Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu alâ-seyyidinâ Muhammedin ve alâ âl’ihi ve sahbihi ecma’în ve men tebi’ahû bi-ihsanin ilâ-yevmi’d-dîn.
Emmâ ba’d.
وعَنْ أَنَسٍ قال قال أبو بكر لعمر، رضي الله عنهما، بعد وفاة رسول الله، صلى الله عليه وسلم: انطلق بنا إلى أم أيمن ، نزورها كما كان رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يزورها ، فلما انتهيا إليها بكت، فقالا لَهَا : ما يبكيك؟ أما تعلمين أن ما عند الله خير لرسول الله، صلى الله عليه وسلم فَقالت: إنى لا أبكي ، أني لا أعلم أن ما عند الله تعالى خير لرسول الله صلى الله عليه وسلم ، ولكن أبكي أن الوحي قد انقطع من السماء، فهيجهما على البكاء، فجعلا يبكيان معها. ((رواه مسلم وقد سبق في باب زيارة أهل الخير))
Ve an enesin radıyallahu anhu kâle kâle ebû bekrin li-Umera radıyallahu anhuhümâ ba’de vefati rasûlillahi sallallahu aleyhi ve selleme intalık bi-nâ ilâ ümmi eymene nezûruhâ ke-mâ kâne rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme yezûruhâ fe-lemmâ inteheyâ ileyhâ beket fe-kâlâ le-hâ mâ yübkîki e-mâ ta’lemîne enne mâ ındellahi hayrun li-rasulillahi sallallahu aleyhi ve selleme fe-kâlet innî lâ ebkî ennî lâ e’lamü enne mâ ındellahi teâlâ hayrun li-rasulillahi sallallahu aleyhi ve selleme velâkin ebkî enne’l-vahye kad inkata’a mine’s-semâi fe-heyyechümâ ale’l-bükâi fe-ce’alâ yebkiyâni me’ahâ.
Ravâhu müslim rahmetullahi aleyh.
Enes radıyallahu anh’den rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîf. Enes radıyallahu anh anlatıyor ki;
Ebû Bekr-i Sıddık, Ömer radıyallahu anhumaya, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimizin vefatından sonraki bir zaman da,
İntalık bi-nâ ilâ ümmi eymene nezûruhâ. "Haydi bizi Ümmü Eymen radıyallahu anhaya götür de, o hanımı ziyaret ettiği gibi bizde ziyaret edelim. Peygamber Efendimiz'in sağlığında onu ziyaret ettiği gibi, bizde onu ziyaret edelim." dedi. Bu, ensarın mücahit hanımlarından birisiydi. Resûlullah efendimiz onu ziyaret ediyordu, sevip sayıyordu. Hasta demek ki, onu ziyarete gitmişler.
Fe-lemmâ inteheyâ ileyhâ beket. "Yanına vardıkları zaman, Ümmü Eymen radıyallahu anh ağlamaya başladı." Dediler ki:
Fe-kâlâ le-hâ mâ yübkîki. "Seni hangi sebep ağlatıyor?" Ne ağlatıyor böyle? Ağlamanın sebebi nedir?
E-mâ ta’lemîne enne mâ ındellahi hayrun li-rasulillahi sallallahu aleyhi ve selleme. "Allah’ın huzurundaki ikramlar, Resûlullah sallallahu aleyhi vessellem’e dünyada yaşamasından daha iyi olduğunu bilmiyor musun?"
Allah’ın huzuruna gitti, Allah’ın yanına vardı. Allah’ın yanında daha iyi olduğu muhakkak olduğuna göre ne diye Peygamber Efendimiz'in yokluğuna ağlıyorsun? diye O'na söylediler.
Fe-kâle. "Dedi ki"
İnnî lâ ebkî ennî lâ e’lamü enne mâ ındellahi teâlâ hayrun li-rasulillahi sallallahu aleyhi ve selleme. Ben Resûlullah’a Allah’ın huzurunda verilen mükâfatların, dünyada yaşamasından daha iyi olduğunu biliyorum. Ben bilmiyorum değilim. Ben onlara ağlamıyorum.
