Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdülillâhi Rabbi'l âlemîn hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve mentebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emmâ ba’d:
Fe kâle Resûlullâhi sallallahu aleyhi ve sellem:
إِذَا أَذْنَبَ الْعَبْدُ نُكِتَ فِي قَلْبِهِ نُكْتَةٌ سَوْدَاءُ. فَإِنْ تَابَ صَقُلَ مِنْهَا. فَإِنْ عَادَ زَادَتْ حَتَّى تَعْظُمَ فِي قَلْبِهِ
İzâ eznebe’l-abdü nükite fî-kalbihî nüktetün sevdâü fe in tâbe sukule minhâ fe-in âde zâdet hattâ ta’zume fî-kalbihî.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
İzâ eznebe’l-abdü nükite fî-kalbihî nüktetün sevdâü. “Kul bir günah işlediği zaman kalbinde, gönlünde kara bir benek, kara bir lekecik meydana gelir.” Fe-in tâbe sukule minhâ. “Eğer tevbe ederse bu kara leke silinip kalbi tekrar cilalanır.”
“Affet beni Allah’ım! Ben pişman oldum, vazgeçtim, döndüm, iyi kul olmaya geldim…” diye tevbe edince silinir, kalbi tekrar cilalanır. O lekeli kısmı cilalanır, her tarafı cilalı olur.
Fe-in âde zâdet. “Eğer günahı işlemeye devam ederse o kara lekeler artar.”
Tabii her günah işleyişte bir leke meydana gelecek, artar.
Hattâ ta’zume fî kalbihî. “Nihayet kalbinde kocaman leke, muazzam leke hâline gelir.”
Sonra kalp katılaşır, taştan da katı olur. Kalbin katı olması sonunda; insan gerçekleri, mânevî hakikatleri anlayamaz. Doğru yolu göremez, sevemez. Günahları sevmeye başlar, zulümleri sevmeye başlar. Ahlâkı kötüleşir, günahları işleye işleye imandan uzaklaşır sonra imanı da sevmemeye başlar, İslâm’ı da sevmemeye başlar. Oradan da bağlarını kopartır. Kâfir olarak âhirete göçer, ebedî hüsrana, ziyana uğrar. İşin kötüsü bu! Yavaş yavaş önemsemediği lekeler büyür büyür, kalbi kaplar. Kalp çalışmaz hâle gelir.
Kalp nedir?
Kalp, insanın idrak vasıtasıdır. Bizim gönül dediğimiz şeydir. Gönlü kararır, gönlü nursuzlaşır, taşlaşır. O zaman nasihat edersin, tesir etmez; doğruyu söylersin, anlamaz. Allah tevfîkini selbettiği için, aldığı için âkıbeti günden güne daha kötü hâle gelir, çok büyük felaket olur.
Onun için çare nedir?
İnsan, yanılıp şeytana kanıp nefsine mağlup olup bir günah işlemişse hemen arkasından sevaplı bir iş yapmalıdır.
“Yahu ben bu günahı neden işledim? Dur düşüneyim, bir sevaplı iş yapayım…”
Bir sadaka vermelidir, Kur’an okumalıdır, bir namaz kılmalıdır, bir şey yapmalıdır. Bir hasene, güzel olan bir amel işlemelidir ki o hasene; o seyyieyi, o günahı silsin.
“Yahu ben ne yapayım? Şu kötülüğü yaptım, şimdi bir iyilik yapayım. Ne yapayım ne yapayım?..”
Düşünecek, çevresinden, hayatından onu arayıp bulacak. Hiçbir şey bulamazsa;
“Ey nefsim! Sen bana zulmü işlettin, ben de bugün oruç tutarın, seni aç bırakırım! Hadi bakalım. Sabah kahvaltısından, öğle yemeğinden mahrum [olarak] sabret bakalım. Biraz cezanı çek!”
Çünkü oruç da sevap! Hem de nefsi zayıflatıyor, gönlü nurlandırıyor. Ya da oturur tesbih çeker, kitaptan bir bahis okur, on rekât, sekiz rekât, dört rekât namaz kılar. Daha evvel yapmadığı güzel, sünnete uygun bir şeyler yapar. “Elhamdülillah, iyilik yapmak ne kadar güzelmiş?..” filan diye içine bir ferahlık gelir. O silindiğinin alameti, günahın tesirinin silindiğinin alameti!
