Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemin, hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li celâli vechihî ve lî azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmâin.
Emma ba’d.
Fe-kâle Resûlullahü sallallahu aleyhi ve sellem:
ثَلَاثَةٌ مَعْصُومُونَ مِنْ شَرِّ إِبْلِيسَ وَجُنُودِهِ: الذَّاكِرُونَ اللهَ كَثِيرًا بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ، وَالْـمُسْتَغْفِرُونَ بِالْأَسْحَارِ، وَالْبَاكُونَ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ
Selâsetün ma’sûmûne min şerri iblîse ve cünûdihî. ez-Zâkirûna’llâhe kesîren bi’l-leyli ve’n-nehâr. Ve’l-müstağfirûne bi’l-eshâr. Ve’l-bâkûne min haşyeti’llâh.
Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ’dan, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şöyle söylediği nakil buyurulmuş:
Selâsetün. “Üç cins insan vardır ki.” Ma’sûmûne min şerri iblîse ve cünûdihî. “İblis’in ve ona tâbi olan şeytanın ordusunun şerrinden korunmuşlardır.”
Şeytan ve ordusu bu üç insana zarar veremez; çünkü Allah koruyor. Allah korudu mu ne haddine! Ne hakla, nasıl zarar verebilir! Veremez. Şeytandan ve şeytanın bütün yardımcıları, avâneleri, ordusu, hepsinden, hepsinin şerrinden emniyette olur.
Bir; ez-zâkirûna’llâhe kesîren bi’l-leyli ve’n-nehâr. “Gece gündüz Cenâb-ı Hakk’ı çok zikredenler” şeytanın şerrinden ve ordusunun şerrinden korunurlar.
Onun için bizim yolumuz en doğru yoldur. Buralardan da görülüyor ki en garantili yoldur, en teminatlı yoldur, en sağlam yoldur. Şeytanın zarar veremeyeceği bir yoldayız. Tabi yaparsak. Yapmaya bağlı!
Allah’ı çok zikredeceğiz.
Ez-zâkirûna’llâhe kesîren. “Allah’ı çok zikrederler.” Bi’l-leyli ve’n-nehâr “Gece gündüz.”
Bu çok zikretmek oturup; “Hocam bana bin adet zikir verdi, çekeyim. Yüz tesbih, yüz estağfirullah, yüz lâ ilâhe illallah, yüz salât ü selâm, yüz kulhüvallah çekeyim.” demek değil.
Tabi bunlar da çok az değil ama “gece gündüz” demesinden Peygamber Efendimiz’in daha çok istediğini seziyoruz.
Onun için insan çalışırken, yürürken, gezerken, çarşıda, pazarda, evde, yatarken insan kendisini çok zikre alıştırmalı.
O çok zikre alıştırmak nasıl olacak?
Kalbini zikre alıştıracak. Kalbi; “Allah, Allah, Allah, Allah” diyecek. O zaman çok zikirde bulunmuş olur. Zikrullah insanı kale gibi korur, Cenâb-ı Hak zikredeni korur.
Hatta bakın; Yunus aleyhisselam’ gemiden attılar da balık yutmadı mı?
Yuttu, balık yedi.
Ölmesi lazım değil miydi?
“Sen uğursuzsun galiba” diye tahminen, “Kura onun üzerine geldi.” diye, gemidekiler onu denize attılar. Balık da onu yuttu. Bizim mantığımıza göre balığın karnına giden havasız kalır, balık da zaten denizin içinde. Karnından çıksa ölmesi lazım.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah-u Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:
Allah’ı çok zikredenlerden olmasaydı balığın karnında ba’sü ba’de’l mevt’e kadar kalırdı. Zikr-ü tesbih ettiğinden kurtuldu. Kurtaran Allah ama sebeb-i kurtuluşu zikr-ü tesbih.
İyi bir müslümanın, zikr-ü tesbihin çok faydası olduğunu anlaması lazım. İlmi yoksa bilenleri dinlemesi lazım, okuduğundan netice çıkarması lazım.