Velâkin ebkî. "Şu sebepten ağlıyorum ki;" Enne’l-vahye kad inkata’a mine’s-semâi . "Cenâb-ı Mevlâ'nın vahyi kesildi gökten." 'Resûlullah’a geliyordu. Artık vahiy gelmez oldu ona ağlıyorum' deyince;
Fe-heyyechümâ ale’l-bükâi. "Bu ikisini heyecanlandırdı." Yani Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendilerimizi. Kendisinin yanına gelen bu iki mübarek cennetliği. Onlara da etki yaptı, onlarda etkilendiler.
Fe-ce’alâ yebkiyâni me’ahâ. "Onlarda onunla beraber başladılar ağlamaya." Tabi Peygamber Efendimiz'den sonra, Peygamber Efendimiz'den ayrılmak çok zor oldu. Bazıları Medine'de duramadılar. Bilâl-i Habeşî Medineyi terk etti. "Benim Resûlullah’ın gezdiği yerlerde, her yerde bir hatıramız var, duramayacağım." dedi. Şam’a falan gitti, dolaştı dolaştı sonra yine özledi Medine-i Münevvere’ye geldi. Muhakkak "Aman hoş geldin ya Bilâl falan." demişlerdir, karşılamışlardır. Peygamber Efendimiz'in müezzini, sevdiği bir kimse. "Buyur ezanı sen oku." dediler. Bilâl-i Habeşî bir ezan okudu Medine-i Münevvere de. Bütün evler, bütün Medine ahalisi, ezanı duyan herkes 'Resûlullah'ın devri geri mi geldi' diye son derece heyecanlandılar. Çünkü O'nun sesiyle özleşmişti Peygamber Efendimiz'in varlığı. Bilâl-i Habeşî’ nin sesi de uzun zamandan beri duyulmuyordu. Tekrar O'nun ezanını duyunca hepsi ağlaştılar. Çok zor geldi. Ama işte bu fani dünya. Ayrılık şart. Ölüm var, ayrılık var. Katı bir gerçek... Ayrılık muhakkak oluyor. Asıl üzülücek ağlanacak şey; ahirette buluşulamazsa o zaman fena. O zaman öl ki ölem. Çok zor!
Allahu Teâlâ hazretleri bizi affetsin. Kusurlarımızı, günahlarımızı silsin. Her yönden tertemiz eylesin de, cenneti ile cemali ile müşerref eylesin de, o mübareklere kavuşalım, buluşalım. Orada ayrılık olmasın. Burada ayrılık oldu orada olmasın.
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم " أَنَّ رَجُلاً زَارَ أَخًا لَهُ فِي قَرْيَةٍ أُخْرَى فَأَرْصَدَ اللَّهُ لَهُ عَلَى مَدْرَجَتِهِ مَلَكًا فَلَمَّا أَتَى عَلَيْهِ قَالَ أَيْنَ تُرِيدُ قَالَ أُرِيدُ أَخًا لِي فِي هَذِهِ الْقَرْيَةِ . قَالَ هَلْ لَكَ عَلَيْهِ مِنْ نِعْمَةٍ تَرُبُّهَا قَالَ لاَ غَيْرَ أَنِّي أَحْبَبْتُهُ فِي اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ . قَالَ فَإِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكَ بِأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَبَّكَ كَمَا أَحْبَبْتَهُ فِيهِ "
Ve an ebî hureyrate radıyallahu anh ani’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme enne racülen zâra ehan lehû fî karyetin uhrâ fe-ersadallahu lehû medracetihî meleken fe-lemmâ etâ aleyhi kâle eyne türîdü kâle urîdü ehan lî fî hâzihi’l-karyeti kâle hel leke aleyhi min ni’metin terubbühâ kâle lâ ğayra ennî ahbebtühû fillahi azze ve celle kâle fe-innî rasulullahi ileyke bi-ennellahe kad ehabbeke ke-mâ ehbebtehû fîhi.
Ve an ebî Hureyrate radıyallahu anh ani’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ dan. Peygamber Efendimiz anlatmış ki:
Enne racülen zâra ehan lehû fî karyetin uhrâ. "Bir adam, başka bir köydeki bir Müslüman kardeşini ziyarete başladı." Yola koyuldu.
Şimdi bu adam kim?
