif. Başı yerde, boynu bükük, gözü yaşlı. Eğer affedersen, sen affedicisin, gaffâr-ı zünûbsun, yâ Rabbi, affedersin. Yâ Rabbi! Kapından kovarsan ben nereye gideyim? Artık bana kim merhamet eder, yâ Rabbi?!”
Bu ne demek?
“Yâ Rabbi, gitmem başka kapıya!” demek. “Başka gidecek yerim yok ki! Ne kadar suçlu olsam, ne kadar günahkâr olsam da başka bir kapı yok ki! Yapışırım buraya gitmem. Affedinceye kadar bu kapıda dururum. Kapıyı bırakmam, eşikten ayrılmam, sana yalvarmaya devam ederim.” demek.
Muhterem kardeşlerim;
Allah dua edenleri seviyor ve dua etmeyene gazap ediyor. Yani suçlu olmak mühim değil, günahkâr olmak mühim değil, kabahatli olmak mühim değil, mazisinin karanlık olması mühim değil; affediyor Allah.
إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا
İnnallâhe yağfiru’z-zünûbe cemî’a [1]
Hepsini birden toptan affedebiliyor, affediyor. Ve bir de buyurmuş ki:
لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ
Lâ taknetû min rahmetillâh. [2] “Allah’ın rahmetinden ümidinizi de kesmeyin.” Ümit kesmeyi de yasaklamış. “Benim ümidim yok, beni Allah affetmez; çünkü benim suçum çok. Benim hiç ümidim kalmadı, Allah’ın rahmetine ermeye ümidim yok.” demek haram, yasak, memnu; yok öyle şey! Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de böyle yasaklamış: “Lâ taknetû min rahmetillâh Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin.”
Allah nasip ederse o Beytullahı’na da gideceğiz. Kâbe’yi tavaf ederken ben şöyle başımı kaldırıp da oradaki âyetleri okuyunca kendimi tutamam. Kalbim katı ama gözlerimin yaşını tutamam. Çünkü Kâbe’nin Hâcer-i Esvedi’nin oradan, altın kapısının önünden döndüğümüzde oradaki yazılar ilk bakışta çok karışıktır. Kâbe’nin o örtüsünü yaptıran hükümdarın ismi, vesairesi var, karışık yazılar. Kâbe’nin Altınoluk tarafına döndü mü örtünün üzerinde yazıyor ki:
نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Nebbi’ ’ibâdî ennî ene’l-ğafûru’r-Rahîm. [3] “Ey kulum, kullarıma haber ver ki; Ğafûr ve Rahîm olan benim. Çok affeden, çok mağfiret eden, çok merhametli olan benim. Kullarıma bunu bildir.” Orada dayanamıyorum. “Yâ Rabbi, senin âyetini Kâbe’nin örtüsüne yazmışlar, ne büyük müjde! Sen Ğafûr ve Rahîm olduğunu, seni tavaf edenlere böylece gözünün önüne yazdırtmışsın, müjdeliyorsun, affedicisin, mağfiret edicisin!
Muhterem kardeşlerim!
Buraya gelmek birçok insana nasip olmuyor.
Ne bakımdan nasip olmuyor?
Kimisi buraların kıymetli yer olduğunu idrak etmekten gafil olduğu için buralara gelmiyor.
“Allah Allah! Arab’ın yanına mı gidilir? Aman çöllere mi gidilir? Aman ne Arab’ın yüzü ne Şam’ın şekeri! Eksik olsun!” laflar böyle.
O, Boğaz’da Emirgan’da gezecek, Tarabya’da eğlenecek, Çamlıca’da içecek... O burayı sevmiyor, buranın güzelliğini anlamıyor. Allah anlattırmazsa, kimse anlayamaz. Allah çağırmazsa, kimse gelemez. Yırtsa ortalığı, yeri göğü yıksa, Allah nasip etmeyince gelinmez.