Allah-u Teâlâ hazretleri bizi haramlardan, günahlardan korusun. Ama eğer bir günah işlemişsek hemen arkasından bir iyilik yapalım, bir hasene, sevaplı bir şey işleyelim ki onu silsin. Çünkü önemsenmeyen günahlar bir araya gelince damlaya damlaya göl olup sel olup zarar verdiği gibi, her tarafı suların bastığı gibi, felaket, âfet hâline geldiği gibi âfet hâline getirmemeye gayret edelim. Hiçbir iyiliği küçüksememek lazım.
“Canım, ne olacak? Taşı alıyorsun, kenara koyuyorsun. Bunun sevabın ne?..”
Hiçbir iyiliği küçümsememek lazım, hiçbir kötülüğü de küçümsememek lazım.
“Canım ne olacak? İşte bu da bizim kusurumuz olsun, bu kadarcık bir şey, bunu da hoşgörüver hocam. İşte şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz…”
Ama senin o küçük gördüğün kusur [kalbi karartıyor]. Bu zihniyetin zaten yanlış. Yavaş yavaş büyür büyür, sonra seni felakete sürükler.
İkinci hadîs-i şerîf.
إِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ خَيْرًا فَقَّهَهُ فِي الدِّينِ، وَزَهَّدَهُ فِي الدُّنْيَا، وَبَصَّرَهُ عُيُوبَهُ
İzâ erâdallâhü bi-abdin hayran fekkahahû fi’d-dîni ve zehhedehû fi’d-dünyâ ve bassarahû uyûbehû.
Deylemî, Enes radıyallahu anh’ten rivayet etmiş. Daha başka kaynaklarda da mevcut olan bir hadîs-i şerîf. Başka râvilerden de rivayet edilmiş.
Allah bir kulunu sevince; “Bu kulum hayra ersin, saadete ersin. Durumu iyi olsun, âhireti kurtulsun…” diye bir hayra ermesini murad ettiği zaman ona ne nasip eder?
1. Fekkahahû fi’d-dîni. “Dinde bilgilendirir.”
Anlayışlı dinini bilen, dininin inceliklerini bilen; haramları, günahları, hatalı yanlış işleri şıp diye anlayan; ‘Bu, dinen doğru olmaz. Şöyle yapmayayım böyle yapayım…’ diye nefsinin oyunlarını, şeytanın oyunlarını bilen; dünyanın aldatıcılığını vs. bilen; başka insanların ayaklarının kaymasına sebep olacak durumları anlayan bir insan hâline gelir. Kendisini korur. Allah, dinî bakımdan bilgili yapar.
Fakih demek, “anlayışlı, sezgisi kuvvetli, bilgin, meseleyi derinlemesine anlayabilen” demek.
Sathî bakarsın, başka türlü görünür ama derinlemesine baktığın zaman, işin iç yüzünü bildiğin zaman durum değişir. Uzmanlar, ustalar işin inceliklerini bilirler. Çıraklar, acemiler, o işi ilk defa yapanlar bilmezler; hatalı iş yaparlar. Usta der ki;
“Öyle yapılmaz, onu niye öyle yapıyorsun?”
“Ustam, bu böyle daha iyi değil mi?”
“İyi görünüyor ama öyle değil. Bak benim hayat tecrübeme göre öyle yapmamak lazım, böyle yapmak lazım…” der.
Anneler öğretir çocuklara, hocalar öğretir talebelere, ustalar öğretir çıraklara; doğruyu yaparlar. Dinde ustalık, uzmanlık fakihliktir. Allah, bir insanı dinde fakih yaptı mı demek ki hayrını istiyor. Demek ki iyileri öğretiyor, kötüleri öğretiyor. İyileri yapabilecek imkânı eline veriyor, kötülüklerin de kötü olduğunu anlayacak tefrik kabiliyeti veriyor, kötülüklerden sakınmasını sağlayacak imkân veriyor demektir. Bu bir.
2. Ve zehhedehû fi’d-dünyâ. “Dünyanın da faniliğini anlattırır.”
Dünya sevgisini kalbinden çıkarttırır. Dünyaya karşı müstağni, soğuk [olmasını sağlar].