Ziyaret eden kim?
Ziyaret edilen kim?
Eski ümmetlerden mi, yoksa Peygamber Efendimiz'in ashabından mı?
Açıklama yok. Peygamber Efendimiz anlatıyor.
Fe-ersadallahu lehû medracetihî meleken. "Onun güzergahın da, geçtiği yerde bir meleği gözcü olarak Allah görevlendirdi."
Fe-lemmâ etâ aleyhi kâle. "Ama meleği insan suretine soktu da öyle oturttu oraya."
Melekler insan suretine girerler mi?
Girerler.
Herkes görür mü?
Görür. Peygamber Efendimiz bazen otururken Cebrâil aleyhisselam insan suretinde gelirdi. Sorular sorar giderdi. Herkeste duyardı.
"Kim bu?"
"Bilmiyoruz ya Resûlullah."
"Bu Cebrâildi. Size dinimizi öğretmeye geldi."
Şimdi bu şahıs yol güzergahına oturdu. Ötekisi de -arkadaşını ziyarete edecek olanda- yoldan geçerken sordu:
Eyne türîdü ? "Nereye gitmek istiyorsun?"
Kâle urîdü ehan lî fî hâzihi’l-karyeti. "Şu köydeki bir kardeşimi ziyarete gidiyorum." Ziyaret etmek istiyorum.
Kâle hel leke aleyhi min ni’metin terubbühâ. "O, sana daha önceden bir iyilik yapmıştı da, bir nimet bahşetmişti, ikramda bulunmuştu da, sen onun karşılığı olarak medyun-u şükran olduğun için mi onu ziyarete gidiyorsun?"
Kâle lâ. "Hayır. Öyle birşey yok."
Ğayra ennî ahbebtühû fillahi. "Şu kadar var ki, ben onu Allah için sevmiştim." Allah için arkadaş edinmiştim. Öyle bir menfaat ilişkisi, medyun-u şükran olmak vs. falan yok. Sadece Allah için sevmiştim.
Kâle fe-innî rasulullahi ileyke. "Melek dedi ki;
Sen benim bu görünüşüm de olduğuma bakma. Ben Allah’ın sana gönderdiği bir meleğim."
Bi-ennellahe kad ehabbeke ke-mâ ehbebtehû fîhi. "Sen nasıl kardeşini, bu arkadaşını seviyorsan, benim vazifemde Allah’ın seni sevdiğini bildirmek. Bu vazife ile Allah beni sana gönderdi." dedi.
Ravâhu Müslim. "İmam-ı Müslim rivayet etti bu hadîs-i şerîfi."
Yükâlü erselehû li-kezâ izâ vekkelehû bi-lafzıhî medrecetihî bi-fethi’l-mîmi ve’r-râi et-tarîku. Ma’nâ terubbuhâ tekûmu bihâ ve tes’â fî salâhıhâ.
Medrece, yol demek diye kullanıyor. Kelime izahları yapmış.
Üçüncü hadis-i şerîf.
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’dan.
وعَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "من عاد مريضًا أو زار أخًا له في الله، ناداه منادٍ، بأن طبت، وطاب ممشاك، وتبوأت من الجنة منزلاً" ((رواه الترمذي وقال : حديث حسن ، وفي بعض النسخ غريب)).
Ve an ebî hureyrate radıyallahu anh kâle kâle rasûlullahi sallallahu aleyhi ve selleme men ‘âde merîdan ev zâra ehan lehû fillahi nâdâhü münâdin bi-en tıbte ve tâbe memşâke ve tebevve’te mine’l-cenneti menzilen.
Ravâhü’t-tirmiziyyü ve kâle hadîsün hasenün ve fî ba’di’n-nüsahi ğarîbün.
Peygamber sallalahu aleyhi vessellem buyurdu ki;
Men ‘âde merîdan. "Kim bir hastayı ziyarete giderse."
Ev zâra ehan lehû. "Yahut bir Müslüman kardeşini ziyarete giderse." Fillahi. "Allah için sevdiği, dost olduğu bir kardeşini ziyarete giderse."
Nâdâhü münâdin. "Allah’ın bir meleği -vazifelendirdiği bir melek- ona şöyle nida eder, seslenir."