Sizin her birinizin bir adı, bir kartviziti var. Bir yerdesiniz, hatırlı bir insansınız, itibarlı bir kimsesiniz. Burada en büyük sıfatınız ne biliyor musunuz? Size burada bir kartvizit verseler, sıfatınız ne biliyor musunuz? Duyûfu’r-Rahmân, “Siz Rahmân’ın misafirlerisiniz.” Merhaben bi-duyûfi’r-Rahmân, “Ey Rahmân’ın misafirleri, merhaba, hoş geldiniz” diye yazar yollarda.
Bugün burada mübarek bir zâtın ziyaretine gittik. Dedim ki: Dilenciye bir kap yemek, bir küflü ekmek verirler; kapının önünde “Bunu ye!” derler. Bir kap yemek, karnını doyursun. Küflü ekmek, bir kap yemek verirler; yeter. Biz fakiriz, biz dervişiz, siz bize çok yemek çıkarttınız, dedim. Sofra çok çeşitliydi. O da, yaşlı, seksen yedi yaşında adam, mübarek nur olmuş. Burada, Peygamber Efendimiz’in şehrinde senelerce kalmış. “Siz, duyûfu’r-Rahmân’sınız, biz sizin hadimleriniziz, hademeyiz.” dedi. Muhterem kardeşlerim kıymetinizi bilin! Duyûfu’r-Rahmân’sınız "Rahmân’ın misafirlerisiniz." Allah size davet çıkarmış, nasip etmiş.
İbrahim aleyhisselâm’a;
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
Bismillâhirrahmânirrahîm. Ve ezzin fî’n-nâsi bi’l-hacci ye’tûke ricâlen ve alâ külli dâmirin ye’tîne min külli feccin amik. [4] Sadakallahu’l-azîm.
“Ey İbrahim! İnsanların arasında, bu mübarek beyti ziyaret etmelerini onlara bildirmek için, onları buraya davet etmek için seslen.” Demiş ki: “Yâ Rabbi! Benim sesim nereye kadar gider ki; ben nasıl duyuracağım bu insanlara; burası ekin bitmez bir vadi.” Demiş ki;
رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ
Rabbenâ innî eskentü min zürriyyetî bi vâdin ğayri zî zer’in. [5]
Ekinsiz, taşlık bir vadiye İsmail aleyhisselâm’ı, Hacer validemizi bırakmış. İnsan yok.
“Yâ İbrahim! Sen seslen; seslenmek senden, duyurmak benden.” buyurmuş.
Şimdi biz nasip olmuş, kalkmışız gelmişiz. Allah nasip etti; demek ki nasibiniz varmış buraya Peygamber Efendimiz’in şehrine geldiniz.
Peygamber Efendimiz’in şehrinin, mescidinin duvarında dedelerimiz Peygamber Efendimiz’in bir hadîs-i şerîfini yazmışlar:
صَلَاةٌ فِي مَسْجِدِي هَذَا ك الْفِ صَلَاةٍ فِيمَا سِوَاهُ
Salâtün fî mescidî hâzâ keelfi salâtin fîmâ sivâhu. “Şu gördüğünüz benim mescidimde kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir.” [6] Bin misli! Burada bir namaz, orada bin mislidir.
“Ama Hocam! Peygamber Efendimiz’in kurduğu mescit buraları mı?”
Efendimiz onu da söylemiş;
“Bu mescit kalabalık arttıkça, genişledikçe, duvarları Yemen’e kadar genişlese benim mescidimdir.” Onda şek şüphe yok!
İster Suud, ister Osmanlı, ister şu veya ister bu yapsın.
Bugün gittiğimiz zât diyor ki; “Hani, âyet-i kerîme inmişti ya:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
Bismillâhirrahmânirrahîm. Len tenâlü’l-birra hattâ tünfikû mimmâ tuhibbûn. [7] “Sevdiğiniz malları, paracıkları, o biriktirdiğiniz altınları, gümüşleri, elmasları, ziynetleri Allah yolunda infak etmedikçe muttakî kul -birr-i takvâ sahibi kul- sıfatına sahip olamayacaksınız.” Kesenin ağzını açmadıkça, cömert olmadıkça Allah’ın sevgili kulu olamayacaksınız. Yani cömert olmak lazım, hayırsever olmak lazım. Canı gibi sevdiği, gözbebeği...“Mal canın yongası” derler.
