el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn. Vassalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emmâ ba’dü:
Fe-kâle resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem.
Hadis imamı, büyük alim, Tirmîzî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet ettiği bu hadîs-i şerîfte dervişlere büyük müjde var. Mü’minlere tabii, Lâ ilâhe illallah diyenlere umumî müjde aynı zamanda... Dervişlere kat kat sevindirici haber...
مَا قَالَ عَبْدٌ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ قَطُّ مُخْلِصًا، إِلَّا فُتِحَتْ لَهُ أَبْوَابُ السَّمَاءِ، حَتَّى يُفْضِيَ إِلَى الْعَرْشِ، مَا اجْتَنَبَ الْكَبَا
Mâ kâle abdun: Lâ ilâhe illallahu kattu muhlisan. “Bir kul ihlâs ile, samimi kalp ile, tertemiz bir şekilde Lâ ilâhe illallah der demez, dedi mi...” İllâ futihat lehû ebvâbu’s-semâi. “Semanın kapıları ona açılır.”
“Lâ ilâhe illallah dedi mi yedi kat semanın kapıları ona açılır.”
Hattâ yufdiye ile’l-arşi. “Arş-ı Âzam’a ulaşır.”
“Göğe kadar, Arş’a kadar açılır.”
Her zaman söylediğimiz bir şey var. Hadîs-i şerîflerden biliyoruz ki semanın kapıları vardır. Yani gökyüzü bomboş değil. Hava serbest, kapıları var. Birinci semadan ikinci semaya geçişin kapısı var, ikinci semadan üçüncü semaya geçişin kapısı var. Hava, bomboş, “geçerim”; öyle şey yok. Nasılsa öyle... Türkiye’nin Suriye ile hududu var mı? var. Geniş arazi olsun, kapıları var mı, var. Bir yerinde kapısı var, her yerinden geçilmiyor. Geçersen mayın döşemişler, patlıyor veya karşı taraftan ateş ediyorlar veya bu taraftan jandarma kovalıyor... Suriye ile kocaman hududu var ama sayılı kapısı var, “Şurada, şurada, şurada...” diye kapıları var.
Demek ki semanın da belirli yerlerinde öteki semaya geçiş imkânı var. Ama kapı gibi her yerinden yok. Biz anlayamıyoruz. Semanın hududunu da anlayamıyoruz; nereden başlıyor, nereden bitiyor... Yalnız bir şey biliyoruz ki;
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ
Ve lekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesâbîhâ. [1]
Allahu Teâlâ hazretleri en yakın semayı yıldızlarla bezediğini, donattığını beyan ediyor.
“Vay! O my God!”
Bütün bu yıldızların olduğu “sema” dediğimiz varsa o zaman ikinci sema ne kadar uzakta, biliyor musunuz?
Tahayyül edemezsiniz.
Bir genel müdür arkadaşımın odasına gitmiştim de orada dünyanın fezadaki yerini bir kağıda işlemişler. Tabii genel müdürlüğün kartonu olduğu için duvardan çekip alamadım. Özel yeri olsaydı onu alırdım. Alamadım. “Ya şundan bana sağlasana.” dedim, o da; “Olur.” dedi. “Olur” filan dedi ama gelmedi bize. Fakat işte dünya güneş sistemi içinde şurada, ondan sonra bilmem... O kadar küçük bir yerde ki Dünya fezada o kadar küçük bir yerde ki sırf yedi gezegen ve dünyanın ve güneşin olduğu mıntıkadan dışarı çıkmak için füzeye binsek 20 bin yılın geçmesi gerekiyormuş. 20 bin yıl, bir yıl değil! 20 bin yıl geçmesi gerekiyor. Füze hareket ediyor fezada, 20 bin yıl biz geçecekmişiz de ondan sonra güneş sisteminin dışına başka yıldızların mıntıkasına girecekmişiz... başka yıldızların başka yıldız kümelerinin Yani fezanın derinliği akıl almaz.
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ
Ve lekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesâbîha. [2] “Dünya semasını yıldızlarıyla bezedik.”