Bir; ez-zâkirûna’llâhe kesîren bi’l-leyli ve’n-nehâr.
İki; ve’l müstağfirûne bi’l-eshâr. Seher vakitlerinde “affet beni yâ Rabbi! estağfirullah el-azîm” diye tevbe ve istiğfar edenler.
Seher vakti ne demektir? Seher vakti deyince hangi vakti anlıyorsunuz?
Seher vakti, imsaktan önceki vakittir. Oruçlunun sahura kalktığı, yemek yemeye kalktığı zamandır. Gecedir; oruca niyetlenen insan daha yemek yiyebilir, su içebilir. İşte seher vakti o zamanlardır. Seher gecedir. Seher vakti, gecenin sabaha yakın son kısmıdır. Ona “seher” derler.
Mü’min, akşam erken yatacak; geceleyin imsak kesilmeden, sabah namazı gelmeden daha önce kalkacak, abdest alacak, teheccüd namazını kılacak. Ondan sonra; “Benim kusurlarımı affet yâ Rabbi!” diye gözyaşı dökecek, tevbe ve istiğfar edecek.
Ve’l-müstağfirûne bi’l-eshâr. “Seherlerde tevbe ve istiğfar eyleyen kimselere de şeytan ve ordusu tesir edemez.”
Neden?
Âşık-ı sâdıktır. Allah’ın çok sevdiği bir şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçiyor:
اَلصَّابِر۪ينَ وَالصَّادِق۪ينَ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْمُنْفِق۪ينَ وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ
Es-sâbirîne ve’s-sâdikîne ve’l-kânitîne ve’l-münfikîne ve’l-müstağfirîne bi’l-eshâr. [1]
Bunlar Allah’ın; “Cennete girsinler.” diye mükâfâtlandırdığı insanların sayıldığı âyetler; cennete girecekler, cennetteki mükâfatları kazanacaklar.
Demek ki teheccüde alışmalıyız. İsveçliler için teheccüde alışmak kolaydır, çünkü geceler uzun. Beşi on geçe akşam oluyor. Beşi bilmem kaç geçe imsak kesiliyor; on iki saat.
Uyu uyu uyu. Bu kadar uyuyunca yatakta insanın sırtı acır be! Kalk biraz, abdest al, tesbih çek, Kur’ân-ı Kerîm oku, günahlarını düşün, tevbe ve istiğfar eyle.
Üçüncüsü:
Ve’l bâkûne min haşyeti’llâh. Ve'l bâkûne, kef ile.
Ve’l bâkûne min haşyeti’llâh. “Allah korkusundan ağlayanlar.”
Ne zaman olursa olsun, Allah korkusundan ağlıyor. Cuma namazında hutbeyi dinlerken ağlıyor; yolda giderken bir şey görüyor, ağlıyor; kabrin yanından geçiyor, ağlıyor:
“Bunlar bir zamanlar ne saltanatlı adamlardı, ne ağalardı, ne zenginlerdi, ne pehlivanlardı! Şimdi şu kara toprağın altında...Hey yalan dünya hey!” diyor, şıpır şıpır ağlıyor.
Çocuğu kucağına alıyor, ağlıyor:
“Bu çocuk doğdu ama bu dünyada neler görecek acaba yâ Rabbi! Bunun bahtını güzel eyle."
“Ya, amma da sulu gözlü adam!”
“Sulu göz ama Allah’tan korktuğu için ağlıyor, korkaklığından ağlamıyor ki!”
Hz. Ömer de ağlarmış.
Hz. Ömer korkak bir insan mı?
Pehlivan. Ama şuurlu; aklı var, fikri var.
İnsanın aklı olsa, fikri olsa, düşüncesi olsa, o zaman üzülecek çok şeyler var. Şurada bizim boğazımızdan lokmanın geçmemesi lazım. “Dört kişi daha hayatını kaybetti.” diyor. Cebinden mendil mi düşürmüş, mendil mi kaybetmiş;hayatı gitmiş!