Tıbte. "Ne kadar bir iyi insansın." Ne iyi bir kişisin. Ve tâbe memşâke. "Yolun -tutturduğun yol- ne kadar hoş, iyi bir yol."
Ve tebevve’te mine’l-cenneti menzilen. "Bu ziyaretle, cennette bir köşkü kendine hazır ettin, hazırladın. Bir köşk kazandın." der.
Bu hadîsi İmam Tirmizî rivayet etmiştir. 'Hasen hadîstir' demiştir. İmam Tirmizî’nin kitabının, yazma nüshalarının birinde de, 'garip hadîstir' diye buyurmuş. Hadîs ıstılahatı olarak. Hasen seviyesinde değil demek oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi, birbirimizi Allah için candan, Allah’ın seveceği şekilde seven, hakiki müslümanlardan eylesin.
Allahu Teâlâ hazretleri ibadetlerimizi kabul etsin. Kusurlarımızdan dolayı yüzümüze çarpmasın, reddetmesin. Boşuna uğraşanlardan etmesin. Hatalarımızı, günahlarımızı affetsin. Kötü huylarımızı izale eylesin. Bizi güzel huylu, tatlı dilli, ibadet ehli, samimi, ihlâslı, Allah’ın sevdiği kullar haline getirsin. Hayırlı uzun ömür nasip etsin. Müslümanların güzel günlerini görmeyi, Ümmet-i Muhammed’in salahını, felahını, lütfa erdiğini, yükseldiğini, kurtulduğunu görmeyi nasip etsin. Cennetiyle, cemaliyle, hüsn ü hatimelerle ahirete göçüp Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin.
Fe kâle Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem:
لَقَدْ هَمَمْتُ أَنْ أَبْعَثَ إِلَى الْآفَاقِ رِجَالًا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السُّنَنَ وَالْفَرَائِضَ، كَمَا بَعَثَ عِيسَى الْحَوَارِيِّينَ. قِيلَ لَهُ: فَأَيْنَ أَنْتَ مِنْ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ؟ قَالَ: إِنَّهُ لَا غِنًى بِي عَنْهُمَا، إِنَّهُمَا مِنَ الدِّينِ كَالسَّمْعِ وَالْبَصَرِ
Lekad hememtü en eb’ase ile’l-âfâki ricâlen yüallimûne’n-âse’s-sünene ve’l-feriza kemâ bease ‘îse’l-havâriyyîne kîle lehû: Fe eyne ente min Ebî Bekrin ve Ömera? Kâle: İnnehû lâğinâ bi-anhümâ innehümâ mine’d-dîni kessem’i ve’l-besâri.
Bu hadîs-i şerîften bugünkü vazifelerimizi nasıl yapmamıza dair bazı mânalar alabiliriz.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Lekad hememtü en eb’ase ile’l-âfâki ricâlen. “İstedim ki, arzuladım ki, gayret ettim ki etrafa görevli insanlar göndereyim.” Yüallimûne’n-âse’s-sünene ve’l-feriza. “Bu adamlar gittikleri yerlerde insanlara sünnetleri ve farizaları öğretsinler."
Bunun üzerine;
Kîle lehû: Fe eyne ente min Ebî Bekrin ve Ömera? “Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? Onlar hakkındaki kanaatin, görüşün nedir? Göndersen Ebû Bekir es-Sıddîk ve Ömer el-Fâruk, onlar bu işleri yaparlar. Onları göndersen?..” dediler.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Kâle: İnnehû lâğinâ bi-anhümâ. “Benim onlara ihtiyacım var." Ben onlarsız yapamam. Onlar olmadan olmaz, onlara ihtiyacım var. İnnehümâ mine’d-dîni kessem’i ve’l-besâri. “Onların İslâm dinindeki yerleri, insanların vücudundaki; gözün, kulağın yeri gibidir." İnsanın gözü olmazsa, kulağı olmazsa olmaz. Bunlar da İslâm’ın gözü kulağı gibidirler. Ben bunları uzağa gönderirsem olmaz. Onlarsız yapacak durumda değilim. Onların yanımda olması lazım.
Ebû Bekir es-Sıddîk ve Ömer el-Fâruk Efendimiz öyle kıymetli kimseler!
Tabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz etrafa, afaka, bilâd-ı baîdeye, uzak diyarlara yine bu arzusuna uygun olarak insanlar gönderdi.
Mesela; Muaz b. Cebel radıyallahu anh’ı Yemen’e gönderdi, vali gibi vazifelendirdi. “Onlara İslâm’ı öğret, İslâm’a göre onlar hakkında hükmet!” dedi. Hatta “Onlara idarecilik yaparken karşına bir sorun çıkarsa nasıl çözeceksin?” diye sordu.
“Kur’ân-ı Kerîm’e bakarım, oradan çözerim yâ Resûlallah!”
“Peki Kur’ân-ı Kerîm’de ona açık bir ipucu bulamazsan?..”
“Yâ Resûlallah! O zaman senin sünnet-i seniyyene bakarım, ona göre hareket ederim.”
“O zaman da bulamazsan sünnetimde tutunacak bir temel, hatırına gelmezse o işe uygun bir durum olmazsa ne yaparsın?”
“O zaman içtihat ederim, gayret ederim. Aklımla doğruyu bulmaya çalışır, vicdanımın sesini dinleyerek doğru olanı yapmaya çalışırım.” dedi.
O zaman Efendimiz onun bu cevabından çok memnun oldu.
“Resûlü’nün resûlünü böyle güzel anlayışlı kılan Allaha hamd olsun!” dedi. Resûlü; kendisi. “Allah’ın Resûlü’nün resûlü” de onun da gönderdiği Muaz b. Cebel. O"nun o anlayışından memnun oldu.
Biz de dinimizde önce Kur’ân-ı Kerîm’e bakarız. Kur’ân-ı Kerîm’de delil, belge, âyet, hüccet varsa ona göre hareket ederiz. Yoksa sünnet-i seniyyeye bakarız. Müçtehitlerimiz bakmışlardır, fıkhın ahkâmını öyle çıkarmışlardır. Ona göre yoksa, ondan sonra içtihat etmişlerdir.
Muhtelif kabilelere birçok kimseleri göndermiştir. Bir mübarek zâtı, bir kabileye gönderdi. O mübarek zât kabileye gitti. Gayet sakin bir kimse. Namazını kılmaya başladı. Bir akrabası gördü:
“Ne yapıyorsun sen böyle?”
“Ben İslâm’a girdim, Muhammed-i Mustafâ’ya tâbi oldum. O hakkı söylüyor. İnsanları Allah’ın birliğine çağırıyor, güzel söylüyor.” dedi.
“Ben de yapayım.” dedi.
“Olur.” dedi.
O da [İslâm’a] girdi. Ondan sonra bir başkası gördü, “Ben yapayım.” dedi; o da girdi. O da girdi… Yumuşaklıkla bütün kabile müslüman oldular.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e onları topladı getirdi:
“Yâ Resûlullah! Bunların hepsi müslüman oldu.”
Peygamber Efendimiz onu methetti:
Sen de çok güzel ahlâkî sıfatlar var. Sükûnet, insanları telaşlandırmadan, kaçırtmadan ikna etmek, toplama kabiliyetleri var.” diye onu methetti.
Demek ki sakin sakin yapmak iyi oluyor. Yumuşak yumuşak, dikkatli davranmak iyi oluyor.
Bizim de İslâm’ı yaymak için dünyanın her yerine gitmemiz lazım! Her yerine... Malî kaynak olacak, güç olacak, teşkilat olacak; dünyanın her yerine göndereceğiz!
Şimdi birçok Güney Afrikalı müslümanlar var.
Bunlar Güney Afrika’ya nereden gittiler?
Hindistan’dan, Pakistan’dan gittiler. Orada güzel toplum oluşturmuşlar, beş yüz bin kadar varlarmış. Buralarda da Güney Afrikalı müslümanlardan buraya gelmiş olan var.
Hatta bu camimizin açılışına da geldiler. Bir kısmı; “Ben Güney Afrikalıyım.” diye söyledi.