Birinci sema yıldızlarla bezenmiş ondan sonra yıldızsız başka semalar var. Büyüklüğünü tasavvur etmek mümkün değil. Mehtaplı gecede bahçeye çık. Afedersiniz mehtapsız gecede bulutsuz bulutsuz mehtapsız gecede bahçeye çık gökyüzüne bak. Muazzam bir boşluk Allahüekber dersiniz candan. İhlaslı Allahı sevmek. Allahüekber şu mülkünün azametine büyüklüğüne bak. Bütün bunları geçiyor. Bütün bu fezayı geçiyor. Yedi kat semanın kapılarında melekler durdurmuyor. Engellemiyorlar Lâ ilâhe illallahı arşı azama uzanıyor.
Allahu Ekber!
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ
Vesia kürsiyühü’s-semâvâti ve’l-arda. [3]
Bu yedi kat semadan sonra ne var?
Cenâb-ı Hakk’ın kürsüsü var. Âyetleriyle bildiriliyor. Allah’ın kürsüsü yedi kat semavâtı ve arzı kuşatmıştır. Allah’ın kürsüsü var. Arş-ı Âzam yanında kürsü küçücük kalıyor. Fesübhanallah! Yedi kat semayı kürsü alıyor, ondan sonra Arş’ın yanında da Allah’ın azametinden büyüklüğünü anla ki Arş-ı Âzam deniliyor. Arş-ı Âzam, yani en büyük Arş. Arş-ı Âzam’ın yanında bu yedi kat semayı kuşatan kürsü azıcık, küçücük bir şey kalıyor. Bunları geçiyor, Arş-ı Âzam’a ulaşıyor.
Lâ ilâhe illallah.
Cenâb-ı Hakk kulunun Lâ ilâhe illallah dedi mi sevdiğinden meleklere engellettirmiyor, gümrüklerde taktırmıyor, aylar yıllar geçmiyor... Halbuki ışığın falanca yıldızdan bize gelişi için bilmem kaç yüz bin yıl geçiyor. Bir ışık o kadar hızlı geçtiği halde... Demek ki ihlâsla Lâ ilâhe illallah diyenler Allah’ın sevgili kulu olurlar, kazanırlar, kazanırlar, kazanırlar... Onun için “dervişlere büyük müjde” dedim. Çünkü öteki müslümanlar da Lâ ilâhe illallah diyor, zaten İslâm’a girerken Eşhedü en lâ ilâhe illallah deniliyor. Diyor da Lâ ilâhe illallah’ı çok diyenin sevabı çok oluyor. Çok kazananın, çok çalışanın...
Bir yöreye gittin, üzümleri topluyorsun. Bir sepet toplarsan mı para kazanırsın, 10 sepet toplarsan mı daha çok kazanırsın? Yüz sepet toplarsan mı daha çok kazanırsın, bin sepet toplarsan mı?
“Hocam bin sepet toplanmaz, yüz sepet de toplanmaz.” diyoruz. Ama Lâ ilâhe illallah’ı çok söyleyenin sevabı çok fazla oluyor. Ondan anla. Yani dünyevî işlerden kıyasla.
Ötekiler bir defa, iki defa Lâ ilâhe illallah diyor, ondan sonra kahveye gidiyor, akşama kadar boşuna bu nefesler tükeniyor. Bu aldığımız nefesler sayılı... “Şu kadar nefes alacak insan” diye ömrü tayin edilmiş. Nefesler kahvede geçiyor, eğlencede geçiyor, fıkrada geçiyor, şarkıda türküde geçiyor. Lâ ilâhe illallah demiyor. Çalışan adam çalışırken, işçi badanayı yaparken Lâ ilâhe illallah dese der, diyebilir; ama türkü tutturuyor, ıslık çalıyor. Şoför giderken Lâ ilâhe illallah dese der; ama öyle yapmıyor. İnsan, emekli memur; sabahleyin kalkıyor, tıraşını oluyor. Türkiye’de Ondan sonra emekli memur akşama kadar dolaşıyor, geliyor. “Akşam ne yaptın?” diye sorsan, omuzlarını kaldıracak; hiçbir şey.