“Yine olaylar oldu; dört kişi daha hayatını kaybetti." diyor. Neredeyse; “Cennete uçtu.” filan diyecek sanki. O kadar hafif bir şey gibi söylüyor. Halbuki hayat bir gitti mi bir daha gelmiyor.
Evet, o ölenler, mü’min olarak canı verenler belki cennete gidiyor da yalnız müslüman cephe telefat veriyor.
Niye versin?
Yaşasın da İslâm’a faydalı olsun.
Niye ölüyor? Niye Bosna’da bu kadar müslüman ölüyor? Niye Çeçenistan’da o kadar müslüman ölüyor? Niye Filistin’de ölsün?
Ne münasebet! Kendi memleketleri. Kendi memleketlerine düşman gelmiş, tepeden tırnağa silahlanmış. Köşede dördü beşi bir arada; el bombaları, tüfekler, uzun menzilli silahlar. Atıyorlar; “Dört genç daha hayatını kaybetti.”
Öyle hafif ifade kullanıyor ki. İki kişi karakolda dövülmüş, linç edilmiş, atılmış. Belki doğru, belki yalan; kocaman bir haber oluyor. Ama hayatını kaybeden kaybedene. Kaybetti; aradığını belki bulur. Müracaat eder, gazeteye ilan verir; “Ben dört tane hayat kaybettim; bunları filanca adrese getirsin!”
Hayat bir daha geri gelir mi?
Gelmez. O çocuk gitti. Onun annesi babası...
Sonra onlar ne yiyorlar ne içiyorlar? Niye bu hâle geldiler? Niye taş taşlıyorlar? Ne var? Üretimleri çok mu? Paraları gelirleri çok mu? Nasıl yaşıyorlar? toprakları çok mümbit de yedikleri önünde yemedikleri artlarında mı?
Ağlanacak o kadar çok şey var ki! O kadar çok şey var ki! Allah korkusundan ağlayana da şeytan ve ordusu tesir edemez.
Ama bunlar olmadı mı; zikir olmadı mı, tevbe istiğfar olmadı mı, seherlerde uyanıp Allah’a yalvarmak olmadı mı, Allah korkusundan ağlamak olmadı mı... Bu usta şeytan, ta hazreti Âdem atamızdan beri insanları kandıra kandıra kandıra, bunun neresinden yanaşılır, nasıl avlanır biliyor.
Usta bir balıkçı, balığı nasıl yakalıyor; suyun içinde, derinlerde olan hayvanı nasıl yakalıyor, bir çaresini buluyor. Oltasına canlı balık takıyor, taktığı hayvan can acısından kıpır kıpır kıpırdanıyor, ötekisi de; “Onu yiyeceğim.” diye atlıyor, yakalıyor. Ama onun onu sevdiğini biliyor, ölüsünü takmıyor, canlısını takıyor. “Onun yanına kadar gitsin.” diye kurşun da takıyor. Çektiği balığın büyük olacağını bildiğinden misina ile kalın şey yapıyor, her türlü tedbirini alıyor.
Balıkçı, usta bir şekilde böyle balık tutmayı bilirse; şeytan insanı kandırmayı çok daha usta bir şekilde biliyordur, burdan anla. Çünkü ta ezelden beri insanları kandırmış durmuş. Seni de kandırır.
Kanmayacaksın!
Kanmamak için ne yapacaksın?
Allah’ı çok zikredeceksin. Dilin zikirli olacak, elin tesbihli olacak, seher vakitlerinde teheccüde kalkacaksın, Allah’ı düşüneceksin, Allah’tan korkacaksın, Allah’tan şaka olmadığını bileceksin, korkudan gözyaşı dökeceksin.
