Aziz ve muhterem cemaat-i müslimîn;
Şu mübarek Miraç kandili cümleniz hakkında hayırlı, mübarek ve müteyemmen olsun. Allahu Teâlâ hazretleri şu güzel ve kıymetli gecenin hayrından, feyzinden istifade etmeyi, hisseyâb, hissemend ve hissedar olmayı cümlemize ve cümlenize nasip ve müyesser eylesin. Nice nice kandillere, mübarek günlere, gecelere, bayramlara, sevinçli hallere erişmenizi Allahu Teâlâ hazretleri nasip ve müyesser eylesin.Bu gece hakkında bilgilermizi tazeleyelim. Bilmeyenler bu gecenin feyzinden, büyüklüğünden, azametinden, kıymetinden bilgi sahibi olsunlar.
Sonra böyle mübarek gecelerde ibadet edip namazlar kılmak, hatimler indirmek, zikirler yapmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, dualar eylemek şahsen yapılacak şeyler. Herkes evine gittiği zaman bunlardan istediği kadar yapabilir. Elhamdülillah kış geceleri müslümanın bayram geceleridir. Müslümana göre bahar geceleridir. Çünkü kışın gündüzü kısadır; oruç kolay tutulur, sevap kazanılır. Gecesi uzundur; gece namazına kolay kalkılır, ibadet kolay yapılır. Gecenin hayrından, feyzinden, bereketinden nefse ağır gelmeden, kolayca istifade edilebilir.
Herkes evinde ibadet eder de, bir de böyle günlerde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hadîs-i şerîfinde methettiği, çok sevaplı olduğunu bildirdiği bir tesbih namazı vardır. Ulemâmız o tesbih namazının da, cemaaatle kılınabileceğini beyan etmişlerdir. 300 tesbihli, dört rekâtlı, aşağı yukarı yarım saat kadar süren bir namazdır. Sevabını Peygamber Efendimiz bildirmiş, methetmiş.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Bu gece Miraç kandili... Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin Miracını kutluyoruz. Süleyman Çelebi rahmetlinin,
Dediler ey kıble-i İslâm ü dîn,
Kutlu olsun sana Mi’râc-ı güzîn.
Ermedi evvel gelen bu devlete,
Kimse lâyık olmadı bu rif’ate.
dediği gibi, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, bu gece Allahu Teâlâ hazretlerinin çok büyük iltifatlarına, kurbiyyetine, ünsiyyetine, davetine ve huzuruna kabule mazhar olmuştur.
Bunu İsrâ sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde Allahu Teâlâ hazretleri bildiriyor.
سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
Sübhânellezî esrâ bi-abdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksâ’llezî bâreknâ havlehû li-nüriyehû min âyâtinâ, innehû hüve’s-semîu’l-basîr.[1] Sadakallâhu’l-azîm.
Arapça’da bir şeye hayran olunduğu zaman, hayret edildiği zaman Sübhânallâh denir. Bu güzel âdet bize de geçmiş. “Sübhânallâh, ne kadar güzel! Allah Allah, öyle olmuş mu?” deriz.
Âyet-i kerîme de Sübhânellezî diye başlıyor.
“Ne kadar hayret edilecek, ne kadar hayran kalınacak, emsalsiz, güzel, yüksek ve müstesna bir hadise ki onu Allahu Teâlâ hazretleri kuluna nasip etmiş.
“O âlemlerin Rabbi, mülkün sahibi, hükmün mâliki, kâinatın mutasarrıfı, esrâ bi-abdihî leylen “bir gecenin içinde o sevgili, müstesna kulu Muhammed-i Mustafâ’sını” mine’l-mescidil-harâm “Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe’nin çevresini teşkil eden Mescid-i Haram’dan", ile’l-mescidi’l-aksâ en uzaktaki mescid mânasına gelen, "Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya"; o zamanda da, bu zamanda da olması mümkün olmayan bir şekilde, geceleyin götüren o âlemlerin Rabbi Allah her şeye kâdirdir, şânı her türlü noksandan münezzehtir, her türlü takdire şâyestedir, şânı ne kadar yücedir!”