Bu Pakistanlı, Hindistanlı kardeşlerimiz oralara kadar İslâm’ı götürmüş! Sonra Endonezya’ya İslâm’ı getirmişler. Ta Adaları geçerek Hindistan’ı, Pakistan’ı geçerek getirmişler; Allah razı olsun. Bizim dedelerimizden Allah razı olsun. Bosna’ya, Kırım’a kadar götürmüşler. Moskova’nın yakınlarına kadar İslâm’ı götürmüşler. Ondan sonra işler dönmüş ama vazife bitmez!
Ama bizim de dünyanın her yerine İslâm’ı götürmemiz lazım!
Diğer hadîs-i şerîf:
لَقَدْ شَرَّفَكِ اللهُ وَكَرَّمَكِ وَعَظَّمَكِ، وَالْـمُؤْمِنُ أَعْظَمُ حُرْمَةً مِنْكِ
Lekad şerrefekellâhü ve kerremeke ve azzameke ve’l-mü’minü a’zemü hürmeten minke.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhümâ’nın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz Kâbe-i Müşerrefe’ye demiş ki;
Lekad şerrefekellâhü. “Ey Kâbe-i Müşerrefe Allah seni nasıl şereflendirmiş, ne büyük şerefe mazhar olmuşsun?!..”
Kâbe-i Müşerrefe!
“Müşerrefe” ne demek?
“Şereflendirilmiş” demek.
Lekad şerrefekellâhü. “Yâ Kâbe! Allah seni ne kadar şereflendirmiş!” Ve kerremeke. “Ne kadar mükerrem kılmış, ne kadar itibarlı kılmış!”
Saygın, dünyanın en kıymetli mabedi.
Ve azzameke. “Seni ne kadar muazzam kılmış!”
“Kâbe-i Muazzama” da diyoruz. Ne kadar muazzam değerli, ne kadar hürmetli!
“Cenâb-ı Hak seni ne kadar şereflendirmiş, itibarlandırmış, muazzamlaştırmış!”
Ama hadîs-i şerîfin arkasına dikkat edin!
Ve’l-mü’minü a’zamü hürmeten minke. “Ey Kâbe! Müslümana gelince, Müslümanlığı düşünecek olursak hürmet ve saygınlık bakımından senden daha muhteremdir.”
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; “Mü’min, Kâbe’den daha muhteremdir!” diyor.
Mü’minin de tabii derecesi vardır; iyisi vardır, çürüğü vardır, daha iyisi vardır, en iyisi, insan-ı kâmil olanı vardır. Ama burada mü’minin Kâbe’den daha kıymetli olması umumi konuşuluyor.
“Mü’min senden daha saygındır, daha itibarlıdır.”
Bu ne demek?
“Bu mü’minlere Kâbe gibi hürmet edin, saygınlık gösterin. Kalbini kırmayın, üzmeyin; itibar edin, ikram edin!..” demek.
Kâbe’ye herkes hürmet ediyor. Örtüsüne yapışıp şıpır şıpır gözyaşları döküyorlar. Ağlıyorlar, dua ediyorlar, etrafında dönüyorlar. Hâcer-i Esved’i öpmeye gayret ediyorlar, neler neler… Ne sevgiler ne bağlılıklar…
Mü’min daha hürmetli! Mü’minin, mü’mine daha çok hürmet etmesi lazım. Demek ki mü’min, mü’mini hem sevecek hem ziyaret edecek hem hürmet edecek. Çok önemli! Biz bunları tam yapsak Allah’ın ne kadar iyi kulu olacağız, ne kadar sevaplar kazanacağız!
Ve üçüncü hadîs-i şerîf:
Taberânî kitabına yazmış, İbn Mesud radıyallahu anh'ten rivayet olunmuş:
Lekad hememtü en âmüra bilâlen fe yükîme's-salâte sümme ensarife ilâ kavmin yesmeûne'n-nidâe felâ yücîbûne fe uhrika aleyhim büyütehüm.
"Öyle arzu ediyorum ki içimden öyle yapmak geliyor ki öyle kastediyorum, niyet ediyorum ki; Bilâl'e emredeyim, o da namazı kıldırsın!"
'Geç Bilal şu namazı yerime kıldır.' diyeyim, yerime Bilal'i -Bilâl-i Habeşî radıyallahu anh- bırakayım.
Kendisi ne yapacak?
