Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi'l-cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Oruçlarımızı tuttuk. Allah eksiklerine, kusurlarına bakmayıp lütfu ile keremiyle ahsen ve etem olarak kabul eylesin. Namazlarımızı kıldık. Allahu Teâlâ hazretleri namazlarımızı kabul eylesin. Elimizi açtık; Cenâb-ı Mevlâ'dan dünyaya âhirete ait isteklerimizi diledik, istedik. Ekremü'l-ekremîn olan Rabbimiz dualarımızı müstecâb eylesin. Bize muradlarımızı, dileklerimizi, taleplerimizi, isteklerimizi lütfu ile keremiyle versin. Bizi iki cihanda aziz, saîd ve bahtiyar eylesin.
Değerli kardeşlerim;
Düz gerçekleri, apaçık gerçekleri görmek kolay olur. Ama saklanmış, gizlenmiş, örtülü, kamufle edilmiş gerçekleri herkes kolay göremez. Hatta bazen saklayanlar, bazı şeyleri göstermek istemeyenler şaşırtmaca da yaparlar. Dışını seni aldatacak, kalbini çekecek, aklını kaydıracak, câzibedar aldatıcı şekilde yaparlar.
Bu arada konuyla ilgili iki edebiyatçının -birisi düz yazı, birisi şiir, nazım tarzında- sözünü söylemek istiyorum. Yazarın birisi diyor ki;
"Altından kendini gözet."
Gold, "altın, altın madeni" diyoruz ya…
"Altından kendini gözet."
Gözet ne demek?
"Altından kendini kolla, dikkat et ha!Altından kendini gözet; çünkü zehiri teneke kupa içinde sunmazlar."
"Bu teneke kupa, pis, küflü; içmem!" der.
İçsin diye altın kupayla sunarlar; içsin, zehirlensin diye.
"Altından kendini gözet; zehiri teneke kupa içinde sunmazlar."
Demek ki bazı kimseler bazen özellikle dışı aldatıcı, câzibedar yapabilir.
Öbür edebiyatçının sözü, Fuzûlî'nin bir şiiri, Fuzûlî el açmış Allahu Teâlâ hazretlerine dua ederken diyor ki;
Ben bilmezem bana gereken, Sen hakîmsin
Men eyle, verme her ne gerekmez bana bana.
Güzel, edebiyat tarihinde önemli olan bir şiirinin beyitidir bu:
Ben bilmezem bana gereken. "Bana neyin gerektiğini ben bilmem yâ Rabbi! Ben kulum."
Sen hakîmsin. "Ama sen hakîmsin, hikmet sahibisin, her şeyi yerli yerince yaparsın, her şeyin aslını bilirsin."
Men eyle, verme her ne gerekmez bana. "Bana herhangi bir şey gerekmiyorsa onu bana verme."
Her ne gerekmez bana, verme onu bana. İki tane "bana" gelmesi ondan.
Ben bilmezem bana gereken, Sen hakîmsin
Men eyle, verme her ne gerekmez bana bana
"Bana verme onu. Bana gerekmeyeni bana verme." diyor.
Züyyine li'n-nâsi. "İnsanlara süslenildi, allandı, boyalandı, ziynetlendi, gösterişli kılındı."
Neler?
Hubbu'ş-şehevâti. "Nefsânî arzular."
Bunlar nelerden olabilir?
Hubbu'ş-şehevâti mine'n-nisâi ve'l-benîn. "Hanımlara karşı sevgiler, ailesine, çoluk çocuğuna karşı olan sevgiler…" Ve'l-kanâtîri'l-mukantarati mine'z-zehebi ve'l-fiddati. "Kantar kantar altın, gümüşler, hazineler, paralar pullar, biriken şeyler..." Ve'l-hayli'l-müsevvemeti. "Üzerileri 'bu benim malımdır' diye damgalanmış, işaretlenmiş atlar."
Ve'l-enâmi ve'l-hars. "Diğer evcil hayvanlar ve tarlalar, bağlar, bahçeler…"
Bunlar insanoğulları için süslenmiş.
Süsleyen kim?
Allah.
Niye süslüyor?
İmtihan için.