“Seni yalancı dünya seni! Kaç kişiyi aldattın, bende aldanacak göz yok! Hadi bakalım…” diye dünyanın faniliğini anlayan, âhirete rağbet eden; fâni dünya lezzetlerine aldanmayan insan hâline getirir. Böyle insana zahid derler.
“Falanca adam çok âbid, zahid…”
Demek ki menfaat için dinini zedelemiyor, demek ki âhireti için çalışıyor, fedakâr, tok gözlü, demek ki yalanı dolanı sevmeyen iyi bir insan!
Âbid, ibadet eden; zahid, dünyaya tamah etmeyen mânasına. Allah insana bu duyguyu da veriyor.
Şu fâni dünya hiç kimsenin elinde kalmamış. İnsan evdi barktı, paraydı puldu, çoluktu çocuktu, servetti, mevki idi makamdı, rütbeydi derken ölüm geliveriyor. Asarım keserim derken Azrail’in avucuna düşüyor, pençesine düşüyor; kara toprağa giriyor.
Hiç birisinin kıymeti kalmıyor. Âhirete eli boş gidiyor. Bu gerçeği anlayıp âhiretin önemli olduğunu anlayıp âhirete çalışan insana zahid derler.
Eğer bir müslüman bu durumu anlayamamışsa dini iyi anlayamamış demektir. Fani dünya, yalan dünya!
Yunus Emre boşuna mı söylemiş, yanılmış mı?
Hayır, yanılmamış, doğruyu söylemiş. Âyeti, hadîs-i şerîfi Türkçeleştirmiş, halk anlasın diye ilahî hâlinde doğruyu söylemiş.
Yalan dünyasın, yalan dünyasın
Sevdiklerimi alan dünyasın
Sevdiğim aldın, beni ağlattın
Dönüp uzaktan gülen dünyasın
Anlamış: Seni yalan dünya, yalancı dünya! Seni aldatıcı, fettân, seni koca karı seni! Seni cadaloz! Yüzünü gözünü boyamışsın, allamışsın pullamışsın, güzel ipekli elbiseleri, renkleri giymişsin. Uzaktan millet seni şahane, dünya güzeli sanıyor. Seni cadaloz seni, ben senin dişlerinin nasıl dökük olduğunu bilirim, yüzünün nasıl buruşuk olduğunu bilirim, ne kambur felek olduğunu bilirim…
Zahid olan insan ona meyletmez. Allah bu duyguları bildirtir; bir kulu sevdi mi, hayrını murad etti mi, “Bu kulum hayra ersin de âhirette rahat etsin.” dedi mi böyle yapar.
3. Ve-bassarahû uyûbehû. “Ve bu zata ayıplarını göstertir, adam ayıplarını görür.”
“Yahu bana ne oluyor? Ben böyle değildim yahu, nedir bu hâlim? Bende bir hastalık başladı, bir kusur başladı. Günde bir cüz Kur’an okurdum, okumaz oldum; bir sayfa Kur’an ezberlerdim, ezberlemez oldum; şu kadar tesbih çekiyordum, çekmez oldum; şöyle sadaka veriyordum, vermez oldum… Ne oldu bana yahu? Yaşlandıkça müttakî olmam gerekirken daha salih, daha ihlâslı olmam gerekirken şu hâle bak; namazlara bile gelemez oldum, cumaları bile kaçırmaya başladım. Vay be! Ne oluyor bana?..”
Hemen kendisini toparlar:
“Demek ki şeytan beni bir yerden yakaladı, beni yavaş yavaş çekiyor, cehennemin uçurumuna doğru oradan itiverecek. Uçuruma yuvarlayacak, mahvedecek beni…”
Hemen kendisini toparlar, kişi ayıplarını görür. Allah o kişinin hayrını murad etti mi ayıplarını görür, anlar. “Ben ayıp işledim, ayıp ediyorum, böyle yapmamam lazım…” der, döndürtür.
Demek ki bu üç şey güzel, bunları aklımızda tutmamız lazım:
“Allah bir kulun hayrını murad etti mi dinde onu bilgili, anlayışlı, kavrayışlı, alim, fakih eyler.”
O hâlde hemen kitapları alalım, okumaya başlayalım.
“Dünyaya karşı zahid, müstağni eyler. Ayıplarını gösterir.”