Allahu Teâlâ hazretleri demek ki o mübarek kulunu bir gecede Mekke’den Kudüs’e, Kudüs’ten de yedi kat semâyı geçirip, yedi kat gökleri seyran eyletip, Arş’ının üstünde cevlân ettirmiştir. Bilmediğimiz âlemlere götürmüş, hiç bir beşerin görmesinin, dünya hayatında muttalî olmasının mümkün olamayacağı şeyleri göstermiştir.
Ellezî bâreknâ havlehû. “O Mescid-i Aksâ da eskiden beri Allah’ın çevresini mübarek kıldığı” müstesna, kıymetli, kutsal yerlerden birisi. Müslümanın nazarında da öyle. Allahu Teâlâ hazretleri oraya bereket ihsan eylemiş, ta eski zamanlardan itibaren peygamberlerin cevlângâhı, vazife yeri ve hizmet mahalli olmuştur. Oralar, dünyanın sonunun geldiği zamanda da kıyametin kopacağı, mahşerin olacağı mahaller. O yerler mânevî bakımdan Allah tarafından mübarek kılınmış olan yerler.
Li-nüriyehû min âyâtinâ. “Âyât-ı kevniyyesini ve bu mülk âleminden ayrı insanların görmediği, göremediği, Allah’ın melekleriyle, Kur’ân-ı Kerîm’iyle, vahyiyle Peygamberine bildirdiği âlemleri ve mahlukları ve esrarlı hadiseleri göstermek için ibret teşkil edecek harikulade halleri göstermek için onu biz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdük.” demiş oluyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerîf’e, o mübarek yerlere, Mescid-i Aksâ’ya varması, işte bu İsrâ sûresinin birinci âyet-i kerîmesiyle; “Evet bu böyledir, bu hadise olmuştur, Allah’ın kudretinin şaşılacak bir eseri olan bu İsrâ mucizesi vuku bulmuştur.” diye Kur’ân-ı Kerîm’in şahitlik ettiği, belgelendirdiği, damga vurduğu bir hadisedir.
İsrâ, “geceleyin seyahat etmek” demek. Araplar gündüz de seyahat edebilirler ama gündüz sıcaktan insan mahvolur, tahammül edemez. Birkaç adım atsa helâk olur, başına güneş geçer; güneşin hararetinden, sıcaklığından tâkati kalmaz, yığılır kalır.
Onun için Araplar’ın âdet-i seniyyeleri gece seyahat etmekti. Gece seyahat etmek, Araplar bakımından yapılan bir şey ama bu kadar uzun bir mesafeyi, binlerce kilometrelik bir mesafeyi Allah, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e müstesna bir ikram olarak, peygamber mucizesi olarak nasip etmiş. O gecede Kâbe’nin yanından, Kuds-ü Şerîfe götürmüş.
Oradan da yedi kat semâyı geçirip, Arş-ı A’lâ’ya, Sidre-i Müntehâ’ya götürüp, Allahu Teâlâ hazretleri’nin huzuruna çıkması hadisesi var. O da urûc; "yükselme" kelimesinden alınma Mi’rac sözüyle ifade ediliyor.
Demek ki Peygamber Efendimiz Mekke’den Kuds-ü Şerîf’e götürülmüş. Kudüs’te de nice nice âyetleri, esrarları müşahede ettikten sonra, daha başka esrarları müşahede etmesi, mânevî varlıkları görmesi için urûc ettirilmiş. Semâlara, yedi kat semâların ötelerine, mâverâ-yı semâvâta gönderilmiş.
Buhârî ve Müslim’de ve daha başka hadis kitaplarında, sahabe-i kiramdan rivayet edilmiş çeşitli hadîs-i şerîfler var. Sağlam, sahih hadislerin ifade ettiği hadise.