Allı pullu, dallı güllü, yanarlı dönerli, boyalı, renkli, câzibedar, çekici ama;
Zâlike metâu'l-hayâti'd-dünyâ. "Bunların hepsi şu dünya hayatının, geçici olan, bitici olan, sonlu olan, fâni olan, şimdi şu yaşadığımız âlemin geçici metâlarıdır."
Bir şey geçici olunca kıymeti kalmaz. Deseler ki;
"Sana şurayı veriyorum ama muvakkat. Ben Türkiye'ye gidinceye kadar gel, benim evimde otur, ondan sonra ben gelince çıkarsın."
"Ne yapayım? Değmez ki ya… Allah Allah, üç ay senin evinde oturacağım, sen geldiğin zaman 'çık' diyeceksin, sıkışacağım. Yok. Temelli verseydin giderdim ama üç aylığına muvakkat istemem." der.
Zâlike metâu'l-hayâti'd-dünyâ. "Bu dünya hayatının metâları bunlar, fâni dünyanın gelip geçici şeyleri..."
Az bir zaman için… Ne kadar az bir zaman için?
Ömrüne göre; 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100 yıl… "100 yıl" deyince bayağı bir insanın hoşuna gidiyor… 110 yıl filan, o kadar. İstersen biraz fazla, bazen biraz daha az.
Benim talebelerimden, tanıdıklarımdan, akranlarımdan, arkadaşlarımdan, komşularımdan sırada olmadığı halde benden önce ölmüş çok insan hatırlıyorum. Siz de hatırlarsınız. Bazen bebekler ölüyor, çok küçük yaşta... Bazen çocuklar ölüyor. Bazen kardeşler ölüyor. Benim 3 yaş büyük bir ağabeyim vardı, öldü. Ondan bir sene sonra rahmetli annem öldü. Sırası gelen geçip gidiyor.
"Bunlar kıymetli değil." demek.
Zâlike metâu'l-hayâti'd-dünyâ. "Bunlar dünya hayatının metâlarıdır."
Metâ ne demek?
"Kendisinden temettü edilen, faydanılan şeyler."
Evet, insan bu sayılan şeylerden istifade ediyor, bunlar lazım. Araba lazım, binek lazım, ev lazım, tarla lazım, ziraat için gerekiyor. Hanım lazım, eş-hayat arkadaşı... İnsan evlenince çoluk çocuk istiyor, olmazsa doktorlara gitmeye başlıyor, "Aman bir çocuğum olsun." diye. Bunlar tamamen yasak şeyler de değil, haram da değil. Bu sayılan şeyler haram mı?
Burada hiç haram şey saymadı. "İçki" demedi, "kumar" demedi, "zina" demedi; tabiî şeyleri söyledi.
Hubbu'ş-şehevâti mine'n-nisâ'. Hanımlar... Normal dinî nikâhla nikâhlanıyorsun, evleniyorsun. Ve'l-benîn. Çoluk çocuk, o da güzel.
Ve'l-kanâtîril-mukantarati mine'z-zehebi ve'l-fiddati. İnsan helal kazanmışsa, zengin olabilirse, insanın biriktirdiği parası pulu, sürüleri, koyunları olabilir. Bunlar haram şeyler değil ama geçici şeyler. Dünya hayatında insanların faydalandığı muvakkat şeyler.
Bunlar süslendi, boyandı, allandı, hoş görünüyor. Belki bunları bize hoş gösteren şeytandır. "Bak bunlar ne kadar güzel! Sımsıkı bunlara sarıl, yapış! Bunları sev! Boş ver âhireti. Bilmediğin, ileriye dönük şeye kafanı takma! Sen bu dünyada şu anda yaşıyorsun; yaşamana
Bazıları diyor ki;
"Kardeşim sen bu dünyaya bir defa geldin, gününü gün etmeye bak."
Bu bir görüş; ama bu dünyevî bir görüş. Yani maddeci bir görüş, inançsız bir görüş, mü'min görüşü değil de inanmayanların görüşü. "Bu dünyaya geldin, eğlen." Eğlenmeye mi geldik?
