Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdülillâhirabbi’l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinil evveline ve ahirin. Muhammedinil Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emmâ ba'dü;
Fe-kâle Resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem;
صَامَ نُوحٌ الدَّهْرَ إِلَّا يَوْمَ الْفِطْرِ وَالْأَضْحَى، وَصَامَ دَاوُدُ نِصْفَ الدَّهْرِ، وَصَامَ إِبْرَاهِيمُ ثَلَاثَةَ أَيَّامٍ مِنْ كُلِّ شَهْرٍ صَامَ الدَّهْرَ وَأَفْطَرَ الدَّهْرَ. ابْنُ زَنْجُويَهْ طب هب كر عَنِ ابْنِ عَمْرٍو.
Sâme nûhuni’d-dehra illâ yevme’l-fıtri ve’l-adhâ ve sâme dâvûdu nısfe’d-dehri ve sâme ibrâhîmü selâsete eyyâmin min külli şehrin sâme’d-dehra ve eftara’d-dehra.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem efendimiz bu hadîs-i şerifin de buyuruyor ki;
Sâme nûhuni’d-dehra. Nuh aleyhisselam her zamanını oruçlu geçirdi. Senenin her gününde oruç tuttu.
İllâ yevme’l-fıtri. Ramazan bayramı olan, yevme’l-fıtr da.
Ve’l-adhâ. Kurban bayramında tutmadı. Ramazan ve kurban bayramlarının dışında yılın her gününü oruçlu geçirdi. İlginç. Kur’an-ı Kerîm de belirtiliyor ki, dokuz yüz elli sene yaşadı Nuh aleyhissellam. Yani insan sanıyor ki yemek yiyince yaşar. Halbuki Nuh aleyhisselam yemeyince daha iyi olduğunu gösteriyor.
Ve sâme dâvûdu nısfe’d-dehri. Dâvud aleyhisselam dehrin yarısını oruçlu geçirdi. Yani yılın günlerinin yarısını oruçlu geçirdi. Bir gün oruç tuttu, bir gün tutmadı. Bir gün tuttu, bir gün tutmadı. Dâvud aleyhisselam. Sâme dâvûdu deniyor buna. Bir gün tutup bir gün tutmamaya.
İbrahim aleyhisselam.
Ve sâme ibrâhîmü. İbrahim aleyhisselam da.
Selâsete eyyâmin min külli şehrin. Her ayda üç gün oruç tuttu.
Sâme’d-dehra ve eftara’d-dehra. Yani bu sözün nasıl anlaşılması gerektiğini düşüyorum. Sâme’d-dehra. Hep oruçlu geçirdi her zamanı, zamanını.
Eftara’d-dehra. Hem de hiç oruç tutmadı. Yani galiba demek istiyor ki efendimiz bu sözüyle; üç gün oruç tutucunda bir ayda bu eder.
El-hasenetü bi-‘aşri emsâlihâ. Yapılan iyilikler on misli ile mükâfatlandırıyor, sanki otuz gün oruç tutmuş gibi. Böylece bütün seneye oruç tutmuş gibi oldu, üç gün tutmakla. Bir ayda da üç gün oruç tutarsa, yirmi yedi gün oruç tutmamış oldu. Sanki bütün zamanını da oruçsuz geçirmiş gibi oldu. Yani efendimiz İbrahim aleyhisselamın yaptığının daha kulların hallerine uygun olduğunu ifade etmiş gibi oluyor. Hem bütün seneyi oruç tutmuş gibi sevap alıyor hem de pek çok gününü oruçsuz geçirmiş oluyor. Hiç olmazsa bunu yapmalı. Yani her aydan üç gün oruç tutmalı. Efendimiz bunu tavsiye ediyor.
Hangi günler oruç tutulacak?
Ya başından birinde ortasında ve sonunda. Ortası işte on dört, on beşi eder. Ya da eyyâm-ı biyd eyyâm-ı biyd oruçlarını hiç kaçırmamış efendimiz. Ortasında on üç on dört on beşinci günüde. Bu gün on dördü, bu gün sefer ayının on dördü. Eyyâm-ı biyd orucu tutulacak zaman yani. Evet, yani onu bize işaret buyuruyor gibi Peygamber efendimiz. Siz böyle yapın diye. Ramazanın dışında oruç tutmalıyız. İbrahim aleyhisselamın orucu gibi, her aydan üç gün oruç tutarsak, hele bu mehtaplı gecelerin gündüzüne rastlarsa daha iyi olur. Bütün sene oruç tutmuş gibi sevap alacak insan.