Kuds-ü Şerîf’te neler olduğunun teferruatı, göklerde Allahu Teâlâ hazretlerinin o kıymetli Habîbi’nin neler gördüğüne dair bilgiler hadîs-i şerîflerde mevcut.
Hadîs-i şerîf ne demek?
Peygamber Efendimiz’in kendi ifadesi. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şahitlik ediyor:
“Ben kulumu bir gecede Mekke’den Kudüs’e götürdüm.” buyuruyor.
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de mübarek ağzıyla anlatıyor: “Ben de Kudüs’e gittim, Kudüs’ten ötelerde de şunları şunları gördüm.”
Peygamber Efendimiz’in sahih hadîs-i şerîflerinden, o mübarek fem-i saadetinden, o mübarek ağzından sahabe-i kirâmına bu hadiseyi nasıl anlattığını -uzundur ama şöyle kısaca başlayalım bir kısmını da kendimiz kestirme söylemek suretiyle- size bildirelim.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
بَيْنَمَا أَنَا فِي الحَطِيمِ مُضْطَجِعًا
Beynemâ ene fi’l-hatîmi mudtacian. “Ben Kâbe-i Müşerrefe’nin yanında, Hatîm denilen yerde şöyle yaslanmış duruyordum.”
Kâbe’nin resmini görenler resminden bilirler, ziyaretine nâil olanlar ziyaretinden bilirler ki; Hâcerü’l-Esved’in yanından giderken, hemen Hâcerü’l-Esved’in sol tarafındaki duvarında Kâbe-i Müşerrefe’nin altın kapısı vardır. O yüksektir, insan ayak parmakları üzerinde yükselirse kapının eşiğini ancak tutabilir. “Herkes haddini bilsin.” diye yüksek yapılmış.
Kâbe’nin kapısının olduğu yerin biraz daha ötesinde de Makâm-ı İbrâhim vardır. Rükn ile Makam arası...Yani Hâcerü’l-Esved’le, Makâm-ı İbrâhim’in arası duaların en çok kabul olduğu yerdir. İnsanoğlu Kâbe’nin eşiğine geliyor, boynunu büküyor, Rabbü’l-âlemîn’in dergâhına yüz tutuyor, gözünü kapatıyor ve dua ediyor. Orası Allahu Teâlâ hazretleri’nin duaları çok kabul ettiği bir yer.
Oradan biraz daha ilerlediğiniz zaman Kâbe’nin duvarı biter, Kâbe’nin âdetâ avlusu diyebileceğimiz yarım daire şeklinde bir alçak duvar vardır. İnsanın omzundan aşağıda, 80-100 cm genişliğinde, yerden de 110-120 cm yüksekliğinde mermer bir duvardır. Kâbe ile bu duvar arasında bir boşluk vardır. Orada nöbetçiler dururlar ki Kâbe’yi tavaf edenler yanılıp da oradan girmesinler. Çünkü oradan girerlerse tavaf tamam olmaz. Orası Kâbe’nin içi sayılır, “Dışından tavaf etsinler.” diye, nöbetçiler hacıları ikaz ederler.
Kâbe’nin bir kapısından girilen üstü kapalı kısmı var, bir de üstü açık olan o kısmı var. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Hatîm’in olduğu yer de Kâbe’nin içi sayılır.”
Abdullah b. Zübeyr radıyallahu anh halife olduğu zaman, -Hz. Ali’den sonra bir ara halifelik yaptı, sonra şehit edildi- orasını Peygamber Efendimiz’in istediği gibi duvarla çevirmiş, Kâbe’ye katmış. Kâbe o zaman uzunca bir bina olmuş. Haccac onu yenip şehit ettiği zaman, Emevî hükümdarlarının emriyle onun yaptığı kısmı yeniden yıkmışlar, Kâbe şimdiki haliyle kalmış, o yapılan kısım açıkta kalmış.