Mal canın yongası ne demek?
Bir parçası demek. Yonga; parça demek. İnsanın malından biraz alacak olsan canından bir can kopartmış gibi olursun, çimdik atmış gibi olursun. Çimdikte insanın eti kopmaz. Sadece acır, sıkışır. Malından bir parça koparıp aldın mı canından bir parça almış gibi olursun. Zor ama Allah rızası için verirse o zaman Allah’ın sevgili kulu oluyor.
Bunun üzerine Ebû Talhâ radıyallahu anh gelmiş;
“Ya Resûlallah! Ben bu âyeti duydum. Şu içinde hurma ağaçlarının olduğu, cıvıl cıvıl kuşların öttüğü, kuyusu olan, sevdiğim bir bahçem var. İçinde şu kadar hurma ağacı var, Allah rızası için, bu âyetin aşkına verdim bunu.” demiş.
Ebû Talhâ hazretlerinin bostanı şimdi mescidin içinde, mescidin direklerinin birisinin arasında. Kadınlar kısmında kalıyor, arka taraflarda bir yerde. Ölçüsünüde tam ölçemiyoruz. Çünkü mescid çok büyüdü, elhamdülillâh. Bir de üst katı var. Yan taraftan yürüyen merdivenler var. Üst kata bir çıkın, bayılırsınız! Üst katta yıldızlar; püfür püfür rüzgar esiyor. Mescid-i Saadet'in üst tarafı, geceleri akşam ve yatsıda açıyorlar. Çok güzel!
O zaman bahçe mescidden ne kadar uzaktaymış, şimdi Peygamber Efendimiz’in mescidinin içine katılmış oldu. Biz Hocamız [Mehmed Zahid Kotku] cennetmekânla geldiğimizde evler vardı, misafir kaldığımız evler şimdi mescidin içi oldu. Elhamdülillah mescid büyüdü.
Buraya insan her zaman gelemez. Belki bu gelen kardeşlerimizin bazısının, ilk ve son gelişleri olacak. Herkes gelemez ki...Ya para bulamaz, ya vakti olmayabilir, ya müsaade çıkmayabilir, ya da harb-darb olur istese de insan gelemeyebilir.
Ben askere gitmiştim. Askerdeyken maaşlar değişmiş, zam gelmiş. O bizim zamsız aldığımız zamanların parasını biriktirmişler. Askerden geldim. Üniversiteden, -Allahuâlem on dört bin lira mı on yedi bin lira mı bir para- “Bu eksik aldığın maaşların tamamı.” dediler. O zamana kadar o kadar para görmemişim. On yedi bin lirayı elime aldım. “Şimdi ben zengin oldum ne yapayım? Zengin ne yapar? Hacca gider." dedim. Üniversite rektörlüğüne bir dilekçe yazdım çıktık geldik.
Neden?
Ya gelirim, ya gelemem. Ya ölürüm, ya kalırım. Onun için insanın eline fırsat geçti mi; iyi yapmışsınız gelmişsiniz. Ya bir daha geliriz, ya gelemeyiz. Tekrar tekrar gelmeyi Allah nasip eylesin, müyesser eylesin.
Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyaretler nasip eylesin, mescidinde namaz kılmak nasip etsin.
Muhterem kardeşlerim;
Burada namaz bin misli. Ama Kâbe’nin etrafındaki Mescid-i Haram denilen Mekke’deki mescidde namaz yüz bin misli. Yani orada bir namaz kıldın mı yüz bin misli oluyor.
Bir şey var, onu ayrıca söylemek lazım. Bastıra bastıra söylemek lazım. Sevapların çok olduğu gibi günahlar da çok.
Burada bir günah işlerse, insana başka yerde işlediğinden bin misli daha fazla günah yazılır. Burada günah yakışmaz.burada harama bakmak yakışmaz, haramı düşünmek yakışmaz, kavga-gürültü yakışmaz, gıybet yakışmaz, dedikodu yakışmaz, haram lokma yemek yakışmaz. Yani burada insan cezasını pattadak bulur.