İkinci hadîs-i şerîf.
صِلَةُ الرَّحِمِ مَثْرَاةٌ فِي الْـمَالِ، مَحَبَّةٌ فِي الْأَهْلِ، مَنْسَاةٌ فِي الْأَجَلِ. طس عَنْ عَمْرِو بْنِ سَهْلٍ.
Sılatü’r-rahimi mesrâtün fi’l-mâli ve mahabbetün fi’l-ehli ve menseetün fi’l-eceli.
Amr İbn Sehl radıyallahu anh’den rivayet alınmış ki, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem;
Sılatü’r-rahimi mesrâtün fi’l-mâli buyuruyor.
Sılatü’r-rahimi demek akrabaları gözetmek demek.
Gözetmek ne demek?
Sıla yani ne demek?
Bağları canlı tutmak manasına, ziyaret etmek manasına. Bir de fukarasına yardımcı olmak, onları kollamak manasında. Yani bir şeyler alıvermek, para verivermek, sadaka verivermek filan gibi. Bu Arapçada, şair mesela kaside yazar hükümdara verir. Hükümdar da ona bir kese altın verir. Buna da sıla deniliyor. Yani bağış manasına da geliyor. Akrabaya bağış. Sılatü’r-rahimi daha önceden, ben hep akrabayı ziyaret etmek diye anlıyordum.
Nasılsın dayı?
Nasılsın amca?
Yengecim ne yapıyorsun?
Nasılsın?
İyi misin?
Hoş musun?
Sadece ziyaret sanıyordum. Fakat biraz da mali bakımdan muhtaçları desteklemek manası olduğunu sonra sonra sezinlemeye başladım. Hem ziyaret edecek, hem de kollayacak, durumu müsait ise kendisinin. Böyle sıla-ı rahim yapmak, mesrâtün servetten geliyor, servet kazandırır, malı artırıcı bir özelliğe sahiptir. Yani sıla-ı rahim yaptı mı insan, yani akrabayı ziyarette bulunup biraz da bağışta bulundu mu, kendisinin parası, pulu, bütçesi, kesesi zenginleşir demek. Sıla-i rahim bütçesini zenginleştirir demek.
Evet Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerde çok buyurmuş ki; sadaka vermekle mal azalmaz. Cenâb-ı Hak kat kat fazlasını verir. Bu belli. Bilinen bir şey yani.
Bunun için sıla-ı rahim malı arttırır bir.
Ve mahabbetün fi’l-ehli. Ailede muhabbete vesile olur. Hem sen sıla-ı rahim yaparsan kendi ailende muhabbet olur, hem de ailenin yakınlarıyla beraber akraba arasına bir muhabbet olur manasında.
Ve üçüncüsü. Ve menseetün fi’l-eceli. Eceli de tehir ettirir. Yani ömrü uzatır.
Yezîdü fi’l-umri diye de bazı başka hadîslerde geçiyor. Ömrü ziyadeleştirir diye.
Onun için insan akrabasını düşünmeli, aramalı, kollamalı, gönlünü hoş etmeli.
E hocam biz şimdi Brisbane’deyiz Melbourne’deyiz. Akrabalarımız Türkiye de.
E mektup yazarsın, telefon edersin, halini hatırını sorarsın. Buradan gidenlerle bir şeyler gönderirsin. Bir şeyler yaparsın yaparsın, bu sevapları kazanırsın.
Üçüncü hadîs-i şerîf.
صَلُّوا عَلَى أَنْبِيَاءِ اللهِ وَرُسُلِهِ، فَإِنَّ اللهَ بَعَثَهُمْ كَمَا بَعَثَنِي. خط عَنْ أَنَسٍ، عب هب عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ.