Allah neden böyle yaptırmış, neden yapılanı yıktırmış?
Hikmetleri var, her şeyin hikmeti var. Yaptıranın sevabı var, yıkılmasında da hikmet var.
Hz. Âişe anamız, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra Kâbe’yi ziyaret ediyormuş. Hz. Âişe anamız bizim validemiz.
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْ
Ve ezvâcühû ümmehâtühüm.[2]
Peygamber Efendimiz’in hanımları bizim annelerimiz.
O halde Arapça bizim neyimiz?
Ana dilimiz. Hepiniz anadilinizi bilmeyen çocuklarsınız. Onun için anadilinizi biraz öğrenin! Onlar bizim annemiz, onların konuştuğu dil de bizim anadilimiz. Hem Türkçe veya Kürtçe veya Çerkezce hem de Arapça. Her müslümanın ana dili Arapça’dır. Buradan da ana dilini öğrenmesi lazım geldiğine dair bir mâna çıkıyor.
O mü’minlerin anası Âişe-i Sıddîka valide ya, ona müsaade etmişler. Merdiveni getirmişler, kapıyı açmışlar, Kâbe’nin içine girmiş. Kapısından içeri herkesi sokmazlar. Onun içine girmek dünyada kaç kişiye nasip olur. Onun yanında itibarlı bir iki kişi de girmiş. Halk izdiham ediyor; “Herkes giremez.” diye kapıyı kapatmışlar. Kapı kapanınca, dışarıdan birisi ağzını açmış, elini kulağına dayamış, içeriye bağırmış:
“Ey mü’minlerin annesi!”
Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz de onun neden bağırdığını biliyor:
“Hatîm’e gidin, orası da Kâbe’nin içidir.” demiş.
Anlıyor musunuz?
Kâbe’ye ziyaret nasip olursa; orada da namaz kılın da Kâbe’nin içinde namaz kılmış olun. Fukarânın da Kâbe ziyareti öyle oluyor işte. O altın kapı herkese açılmaz, herkes içeriye giremez ama o aralık her zaman açıktır. Öbür tarafında da aralık vardır, bu tarafında da aralık vardır. Oradan girersiniz, Kâbe’nin içinde namaz kılmak size de nasip olur. Bunu bilesiniz.
İşte Efendimiz o duvarlı kısımda oturuyormuş.
Nasıl oturuyormuş?
Yaslanmış, öyle oturuyormuş.
“Hatîm denilen yerde ben yaslanmış oturmakta iken”
إِذْ أَتَانِى آتٍ فَشَقَّ مَا بَيْنَ هَذِهِ إِلَى هَذِهِ فَاسْتَخْرَجَ قَلْبِي ثُمَّ أُتِيتُ بِطَسْتٍ مِنْ ذَهَبٍ مَمْلُوءَةٍ إِيمَانًا فَغُسِلَ قَلْبِي بِمَاءِ زَمْزَ ثُمَّ حُشِيَ ثُمَّ أُعِيدَ ثُمَّ أُتِيتُ بِدَابَّةٍ دُونَ البَغْلِ، وَفَوْقَ الحِمَارِ أَبْيَضَ يُقَالُ لَهُ البُرَاقُ يَضَعُ خَطْوَهُ عِنْدَ أَقْصَى طَرْفِهِ
İz etânî âtin. “Birden bire bana bir şey geldi.”
Bunun melek olduğu anlaşılıyor.
Fe-şakka mâ beyne hâzihî ilâ hâzihî. “Şuramla şuram arasını yardı.”
Göğsünü yarmış.
Fe’stahraca kalbî. “Kalbimi çıkardı.” Sümme ütiytü bi-tastin min zehebin memlûetin îmânen. “Sonra içi iman dolu altın bir leğen getirildi.” Fe-gusile kalbî bi-mâi zemzem. “Benim kalbim zemzem suyu ile o iman dolu tasın içinde yıkandı.”