Benim ayıplarım neler, ne yapmam lazım diye ayıplarımızı da düşünelim.
إِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ خَيْرًا جَعَلَ صَنَايِعَهُ وَمَعْرُوفَهُ فِي أَهْلِ الْحِفَاظِ؛ وَإِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ شَرًّا جَعَلَ صَنايِعَهُ وَمَعْرُوفَهُ فِي غَيْرِ أَهْلِ الْحِفَاظِ
İzâ erâdallâhü bi-abdin hayran ceale senâyiahû ve ma’rûfehü fî ehli’l-hifâzi ve izâ erâdallâhü bi-abdin şerren ceale senâyiahû ve ma’rûfehû fî gayri ehli’l-hifâzi.
Hadîs-i şerîfi Câbir radıyallahu anh’ten Deylemî rivayet etmiş.
“Allah bir kulun hayrını, sevap kazanmasını, kârlı olmasını diledi mi yaptığı iyilikleri hayrât u hasenâtı; iyilikten anlayan, ağzı dualı, dindar, iyi insanlara yaptırtır. İyiliğini onlara yaptırtır. Onlar da ona dua ederler. Hayır, sadaka yerini bulmuş olur. Böylece adam kâr eder.
Bir kulun da kötülüğünü murad etti mi sevap kazanmasın, iyi bir kul değil diye tevfîkini refîk etmediği zaman da adamın hayrı hasenâtı gider, olmadık yerlere yapar.”
"Yav senin bu barın, pavyonda çatısı çok güzel değil. Ben sana biraz para vereyim burayı süsle. Al!"
"Vay be amma cömert adam."
Nereye veriyor?
Barın, pavyonun çatısı düzgünleşsin diye veriyor.
Ben rakamları duyduğum zaman mahvoluyorum. Millet hayırlı bir yere degil; böyle boş yerlere muazzam paralar harcıyor. Düğündü dernekti, falanca yeri tutmak derken paralar hep istenmeyen; Allah’ın sevmediği, kötü taraflara gidiyor. Yapılan iyilikler de ehil olmayan kimselere gidiyor.
“Sen o adama o parayı verdin ama o adam bu parayla şimdi esrar içecek, sen onu ona verdin ama bu adam buranın mâruf bir serserisidir. Gidecek o parayı kötülükte harcayacak. Sen niye ona verdin?..”
“Ne bileyim, üstünü hırpanî gördüm de…”
Cenâb-ı Hak, senin hayrını isabetli yere verdirtmedi. Demek ki kusurlusun. Bir ağzı dualı mübarek insana verseydin; ağzı dualı, Allah’ın sevdiği kul, namazın arkasından elini açardı, gözyaşı içinde sana candan dua ederdi. İyi bir kulun duası berekâtına nice hayırlara ererdin.
Cami yardımına gidiyorsun; “Cami yapıyoruz. Semtimizde mahallemizde cami yok…”
“Yok, vermem. Camiye para vermem.” diyor.
İyi insanlara versen ne olur?
Memlekete hayrı olan evlatlar, okuyamadığı için köyüne gidiyor. Parası olmadığından zavallı, tahsilsiz kalıyor. Onlara versen ne olur?
“Yok!”
Ondan sonra o beslediği kargalar gözünü oyuyor, kardeşini öldürüyor vs.
Demek ki Allah bir kulu sevdi mi, hayrı isabetli yere verdirtiyor. Sevmedi mi hayır da yapsa hayrı da yamuk yere gidiyor, boşa gidiyor, havaya cıvaya gidiyor.
Allah bizi sevdiği kul eylesin, sevdiği işleri yapmaya muvaffak eylesin.
إِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ خَيْرًا جَعَلَ غِنَاهُ فِي نَفْسِهِ، وَتُقَاهُ فِي قَلْبِهِ، وَإِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ شَرًّا جَعَلَ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ
İzâ erâdallâhü bi-abdin hayran ceale ginâhü fî-nefsihî ve tükâhü fî kalbihî ve izâ erâdallâhü bi-abdin şerren ceale fekrahû beyne ayneyhi.
Hadîs-i şerîf Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet olunmuş. Peygamber Efendimiz bize buyuruyor ki;
İzâ erâdallâhü bi-abdin hayran ceale ginâhü fî-nefsihî. “Allah-u Teâlâ bir kulun hayrını murad etti mi ‘O kul hayra ersin, rahat etsin, mutlu olsun, bahtiyar olsun…’ [diye] bir kulun iyiliğini istedi mi kendi zatında bu adamı müstağni kılar.”