Avustralya’dan bir arkadaşımız gelmiş. Geldiği gün otelin yanındaki bakkaldan alışveriş yapmış; süt, ayran, ekmek ve saire almış. Parasını çıkartmış vermiş. Gelmiş oteline yemiş içmişler. Bir hafta sonra çantasını aramış, el çantası yok. Aramış yok! “Uçakta yanıma almıştım, uçaktan çıkarken dikkat etmiştim. Paraları, pasaportları içine koymuştum. Banka cüzdanı içindeydi buraya kadar geldim. Acaba o alışveriş yaptığım bakkalda mıdır?” demiş.
İbretli bir hadise, olmuş bir hadise! Kalkmış, bakkala gitmiş. “Ben yedi gün önce buraya geldiğim zaman alışveriş yapmıştım. -Yani ya burada ya Mekke’de, neyse bir yer, ikisi de mübarek, Allah’ın sevgili, mukaddes arazileri buraları- Ben burada çantamı unutmuş olabilir miyim acaba diye hatırıma geldi, böyle bir şey kalmış mı burada?” Adam;
“Hayır, demiş biz bu dükkânı yeni devraldık, iki gün oldu. Geçen hafta biz yoktuk.” demiş.
“Hocam, baktım geçen hafta alışveriş yaptığım adam, tanıdım; yalan söylüyor. Yalan söyleyince içime bir şüphe düştü. Ben şöyle dükkâna göz gezdirmeye başladım. Dükkânın içine doğru yürümeye başladım. Tezgahın dışından dükkânın içine doğru yürüyorum, o da tezgahın arkasından benim yürüdüğüm yere doğru yürüyor. Ta içeriye kadar bakına bakına gittim. Dip köşede, seccadelerin, eşyaların altında çantamın ucunu Allah bana gösterdi” diyor. O kadar kalabalığın arasında Allah’ın büyüklüğüne bak! “Atladım balıklama çantamı almak için, adam da benim üstüme atladı. Alt alta, üst üste...Kavga oldu, polislik olduk.” diyor.
“Çanta benim. İşte böyle olunca böyle oldu.”
Tabii açmışlar içindeki eşya bu şahsın. Dükkân sahibi yalan söylüyor. İncelemişler ki o çantayı almış Riyad’a kadar gitmiş. Riyad’da banka hesabını çekmeye çalışmış Avustralya’daki kaç bin dolar; kırk bin, elli bin, seksen bin neyse o kadar dolar parayı çekmeye çalışmış. Onlar da çıkmış ortaya. Yakalanmış hapse tıkılmış. Meğer buraya ticaret için gelmiş adam, Yemen’den mi bir yerden. Yani Suudlu değil ticaret için gelmiş. Bak Allah burada hainliğe müsaade etmiyor. Günahı nasıl cezalandırıyor.
Onun için burada sevaplar fazla. Sevaplı yerdir, sevap işlemeye gayret edelim. Ancak günahlar da büyük yazılır, günah işlememeye çalışalım. Gönlümüzü de pâk eyleyelim, temiz tutalım, kötü şey düşünmeyelim. Hayır işleyelim, ibadet edelim, namazları Mescid-i Nebevî’de kılmaya çalışalım, çarşı pazarda vakti harcamayalım. Böylece zamanımızı değerlendirmeye çalışalım.
Şimdi biz evvela Medine’ye geldik. İstanbul’dan uçtuk Medine’ye indik. Daha evvel hac yapmayanlar bunun manasının hiç farkında değildir hiç bilmez. Yani Mekke’ye inse ne olurdu, Cidde’ye inse ne olurdu...
Ben şimdi Medine’nin hava alanına inmişim ne olmuş yani?
Hiç bilmez!