İslâm dini tamamen tersini söylüyor. Hayır, eğlenmeye gelmedin! Keyif çatmaya gelmedin! Dünya rahat yeri değil! Bütün bu herkesin pesinde koşturdukları şeyler dünya metâı, muvakkat şeyler çok önemli şeyler değil. Bunları bırakmak lazım, sadaka olarak vermek lazım. Malından geçmek lazım.
Ne diyor Allahu Teâlâ hazretleri âyet-i kerîmede:
Ve le-neblüvenneküm. "Muhakkak ve muhakkak biz sizi sınayıp imtihandan geçiririz." Bi-şey'in mine'l-havfi. "Korkuyla, korkulacak bir şeyle."
Bi-şey'in mine'l-havfi ve'l-cûi. "Allah bazen açlıkla imtihan ediyor." Veyahut sun'î olarak kendi kendimizi aç bırakıyoruz; yani oruç. Bu da imtihan. "Oruç tut" diyor, bazısı açlığı kabul ediyor, tutuyor. Bazısı edemiyor; "Ben öyle şey yapamam." diyor, "Alışkın değilim." diyor, "Doktor tavsiye etmedi. Boşver, Allah Gafûru'r-Rahim'dir" diyor. Zor geliyor, yapmıyor. Oruç herkese kolay gelmiyor. Sana kolay geliyorsa Allah lütfetmiş, içine bir yumuşaklık vermiş, ibadetini sevdirmiş kolay gelmiş. Zor gelene de zor geliyor; tutmuyor, kaytarıyor.
"Sen müslümansın?"
"Müslümanım."
"Niye oruç tutmuyorsun?"
"Vallâ kusuruma bakma da..." kıvırtmaya başlıyor.
Çok... İstanbul'a git, Türkiye'ye git; müslüman olduğu halde, adı bizim isimlerimiz gibi Ahmet, Mehmet, Hasan, Es'ad vesaire, ismi bizim gibi olan birçok insan var, oruç tutmayabiliyor.
Bu bir imtihan. Allah "Oruç tutun." demiş diye biz tutuyoruz. Açlık bir imtihan işte...
"Aç dur!"
"Yok, açlık tatsız bir şey olduğu için ben tutmam." diyen imtihanı kaybediyor.
"Peki yâ Rabbi! Biraz zor da olsa tutarım." diyen kazanıyor.
Mine'l-havfi ve'l-cûi ve naksin mine'l-emvâli ve'l-enfüsi ve's-semerâti. Zekât veriyorsun, para veriyorsun, sadaka veriyorsun, kesendeki paralar azalıyor. "Eyvah, gitti yine bizim şu kadar dolar! Hay Allah..." Allah emretti, zekât, onu veriyorsun. Sana çok vermiş, kırkta birini veriyorsun insafsız! Ne var yani, 39 tanesi sana kalıyor. Sana Allah kırk tane veriyor, bir de tenbihliyor, diyor ki; "Ben sana kırk tane vereceğim. Bir tanesini fakir kardeşlerine ver." Çocuk kırk tane loliyi alıyor, açıyor yiyor, açıyor yiyor, açıyor yiyor... Öbür taraftaki çocuk ağlıyor:
"Bir tane de bana ver."
"Yok, hepsi benim!"
Kırk tane lolinin hepsini yutacak.
"Versene şunu! Bak sana 'ver' dedim ya! Hadi 39 tanesi senin olsun, bir tanesini şu kardeşine ver, o yesin o loliyi..."
"Kırkını da ben yiyeceğim!"
Ayıp değil mi? Bu çocuğa kızmaz mıyız?
Bre insaf yahu! 39 tanesi senin olacak, bir tanesini ona vereceksin!