Artık esrarı kendiniz içinizden tefekkür edin, gözünüzün önüne neler gelirse gelsin. Efendimiz’in kalbi zaten altın gibi, pırıl pırıl, nurlu kalp; ama vazifeli melek kalbini çıkarmış, iman dolu leğenin içinde zemzem suyu ile yıkamış.
Sümme huşiye sümme üîde. “Sonra kalbimin içi dolduruldu ve yerine konuldu.”
Mâneviyat, nur ve iman doldurulmuş ve eski haline getirilmiş.
Sümme ütiytü bi-dâbbetin dûnel-bağli ve fevka’l-hımâr e'byaza yükâlü lehü'l burâkü. “Sonra önüme bir binek getirildi, bir mahluk getirildi ki katırdan biraz küçükçe ama merkepten biraz daha büyükçe, beyaz renkli bir mahluk getirildi. Ona Burak deniliyordu.”
Burak denilen o mahluk getirildi.” Burak, “berk” kelimesiyle ilgili. “Berk” de şimşek demek.
Yedau hatvehû inde aksâ tarfihî. “Bu mahluk ayağını, gözünün baktığı yerin en ötesine koyuyordu." Yani her adımı ufkun ta ötesine kadar koyuyordu. Öyle bir mahluk.
Fe humiltü aleyhi. "Ben ona bindirildim."
Fentaleka bî Cibrîlü. "Cebrâil beni götürdü."
Aziz ve kıymetli kardeşlerim!
“Biraz meseleleri anlayın.” diye size bir hadisi anlatacağım. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
İnsan kabre konulduğu zaman korkar, kabirde sıkışır. Ama mü’mine kabri genişler. Ondan sonra kabrinde güleç yüzlü, güzel yüzlü bir kimse görecekmiş. O kimseye;
“Sen kimsin yâ mübarek? Ben bu kabre konulduğum zaman korkuyordum, yalnızlıktan ürküyordum, tüylerim ürperiyordu. Sen şimdi geldin, ben de seviniyorum, senin güleç yüzünden, nurlu yüzünden memnunum. Sen kimsin” diyecekmiş. O da;
“Ey Müslüman! Ben senin dünyada okuduğun Tebâreke sûresiyim. Allah bana bu şekli verdi, sana gönderdi.” diyecek.
Dikkat ediyor musunuz, Allah celle celalüh sevapları; nasıl insanların hoşuna gidecek ve insanların duygularının anlayacağı şekle getiriyor.
“Sevap nedir hocam; elle tutulur mu, gözle görülür mü, teraziye konulur mu, tartılır mı, ölçülür mü?” desek;
“Sevap denilen şey, öyle tartılır, ölçülür bir şey değildir, mânevî bir şeydir.” deriz. Ama Peygamber Efendimiz bildiriyor ki Allah, Tebâreke sûresinin sevabını insan sûretine getirip onu okuyan kimseye kabirde yoldaş ediyor.
Allah her şeye kâdir mi?
Âmennâ ve saddaknâ! Kâdir... Kâdir olunca da bizim anlayacağımız şekle ve hoşlanacağımız hâle getiriyor.
Sen nerden anlarsın?
Senin gibi yüzlü, elli, ayaklı bir kimse olsa, yüzü pırıl pırıl nurlu olsa, ondan anlarsın.
Bak şimdi etrafında melekler var, anlıyor musun?
Anlayamıyorsun.
Bu caminin içine rahmet inse, sekîne inse anlar mısın?
Anlayamazsın. Allah anlatacak şekle getirmeye kâdirdir. Nasıl teldeki elektrik akımını anlamazsın da, lambadan geçtiği zaman ışık olarak anlarsan, radyodan geçtiği zaman ses olarak anlarsan, Allah da sevabı senin istediğin şekle getirebiliyor.