Ama ben size söyleyeyim ki; Ben Cidde hava alanına indiğim zaman, böyle izdihamlı hacca yakın zamanda 14 saat beklediğimi bilirim. Bekle Allah’ım bekle...İnsanın sabrı taşar, sigortası atar, gözü döner, ağzı bozulur. Allah korusun şeytan aldatır insanı. 'Hay bu Arab’ın nesi' filan diye demeye başlar, çeşitli günahlara girer. 14 saat beklersiniz, şu mühürler vurulacak, pasaport elimize verilecekte, şu sevdiğimiz şeye gideceğiz diye orda bekleme burada bekleme, dışarıda perişan olursunuz. Burada biz şimdi iki saatte çıktık. Azami iki saat...Her işimiz bitti, otobüse atladık geldik. Medine'ye gelmek en aşağı beş misli büyük ikram. Herkese nasip olmuyor. Cidde’ye inenleri buraya göndermiyorlar.
Şimdi biz buradan Peygamber Efendimiz’i ziyaretle işe başladık güzel... Lütufla başladık, rahatla başladık.
Siz bu otellerin kıymetini de bilmezsiniz. Kendi evinizin ne kadar geniş olduğunu, her türlü konforun olduğunu düşünürsünüz, beğenmezsiniz ama bu hac mevsiminde bunlar saray gibidir. Dışarıdaki insanlardan anlayabilirsiniz. Kimisi dışarıda yatar, yiyecek içecek bulamaz, yatacak yer bulamaz su bulamazdı. Eskiden bulunmazdı; şimdi sular hiç kesilmiyor, şakır şakır akıyor. Su kıtlığı vardı eskiden, gusül abdesti alıp Peygamber Efendimiz’i ziyaret etmek bir meseleydi. Mekke’de apartmanlarda sular kesilirdi. Kamyon gelecek de, depoya su dolduracak da… “Aman suyu çok harcamayın!” derlerdi. Şimdi su gani. Sonra eskiden soğutma cihazları yoktu. Muhabbet kuşunun kafesin içinde çırpındığı gibi hacılar çırpınırdı. Çare yok, sıcak; ter akardı.
Bu işin içinde sizin farkında olmadığınız çok nimetler var. Yani siz yumuşaktan yumuşaktan sertliğe doğru gidiyorsunuz. Allah sizi hep yumuşaklık, hep lütuf, hep ikram, hep in’am-nimet içinde yüzdürsün ama aslında hac daha sıkıntılı bir ibadettir. Bunu da bilin! Hac çok sıkıntılı bir ibadettir, hatta cihad gibidir.
Cihada gitmeyen bir insan, hac yapmışsa cihada gitmesi efdâldir. Ama hac yapmamış bir insanın önce haccetmesi efdâldir. Çünkü bu da cihad gibidir.
Eskiden bizim geldiğimiz yoldan buraya gelenler buraya üç ayda yürüyerek gelirlerdi. Biz üç saatte geldik. Zengin olan babayiğitlerin develeri vardı. Onlar develerin üstünde gelirlerdi. Ötekiler yürürdü kumlara bata çıka gelirdi.
Eski bir tarih kitabında okudum; bazı menziller arasında on sekiz saat cebrî yürüyüş mecburiyeti vardı. Çünkü çölde; su yok; eşkıya tehlikesi vardı. Muhafızlar nezaretinde on sekiz saatte cebren yürüyecek, karşı kaleye varacak, orada emniyet içinde olacak. Yoksa geceye kaldı mı veya tehlikeye kaldı mı geçemedi mi orada talan olabilirmiş. On sekiz saat yürümeyi düşünebiliyor musunuz?
Burada biz bir namaz kılıyoruz. Ben şahsen kendime kızıyorum. Bakıyorum namaz kılıyorum; şuradan şuraya, sıcakta gelinceye kadar dermanım kesilmiş. On sekiz saat yürürlermiş ve hacıların çoğu, hac yollarında helak olurmuş.
Buradan Mekke-i Mükerreme’ye gideceğiz ihrama girmek lazım. Zülhuleyfe denilen bir yer vardır; oradan öteye dikişli elbiseyle geçilmez. Hac için mukaddes arazi başlıyor, ihrama girme arazisi başlıyor. Buradan ihrama gireceğiz.