ثَلَاثَةٌ لَا تُرُدُّ دَعْوَتُهُمْ: الْإِمَامُ الْعَادِلُ، وَالصَّائِمُ حِينَ يُفْطِرُ، وَدَعْوَةُ الْـمَظْلُومِ يَرْفَعُهَا اللهُ فَوْقَ الْغَمَامِ، وَيُفْتَحُ لَهَا أَبْوَابُ السَّمَاءِ، وَيَقُولُ الرَّبُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى" «وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأَنْصُرَنَّكَ وَلَوْ بَعْدَ حِينٍ».
Selâsetün lâ-türeddü da’vetühüm: el-İmâmü’l-âdilü ve’s-sâimü hiyne yüftira ve da’vetü’l-mazlûmi yerfeuha’llâhu fevka’l-ğamâmi ve yeftehu lehâ ebvâbe’s-semâi ve yekûlü’r-rabbü tebâreke ve teâlâ: Ve izzetî ve celâlî le-ensuranneke velev ba'de hıyn.
Bu hadîs-i şerîf sağlam kaynaklarda mevcut. Tahâvî, Ahmed b.Hanbel, Tirmizî rahmetullahi aleyhim ecmaîn. Tirmizî hasen hadis demiş, İbn Mâce, Beyhâkî, Ebû Hüreyre’den rivayet etmişler, İbni Hibban da ufak bir rivayet farkıyla kaydetmiş.
Peygamber Efendimiz diyor ki;
Selâsetün lâ türeddü da’vetühû. “Üç insan vardır ki bunların duası reddolunmaz.”
Davet, “dua” mânasına. Davet, Türkçede “çağırmak” mânasına:
“Bizim toplantımız var, düğünümüz var, nişanımız var, sen de gel emi?”
“Çağırmak, davet etmek” diyoruz. Arapçada davet; “dua etmek” mânasına: “Yâ Rabbi! Senden şunu istiyorum.” demek.
Üç kişi var, onların duası reddolmaz.
Bir; el-imamü’l âdil. “Adaletli hükümdar.”
Meşru bir şekilde başa seçilmiş, halife olmuş, emîrü’l-mü’minîn olmuş, adaletli. Onun duası reddolunmaz. Dua etti mi duası tutar, beddua etti mi bedduası çarpar, yıkar.
Neden?
Adaletli hükümdar, Hz Ömer radıyallahu anh gibi. Bu bir.
İkincisi; ve’s-sâimü hiyne yuftiru. “Oruçlu orucunu açtığı zaman.”
Onun da duası reddolunmaz. Çünkü gündüz oruç tuttu mübarek. Akşam oldu, şimdi orucunu açmasının vakti geldi. Allah rızası için harama bakmadı, yemek yemedi, su içmedi. Meşru haklarından; yemesinden, içmesinden, arzularından uzak durdu.
Onun için yemek yediği sırada duası makbuldür. Bu, yapabileceğimiz bir şey.
İnsan oruç tutarsa akşam vaktinde duayı ganimet bilsin, fırsatı kaçırmasın, dua etsin. Çünkü duası reddolunmuyor.
Üçüncü; ve da’vetü’l-mazlûm. “Mazlumun duası” da.
Bak yine “davet” diye geçiyor, “dua” mânasına. “Mazlumun duası da reddolunmaz.”
Yerfeuha’llâhu fevka’l-ğamâm. “Bu mazlumun duasını Allah, bulutların üstüne yukarılara yükseltir.” Ve yeftehu le-hû ebvâbe’s-semâ. “Semanın kapılarını bu duaya açar.”
“Mazlumun, zulme uğrayanın duası; bulutların üstünden, semadan dergâh-ı izzete vâsıl olur.”
Ve yekûlü’r-rabbü tebâreke ve teâlâ. “Allah-u Tebâreke ve Teâlâ hazretleri, yüce Mevlâmız buyurur ki:” Ve izzetî ve celalî. “İzzetime ve celalime yemin ederim ki.
Ne kadar kuvvetli söz; Allah-u Teâlâ hazretlerinin sözü!
“Ben Allah-u Azîmüşşân, izzetime ve celâlime yemin ederim ki.”