Sallû ‘alâ enbiyâillâhi ve rusülihî fe-innallâhe be’asehüm kemâ be’asenî.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh den. Efendimiz buyuruyor ki;
Sallû ‘alâ enbiyâillâhi ve rusülihî. Allah’ın Peygamberlerine ve Resûllerine salât ü selâm getiriniz. Yani Musa aleyhisselâtüvesselem. İsa aleyhisselâtüvesselem. Yakup aleyhisselâtüvesselem. İbrahim aleyhisselâtüvesselem. Allah’ın Peygamberlerine salât ü selâm getiriniz.
Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri.
Fe-innallâhe be’asehüm. Gönderdi onları vazifeli kulları olarak.
Kemâ be’asenî. Beni peygamber olarak nasıl göndermiş ise, beni gönderdiği gibi onları da Allah gönderdi. Bana salât ü selâm getirmek gerektiği gibi âyet.
Çünkü;
اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ … ﴿٥٦﴾
İnnallâhe ve melâiketehû yüsallûne ‘ala’n-nnebiyyi. (33/Ahzâb 56.)
Allah da, melekleri de Peygambere salât ü selâm getirirler. Sizde salât ü selâm getirin. Emir. Demek ki vazife efendimiz de burada buyuruyor ki;
Allahın beni Peygamber gönderdiği gibi, onları da Peygamber göndermesi dolayısı ile onlara da salât ü selâm ediniz. Onun için biz terbiyeli bir ümmetiz, vefalı bir ümmetiz, geniş görüşlü bir ümmetiz, bütün insanları kucaklayan bir ümmetiz, ayrım yapmayan, Peygamberler arasında eleme yapmayan, Allahın sevdiği şeklide davranan insanlarız.
Eskiden ne yapmışlar?
Yahudiler İsa aleyhisselam’a inanmamışlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar Peygamber efendimize inanmamış.
Halbuki biz;
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠
Lâ nüferriku beyne ehadin min rusulihî. (2/Bakara 285.)
Allah’ın Peygamberlerinin hepsini severiz, ayrım yapmayız, eleme yapmayız, çıkartmayız, kızmayız, dışlamayız. Salât ü selâm da getiririz. Bu sadece kuru bir laftan da ibaret değildir. Çocuklarımız da onların ismini koyarız. Pekala İbrahim ismini koyarız. Pekala Musa ismini korayız. Bu Yahudi peygamberiydi demeyiz yani. Pekala İsa adını koyarız. Yakup, Yusuf adını koyarız. Eski peygamberlerdi bunlar diye, başka kavimlerin Peygamberiydi diye aykırılık yapmayız.
Peygamber efendimiz bizi böyle terbiye eylemiş. Bize böyle tavsiye buyurmuş. Onlara da salât ü selâm getirin. Bizim kalbimizde, gönlümüzde, göğsümüzde hepsinin yeri vardır. Hepsine kucak açmışız. Hepsini bağrımıza basmışız. Hepsini baş tacı etmişiz.
En güzel, en doğru yol bu. Elhamdûlillah. Mümin, müslümanların yolu ki, Allah’ın peygamberlerinden hiçbir tanesine yan bakmıyoruz, dil uzatamıyoruz. Allaha çok şükür.
Biz tabi acaba dünyanın bir başka yerinde doğsa idik. Meksika da, Ekvatorda, Afrika da, Eskimoların arasında, kızıl derililerin içinde doğsa idik.
Nasıl olurdu halimiz?
Çünkü biz Müslümanken bile, burada Müslümanlığımızı yaparken bile, çeşitli şekillerde hatalar işliyoruz, ayağımız kayıyor, kendimizi zor toparlıyoruz.
Acaba yanlışı bırakıp da doğru dini arayıp da, bulup da, ona sarılacak kadar, araştırıcılık, gayret, cesaret, fedakârlık, vefakârlık gösterebilecek miydik?
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bizi zahmetten kurtarmış. Yapmamız gerekecekti, öyle yapmamız gerekecekti. Cenâb-ı Hak bizi zahmetten kurtarmış. Elhamdûlillah. Müslümanların arasından doğmuşuz. Müslüman anneden babadan doğmuşuz. Hak din üzereyiz.
Müslüman anneden babadan doğmuşuz amma inceliyoruz. Kırk yerden dinimize sataşma oluyor hepsini de savuşturuyoruz. Allaha çok şükür. Her yönden tenkit edilemez. Makul, haklı güzel dinimiz var.