Üç çeşit hac yapılabilir. Bilenlere tekrar olur. Bilmeyenlere de mühim olan şeylerden hatırıma geldikçe hatırlatmaya çalışayım muhterem kardeşlerim.
Hac üç çeşit yapılabilir.
Ya Hacc-ı İfrad olur. İfrad ‘t’ ile değil, ‘d’ ile. Hacc-ı İfrad; ferd demek. Tek başına hac demek. Hacc-ı İfrad; ferd olarak bir tane, sadece hac yapmak demek.
Veyahut Hacc-ı Temettü; umreli hac demek. Ama umreyi yapacak, ihramdan çıkacak, serbest olacak, temettü edecek; nimetlenecek, metalanacak, rahatlayacak, keyfine bakacak. Ondan sonra tekrar hac için Mekke’de ihrama girecek. Buna Hacc-ı Temettü derler. Bunun için de hem umre var hem de hac yapılmış olacak. Umre artı hac demek.
Bir de Hacc-ı Kırân var. Kırân, kırmak kelimesi ile ilgili değil. Kırân; karîn olmak, yakın olmak demek. Hac ile umre yapışık, beraber demek. Bir kimse ihrama girdi mi umreyi de haccı da yapacak, öyle çıkacak. Bu yapılması en meşakkatli olanıdır. Çünkü hacı, Medine-i Münevvere’den Mekke’ye gittiği zaman hacc-ı kırân yapacak olan kimse, ilk önce gidecek kudüm tavafı yapacak, ondan sonra umresinin tavafını yapacak. Tabii iki defa sa’y yapacak. Orası çok izdihamlıdır. Burada gördüğünüz kalabalık bitmiş olan kalabalık, döküntü kalabalık...Asıl kalabalık gitmiş şimdi siz burada rahattasınız. Öbür tarafa gittiğiniz zaman omuz omuza, izdihamlı, sıkışık bir yere gideceksiniz. Biz elimizden geldiği kadar sıkışık olmayan zamanlarda sizi rahat bir şekilde ibadet yapmanızı gayret edeceğiz. Hoca efendilere o vakitleri buldurmaya çalışacağız.
Evvelki senelerden birinde ben bizim binaya geldim. Baktım öğleden sonra ikindiye yakın bir vakitte hacı efendiler keyifli keyifli aşağıya iniyorlar. “Hayrola siz böyle ne tarafa gidiyorsunuz? Allah selamet versin.” dedim. “Hocam, biz şeytan taşlamaya gidiyoruz.” dediler. Eğer şeytan taşlamanın en meşakkatli, en zor, en tehlikeli zamanı ne zaman, diye sorsalardı; işte bu zamandı! Bundan daha zor zamanı yoktur. Şimdi iki gün şeytan taşlayanlar iki gün taşlayıp da ayrılmak isteyenler vardır; nefîr-i âmm denilen müsadee vardır.
"Bana haksızlık yaptın" zamanı değildir.
Nazar eyle itürü,
Bazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör
Yaradandan ötürü.
zamanıdır, yeridir burası. Kusur görme yeri değildir. Allah bizi görüyor, biz Allah’ın misafiriyiz. Burası Allah’ın rızasını kazanmak için gözümüzü dört açma yeridir. Zamanımızı boş geçirmeyeceğiz, ibadetle geçireceğiz. Bir söze başladım yarım kaldı onu söyleyeyim.
“Burada namaz başka yerdeki namazdan bin misli fazla sevap. Mekke-i Mükerreme’de namaz başka yerde kılınan namazdan yüz bin misli sevap. Kudüs’te kılınan namaz başka yerde kılınan namazdan beş yüz misli sevap. Camide cemaatle kılınan namaz, evde kılınan namazdan yirmi yedi kat daha sevap. Şehir mescidinde kılınan namaz, köy mescidinde kılınan namazdan daha fazla sevaplı, elli misli sevap.” Bunu da bir hadiste okudum güldüm, tebessüm ettim. Allah birlik ve beraberliğe, cemaatin büyük olmasına ne kadar ehemmiyet veriyor. Köy camisindeki namazla şehirdeki namazın farkı var muhterem kardeşlerim. Cuma namazı kılınan büyük yerdeki namazın sevabı elli misli, köydeki veya mahalledeki küçük mescidin sevabı yirmi yedi kat yani yarısı kadar aşağı yukarı. Yirmi beş veya yirmi yedi rivayeti vardır.