Zekâtı vermeyenin durumu bu. Allah kırk tane veriyor, diyor ki; "Bunun bir tanesini fukarâya ver, onun hakkı. Senin eline veriyorum." İmtihan ama... Naksin mine'l-emvâli. "Maldan biraz azalma olacak." Vereceksin. Hadi... Kırktan bir tanesi gidince 39 kalacak. Kırk bin doların varsa 39 bin doların kalacak, bin doların gidecek. Gitti bizim bin dolar. Allah; "Zaten o senin malın değil, fakirin malı. Sana 'sen ver' diye verdim." diyor. Onu vermiyor, "kırkı da ben de kalsın." diye. Halbuki;
Yemhaku'llâhu'r-ribâ ve yurbi's-sadakât. "Sadakayı, zekâtı verse malı artacak; vermediği zaman azalıyor." Faize yatırdığı zaman bereketi kaçıyor, azalıyor; verdiği zaman bereketleniyor, bir başka yerden Allah takviye ediyor, artıyor. Ama insanoğlu vermiyor.
Bak malla imtihan, açlıkla imtihan, hayatla imtihan...
Bazen hastalık geliyor, sağlık gidiyor.
"Sağlıklı iken iyi kulluk ediyordu da hastalanınca bizim bu kul ne yapacak bakalım?"
Hasta açıyor ağzını; söylediği sözler küfür, Allah'ın hoşuna gitmeyecek sözler. İmtihanı kaybetti. Halbuki hastalık bir imtihan. Hastalığın faydaları da var; günahlar siliniyor. Başka faydaları var. Kaybetti. Hastalandı, bir yeri ağrıyor diye açtı ağzını yumdu gözünü, isyan etti, şikâyet etti, bağırdı çağırdı, sövdü saydı...
Allah çocuğunu alıyor, imtihan, çocuğu ölüyor. "Bana bunu da yapacaktın Allahım!" diyor. Allahu ekber, sübhanallah… Tevbe yâ Rabbi! İnsan lafı nakil bile etmekten korkuyor. Allah'a isyan ediyor."Yavrumu niye aldın!"
"O senin yavrunsa benim de kulum; veren benim, alan benim."
Bunu anlamıyor.
"O benim yavrumdu, niye aldın!"
Senin yavrundu da sana bu yavruyu kim verdi?
"İşte ben evlendim, oldu."
Kim verdi?
Ötekinin çocuğu olmuyor. Doktor doktor dolaşıyor, on senedir çocuğu olmuyor da Allah sana verdi. Evlâdı veren Allah değil mi?
"Veren Allah tamam da niye alıyor?"
Alır. Veren Allah, alan Allah.
İnsanın malı gider, çoluğu gider, çocuğu gider, sıhhati gider. Olabilir. Karadeniz'de gemisi batar, kayığı batar, harmanına ateş düşer, tarlasına kırağı düşer, dolu düşer; imtihan.
Ve le-neblüvenneküm ne demek?
"Biz sizleri mutlaka ve mutlaka, muhakkak ve muhakkak imtihan ederiz!" demek. 'Neblüvenneküm' dediği zaman "mutlaka ve mutlaka" demek, yani "ısrarlı" demek. "Biz sizi mutlaka imtihan ederiz." Malınız gider, canınız gider, korkarsınız, aç kalırsınız; bunlar dünya hayatının cilvesi.
Ve beşşiri's-sâbirîn. "Sabredenleri müjdele." diyor, aynı âyetin sonunda...
Çünkü sabrın mükâfatı cennet. Sabrın sonu selamet. Sabredenin sonunda eline geçecek olan mükâfat.
Sabredenin ecri ne kadar? 10 mu, 50 mi, 100 mü, 700 mü?
Bi-ğayri hisâb...
İnnemâ yuveffe's-sabirûne ecrehüm bi-ğayri hisâb.
Fe-beşşiri's-sâbirîn. "Sabredenleri müjdele, ey Resûlüm."
"Bu imtihanlar olabilir. İmtihan olduğunu bilsinler, sabretsinler. Sabredenleri müjdele."
Ellezîne izâ isâbethüm musîbetün kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
O sabreden kimseler kimler?
Öyle kimseler ki musibet kendilerine geldiği zaman innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn derler. "Biz Allah'ın kullarıyız, O'na döneceğiz. Bunlar kaderin cilvesi, ne yapalım..." derler, tahammül ederler.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
Ülâike aleyhim salavâtun min rabbihim ve rahmetün ve ülâike hümü'l-mühtedûn.