Le ensuranneke. -Ey mazlum!- “Sana mutlaka yardım edeceğim.” Ve-lev ba’de hiyn. “Azıcık bir zaman geçse bile yardımım mutlaka gelir.”
Yemin ediyor.
Buradan iki şey çıkar. Bir; mazlumun âhını almamak lazım, bir kişiye zulmedip kendisi zalim durumuna gelmemek lazım, birisini mazlum hâle getirmemek lazım.
Çünkü o beddua edecek. Allah da yemin ediyor:
“İzzetime celâlime yemin ederim ki yardım edeceğim.” diyor, mazluma. Zalim hapı yutar, bu bir. İkincisi, mazlum olmak iyidir. Çünkü zalim oldu mu Allah’ın kahrına uğruyor, mazlum oldu mu Allah yardım ediyor.
Zalim olmaktansa, mazlum olmak daha iyidir. Onun için aman zulmetmeye yanaşmayın, aman dikkat edin, siz haksızlık etmeyin.
“Canım o da bana yaptı!” bilmem ne... Uzun hesabı bırak sen. Kısa, kestirme, açık, seçik, şeffaf düşün. Bak mazluma Allah yardım ediyor. Neme lazım, zulme yanaşma!
"O benim harmanımı yakmıştı; ben de bir dahaki sene -tam buğdaylarını yığdı harmanı yapacağı zaman- onun harmanını da yakarım, harman makinesini de yakarım!”
“Gel sen yapma. Zalim olma, mazlum ol!”
Tabi en iyisi Allah’a sığın:
“Yâ Rabbi! Beni zulme de uğratma. Zalim olmamdan da, zulme uğramamdan da beni koru yâ Rabbi!” diye dua et.
Peygamber Efendimiz evden çıkarken öyle dua ederdi:
“Yâ Rabbi! Ben zulmetmekten de zulme uğramaktan da, cahillik yapmaktan da cahilliğe mâruz kalmaktan da, ayağımın kaymasından da kaydırılmasından da sana sığınırım, sapmaktan da saptırılmaktan da sana sığınırım.” diye Allah’a sığınıp öyle yola çıkardı. Aman ona göre ayağımızı denk alalım, dikkat edelim.
Üçüncü hadîs-i şerîf, müjde:
Neden?
Çünkü bizim yaptığımız bir şey bu.
ثَلَاثَةٌ مَنْ قَالَهُنَّ دَخَلَ الْجَنَّةَ: مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا، وَالرَّابِعَةُ لَهَا مِنَ الْفَضْلِ كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ، وَهِيَ: الْجِهَادُ فِي سَبيلِ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ.
Selâsetün men kâlehünne dehale’l-cenneh: Men radıye billâhi Rabben, ve bi’l-İslâmi dînen ve bi-Muhammedin resûlâ. Ve’r-râbiâtü le-hâ mine’l-fadli kemâ beyne’s-semâi ve’l-ard ve hiye’l-cihâdü fî sebîli’llâhi azze ve celle.
Bu hadîs-i şerîfi Ebû Saîd radıyallahu anh hazretlerinden, Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyh rivayet etmiş. Sanıyorum Ebû Saîd el-Hudrî’dir.
Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Üç söz vardır ki bu sözleri söyleyenler cennete girer.”
Biz de söyleriz, söylüyoruz zaten. “Bunları söyleyenler cennete girer.”
Nedir onlar?
Bir:
Men radiye billâhi Rabben. “Ben rabbimin Allah olduğuna hoşnudum, razıyım.”
Bu vaziyetten çok memnunum. İmanımdan, Rabbim olduğunu bilmekten memnunum, razıyım. Radîtü billâhi rabben diyoruz ya. Bir insan Allah’ın Rab olduğuna hoşnut, memnun, razı olursa... Bir.
Ve-bi’l-İslâmî dînen. “Din olarak da İslâm’dan hoşnut ve memnunsa...”