Ve tükâhü fî-kalbihî. “Gönlünü de takvâ ile doldurur.” Kanaatkâr olur. Hırslı olmaz. Başkasının malına göz diken; para kazanacağım, mal kazanacağım, menfaat elde edeceğim diye günaha atlayan insan olmaz. Onu ağırbaşlı, gönlü zengin, müttakî bir kul yapar. Hırslı, yılışık, yapışkan; başkasının malını almaktan korkmayan, menfaat haramdan helalden nereden gelirse gelsin aldırmayan bir insan değil de Allah’tan korkan; “Aman ben öylesini istemem, helalinden isterim, helal olmayacaksa olmasın!” diyebilen bir kimse yapar.
Ve-izâ erâdallâhü bi-abdin şerren ceale fekrahû beyne ayneyhi. “Allah, bir kulun da kötülüğünü dilerse şerrini murad ederse ‘Ne hâli varsa görsün, çünkü iyi bir kul değil, cezasını çeksin…’ diye ona kötülük gelmesini dilerse o zaman iki gözünün önüne fakirliğini diker!”
“Bak fakir olursun ha! Hiçbir şeyin yok, elindeki para da bitiverir. Aç kalırsın, açık kalırsın. Aman ne yaparsan yap cebini doldur, keseni doldur. Çal çırp, topla, aldat! Paran azalmaya başladı. Eyvah! Çoluk çocuk ne yiyecek ne içecek…”
Fakirlik daima gözünün önünde, gözünün önünden gitmiyor. Fakirliğin korkusundan da her türlü haramı, kötülüğü yapıyor. Fakirlik gözünün önünden gitmediği için öyle bir insan olur. Hâlbuki sevdiği kulu da müttakî eyler. Haramlara günahlara yanaşmayan ve gözü gönlü tok insan eder.
“Elhamdülillah, çok şükür karnımı doyurdum. Allah bugünkü rızkımı verdi.”
“Peki yarın?”
“Yarına Allah Kerîm! Bugün rızkımı veren Allah yarın da verir!” der, rahat olur.
Gözü tok, gönlü tok, kalbi rahat; harama asla meyletmeyen, el uzatmayan, haramdan geleni istemeyen bir insan. O zaman hem rahat eder, hem de sevapları kazanır.
Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
إِذَا أَرَادَ اللهُ بِعَبْدٍ خَيْرًا أَرْضاَهُ بِماَ قَسَمَ لَهُ، وَبَارَكَ لَهُ فِيهِ
Ve-izâ erâdallâhü bi-abdin hayran erdâhü bi-mâ kaseme lehû ve bâreke lehû fîhi.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten:
“Allah bir kulunu sevdi mi, hayrını murad etti mi; onun için ne kısmet verdiyse o kısmetine onu razı eder. Kısmetine razı bir insan hâline getirir ve verdiği kısmetini de onun için bereketlendirir.”
Cenâb-ı Hak dünyanın varlığını, menfaatini, zenginliğini, yiyecekleri içecekleri insana kısmet olarak veriyor.
Kısmet ne demek?
“Taksim edilmiş hisse, parça” demek. Herkes kısmeti kadar yiyor. Herkes dükkân açıyor, dükkânlar sıralı; Allah bir tanesine çok veriyor, bir tanesine az veriyor. Zenginlikle de olmuyor: Zengine bir hastalık veriyor, bu sefer zengin yemek de yiyemiyor.
Perhiz perhiz perhiz...Tuzlu yeme, tatlı yeme, ekşi yeme, turşu yeme…
Doktorlar bir sürü yasak koyuyorlar. Bir sürü hap yutturuyorlar. Eline bir liste veriyorlar, hiçbir şey yiyemiyor. Bakıyor bakıyor, yutkunuyor.
[Mehmed Zahid Kotku] Hocamız rahmetullahi aleyh gülerek bana söylemişti. Her zaman da söylerdi. Derdi ki;
“Evladım rızık, insanın boğazından geçendir!”