Ondan sonraki âyet-i kerîmede methediyor. "Allah'ın lütfu, rahmeti bunlara gelecek. Onlar hidayet üzere olan insanlardır." diyor.
Bu imtihanlar olur. Bu dünya hayatında güzel şeyler, boyalı şeyler; onlar da dünya metâı. "Onlara da aldanmayın, kapılmayın." diyor. Süslü, Allah süslemiş veya şeytan olduğundan cazibeli gösteriyor. "Şu mala bak be. Al şunu, uzat elini, çal! Kopar şu elmayı, ısır!" Neyse yani, allayıp pulluyor şeytan, belki göz boyayıp öyle gösteriyor. Onların hepsi dünya metâı.
İnsan bir işin gerçek mahiyetini anlamak için ne yapacak?
Sonucunu, ilerideki sonucu düşünecek. Şu andaki yaldızına bakmayacak.
Bir malı alıyorsun; yaldızlı, çok güzel. Ne kadar dayanır?
"Hocam, bunu alma. Bu plastik, dayanmaz."
"Hangisini alayım?"
"Şunu al, bu çelik, dayanır."
"Bu termosu alma, bir düştü mü patlar, kırılır. Bu çelik termosu al, evladiyelik."
Evladiyelik ne demek?
"Sen de kullanacaksın, senden sonra evlâdın da kullanacak." demek.
Neden?
"Çelik termos hem paslanmaz, hem düşse kırılmaz. Bunu al, bu daha sağlam."
Bu ev daha güzel, bunun duvarları kaplama tahtadan."
"Bu ev çürük ama bu sağlam, bunun içi tuğla duvar. Bunu al. Ötekisi öyle değil, bu sağlam." diyor.
Bir şeyin ileride sana fayda getirecek mi getirmeyecek mi o hâline bakacaksın. Başındaki yaldızlı hâline bakmayacaksın. Çünkü bazı şeyler boyalı. Sonu nasıl, bir işin sonunu hesap et. Bu işi yapıyorsun, sonu ne olur?
Bu işin sonu karakolda ve mahkemede biter.
O zaman yapma.
Karakolda veya mahkemede veya hastanede veya hapishanede bitecek işi ne yapmak lazım?
Yapmamak lazım. Sonunu düşüneceksin.
Allahu Teâlâ hazretleri yine kardeşimizin okuduğu âyetlerin birisinde buyuruyor ki;
Kütibe aleykümü'l-kıtâlu ve hüve kürhün leküm. "Allah size cihat etmeyi farz kıldı. Hiç hoş bir şey değil, hoşunuza gitmeyen bir şey; ama Allah farz kıldı." Ve asâ en tekrahû şey'en ve hüve hayrun leküm. "Siz bazı şeyleri sevmezsiniz; ama onun faydası vardır, hayırlıdır." Ve asâ en tuhibbû şey'en ve hüve şerrun leküm. "Bazı şeyleri de seversiniz; ama o sizin için kötüdür, hayırsızdır." Vallâhu ya'lemu ve entüm lâ ta'lemûn. "İşin sonunu Allah biliyor; siz bilemezsiniz. Allah'ın emrine teslim olun.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Onun için, en doğrusu işin sonunu düşünmek. İşin en sonu da âhirettir.
Âhir ne demek? Âhiret ne demek?
"Sonu" demek.
İşin en sonu âhirettir. Âhirette sana yarayacak olan işi yap, akıllıca iş budur; âhirette sana yaramayacak olan işi yapma. Dünya yüz sene de olsa, yüz elli sene de olsa fânidir. Sonra çok pişman olursun; ama iş işten geçer.
İşte bu İslâm'ın mantığı tüm materyalist, dünyevî mantıklarla taban tabana zıt. Burada insanları Allah bir tercihin karşısına koyuyor, muhterem kardeşlerim! "Gel buraya, otur bakayım şuraya... Bir materyalist görüş var; vur patlasın çal oynasın yaşayacaksın, yiyeceksin, içeceksin, eğleneceksin, gezeceksin, tozacaksın, bugününü gün edeceksin, bu dünya hayatında keyif yapacaksın. Bunu mu istersin? Bir de bir başka görüş var; bu dünya hayatı fâni imiş, âhiret varmış, mahkeme-i kübrâ varmış. Bu dünya hayatında insan cihat ederse, oruç tutarsa, hacca giderse, parasını verirse -hepsi fedakârlık yahu, hepsi benden gidiyor, hepsi olumsuz- bunları yaparsa orada [kazanacakmış.] Onu mu tercih edersin, bunu mu tercih edersin?"