Biz de çoğumuz öyle yapıyoruz. Ömürlerimizi zâyi ediyoruz, yani harcıyoruz, boşuna harcıyoruz. Musluk açık kalmış, mutfakta şar şar şar, Hanım unutmuş musluğu, biz de kalkmışız, gezmeye gitmişiz; eve dönmüşüz, musluk bütün kuvvetiyle şar şar şar o kadar zaman akmış. İçimiz gider. Ne olacak, o nihayet su... Şurada baraj var, gökten Allah yağmuru şakır şakır indiriyor; ama ömür gitti mi bir daha gelmiyor. Bir saniye bile gitsin, bir daha telefi etmek, tamir etmek, bulmak mümkün değil. Ömer gitti gidiyor, bir nefes gitti mi uçuyor. Boşuna vakit geçirenler kaybediyor. Vaktini değerlendirip Lâ ilâhe illallah diyenler sevapları kazanıyor.
Onun için, önce dervişlere büyük müjde bu, ondan sonra “Onların da sevabı var.” diye müslümanlara müjde diyoruz; çünkü onlar da Lâ ilâhe illallah diyorlar, ama az diyorlar. Halbuki Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de bize buyuruyor ki;
اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَث۪يرًاۙ
Üzkürullâhe zikran kesîrâ. [4]
Zikran kesîrâ ne demek?
“Allah’ı çok zikreyleyin, zikriyle zikreyleyin...”
Allah, Allah... Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah... Bir nefes al. Hayalinde de tasavvur ederek Lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah... de. Bir nefeste Hu, bırak. “21’e kadar çıkar bu zikri.” diyor. Bir nefeste Lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah... 21 tane yapabilecek. Yapabiliyor. Yapılıyor. Bunu niye öğretiyor?
Hem kazancı çok olsun diye, hem de sessiz dil dudak kıpırdamadan nefesi alıp da içinden zikretmeye alıştırmak, kuvvetlendirmek için yapıyor. Hem de bu âhir ömre talim. Son nefeste iman ile göçelim, eşhedü en lâ ilâhe illallah deyip göçelim. Nasıl yaşarsa öyle göçer insan...
Islıkla, şarkıyla... Bir de ıslıkla uğurlama çıktı şimdi. Cenazeyi ıslıkla, şarkıyla, alkışla, şakır şakır öyle uğurluyorlar. Bir tanesi -Cenk Koray- “Beni öyle uğurlamayın.” demiş. O bile hoşlanmamış bu işten.
İkinci hadîs-i şerîf:
مَا قَالَ عَبْدٌ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُخْلِصًا، إِلَّا صَعِدَتْ لَا يَرُدُّهَا حِجَابٌ، فَإِذَا وَاصَلَتْ إِلَى اللهِ تَعَالَى نَظَرَ اللهُ إِلَى قَائِلِهَا، وَحَقٌّ عَلَى اللهِ أَلَّا يَنْظُرَ إِلَى مُوَحِّدٍ إِلَّا رَحِمَهُ
Mâ kâle abdun: Lâ ilâhe illallahu muhlisan illâ saidet lâ yerüddühâ hicâbun fe-izâ vâsalet ila’llâhi teâlâ nazara’llâhu ilâ kâilihâ ve hakkun ala’llâhi ella yanzure ilâ muvahhidin illâ rahimehû.
Müjdemi isterim Bu hadisten hepinizden müjdemi isterim!
Diyor ki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın bize rivayet ettiğine göre, Hatîb-i Bağdâdî kaydetmiş, diyor ki;
Mâ kâle abdun: Lâ ilâhe illallahu muhlisan. “Bir kul ihlâs ile Lâ ilâhe illallah der mi der demez...” İllâ saidet. “O Lâ ilâhe illallah semalara yükselir.”
Saidet, “yükselir” demek. Saad eder. Bu Suudi Arabistan’dan değil, o “su” ile bu “sad” ile suud “yükselmek” demek.
Lâ ilâhe illallah der demez suud eder. Bu mübarek söz, kelime yükselir.
Lâ yerüddühâ hicâbun. “Göklerde hiçbir şey onu engellemez.”
“Hiçbir perde perdelemez, tutmaz, gider.”
Fe-izâ vâsalet ila’llâhi teâlâ. “Cenâb-ı Hakk’ın divanına vasıl olunca...”
“Lâ ilâhe illallah sözü dergâh-ı izzetine vâsıl olunca...”