Peygamber efendimiz diyor ki; Ben bir beşer peygamberim. Ne kadar güzel. Sizin gibi beşerim. Oğlu öldüğü zaman, güneş tutuldu diye. Güneş tutuldu bak oğlu öldü diye yas tutuyor. Ortalık karardı diyorlar. Hutbeye çıkıyor Peygamber efendimiz diyor ki; ay ve dünya Allah’ın iki mahlûkudur, gök cismidir. Bunlar yeryüzündeki insanların doğumu ölümü ile tutulmazlar. Ne kadar güzel, çağdaş, bilimsel. Ne güzel bir anlatım. Böyle şey düşünmeyin. Böyle şey yapmayın diyor. Ne kadar güzel.
Merhamet ise herkes parasından bir miktarını çıkaracak fakirlere verecek diyor. Bunu ibadet olarak tasfiye buyuruyor. Kölelere iyi muamele etmeyi tavsiye ediyor. Kadınlara iyi muamele etmeyi tavsiye ediyor.
Çünkü İslam, tabiata uygun din, akla uygun din, akıl dini.
İslam beş şeyi korumayı amaç almış. Bütün ahkâmı incelenirse. Bu ahkâmın sebebi ne? Niye bu hüküm konulmuş? Niye bu kanun konulmuş? diye incelenirse, beş şeyi koruduğu, korumak için çalıştığı, korumak için kanun koyduğu, hüküm koyduğu anlaşılıyor İslam’ın.
Bir imanı korumak. Sapık, yalan, yanlış, inancı olmayacak kimsenin. Lâ ilâhe illallah. İmanı düzeltmek, imanı korumak. Bir.
İki canı korumak. Canı Allah veriyor. Allah alır. İntihar etmek yok. Başkasını öldürmek yok. Ne kadar güzel. Zulüm yok vs. yok.
Sonra nesli korumak. Nesil öyle karma karışık olmaz. Şimdi hayvanların bile, anası babası yedi göbek şeceresini tutuyorlar da, sen petshop’dan gidip de bir hayvan alacağın zaman, bunun babası bu, dedesi şu, şeceresi şu diye hepsi kağıtta yazılı. Hayvanların bile toparlamaya çalışırken, insanların tabi neslini korumak.
Sonra malı korumak. Malı telef ettirmiyor İslam. Benim param var istediğimi yaparım. Evimi yaparım da, çırayı dibine atıp yakarım da. Yakamazsın. Falanca adam benim arabamın camını kırdı. Ben de onun arabasını taşlarım. Taşlayamazsın. Hakime müracaat edersin, cezalandırır. Ama taşlayamazsın. Çünkü malın bir kabahati yok İslam’da. O benim eşeğimin kuyruğunu kesmiş bende onun atının kuyruğunu keserim. Kesemezsin. Hayvanın kabahati yok. Yani malı da koruyor İslam.
Sonra belki en başta aklı koruyor. Aklı koruduğundan içki içmek yasak.
Neden?
İçki içtiği zaman akıl gidiyor da ondan. Aklın korunması, malın korunması, neslin korunması, canın korunması, imanın korunması. Beş güzel ana esas. İşte hak din. İşte güzel din. Ötekilerine bakıyorsun efendim Nil nehri bereket versin diye, şehrin en güzel, en asil, en kıymetli kızını Nil’e kurban ederlermiş, atarlarmış. Bu kızcağızdan ne istediniz, sırma saçlı, gül yanaklı kızcağızdan. Nil nehri kızmış, kıtlık olmuş, Mısır’a bereket gelsin diye kızı cup atıyorlarmış. Bak canı korumak. İslam bunu yaptırtmıyor. Onun da yaşamaya hakkı var.
Böyle zulüm olur mu?
Böyle saçma şey mi olur?
Bu dünya ne zalim, ne zalim insanlar görmüş. Bu dünyada nice abuk sabuk insanlar yaşamış. Bunların hepsini düzeltiyor İslam. Hepsini düzeltiyor.
Onun için Allaha ne kadar şükretsek azdır.