Yoksa duran değil! Manavda duruyor, kasapta duruyor, cüzdanda duruyor, dolapta duruyor, mutfakta duruyor; yiyemedikten sonra [ne önemi var]! Rızık boğazından geçendir, nasip olandır.
Nasip olmadıktan sonra, kısmet olmadıktan sonra adamın on beş tane Shopping Centerı varmış, elli tane dükkânı varmış, yüz tane kaç dönüm yeri yurdu varmış; Allah bazen ötekisine, ondan daha çok şey yemeyi nasip ediyor. Çeşit çeşit, türlü türlü yemeği yiyebiliyoruz da o ötekisi hiçbir şey yiyemiyor.
Mü’min kul Allah’ın taksimine razı olur. Bilir ki kısmeti “Bu senin hissendir.” diye Allah taksim edip veriyor; “Bugünkü kısmetim, Allah bereket versin.” der.
Zaten verdiğine de bereket verir. Ben hayret etmişimdir. Bana, Ankara da vaaz verirken söylediler, hâlâ hayretteyim:
Postanede çalışan sıra posta memuruymuş.
Ne kadar maaş alır?
Posta memuru! Müdür değil, muavin değil, yüksek bir mühendis değil bir şey değil; postanede çalışırmış. Etlik tepelerindeki gecekonduların birinde oturuyormuş, kendisinin üç beş tane çocuğu varmış. Gecekondu kiraymış, kendisinin değil. Bir de bir arkadaşı ölmüş, Allah rızası için sevap kazanayım diye bakmak için onun iki üç çocuğunu da almış. Benim aklım başımdan gitti!
“Yahu demek on-on bir kişi, bir düzine insan eder. Bir maaş, ev de kira! Bunlar ne yiyecekler ne içecekler…”
“Yok, geçiniyorlar.” dedi.
Allah bereket veriyor!
Başka birisi vardı, bir yerde müdürdü. Müdür, anlı şanlı müdür. Hanımı da bir başka fakültede memure idi. Eve çifte maaş geliyordu. Hanımı ele avuca sığmaz bir kadındı. Evinin ne tadı vardı, ne tuzu vardı. Ne de kesesinin bereketi vardı. İki maaş geliyor, ev de kendilerinin. Yine de “Hiç para etmiyor.” diye en çok şikâyet ediyorlardı.
Allah’a çok şükür ben de aldığım maaşı harcayamıyordum. Herkes gelir; “Senin paran var, borç ver.” diye benden borç isterdi. Ben de verirdim. Ne verdiğimi de unuturdum, kime ne verdiğimi de unuturdum. Getirirlerse getirirlerdi, getirmezlerse kalırdı. Getiren de;
“Hocam, bunu senden üç sene önce almıştım, bu senin. Sana olan şu kadar borcum…”
“Yahu ben unuttum, haberim yok. Hakikaten doğru mu, gerçekten iyi bak, düşün. Ben bilmiyorum.”
“Yok hocam, biliyorum, kesin.”
“Tamam.”
Ben aldığımı verdiğimi bilmezdim. Maaşımı da ne verirlerse cebime koyardım. El âlem emekli keseneği ne kadar kesilmiş, gelir vergisi ne kadar alınmış, burada bir rakam hatası vs.
Ben cebime atardım. Maaşın ne kadar, diye sorsalar hiç bilmezdim.
“Ne kadar maaş alıyorsun?”
Yuvarlak rakamları söylerim de tam rakam bilmezdim.
Bitmezdi param! Elhamdülillah, çok şükür! Millet geçinemezdi, ayılırdı, bayılırdı…
Şunu anlatmak istiyorum:
Allah bazı kazançlara bereket veriyor, harcıyorsun harcıyorsun bitmiyor. Bazı kazançlar da bereketsiz oluyor. Torbanın dibi delik gibi hiçbir şey yok. Maaş aldığı günde paraları hepsi o takside bu takside gitmiş. Yine koca herif, müdür; gelip borç ister. Hayret edilecek bir şey!
Benim rahmetli anacığım anlatırdı, Allah cümle geçmişlerimizle beraber ona da rahmet eylesin:
İki kardeş buğday ekmişler. Harman vakti gelmiş harman yapmışlar. Birisi küçük, birisi büyük. Birisi evli, çoluk çocuk sahibi; birisi de bekâr, daha delikanlı. İki kardeş buğdayı ekmişler. Olmuş, harman yapmışlar. Tepede samanı daneyi savurmuşlar, ayırmışlar.