Nazara’llâhu ilâ kâilihâ. “Cenâb-ı Hak Teâlâ onu söyleyene nazar eder.”
Lâ ilâhe illallah diyene Allahu Teâlâ hazretleri nazar eyler. Lâ ilâhe illallah diyene nazar eyler.
Ve diyor ki Peygamber Efendimiz;
Ve hakkun ala’llâhi. “Allah’ın üzerine haktır ki, mutlaka muhakkaktır ki şöyle yapar;” Ellâ yanzure ilâ muvahhidin. “Bir muvahhid kula, Allah’ı bir bilen bir muvahhid kula Allah nazar etti mi...” İllâ rahimehû. “Rahmetine erdirir, vâsıl eder. Ona rahmeder.”
Onun için, biz doğru yoldayız, muhterem kardeşlerim! Allah’a hamd ü senâlar olsun, biz doğru yoldayız. Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri bizi ömrümüz boyunca zikrullahtan, tevhidden, Lâ ilâhe illallah’dan ayırmasın. Son nefeste de o imanıyla öyle göçmeyi nasip eylesin.
Üçüncü hadîs-i şerîf... Bu hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz bir dua öğretecek. Bunu ezberleyin, çok mühim. Babam bana yazmıştı kendi el yazısıyla; “Evlâdım, bununla dua et.” diye. Çok önemli bir duadır bu, dikkat edin.
Hz. Ali Efendimiz’den.
مَا قَالَ عَبْدٌ: اللّٰهُمَّ رَبَّ السَّمَاوَاتِ السَّبْعِ، وَرَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، اكْفِنِي كُلَّ مُهِمٍّ مِنْ حَيْثُ شِئْتَ، َمِنْ أَيْنَ شِئْتَ، إِلَّا أَذْهَبَ اللهُ تَعَالَى هَمَّهُ.
Mâ kale abdun: Allâhümme rabbe’s-semâvâti’s-seb’i ve rabbe’l-arşi’l-azîm ikfinî külle mühimmin min haysü şi’te ve min eyne şi’te. İllâ ezheba’llâhu teâlâ hemmehû.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
“Bir kul Allâhümme rabbe’s-semâvâti’s-seb’i ve rabbe’l-arşi’l-azîm derse...”
Ne demek bu?
Rabbe’s-semâvâti’s-seb’i. “Yedi kat semanın Rabbi...” Ve rabbe’l-arşi’l-azîm. “Arş-ı Azîm’in rabbi, ey Allahım!” derse bir kul...
“Ey Allahım!” dedikten sonra ne diyecek?
İkfinî külle mühimmin. “Beni meşgul eden, beni tasalandıran, benim için endişe kaynağı olan her işimde tam bana yardım eyle, işimi gör, kifâyet eyle. Benim işime, sıkıntıma çare ihsan eyle. O gamımı, kederimi, üzüntümü, tasamı izale eyle.”
Min haysü şi’te. “Nereden istersen, ne zaman istersen, ne şekilde istersen, ne tarzda istersen hallet işimi de nasıl halledersen hallet.”
Min eyne şi’te. “Nereden halledersen, ne zaman istersen, ne yolla istersen yâ Rabbi, benim tasamı hallet, benim hacetimi gör.”
“Benim işimi rast getir. Bana yardım eyle. Beni bu tasadan kurtar. Bu tasamı karşıla. Üzüntümü gider, istediğimi ver.” diye böyle dua ederse...
İllâ ezheba’llâhu teâlâ. “Böyle dua ederse böyle dua edenin Allah tasasını, üzüntüsünü izale eder, giderir.”
Nasıl dua edeceğiz?
Allâhümme rabbe’s-semâvâti’s-seb’i ve rabbe’l-arşi’l-azîm ikfinî külle mühimmin min haysü şi’te ve min eyne şi’te.
Yazayım ben bunu, dağıtayım. Sayfa 377. Dördüncü hadîs-i şerîf.
üç yüz yetmiş yedinin dördüncüsü.
Allahümme rabbessemavati semi ve rabbel arşil azimü. İkfini külle mühimnin min haysü ş ite ve min eyne şi’te .