أَحَبُّ الطَّعَامِ إِلَى اللهِ مَا كَثُرَتْ عَلَيْهِ الْأَيْدِي
Ehabbu’t-taâmi ila’llâhi mâ kesüret aleyhi’l-eydi.
Câbir b. Abdillah el-Ensârî radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş. Rivayet edenler İbn Hibban, Taberânî, İbn Abdilberr ve Tayâlisî; birçok kaynaklarda var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Ehabbu’t-taâmi ila’llâhi. “Allah’a en sevimli gelen yemekler, ziyafetler, yemek yemeler, yedirmeler...” Ma kesüret aleyhi’l-eydi. “Ellerin çok uzandığı taamlardır, sofralardır.”
“Allah’ın en çok sevdiği sofra, yemeklere ellerin çok uzandığı, çok ellerin olduğu sofralardır.”
“Çok ellerin olduğu sofra” demek, “kalabalık” demek. Cenâb-ı Hak kalabalık sofraları seviyor, çok insanın çağırıldığı sofrayı seviyor. Zalimler de eskiden beri tek başlarına yerlermiş. Getiriliyor, tek başına yiyor. Ekele vahdehû diye böyle Allah’ın sevmediği mütekebbir tipler anlatılıyor. “Yanına geleni sokmaz, tek başına yer, şöyle yapar böyle yapar...” diye kibir alâmeti davranışlarını sayıp onların kötülüklerini beyan ediyor.
Bir de yemeklerde, Allah ziyafetlere sırf zenginlerin gelmesini sevmez. Fukarânın da çağrıldığı yemekleri sever. Zenginler birbirlerini çağırıyorlar. Sofranın üstünde her şey var. Zaten bu adamlar kendi sofralarında, evlerinde keyiflerine uygun her şeyi yerler. Artık çağırılan ev onların evinde olan olmayan en nâdide şeyleri arayıp bulur. Yenildiği zaman; “Beyefendi, Allah ömürler versin, çok güzel olmuş...” desinler diye olmadık masrafları yapar. Sülün etlerinden, nâdide Rus havyarından, daha başka pahalı, kimsenin el uzatamadığı neler varsa, yerler içerler. İçkilerin en muteberleri... Ama fukarâcık öbür tarafta ekmek bulamaz, ekmek bulursa katık bulamaz; yutkunur, zayıflar zavallı... Çoluk çocuğu gözü dışarıda, çarşı pazardan geçerken lokantalara iştahla bakarlar, camekândan yutkunurlar...
Allah fukarânın çağırıldığı sofraları seviyor. “Gel bakalım sen de...” O da ömründe hiç yemediği güzel yemekleri yesin. Bakalım sülün eti nasılmış. -Ben hiç yemedim sülün eti, neyin nesi... Ama elhamdülillah çok başka etler yedik de...- Sülün etinden vazgeçtik, adam karnını doyuramıyor, su bulamıyor. Gidiyorlar derenin kenarından, çamurlu sudan kaplarına doldurup getiriyorlar. Evlerinde de su yok. Hayvanlar zayıf. Süt yok...
Burada en bol şey, en ucuz meşrubat belki süt. Veriyorsun parayı, istediğin cinsten sütü alıyorsun. Süt de bütün gıdaların ilki ve en üstünü. İlk defa yavru doğduğu zaman annesinden süt emer. İçinde her şey var. Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle yarattığı meşrubat. Vücudun gelişmesi için her şey var. Bebek süt içiyor, süt içiyor, süt içiyor; maşâallah, nur topu gibi oluyor. Ondan sonra kırmızı yanaklı, pembe yanaklı, tombul tombul kucaktan kucağa geziyor. Kısa zamanda emeklemeye başlıyor. Maşâallah, tay tay tay [yürüyor] derken ondan sonra büyüyüp gidiyor. Büyüdükten sonra sütü kesiyor mu?
“Hayır. Falanca tatlıya süt katarsan şöyle olur, filanca çorbaya süt katarsan böyle olur, filanca böreğin içine şu kadar süt katarsan gevrek olur...”
Her şeyin içinde süt var. her şeyin içinde süt var Bol.