Bizi buraya getirmiyor mu din? İslâm bu noktaya getirmiyor mu?
Bu noktaya getiriyor.
Peygamber Efendimiz bu noktada değil miydi? Sahabe-i kirâm bu çizgide değil miydi? Hangisini tercih ettiler?
Âhireti. Öldüler, şehit oldular, para verdiler, Allah yolunda mallarını sarf ettiler, rahatını bıraktılar, ölümü istediler, şehit olmayı dilediler. Şehit olmadıkları zaman üzüldüler.
Tamamen zıt iki görüş! Tercihini yapacaksın.
Aslında biz yapmışız. Biz müslümanız, tercihimizi yapmışız; biz âhireti tercih ediyoruz, Allah'ın rızasını tercih ediyoruz, cenneti tercih ediyoruz.
Mutlaka bunun imtihanı var, mutlaka tercihi var. Tercih serbest. Allah'ın kullara ihtiyacı yok!
Entümü'l-fukarâu ila'llâh. "Allah'a muhtaç olan ey kullar, sizlersiniz!" Vallâhu hüve'l-ğaniyyu'l-hamîd. "Allahu Teâlâ hazretleri müstağnîdir, hiç ihtiyacı yoktur; muhtaç olan sizsiniz."
Bir insan kâfir olsa, bin insan kâfir olsa, bir milyar insan kâfir olsa, tüm dünyadaki mahluklar, insanlar kâfir olsa Allah'ın kudretinden, azametinden, celâlinden, heybetinden, izzetinden bir zerre eksiltir mi?
Eksiltmez.
Hepsi mü'min olsa, hepsi ibadet etseler ne olacak?
Yaratan Allah. Eğilmiş, kalkmış, Allahu ekber, semia'llâhu li-men hamideh, Rabbenâ leke'l-hamd... Ne var, ne olmuş yani? Ağaç da eğiliyor kalkıyor, ne var?
İbadetlerden fayda kullara. Kul kulluğunu arz ediyor. Allah'ın kulun ibadetine de ihtiyacı yok! Hiçbir şeye ihtiyacı yok! Allahu Teâlâ hazretleri müstağnî; kulun hiçbir şeyine ihtiyacı yok! Ama kulun ihtiyacı var.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Onun için, İslâm ile küfrün farkını bileceğiz. İslâm âhireti tercih ediyor, küfür dünyayı tercih ediyor. Küfür dünyayı tercih ederken âhirete hiç çalışmıyor. Ama müslüman âhireti tercih ettiği zaman âhireti tercih ediyor ama dünyadaki her türlü nimetten, çalışmadan, hizmetten de geri durmuyor, yani yasaklanmıyor. Ticaret yapar, evlenir, uyur, dinlenir, yer, içer; bunlar yasak da değil. Yalnız belli kurallara uygun yapacak, o kadar. Yeri gelirse canını da verecek, malını da verecek.
Neden?
İnna'llâhe'şterâ mine'l-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-enne lehümü'l-cennete.
Malları, canları Allah'ındır. Müslümanlardan Allah satın almış. Gerekirse verecek. Şu anda gerekmiyor. "Osman canını ver!" demiyor şu anda, "Es'ad canını ver!" demiyor. Ama "ver" derse o zaman vermek lazım.
Cânı cânan dilemiş, vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim.
Can senin mi? Can senin malın mı? Hayat senin malın mı?
Değil! Allah'ın. Ne diye çekişip duruyoruz? O bizim değil; ne senindir ne benim; Allah'ın. Verir, alır...
Allahu Teâlâ hazretleri imtihan eder ama çok da sıkıştırmıyor, o kadar da korkmayın. Âmenerresûlü'yü okuyoruz ya; Allah yine tâkatinin fevkinde yük yüklemiyor.