Allahu Teâlâ hazretleri bizim de tasalarımızı, üzüntülerimizi, kederlerimizi, sıkıntılarımızı böylece dua edelim, izale edesin. İki cihanda tasasız, gamsız, bahtiyar eylesin.
مَا مِنْ صَدَقَةٍ أَفْضَلَ مِنْ قَوْلِ الْحَقِّ
Mâ min sadakatin efdale min kavli’l-hakki.
Cabir radıyallahu anh’ten.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
Mâ min sadakatin efdale min kavli’l-hakki. “Doğru sözü, hak sözü söylemek kadar üstün olanı yoktur. En üstün sadaka doğru, hak sözü söylemektir.”
Burada bizim alıştığımızın dışında bir şeyle karşılaşmış oluyoruz. Biz “sadaka” deyince fakirin avucuna para vermek veyahut yiyecek içecek, bir şey vermek diye anlarız. Ama hak sözü söylemenin de “sadaka” diye isimlendirildiğini görüyoruz burada. Demek ki Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri bizim tahmin etmediğimiz bazı şeylere de alıştığımız şeyler gibi sevap veriyor. “Az sadaka çok belayı def eder. Başımızın gözümüzün sadakası olsun, al...” filan diye alışmışız. Ama doğru söz söylemek, sözü doğru söylemek, hak sözü yeri geldiği zaman dobra dobra söylemek, işte bu da sadakadır. Bu da çok önemli.
Düşünebiliyor musunuz; Firavun’un karşısına gitti de Musa aleyhisselam, tamamen onun düşündüğünün, inandığının, uyguladığının tersine olan şeyleri çatır çatır söyleyebildi. Hani ne muazzam bir şey... Kötülük yapabilirdi; öldürebilirdi, kesebilirdi, parçalayabilirdi. Ama Allah koruyunca tabii bir şey yapamıyor, Allah’ın hak peygamberi olduğundan...
Fakat böyle bir kendinizi o zamana götürün, olayı şöyle bir düşünün. Söylenmiyor. Bu devirde, hürriyetlerden bahsedilen şu devirde dünyanın hiçbir yerinde insanın gönlünden geçiren aklının erdiği bir gerçeği dobra dobra söyleyemiyor. Bir sürü mâni var. Dobra dobra konuşmaya, hakkı söylemeye her yerde mâni var. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar, “Doğru söyledin!” diye. Ama en kıymetli bağış, en kıymetli sevap kazanma vasıtası doğruyu konuşmak. Tabii doğrunun konuşulmasının, söylenmesinin üslubu var, şekli var. Kaş çatarak, bağırarak, çağırarak söylediğin zaman ters tesir uyandırır, kaçırtır.
Musa aleyhisselâm’a Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
“Firavun’a git. Harun’la beraber ya Musa, Firavun’a git. İkiniz beraber gidin, konuşun. Ama...”
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى
Fe-kûlâ lehû kavlen leyyinen. [5] “Yumuşak söz söyleyin.”
Doğru sözü direk gibi değil, böyle ‘güm’ diye burnunun ortasına burnunu kanatacak gibi, suratını dağıtacak gibi, yüzünü çarşamba pazarına çevirecek gibi değil; doğru sözü direk gibi doğru değil, fe-kûlâ lehû kavlen leyyinen, yumuşak söyle.
Le-allehû yetezekkeru ev yahşâ. “Belki aklını başına getirir, aklını başına devşirir. Belki aklını toparlar.”
“Ben haksızım.” der belki, Allah’tan korkar.
“Sen ilk önce güzel güzel, yumuşak yumuşak söyle. Hemen düşmanca bir tavırla söyleme.” deniyor. Bu da hak sözü söylemenin âdâbını gösteriyor. Hak sözü söyleyeceğiz ama karşı tarafı tepki durumuna getirmeden, ters tesir yaptırmadan, yumuşak yumuşak, güzel güzel, tatlı tatlı, sakin sakin hak sözü öyle söylemek lazım.
Böyle hareket etmeye kendimizi alıştırabilsek, çoluk çoçuğumuzu alıştırabilsek dünyada birçok kavgayı kökünden halletmiş oluruz. Birçok kavga var. Gürültüler patırtılar neden oluyor?