Tamam, hoşnuduz, memnunuz, elhamdülillah ki müslümanız, sevinçten uçuyoruz. “Başka bir dine gir.” diye dünyayı verseler geçmeyiz. Elhamdülillah hak din üzereyiz. Çok memnunuz, mutluyuz; bu da tamam.
Ve-bi Muhammedin resûlâ. “Muhammed’in de Resûlullah olduğuna razı olan...”
Razıyız, memnunuz, iftihar ediyoruz; onun ümmeti olduğumuza sevinçliyiz. O peygamberlerin eşrefi, serveri; biz de ümmetlerin en eşrefiyiz, en üstünüyüz. Ne mutlu bize! Onun da peygamberimiz olduğuna ne mutlu! Ne mutlu benim O'nun ümmeti olduğuma!” diye seviniyoruz.
Gönül hoşluğu ile bunları diyen cennete girer:
“Kim ‘Ben Rab olarak Allah’a razıyım, din olarak İslâm’a razıyım, resûl olarak Muhammed’e razıyım.’ derse cennete girer.”
Ve’r-râbiatü lehâ. “Bu üç şeyin arkasından bir de dördüncüsü vardır ki.” Mine’l fadli kemâ beyne’s-semâi ve’l-ard. “Onun fazileti de yerle göğün arası kadar yüksektir; bu dördüncünün. O kadar fazileti vardır.”
O dördüncüsü nedir?
Ve-hiye’l cihâdü fî sebîli’llâhi azze ve celle. “Azîz ve celîl olan Allah’ın yolunda cihad etmektir.”
Ne mutlu Allah’ın kendisinin Rabbi olduğunu inanmış, bilmiş ve bundan hoşnut ve memnun olana, İslâm’ın kendisinin dini olduğundan memnun olana!
Bana bir Paşa geldi, diyor ki;
“Yahu hocam, bu Türkler niye Müslümanlığa girmişler?” diyor.
Vaziyetten memnun değil. “Bu Amerikalıların, Avrupalıların dinine, bu fezaya gidenlerin, kadınlı erkekli Batı hayatı yaşayanların dinine niye girmemişler?” diye bana soruyor.
Dedim ki;
“Paşam, bizim dedelerimiz dünyanın öyle bir yerindeydi ki dünyanın bütün dinlerini biliyorlardı. Hindu dinini biliyorlardı, Budizm dinini biliyorlardı, Çinlilerin, Japonların dinlerini biliyorlardı, Buda’yı biliyorlardı. Hazar Denizi'nin kuzeyinde Yahudiliği görmüşlerdi, biliyorlardı. Karadeniz’in kuzeyinde hıristiyanlarla temas ettikleri için Hıristiyanlığı biliyorlardı.
Hepsini bildikleri halde; Hint dinlerini, Çin dinlerini, Orta Asya’nın Şamanizm’ini bildikleri halde, Hıristiyanlığı Yahudiliği bildikleri halde, hepsi hakkında da en mükemmel eserleri yazdıkları halde -çok iyi bildikleri eserlerinden belli- seçerek, uygun gördükleri için, mantıklı olduğu için İslâm’a girdiler.
Ötekilerin ahkâmını incelediler, berikinin ahkâmını incelediler. En güzel ahlâkın İslâm’da olduğunu gördüler, ondan beğenerek girdiler, kimse zorlamadı.
600 bin çadır birden İslâm’a girdi. 600 bin çadır muazzam rakamdır. Her çadırın içinde kaç kişi vardır? Toptan girdiler.
Neden?
Hak din olduğunu anladılar da ondan. Bütün dinleri görmüşlerdi.”
Evet, bunların dördüncüsü de; o da artık üstüne fâzıl keremdir, bu üç tanenin üstüne üstünlüktür; “Allah yolunda cihad etmek.”
İnsan malıyla canıyla Allah yolunda cihadı neden yapıyor?
“O Allah’ın güzel, sevdiği, hak dini yayılsın.” diye, “Korunsun.” diye, “Öğrenilsin.” diye, “Allah’ın kelimesi yücelsin.” diye...