Eskiden harman makinesi yoktu. Esintili yerde buğdaylar dövenle dövüldükten sonra öküz, harmanın etrafında döne döne onları kestirir. Döven denilen kızak gibi, altında keskin çakmak taşları; onlar buğdayların üstünden geçtikçe [keser]. Adam üstüne oturmuş, öküz çekiyor; o dönüyor boyuna… Harmanı keserler keserler, saplarını kırarlar, buğdayı da başaktan ayrılır. Sonra rüzgârlı havada havaya attı mı buğday buraya düşer, saman o tarafa gider. Bir daha attı mı buğday buraya düşer, saman oraya…
Samanı ne yaparlar?
Kara kışta hayvanlara yedirirler.
Buğdayı ne yaparlar?
Çuvalla eve götürürler. Öğütürler bulgur yaparlar. Keşkeklik ayırırlar. Ondan sonra un yaparlar, ekmek yaparlar… Geçim böyle!
Yarısını ayırmışlar. Samanın yarısını bu tarafa, yarısını bu tarafa ayırmışlar. Buğdayın yarısını ayırmışlar. Yarı yarıya, eşit bölmüşler, fifty fifty. Ondan sonra bir tane arabaları varmış. Öküz arabası, kağnı; iki tekerlek, tekerleğin üstüne tahta dingilin üzerine araba biner. İki tane öküz önde bu iki tekerlekli arabayı çeker. Ama çitle örülmüş büyük bir arkası olur, kamyonet gibi; saman oraya yüksek doldurulur. Öküzler onu çekerken tekerlekler gıcır gıcır öter.
Kağnı arabası. Hani İstiklâl Harbi’nde de kağnılarla bombaları taşımışlar deniliyor. O zaman arabalar buydu. Tahta tekerlek, demir çember, tahta dingil, tahta dingilin üzerine ne bilye var ne başka bir teşkilat var. Oturmuş bir ağırlık, tahta tahtaya sürtüyor gıcır gıcır öterdi, öküzler de bir o tarafa bir o tarafa adım atarak getirirlerdi.
Samanı dolduruyorlarmış. Bir araba evli ağabeyinin evine gidiyormuş, saman ambarına dökülüyormuş, ondan sonra geliyormuş. Bir araba daha dolduruyorlarmış, evlenecek olan gence; onun evine, onun ambarına dökülüyormuş. Ama büyük abi harmanda dururken küçük kardeş, arabayı bu ayırdıkları yığından götürdüğü zaman; “Bu kardeşim evlenecek. Daha paraya pula ihtiyacı var bunun. Ben evlendim, işimi gördüm. Buna biraz daha fazla vereyim…” diyormuş. Kendi hissesinden bu tarafa o görmeden atıyormuş.
Ondan sonra araba gelince kendi yükünü yükleyip evine götürdüğü sırada da bu sefer küçük kardeş diyormuş ki;
“Yahu ben bekârım, bir kişiyim, bu şey bana çok. Ağabeyimin çoluk çocuğu var, evli barklı…”
O da oradan, kendi hissesinden bu tarafa atıyormuş.
Birbirlerine sevgisinden, muhabbetinden dolayı Allah bir bereket vermiş; samanı, buğdayı taşıya taşıya taşıya yorulmuşlar, bitirememişler. Annem anlatırdı, eski kitaplardan okumuş. Bereket oldu mu böyle olur.
Peygamber Efendimiz’in zamanında Peygamber Efendimiz’in ashabtan birisine verdiği birazcık bir hurma var.
“Al bu hurmayı, hurma torbana koy. Ama hiç içini boşaltma, hiç sayma.”
O torbadaki hurmayı yiye yiye yiye bitirememiş. Çok uzun zaman, yıllar yılı! Ama “Saymayacaksın!” demiş.
Peygamber Efendimiz’in bereket mucizelerinden olarak on kişiye yetecek yemek üç yüz kusur kişiye dağıtılırdı, bitmezdi.
Allah malına bereket verir, kısmetine razı eder, onu kısmetine razı bir kul eder. Bir de malına da bereket verir. Bunu açıklamak için bu bildiğim olayları anlattım.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ ve Habîbihi’l-müctebâ ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.