Sertelmekten oluyor. “Ben haklıyım!” diye o serteliyor. Ötekisi “Ben haklıyım!” diye serteliyor. İkisi de karşı karşıya gelince her şey çatır çutur kırılıyor.
Fakat unutmamız gereken bir şey var; hak sözü söyleyeceğiz. Hakkı söyleyeceğiz, hakkı söylemekten geri duymayacağız, çekinmeyeceğiz, söyleyeceğiz.
İkincisi; konuştuğumuz zaman doğru konuşacağız, yalan, eğri büğrü, aldatmaca vesaire olmayacak. Müslümanın en önemli, en başta gelen huylarından birisi; doğru sözü söyleyecek. Müslümana yalan söylemek yakışmaz, aldatmak yakışmaz.
مَا مِنْ صَدَقَةٍ أَفْضَلَ مِنْ صَدَقَةٍ تَصَدَّقَ بِهَا عَلَى مَمْلُوكٍ عِنْدَ مَلِيكِ سَوْءٍ.
Mâ min sadakatin efdale min sadakatin tasaddaka bihâ alâ memlûkin inde melîki sev’in.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Zalim bir sahibin elinde bulunan bir köleye verilen masraf kadar faziletli bir masraf olamaz...”
Adam zalim; dövüyor, vuruyor, “Sen karışma! Bu benim kölem.” diyor, canını çıkartıyor.
“Adamcağızı o zalim adamın elinden kurtarmak için yapılan yardım kadar kıymetli yardım olamaz.”
Çünkü zalim; ötekisinin savunulacak bir şeyi vesairesi yok. Bilâl-i Habeşî’ye nasıl eziyet ediyorlardı... Radıyallahu anh... Dininden dönsün, İslâm’ı bıraksın diye ne ezalar cefalar ediyorlardı. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz radıyallahu anh parasını ödeyiverdi. Yüksek para da istedi. Olsun, ödedi, hürriyetini sağladı. Ne sevap kazandı ama Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz... Bilâl-i Habeşî’nin o candan duaları, o mübarek müezzinin...
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince üzüntüsünden Medine’de duramamış, bırakıp gitmiş. Duramamış oralarda... Ağlamaktan, üzüntüden gezememiş. Sonra yıllar geçmiş, yine hasreti artmış, “Resûlullah Efendimiz’in kabrini ziyaret edeyim.” diye Medine-i Münevvere’ye bir gelmiş, bir ezan okumuş... Bütün ahâli dışarı çıkmış; “Peygamber Efendimiz’in devri geri mi geldi?” diye. O eski günleri hatırlamışlar.
Heyye ale’s-selâ dermiş, hayyâ demezmiş. Habeşli olduğu için biraz uzun da... Hani Karadenizli’nin, Diyarbakırlı’nın, Erzurumlu’nun konuşması biraz farklıdır veyahut Kütahyalı’nın veyahut İzmirli’nin, Aydınlı’nın konuşması farklıdır. “Onun heyye ale’s-selah demesi başkalarının hayyâ ale’s-selah demesinden hayırlıdır.” diye Efendimiz korumuş, onu savunmuş.
Efendimiz’in sevdiği bir mübarek zât. İşte onu âzat ediverdi, ne sevaplar kazandı...
Üçüncü hadîs-i şerîf:
مَا مِنْ صَدَقَةٍ يَتَصَدَّقُ بِهَا رَجُلٌ عَلَى أَخِيهِ أَفْضَلَ مِنْ عِلْمٍ يُعَلِّمُهُ إِيَّاهُ
Mâ min sadakatin yetasaddaku bihâ racülün alâ ahîhi meüslüm müslümü izah mış ala ekikı efdale min ilmin yuallimihû iyyâhu.
Bu hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Adamın kardeşine yaptığı bağışın en üstünü, en sevaplısı, en değerlisi...” Min ilmin yuallimihû iyyâhu. “Ona öğrettiği bir ilimdir.”
Ondan daha değerlisi yok. Yani ilim öğretmek çok büyük bir bağış, çok büyük bir ikrâm, ondan daha büyük bir ikrâm olamıyor.
Bu üç hadîs-i şerîf aşağı yukarı belli konuda toplandı.