Litekûne kelimetu’llâhi hiye’l-ulyâ. “Allah’ın lâ ilâhe illallah sözü, Allah’ın varlığı birliği, en üstün olsun, hak din galip gelsin, diye...”
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ
Ve-mâ kâne li-nefsin en temûte illâ bi-iznillâh. [2]
Allah takdir etmeyince bir insan ölmez. Cümle cihan halkı öldürmeye kalksa öldüremezler.
“Hocam öldüremez olurlar mı? Yakalarlar, bağlarlar, öldürürler!”
“Öldüremezler!”
“Var mı buna delilin?”
“Var. İbrahim aleyhisselam’ı öldüremediler.”
Hem de Nemrut, askeriyle öldüremedi. Bütün şehir aleyhinde olduğu halde bir yiğit çıkmış; İbrahim aleyhisselam...
قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُٓ اِبْرٰه۪يمُۜ
Kâlû semi’nâ feten yezkürühüm yükâlû lehû İbrâhîm. [3]
“O putları kıracağım.” diyen “İbrahim” adında yiğit bir delikanlı vardı, diyor ahâli.
“Bu bizim putlarımızı kim kırmış?” diye, yakalıyorlar, bütün şehir onu öldürmeye kast ediyor. Ellerinden tutuyorlar. Yakalandı. İbrahim aleyhisselam ellerine düştü. İbrahim ama senin bildiğin İbrahimlerden değil, Halilullah, Allah’ın dostu.
“Yakaladılar mı?”
“Yakaladılar.”
“İbrahim! Bizim bu putlarımızı sen mi kırdın? Biz burada yokken, biz tam çayıra tapınmaya, toplanmaya gitmişken buraya girdin de bu tapınağın içindeki bütün putları sen mi kırdın böyle?”
İbrahim aleyhisselam gayet sakin, diyor ki;
“Büyüğüne sorsanıza, işte orada duruyor. Boynunda da baltası var.”
Baltayı da götürmüş, balyozu da onun boynuna takıvermiş. İşte boynunda balta duruyor.
“Konuşursa ona sorun. Bana ne soruyorsunuz, o söylesin.”
“İbrahim” diye birisi geldi, çatır çutur hepimizi kırdı. “Yiyin, için, kıyma yapın, pastırma yapın, isterseniz pastırma gibi tabaka tabaka kesin, isterseniz makineye sokun, parça parça çıkarın.” desin, konuşsun.
“Konuşursa ona sorun.” deyince, diyorlar ki;
“Yâ İbrahim! Bak sen şimdi böyle söyleme; biliyorsun ki bu konuşmaz!”
“Madem konuşmaz, madem kendisini koruyamaz, savunamaz, kendisine yapılan saldırıyı def edemez, o zaman niye buna tapınıyorsunuz?” diyor.
Başlarını öne eğiyorlar.
Ne desinler? Bir şey diyecek halleri kalmıyor.
İbrahim aleyhisselam öyle bir yiğit ki Nemrut’un karşısına çıkıyor:
“Benim Rabbim, Allah-u Teâlâ hazretleri. Senin rabbin kim? Benim Rabbim, Allah-u Teâlâ hazretleri; yaratır, diriltir, öldürür.” diyor. Dirilten, öldüren.
“Ben de diriltirim, öldürürüm.” diyor. “Esirlerden iki kişi getirin. Şunu götürün, bu yaşasın. Bunu götürün, kesin.”
“İşte birisini yaşattım, birisini öldürdüm.” diyor.
Kimi kandırıyorsun sen? Böyle yaşatmak mı olur? Küçükten sen mi o hâle getirdin? Mevcut iki insan bulmuşsun, bir de sana uyacak sapıklar bulmuşsun; “kes şunu” diyorsun, “kesme şunu” diyorsun.
O yaratmak mı? Allah’ın yaratması gibi mi?
İbrahim aleyhisselam hiç laf altında kalmıyor. Söylediği saçma bir laf. “Saçma diyorsun!” demiyor.