Peygamber Efendimiz de burada;
“Katırdan küçükçe, merkepten büyükçe bir binek halindeydi, beyaz renkliydi, Burak deniliyordu. Adımını gözümün gördüğü en uzak noktaya atıyordu.” diyor.
Allah, o devrin bineği olan bir binek şeklinde, Resûlüllah’ın ünsiyet edeceği, seveceği bir şekilde onu getirmiş. Resûlullah efendimizi onun üstüne bindirmiş.
Şimdi biz füze gibi desek onu daha iyi anlarız. Bizden ata binip süvarilik yapan kaç kişi var. Herkes otomobile biniyor, uçağa biniyor. Biz "füze gibi gitti" denilmesinden anlarız
Cebrail aleyhisselam kılavuzu olmuş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Burak’a binmiş ve Kâbe-i Müşerrefe’den yolculuk başlamış.
حَتَّى أَتَى السَّمَاءَ الدُّنْيَا وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ
Hattâ ete’s-semâe’d-dünyâ. “Nihayet en yakın semâya geldik.” es-Semâe’d-dünyâ, “en yakın semâ” demektir, “dünya semâsı” demek değildir. Âyet-i kerîmede buyuruluyor:
Ve le-kad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesâbîhâ.[3] “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.”
Yedi kat semâ var ama birinci semâsı yıldızlarla donanmış, ondan sonraki semâlarda ne arz var, ne ay var, ne güneş var ne yıldız var. Ondan sonraki semâların hâlini Allah bilir. Yalnız “Biz en yakın semâyı yıldızlarla donattık.” deniliyor. Allah’ın kudretini, semânın azametini, vüs’atini ve derinliğini artık oradan anlayın.
Birinci semâda işte bu kehkeşanlar, samanyolları, galaksiler, yıldızlar, ışıklarını gördüğümüz şeyler var. Bu ışıklarını görmediğimiz yerlerin arkasında da, ışığı gelmeyen şeyler var. Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna varırken;
Ref olup ol şâha yetmiş bin hicâb,
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb.
“Yetmiş bin nurdan, yetmiş bin zulmetten perdeler kalktı da Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna öyle vardı.”
Ne demek?
Karanlık da bir perde, nur da bir perde...
Göğün mavi yeri bize şimdi niye karanlık görülüyor?
Oradan ışık gelmediğinden karanlık görülüyor. Oradan ışık gelse orası da nur görünecek.
Demek ki semâda yıldızlar da var, nur da var, karanlıktan perdeler de var. Ama o şahlar şahı, o peygamberler serveri Habîb-i Hüdâ’ya yetmiş bin perde kaldırıldı.
Nûr-u tevhîd açtı vechinden nikâb.
Sözlerin azametine bakın! İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin; “Kulu cemalini seyretsin.” diye vech-i pâkinden perdesini kaldırdığını anlatıyor. Kelimelerin güzelliğine bakın, seçilişindeki azamete bakın.
“Birinci semâya geldim.” diyor Peygamber Efendimiz.
Gözün gördüğü yere bir lahzada götüren bir binekle Peygamber Efendimiz birinci semâya geldi.
فَاسْتَفْتَحَ فَقِيلَ مَنْ هَذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ قِيلَ: وَقَدْ أُرْسِلَ إِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ
Festefteha. “Cebrâil aleyhisselam; ‘Birinci semânın kapılarını açın.’ dedi.”
Cebrâil aleyhisselam birinci semânın kapılarının açılmasını istedi.
Muhterem kardeşlerim;
Bu semâların birinden ötekisine geçiş, meleklere bile kolay değil! Meleklere bile müsaadeyle... Bakın; “Açılmasını istedi.” diyor.
Fekîle: Men hâzâ? “‘Kim o?’ denildi.” Kâle: Cibrîl. “‘Cebrâilim.’ dedi.”