Birincide doğru sözü söylemenin çok sevap olduğunu Allah tarafından çok sevap olduğunu öğrendik. İkinciden zülme uğrayan bir kölenin kurtarılması için yapılan masrafın çok değerli olduğunu öğrendik. Üçüncüden de bilenin bildiğini kardeşine öğretmesinin çok sevap olduğunu öğrendik.
Demek ki bilen ilmini başkasına öğretirse çok büyük sevap kazanmış oluyor. Tonlarla para harcamış olsan, daha çok sevap kazanmış oluyor. Çünkü o ilimden artık o söyleyecek, başkasına öğretecek, kim bilir bilgi ne kadar üreyecek, yayılacak, ne kadar sevaplar hâsıl olacak... Hepsinin sebebi bu. Öğretti ona, hepsinin sevabının bir kopyası buna gelir. Onlardan bir şey eksilmeden bu ilk adama -mübarek adama- gelir. Onun için, çoluk çocuğumuza veya arkadaşlarımızın çoluk çocuğuna veya eşimize, dostumuza, akrabamıza, ailemizin fertlerine bir şeyler öğretelim.
Bir arkadaşın çocuklarından bahsettiler. Ne yapıyormuş?
İki karış çocuk, boyu iki karış; tıkır tıkır efendim Sad b. Ebû Vakkas radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş, şöyle buyurmuş...” diye tıkır tıkır söylüyor.
Neden?
Babası öğretiyor da ondan. Boş durmuyor. Babası öğretiyor, onlar da öğreniyor. Yeri geliyor, söylüyorlar.
Çok önemli! Bu küçükken keşke vakitler boşa geçmese. Televizyon çok vakit çalıyor, vakit hırsızı; ömür hırsızı, o olunca çalışma olmuyor. Halbuki çoluk çocuğumuza kendi bildiğimizi öğretsek yeter. Küçükken çocuklar çok bilgiler alıyor.
Hatta ben bazı kimselerle yol arkadaşlığı, ahbaplığı yaptım. Boş zaman geçirmeyi çok ayıp görüyorlar, bu bildiği şeyi buna anlatıyor, vakit boş geçmesin diye. Bitiriyor, bu buna anlatıyor, bu buna anlatıyor... Aynı şey olsa bile birbirlerine anlatıyorlar, böylece ilim öğrenmiş oluyor. Çok hoşuma gitti. Camide halka oluyorlar. Yuvarlak, sıra kaymasın diye, öyle karmakarışık olsa atlanabilir. Halka oluyorlar, birisi Fâtiha’yı okuyor, yanındaki okuyor, onun yanındaki okuyor, onun yanındaki, onun yanındaki, onun yanındaki... Halkaları tamam oluyor ama bir Fâtiha’da bile cemaat ne kadar yanlışlar yapıyormuş meğerse... Ama düzeltmek yok, düzeltmek yasak. O kendisi nasıl okuyorsa okuyacak, ötekilerden duyduğu zaman; “Ben burasını böyle okuyorum.” diye kendisini düzeltecek. Mahçup etmek yok. “Sen oku. Sen oku. Sen oku. Sen oku...” Bir daha, bir daha... Bıkmıyorlar.
Neden?
Çünkü ilim müzâkere etmek sevap, Kur’an okumak sevap.
Ama anlaşılıyor ki 70 yaşındaki adam daha Fâtiha’yı doğru okuyamıyor. 70 yaşına gelmiş, Fâtiha’yı doğru okuyamıyor. Çıkıyor ortaya... Vay be, biz sadece çocuklara bir şey öğreteceğimizi sanıyorduk. Tabii bu çocukken bir şey öğrenmediyse, büyüdüyse ne olacak? Cahillik ömrünün sonuna kadar devam edecek mi? Olur mu öyle şey?
Ona da öğretmek lazım.
Onun için, vakit boş geçirtmeyip, her fırsatı değerlendirip bildiğimiz şeyin tekrarı bile olsa aramızda onu tekrarlamak lazım, sevapları kazanmak için.
Allahu Teâlâ hazretleri ömrünü böyle zâyi etmeden hayırlı sevaplarla geçirmeyi cümlemize muvaffak eylesin. Hepimizi rızasına erenlerden eylesin. Cennetine girenlerden eylesin.
Velhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn el-Fâtiha.