Sümme ensarife ilâ kavmin. "O namazı kıldırsın da ben de o insanların yerlerine gidiyim."
Yesmeûne'n-nidâe felâ yücîbûne. "Ezanı işitiyorlar da katılmıyorlar. Ezanın Hayye ale's-salâh, "Haydi namaza gelin!" Hayye ale'l-felâh, "Haydi namazın kurtuluşuna gelin!" davetine icap etmiyorlar." Fe uhrika aleyhim büyütehüm. "Onlara gidiyim de onlar içindeyken onlara evlerini başlarına yıkıyım. Çatır çatır yakayım, ateşle tutuşturayım; evlerini başlarına yıkıyım diye istiyorum, arzuluyorum. İçimden öyle geliyor!"
Bu ne demek?
"Müslümanlar camiye mutlaka gelsin!" demek.
"Yemeği çok kaçırmışım da üzerinize âfiyet bir gevşeklik çöküverdi de camiye gitmesem olmaz mı?.."
Olmaz! Yemeseydin yemeği! Yediysen de gelmek daha iyi. Çünkü gelirken yürürsün, namazdan sonra bir hazım da olur, her şey olur. Namaz daha faydalı!
"Şurada yatsam daha iyi değil mi?.."
Hayır!
Her işinin ayarını ona göre yap, namaza gel.
"Falanca ile konuştuk da o bizi ziyarete gelecek…"
Önceden, o senden izin isterken; "Namazdan sonra gel." deseydin!
"Haberim olmadan kalktılar, karı koca geldiler…"
"O zaman hanımlar evde dursun; o beyi al, camiye gel."
Görüyor musun hiç bırakıyor muyum?
Hiç kaçırıyor muyum?
Alimallah kaçmak yok! Herkesin camiye gelmesi lazım! Mazeret yok! Her şey ona göre ayarlanacak.
Faydası ne?
Mahalle mescidinde kılarsa 27 kat sevap daha fazla! Cuma namazı kılınan yerde kılarsa elli kat daha fazla! Attığı her adımdan dolayı bir sevap kazanıyor, bir günahı siliniyor, her adımdan dolayı bir derece yukarı çıkıyor!..
Cami böyle önemli bir yer. Cami, insanı ihya ediyor, cami müslümanı sevapları gark ediyor, rahmet deryasına daldırıyor, fezalara uçuruyor.
Cami olmayan yerde ne yapacak?
Cami yok!
Bizim cami açtığımız yerde Eagleby'da adamın birisi;
"Yahu bu ne biçim diyar, namaz kılınacak cami yok bir yer yok, buruda durulmaz!" demiş.
Mü'min ya, adamcağızın canı sıkılmış. Mü'minlerin hepsi aynı şekilde düşünür.
Çünkü hep bu hadisleri okurlar, aynı şeyleri öğrenirler. Dünyanın neresinde olursa olsun müslümanların kafa yapıları aynıdır, aynı güzelliktedir.
"Cami yok, ezan yok; burada da durulur mu?." demiş.
Sonra oğlu bizim mescidin önünden geçerken bizimkilere yanaşmış:
"Yahu ne yapıyorsunuz, burası ne oldu?" demiş.
"Burası cami oldu, hazırlık yapıyoruz. Cami oldu; açılacak, hazırlık yapıyoruz…"
"Ben de zaten bir şeyler sezinlemiştim. Buradan haçlar kalktı. Ben burada bir şey olduğunu sezinliyordum. Burası cami mi oldu?
"Cami oldu."
"Babam da zaten böyle diyordu: 'Cami olmayan yerde durulur mu, ne biçim diyar?!..' diye üzülüyordu. Babama şimdi gidiyim de müjdeleyeyim, çok sevinecek." demiş.
Cami, okyanusun azgın dalgaları arasında sığınılacak bir adadır. Yoksa köpekbalıkları adamı hart diye bir ısırdı mı bacağını kopartırlar. Kafasından hart diye ısırsa boynundan koparırlar. Kolu kıpırdıyor diye kolundan ısırsa kolunu koparır. O okyanusun dalgalarının şakası yoktur. Gemilere dalgaları şamar gibi şaplattıkça gemiyi ortasından bölüyor.