Cebrâil aleyhisselam konuşuyor, Efendimiz Burak’ın üstünde.
Kîle: Ve men meak? “Peki, yanındaki kim yâ Cebrâil?” Kâle: Muhammedün. “Cebrâil dedi ki: ‘Bu Muhammed, Allah’ın seçkin kulu Muhammed-i Mustafâ’sı bu!’” Kîle: Kad ürsile ileyhi. “Ona davet gönderildi mi, bu tarafa geçmesine izin verildi mi?”
Melek şaşırıyor: Allah Allah! Beşer hayatta iken semâdan bu tarafa geçer mi? Cenâb-ı Hak tarafından ona davet mi vâkî oldu?
Kâle: Neam. “Cebrâil aleyhisselam: ‘Evet ey vazifeli melek, Allah’ın daveti oldu.’ dedi.
قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فَنِعْمَ المَجِيءُ جَاءَ فَفُتِحَ فَلَمَّا خَلَصْتُ فَإِذَا فِيهَا آدَمُ فَقَالَ
Kîle: Merhaben bihî fe-ni’me’l-mecîü câe. “Melek o zaman: ‘Ona merhabalar olsun, ne hoş geldi!’ dedi.”
Birinci semânın vazifeli meleği Peygamber Efendimiz’i selamlıyor ve “Hoş geldin, sefa geldin!” diyor.
Fe-fütiha. “Birinci semânın kapısı açıldı.”
Cebrâil’in konuşmasıyla, meleğin sorgusuyla sualiyle açılan bir kapıyı bir başkası nasıl geçebilir? Kılavuzu Cebrâil olmayan bir başkası oradan ötelere nasıl gidebilir?
Oradan ötelere, Allah müsaade etmeyince dualar ve sevaplar bile gitmiyor. Yeryüzünde insanların yaptığı dualar ve sevaplı işler bile orada takılıyor, bazen oradan geri gönderiliyor.
“Kimin bu namaz, kimin bu hatim, kimin bu tesbih, kimin bu zekât, kimin bu sadaka? Kiminmiş bu hac?”
“Falanca şahsın.”
“Git bu ibadeti o herifin yüzüne vur! Çünkü o riyakâr. Allah onun ibadetini kabul etmez. Ben, riyâkârların ibadetlerini buradan öbür tarafa geçirmemek emrini almışım, buradan öte yana geçirmem, geri döndür!” der.
Melekler götürürken oralardan ibadetler bile geçmez.
Cebrâil aleyhisselam ile Peygamber Efendimiz, böylece birinci semânın kapısından geçtiler.
Fe-lemmâ halastü fe-izâ fiyhâ Âdem. “Birinci semânın kapısından geçince bir de ne göreyim, orada Âdem aleyhisselam yok mu?” Âdem aleyhisselam birinci semânın kapısının açıldıktan sonra geçilen kısmında. Fe-kâle: “Cebrâil dedi ki:”
هَذَا أَبُوكَ آدَمُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ السَّلاَمَ ثُمَّ قَالَ مَرْحَبًا بِالِابْنِ الصَّالِحِ، وَالنَّبِيِّ الصَّالِحِ ثُمَّ صَعِدَ بِي حَتَّى أَتَى السَّمَاءَ الثَّانِيَةَ فَاسْتَفْتَحَ قِيلَ: مَنْ هَذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ قِيلَ: وَقَدْ أُرْسِلَ إِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ
Hâzâ ebûke Âdemü. “Yâ Resûlallah! Bu senin baban, deden, beşerin babası olan Âdem!” Fe-sellim aleyhi. “Ona selam ver!” Fe-sellemtü aleyhi fe-redde’s-selâm. “Ben Âdem aleyhisselam’a selam verdim, o da benim selamımı aldı.
[1] 17/İsrâ, 1.
[2] 33/Ahzâb, 6.
[3] 67/Mülk, 5.