نَفَقَتُكَ فِي سَبِيلِ اللهِ بِسَبْعِ مِئَةٍ
Nafakatuke fî sebîlillâh bi-seb’i mietin. [8] “Allah yolunda nafaka, para vermek, infak etmek; cihada, hacca, umreye masraf etmek. Bu Allah yolu ya... Biz niye geldik buraya, niye bu sıkıntıları çekiyoruz? Sucuk gibi terliyiz. Şimdi Allah yolunda verilen yedi yüz mislidir.” Allah yolu nedir?
Cihad Allah yoludur, hac Allah yoludur, umre Allah yoludur. Buralara verilen yedi yüz mislidir. Burada yaptığınız hayırları sakınmayın.
Hocamız; “Bundan sonra, bizim ihvanımız hacca gelmesin.” demiş. Vefat etmeden önce böyle bir sözü var. “Bizim ihvanımız bundan sonra hacca gelmesin ya da bir tomar parayı alsın eline öyle gelsin.” demiş. Yani babayiğit olsun, cömert olsun. Çünkü fî sebîlillâhtır, buradaki harcadığın mizanına konuluyor; sevabı çok... Bu yedi yüz misli. Yedi yüz, bir hayli fazla.
Evde kıldığın namazdan camide kıldığın yirmi yedi kat sevaplı, büyük camide kıldığın elli misli, Kudüs’te kıldığın beş yüz misli, Medine’de kıldığın bin misli, Mekke-i Mükerreme’de kıldığın yüz bin misli.
Amma Allah demek?!
ذِكْرُ اللّهِ تَعاَليَ اَفْضَلُ عِنْدَ اللّهِ مِنَ النَّفَقَةِ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِمِئَةِ دَرَجَةٍ.
Zikrullâhi teâlâ efdalü indallâhi mine’n-nafakati fî sebîlillâhi bi-mieti deracetin. Allah yolunda infak etmekten bile yüz kat fazla... Yedi yüzün yüz katı, yetmiş bin misli sevap! Anlatabildim mi?
Ne?
Allah demek, Lâ ilâhe illallâh demek. Bunun sevabı yetmiş bin! Burada namaz kılmak bin misli sevap olduğuna göre, şimdi ben kendi kendime düşünüyorum; Allah demek, lâ ilâhe illallâh demek de yetmiş bin sevap olduğuna göre, burada Allah derse bir insan -namaz başka yerdeki namazdan bin misli sevaplı oluyorsa- her halde zikir de bin misli sevaplı olmaz mı? Allahu âlem olur. Yetmiş binin bin misli ne kadar olur? Yetmiş milyon oluyor. Bak rakamları yazın aklınıza, zamanınızı boş geçirmeyin. Çarşıda kem yâ ahî hâzâ? ile vakit geçirmeyin, çarşı-pazarda vakit öldürmeyin. Yetmiş milyon...Burada bir Allah dedi mi insan yetmiş milyon kez başka yerde Allah demiş kadar sevabı çok. Yetmiş milyon…
Peki, bir hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz; “Gizli, içinden, kalbinden Allah demek, dille Allah demekten yetmiş kat daha sevaplı.” buyuruyor. Şimdi bunu çarpın bakalım. Allah Allah demeyi âşikâre demiyorsunuz da, ağzınız kapalı, içinizden diyorsanız yetmiş milyonun yetmiş katı; dört milyar dokuz yüz milyon ediyor.
Ey ahâli! Duyduk duymadık demeyin. Ben şimdi dellâl oldum, davulum yok ama güm bede güm, güm bede güm.
"Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin: Burada insan içinden bir defa Allah derse, -kimse duymadan, kalbi Allah diyor, gösterişsiz, riyasız; bir defasında dört milyar dokuz yüz milyon! Bir daha derse dört milyar dokuz yüz milyon daha, bir daha derse dört milyar dokuz yüz milyon…"
Hadi ne yaparsanız yapın. Buyur çarşıda gez, buyur tesbih fiyatını sor, buyur oyuncak fiyatını sor, buyur gömlek fiyatını sor, buyur uyu. İstersen çarşıda gez, istersen dükkânda dolaş, istersen kahve iç, istersen çay iç, istersen mescidde hatim indir, istersen Allah de!
Ne yaparsan yap ama şu seyahatin kıymetini bil muhterem kardeşim.
Bu fırsat başkasının eline geçmemiş, senin eline geçmiş, sen bir ganimet yakalamışsın. Allah’ın rahmeti burada coşuyor, taşıyor. Allah’ın rahmetinden nasibini eksik almamaya gayret et. Allah de, lâ ilâhe illallâh de. Âşikâre söylersen aşikâre söyle, kalbinden söylersen kalbinden söyle. Birisi yetmiş milyon sevaplı, birisi dört milyar dokuz yüz milyon sevaplı. O da sevap, bu da sevap. Çoğunu istiyorsan çoğunu, orta hallisini istiyorsan orta hallisini al. Amma gafil vakit geçirme. Hele sevap kazanmak varken günaha hiç girme. Burası tenkit yeri değil, burası sûizan yeri değil, burası kavga yeri değil, burası harama bakma yeri değil, burası günahı işleme yeri değil; burası sevabı kazanma yeri. Bu yerin kıymetini bil.
Eğer Mekke-i Mükerreme’ye varırsak rakam ne olacak? Yüz misli daha fazla olacak. Şimdi dört milyarın yüz misli fazlası ne eder? Orasa dört yüz milyar dokuz yüz milyon edecek. İnsanın aklı başından gidiverecek rakamları düşünürken. Onun için bir insan hac yapar da, umre yapar da evine giderken nasıl gider anlayın. Yeter ki Allah akıl, şuur versin, yaptığı ibadetin kadrini, kıymetini bilenlerden, zamanının ne kadar kıymetli zaman olduğunu bilenlerden eylesin.
Ben acizane size bunları hatırlatmak istedim. Ama hani siz bu kitapları, hadîs-i şerîfleri duymuşsunuzdur veya duymamışsınızdır. Duymayanlara duyurmuş olduk.
Yunus Emre'nin;
"Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun" dediği gibi bilmeyenler bildi, bilenlere de selam olsun.
Bizi de duada unutmayın. Allahu Teâlâ hazretleri ecrinizi, sevabınızı çok eylesin. Sevgili kulları eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmanızı nasip eylesin. Hem dünyada Kur'ân-ı Kerîm yolunda, Resûlullah'ın yolunda yürüyen has hâlis müslümanlar olarak yaşayın, Allah'ın sevgili kulu olarak yaşayın. Hem de âhirette cennetine cemâline erip sevdiği, razı olduğu bir kul olarak iki cihan saadetine mazhar olun.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizden razı olsun.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ Habîbihi’l-müctebâ. Ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.
[1] 39/Zümer, 53.
[2] 39/Zümer, 53.
[3] 15/ Hicr, 49.
[4] 22/Hacc, 27.
[5] 14/İbrahim, 37.
[6] Dârimî, “Salât'”, 131, r. 1458; Ahmed b. Hanbel, II, 485, r. 10299; Bk. Buhârî, “Fazlu’s-Salât”, 1, r. 1190; Müslim, “Hac”, 94; Tirmizî, “Ebvabu’s-Salât”, 243, r. 325; Nesâî, “Menasikü’l-Hac”, 124, r. 2897; İbn Mâce, “İkameti’s-Salât”, 195, r. 1405; Muvatta', “Kıble”, 9.
[7] 3/Âli İmran, 92.
[8] Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, XV, 868, r. 43454; Ramuzu’l-Ehadis I, 69/11.