Et bol; tuğla gibi... Git çarşıya, al istediğin kadar... Beğenmezsen git 50 dolar ver, 30 dolar ver, bir kuzu al, kimsenin görmediği yerde kes, ondan sonra kazığı bir ucundan öbür ucuna geçir, ormanda ateşi yak, çevir, ye. Geriye kalanı da bırak, öteki mahluklar yesin. Bol, ucuz...
Bizim hanım diyor ki;
“Şimdi reva mı; veriyoruz 50-100 dolar, meyve fidanlarını alıyoruz, her birisi pahalı pahalı... 20 dolarlık kuzu geliyor, hepsinin yapraklarını yiyor. Akıl mantık alır mı bunu? Şu kuzuyu aşağı tarafa alın...”
Ben de çok seviyorum. Adını da yüntop koyduk. Yünleri çok oldu, kesilmedi; top gibi oldu. Yuvarlasan yukarıdan aşağıya kadar gidecek.
Balık bol, et bol, süt bol; bunlar ana gıdalar. Her türlü yiyecek var.
Birinci cihan harbinde hatıralarını anlatırken Cevat Rıfat Atilhan, rahmetli, o “Ey Türk, düşmanını tanı!” diye böyle yazılar yazan emekli milis generali. Rütbesi o. Suriye cephesini anlatıyor. Sefalet diz boyu... Diyor ki;
“Portakalı aldım. Kabuğunu soydum. Trenin [camından] yere attım. Orada bir fakir, iki gözü âmâ kadın, kucağında çocuk duruyordu. El yordamıyla uzandı, gözleri görmüyor ama portakal kabuğunu buldu. Ağzına aldı, çiğnedi çiğnedi, kendisi yemedi, çocuğuna verdi.”
Demek ki portakalın kabuğuna bile muhtaç olmuşlar. Edirne muhasara edildiği zaman bizim zavallılar ağaçların kabuklarını yemişler. Kars’ta cihada giderken yollarda aç kalmışlar, öküzlerin bastığı yollardaki çamurlu izlerden suları içmişler. Otların her çeşidini yemişler.
Bir Mehmet Amca vardı, makamı âlâ olsun, nur içinde yatsın, Bayburtlu. “Bayburt’tan 33 kişi çıktık hocam. Ankara’ya geldiğimiz zaman üç kişi kaldık. Hepsi yollarda öldü. Aç, ekmek yok. Ben otların her çeşidini yedim. Türkiye’de biten [otların] her çeşidini bilirim. Hani kırıldığı zaman beyaz sütü çıkan otlar vardır, ‘zehirli’ derler, onları da yedim, ölmedim. Ot yemekten [ağızlarımız] yara oldu.” diyor.
Peki ot olmayan yerse; Suriye gibi, Mısır gibi?
Artık ört ki ölem... Neler çekmiş milletler...
Fukarâcıklara acımak lazım.
Burada adamlar işi çok güzel ayarlamışlar. Devlet bir kere parasını veriyor. Fakirin birisinin sadakasına ihtiyacını bırakmamışlar. Çünkü sadaka almak da onur kırıcı, dilenmek de onur kırıcı bir şey. “Madem benim milletimin ferdi, ben kendi adamımı doyururum, başkasına muhtaç etmem. Çalışmadığı zaman bile veririm.” diyor. Çok güzel. “Hastaysa bakarım.” diyor. Çok güzel. Bizim İslâm ülkelerinde bunların tarihin içinden oluşması lazım. Yapılmamış. Bunlar yapıyorlar.
Sabahleyin düşündüm: Bunlar Amerika’ya, Avustralya’ya, Afrika’ya, yeni kıtalara, yeni yerlere gittikleri zaman dinî gruplar “Dinimizi daha güzel uygulayayım.” diye gitmişler. İlk önce kiliselerini kurmuşlar, papazlarının etrafında ibadet ederek, İncil okuyarak, ilahi okuyarak öyle [yaşamışlar.] Elbette Allah kendisine hatalı da olsa dindar olup ibadet etmeye çalışanı, müslüman olup İslâm’ı yapmayıp da imana, İslâm’a aykırı her türlü Allah’ın gazabını çekecek her şeyi yapan insana yardım etmez. Buna yardım eder, ona yardım etmez elbette...
Benim rahmetli anacığım derdi ki;
“Evlâdım, sabah erken kalkın.”