Rabbenâ ve-lâ tahmil aleynâ isran kemâ hameltehû ale'llezîne min kablinâ. Rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ-lâ tâkate lenâ bih.
Tâkatinin fevkinde yük yüklenmeyi Peygamber Efendimiz tavsiye etmiyor. "Çok yük yüklen." de demiyor. "Taşıyabileceğin kadar yük al; ama muntazam git." diyor. Çok da yük yüklemiyor. Sadece burada âhireti tercih edeceksin. Yol çatallaştığı zaman Allah'ın rızası yoluna gideceksin. Aleyhinde gibi görünse bile Allah'ın rızası yoluna gideceksin. Zevkli, keyifli görünse bile şeytanın yoluna gitmeyeceksin. Rahman'ın yoluna gideceksin.
Yol çatallaşınca nereye gideceğiz?
Rahman'ın yoluna. Sağ tarafa, sola değil... Yol çatallaştıkça Rahman'ın yoluna gideceksin. Düz giderken bir şey yok; ama yol ayrımına geldiğin zaman bu tarafa şeytan çağırıyor, bu tarafa Rahman; Rahman'ın yoluna gideceksin. Bu kadar basit. İslâm bu kadar kolay. İslâm dini bu kadar işte! İslâm dini Allah'ın yoluna gitmektir, şeytanın yoluna gitmemektir.
Allah muvaffak etsin. Yardım etsin. Tevfîkini refîk etsin. Fazla yük yüklemesin. Tâkatimiz fevkinde yük yüklemesin. Biz zayıf kullarız, bize yardım eylesin. Şükründe, zikrinde, güzel kulluk yapmakta tevfîkini refîk eylesin. Hayırlara muvaffak eylesin. Şerlerden uzak eylesin. İyi müslüman olarak yaşatsın. Saîd olarak, bahtiyar olarak, mutlu olarak yaşatsın. Şehit dereceleri kazanmış olarak o kadar yüksek mertebelerle âhirete göçmeyi nasip eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
"Bir insan candan şehitlik isterse yatağında ölse bile Allah onu şehit derecesine eriştirir." diyor Peygamber Efendimiz.
Canını Allah yoluna vermeyi isteyece ki; Allah alırsa alır, almazsa almaz. Kendisi bilir; ister alır ister almaz...
Fuzûlî doğru söylemiş: "Yâ Rabbi! Ben istesem bile bir şey bana yaramazsa sen onu bana verme. Sen hakîmsin. Sen neyin yaradığını, yaramadığını biliyorsun. Bana süslü şeylere aldanıp da günah tarafına sapmayı nasip etme." diyor.
İslâm'ın inceliğini, garipliğini anladık mı?
İslâm'a gelmiyor. Noel ağacının eğlenceleri, keyifleri, zevkleri mi önemli? Aç kalıp susuz kalıp [ibadet etmek mi?] İnsanlar zevkli tarafa, eğlence tarafına kayabilirler. Mühim olan, acı gibi görünse de Allah'ın, Rahman'ın yoluna gitmektir; şeytanın yoluna gitmemektir. İşin en sonunu düşünmektir, şu andaki ilk hesabın önemi yoktur. Sene sonundaki hesapta dükkânın kâr mı zarar mı ettiği belli olur.
Allah bizi kâr edenlerden, iki cihanda aziz ve bahtiyar olanlardan eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin. Kusurlarımız varsa affeylesin. Bizi zorlu imtihanlara mâruz ve tâbi tutmasın. Çünkü zayıf kullarız. Bizi nusretiyle teyîd ve takviye eylesin. Bize yardım eylesin. Bizi affeylesin. Bizi mağfiret eylesin. Sevdiği kul eylesin. İki cihanda aziz eylesin. Saîd olarak yaşayıp, şehit derecesini kazanarak, doğrudan doğruya cennete girmeyi, Peygamber Efendimiz'e komşu olmayı, Firdevs-i Âlâ'da yaşamayı, Allah'ın rıdvân-ı ekberine ermeyi, cemâlini görmeyi, selâmına mazhar olmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti'l-Fâtiha…