Japon dankeri çok uzun yapmışlar. İki dalga arasında kalıyor, bölünüyor suyun içine. Denizin şakası yok! Denizle şaka olmaz!
"Başka neyle şaka olmaz?"
Ateşle şaka olmaz!
"Başka?"
Elektrikle [şaka olmaz]! Bunun böyle durduğuna bakmayın, hiç şakası yok. Bu hiç affetmez. Bunun affetmesi filan yok. İnsanı çarpar, yere yatırır. Şöyle bir dokunursun güp aşağı...
Bizim fizik hocası vardı, Moskova'da tahsil görmüş bir acayip adam. Fizik laboratuvarında ders yapıyoruz:
"Kalkın." dedi, kalktık. "El ele tutuşun." dedi, tutuştuk. Hoca söylüyor tutuştuk.
Galiba ortaokul üçteyiz.
Tutuştuk. Orada bir makine var çeviriyorsun. Teksir makinesi derler, elektrik hâsıl ediyor. Üzerinde siyahlı beyazlı teller var. Döndürdüğün zaman elektrik üretiyor. Teksir makinesi derler, statik elektrik üretiyor.
Kondansatör var; elektrik deposu, elektriği depo eder.
Kondansatörün bir tarafına çevirdi, elektriği doldurdu. Kondansatörün iki kutbu var: Artı kutbu, eksi kutbu... İki kutbu var. Ortasında bir kutup madenî bir topuz. Bir arkadaşa onu tutturdu:
"Sen bunu tut."
Tuttu.
Hepimiz, bütün sınıf ele ele tutuşmuş durumdayız. Öteki arkadaşa da kondansatörün öbür tarafını tutturdu.
Hepimiz el ele tutuşmuş, aval aval; "Hoca ne yapıyor?.." diye bakarken ellerimiz bir havaya [yükseldi]! Bir hafta on gün benim [kollarım] acıdı.
Deli adam, bizi öldürecekti. Oraya birikmiş olan elektriği bizden geçirtti, boşalttırdı. İkisinin arasında çok yüksek voltaj farkı var. Ama herhalde ölmeyeceğimizi biliyor, ondan yapıyor. Yoksa bütün sınıfı öldürecekti. Ama benim bir hafta, on gün [kollarım], adaleler; birden [çarpınca] acıdı.
İşte bu elektriğin hiç şakası yoktur. Elektriğin durduğuna bakmayın, bunlar canavardır. Şimdi böyle duruyor ama canavardır.
Elektrik, ateş, deniz... Bunların şakası yoktur!
Peki küfür?
Küfrün de şakası yoktur! Küfür de bunlar gibidir. Küfrün, şirkin, müşrikliğin şakası yoktur!
Okyanusta gemisi batmış, kayığı devrilmiş bir kazazede gibidir. Şimdi yüzüyor, suyun üstünde çırpınıyor ama biraz sonra ne olacak?
Yorulacak!
Sonra çırpınırken köpek balıkları gelirse ne olacak?
Gitti!
Köpek balıkları batan gemilerin etrafına gelirler, yem toplarlar. İnsanları yem olarak yerler. İnsan yiyen mahlûklar!
Orada bir ada olursa ne olur?
Adaya yüzer, çıkar kumsala serilir. Hiç olmazsa denizden kurtuldum, der.
Camiler öyle, ada gibidir. İslâm öyle, kurtulur!
Mü'minin camiye gelmesi lazım. Gelmeyince çok hata ediyor. Peygamber Efendimiz o kadar istiyor ki; "Bilal, sen namazı kıldır!" diyecek, eline meşaleyi alacak. O zamanlar herkesin evi hurma dalından, tahtadan. Çelik olacak değil ya! Karınca yemesin diye çelikten ev mi yapıyorlardı, o zaman tuğla mı vardı?..Yok!
"Çatır çatır bütün evleri yakmak istiyorum!"
Ne demek?
"Herkes camiye gelsin!" demek.
Bu, işin ciddiyetini gösteriyor.
Allahu Teâlâ hazretleri camileri sevmeyi, cumaları, cemaatleri sevmeyi ve onlara müdavim olmayı cümlemize nasip eylesin. Allah hepinizden razı olsun.
El-Fâtiha.