Niye?
“Melekler rızıkları getirirlermiş, çocuklara verecekler; çocuklar ve büyükler uyuyorlarsa uyuyanların rızıklarını erken kalkan hıristiyan çocuklara verirlermiş.” derdi.
Biz de rızıklar o tarafa kaçmasın diye erken kalkardık. Öyle derdi... Ama annem çok kitap okurdu. Bildiği bir şey var ki ondan söylüyordu. Hakikaten kalkamazsa insan, ibadetini yapamazsa, günahlarda devam ederse onun elbette cezası birikir.
Allah bizi yolunda dâim eylesin.
أَحَبُّ شَيْءٍ إِلَى اللهِ الْغُرَبَاءُ الْفَرَّارُونَ بِدِينِهِمْ. يَبْعَثُهُمُ اللهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مَعَ عِيسَى بْنِ مَرْيَمَ.
Ehabbu şey’in ila’llâhi el-ğurabâu’l-ferrârûne bi-dînihim. Yeb’ashumu’llâhu yevme’l-kıyâmeti mea Îse’bni Meryem.
İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet olunmuş. Hulvânî ve İbn Mâce isimli kaynaklarda mevcut olan bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz burada buyuruyor ki;
Ehabbu şey’in ila’llâhi. “Allah’a en sevimli olan şey, Allah’ın en çok sevdiği şey...” el-Ğurabâu. “Gurbete giden gariplerdir.”
“Kendi diyarlarını terk eden, gurbete giden gariplerdir.”
el-Ferrârûne bi-dînihim. “Dinlerini yapamadığı yerden firar edip gurbetlere gidenlerdir.”
Mesela Ashâb-ı Kehf ne yapmış?
Ashâb-ı Kehf zalim, putperest hükümdardan kaçmış, mağaraya saklanmışlar. “Biz puta tapmayız!” demişler. Ashâb-ı Kehf’in macerası ana hatlarıyla bu.
Bir insan veyahut bir takım insanlar, kabileler, milletler, topluluklar “Dini[mizi] daha iyi yaşayabilelim.” diye kendi diyarlarını bırakıp da dinleriyle firar ederlerse, o zalimlerin, putperestlerin, Allah’a ibadet etmeyenlerin, ibadet edenleri ateşler yakıp da hendeklere atanların, işkence yapanların diyarından dinlerini kurtarmak için, dinlerini yaşamak için başka yerlere gidenler Allah’ın en çok sevdiği insanlardır.
Demin söylediğim [husus...] Mesela Avrupa’da işkence görmüş adam, kalkmış Amerika’ya gitmiş. Çünkü Avrupa’da katolikler protestanları, luteryanları öldürmüşler. Fransa’da çeşitli katliamlar yapmışlar. Mesela meşhur bir tanesinin ismi var, Saint Barthelemy katliamı diye, Paris’te... Kendi mezheplerinden olmayan insanların kapılarını işaretlemişler; bir hücum, bir gecede anlaşmışlar, kendi şehirlerindeki hemşehrilerinden mezhebi farklı insanları çatır çutur kesmişler. Korkunç katliam! Dinler için çeşitli savaşlar yapmışlar. Ben sandım ki yirminci yüzyılda bunlar bitiyor; hayır...
Almanya’da bir yerde aile toplantısı yaptık. Oranın ahâlisi Almanlar’ın ana mezhebinden, katoliklerden değilmiş. Hemen oraya, o bölge, orası galiba Doğu Almanya’dan geçmiş. Hemen oraya kendi adamlarından iskân etmişler, oranın çoğunluğunu hemen dağıtmışlar. Hayret ettim... Yirminci yüzyılda ne kadar mutaassıp; kendilerine karşı da, birbirlerine karşı da... Hayretler içinde kaldım.
Yeb’ashumu’llâhu yevme’l-kıyâmeti mea Îse’bni Meryem. “Dinlerini kurtarmak için kendi diyarlarını terk edip diyâr-ı gurbete çıkan, firar eden dindar toplulukları Allah kıyamet gününde Meryem’in oğlu İsa aleyhisselam ile beraber haşredecek.” diye Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Cenâb-ı Hak yardımcımız olsun.
el-Fâtiha.