“Benim Rabbim, güneşi Doğu’dan doğdurur, Batı’dan batırır. Eğer senin kudretin varsa Batı’dan doğdur, güneşi çevir bakalım!” diyor.
“Bu adamlara gücün yetiyor; ‘Bunu kesin, bunu götürün, hapse tıkın.’ demeye gücün yetiyor ama ‘Hadi güneşi Batı’dan doğdur.’ O zaman bir şey diyemiyor, kalıyor.”
Neden?
Ses çıkaramaz duruma geldi, dilini yuttu.”
İbrahim aleyhisselam korkmuyor da ondan. Çünkü Allah’ın halîli, Cenâb-ı Hakkın dostu. Nemrut’un da karşısına çıkarmışlar, yiğitçe konuşmuş. Ahâlinin de karşısına çıkarmışlar, konuşmuş. Ahâliye de önceden söylemiş; “Bu putlara tapmayın!” demiş, tapmışlar. “Ben sizin bu putlarınızı kıracağım.” diye de söylemiş. Öyle saklamak yok. Gayet şeffaf, son derece açık. Hiç saklamaya, gizlemeye gerek yok…
“Ben sizin bu putlarınızı kıracağım!” diyor, açıkça söylüyor ve kırıyor. Ondan sonra da; “Konuşamayan, kendisini savunamayan, böyle âciz mahluklara, elinizle yaptığınız mahluklara niye tapıyorsunuz?” diyor.
“Tamam, yakaladılar."
“İşte hocam bak, yakaladılar!”
Sen işin sonuna bak. Dur bakalım, film bitmedi daha. Filmin ortasında filmin kahramanını yakalarlar. Dur bakalım daha, filmin sonuna bir bak bakalım; sonu ne olacak?
“İşte hocam, ateşe atıyorlar!”
“Atsınlar yahu, atarlarsa atsınlar!”
“İşte ateşi tutuşturdular, cayır cayır, har har har har yanıyor! Ateşler göğe çıkarsa"
"Çıksın!”
“İbrahim’i içine attılar.”
“Atarlarsa atsınlar!”
Sonuç itibariyle İbrahim yandı mı?
Yanmadı.
Kurtuldu mu?
Allah kurtardı.
Nemrut öldü mü?
Öldü.
Demek ki;
وَاللّٰهُ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ
Vallâhu yuhyî ve yümît. [4] “Hayatı veren, hayatı koruyan, öldüren Allah-u Teâlâ hazretleri.”
Korursa korur.
“Hocam, falancası falanca adamdan korunmamış.”
“Benim dedem de harpte şehit olmuş.”
Onun şehit olmasını murat etmiş de ondan. Şehitlik bir rütbe, imtihan. Hayat nasıl olsa bitecek.
Hayat bittikten sonra;
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
Fe-izâ câe ecelühüm fe-lâ yeste’hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn. [5]
“Müddet geldi mi geri gitmez.”
Ölümden evvel ölmek ne demek?
Büyüklerimiz; “ölümden önce ölmek” demiş; edebiyat kitaplarına, tasavvuf kitaplarına girmiş,
Bunun anlamı ne?
“Ölmeden evvel ölümün tedbirini al, ölümden sonrası için hazırlan.” demek.
Dinleyen dinler, dinlemeyen ne yaparsa yapsın.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada ve ahirette iyiliklere mazhar eylesin. Yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle kahrına gazabına uğramadan büyük musibetlere, fitnelere, belalara düçar kalmadan lütfuyla keremiyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfîkini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredilecek şeylere şükretmeyi nasip eylesin. Sabredilecek hususlarda da edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip, çünkü rıza en yüksek makamdır. Sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ. Ve Habîbihi’l-müctebâ. Ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.
[1] 3/Âl-i İmrân, 17.
[2] 3/Âl-i İmrân, 145.
[3] 21/Enbiyâ, 60.
[4] 3/Âl-i İmrân, 156.
[5] 7/Â’râf, 34.