Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'd-dîn.
Emmâ ba'd:
Fe-kale Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
إِذَا أَرَادَ اللهُ إِنْفَاذَ قَضَائِهِ وَقَدَرِهِ سَلَبَ ذَوِي الْعُقُولِ عُقُولَهُمْ، حَتَّى يُنْفِذَ فِيهِمْ قَضَاءَهُ وَقَدَرَهُ, فَإِذَا مَضَى أَمْرُهُ رَدَّ إلَيْهِمْ عُقُولَهُمْ، وَوَقَعَتِ النَّدَامَةُ. الدَّيْلَمِيُّ عَنْ أَنَسٍ وَعَلِيٍّ.
İzâ erâdallahu infâze kadâihî ve kaderihî selebe zevi’l-‘ukûli ukûlehüm hattâ yünfize fîhim kadâehû va kaderahû fe-izâ madâ emruhû radde ileyhim ukûlehüm ve vaka’ati’n-nedâmetü.
Deylemî, Enes radıyallahu anh’den ve Hz. Ali radıyallahu anh’den rivayet etmiş.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
İzâ erâdallahu infâze kadâihî ve kaderihî. "Allah, kazasının, kaderinin, mukadderatının, hükmünün yerine getirilmesini murad ettiği zaman." Ne takdir etmişse, bu alın yazısında ne olacaksa, onu yerine getirmeyi murad ettiği zaman.
Selebe zevi’l-ukûli ukûlehüm. "Akıl, tedbir sahibi insanların başından akıllarını, düşüncelerini, tedbir fikirlerini alıverir.:
Hattâ yünfize fî-him kadâehû va kaderahû. "O mukadderatını onların üzerinde icra etmek için, onların aklını başka şeyler ile meşgul eder, alıverir akıllarını, hükmünü yerine getirir."
Fe-izâ madâ emruhû. "İşi olup bittikten, geçtikten sonra." Radde ileyhim ukûlehüm. "Akıllarını başlarına getirir."
Ve vaka’ati’n-nedâmetü. Onlarda ah yahu, tüh yahu, vah be bilmem ne derler ama, Allah işte onu öyle yazdı, öyle olacak, çaresi yok. Yani şöyle yapsaydım böyle yapsaydım, Allah’ın mukadderatı yerini bulacak. Onu düşündürtmeyen, tedbirini aldırtmayan da Allah.
Hz. Ali Efendimiz ve Enes radıyallahu anh’den.
إِذَا أَرَادَ اللهُ قَبْضَ رُوحِ عَبْدٍ بِأَرْضٍ جَعَلَ لَهُ بِهَا حَاجَةً. حم ك طب حل خ فِي "الْأَدَبِ" عَنْ أَبِي غُرَّةَ الْهُذَلِيِّ، ك هب عَنْ عُرْوَةَ، ك عَنْ جُنْدُبٍ.
İzâ erâdallahu kabda ruha ‘abdin bi-ardın ce’ale lehû bi-hâ hâceten.
İkinci hadîs-i şerîf;
Ahmed ibn-i Hanbel, Buhari, Hulvânî, Hâkim, Taberânî rivayet etmişler.
Daha başka kaynaklarda da var. Çeşitli ravilerden rivayet edilmiş.
Allahu Teâlâ hazretleri bir kulunun ruhunu, filanca yerde almayı murad ettiği zaman, o kul oralı değilse bile, orada değilse bile, o kula oraya gitme ihtiyacı hasıl eder; o oraya gider, orada da canını alır. Kader yani.
Bu iki şeyde de neyi öğrenmiş oluyoruz?
Cenâb-ı Hak mukadderatını icra edeceği zaman çare yok. O olur. Akıl sahiplerinin aklı başından gider. Alın yazısına orada olacak hadise yazılmış olan kimse kalkar buradan oraya gider. Orada olacak olur.
Düşününki hacca gittiler, hacı kardeşlerimiz. Haccı yaparken tünelde sıkıştılar, şehit oldular. Demek ki Allah, Mekke'de ölmelerini murad etmiş. Mekke’ye geldiler bir bahane oldu orada öldüler.
Bizim valide hanım -benim asıl annemden sonra babamın aldığı valide hanım, Allah rahmet eylesin. Allah hep geçmişlerimize rahmet eylesin- Medine'de diyordu ki; "Ya beni Türkiye'ye gönderin. Ben nafileyim, iyi değilim." falan diyordu ama, bu nafileyim dediği yıllardır böyle diyordu. Yaşlı, kilolu, iyi değilim.
"Anne nasılsın?" diye sorarım.
"Es’ad bu sene iyi değilim, nafileyim." der.
Nafile demek, pek iyi değil demek. Hep böyle der.
Şimdi Medine'de de hava sıcak, güzel. Öksürüyor arada, zaten altı aydır, sekiz aydır öksürürdü bu mübarek hatun. "Ya anne olur mu? Medine’ye kadar gelmişsin umre yapmadan dönülür mü?" "Oradan Türkiye’ye gideyim." diyor. Olmaz. "İşte yürüyemiyorum evladım." Tamam araba aldık, hareme kadar götürüyoruz, tıngır tıngır, oturduğu yerden, araba tekerlekli. Oradan namaz kılıp geliyoruz. "E utanıyorum ben böyle zahmet veriyorum herkese."
"Canım onlar da sevap kazanıyorlar. Ne yapalım, sen mazeretlisin." falan. Neyse tabi kendi başına kalkıp da İstanbul’a da dönecek hali yok. Babam orada, biz oradayız. Tabi Mekke'ye gittik. Mekke'de umreyi yap dedik. Mekke'de umreyi tamamladı. Ertesi gün Cidde'ye gidip uçacaklar. Her şey bitti. Umre, Peygamber Efendimiz'in ziyareti her şey tamam. Seviniyor, Türkiye'ye döneceğiz diye. Akşam yemeğini beraber yedik aşağıda. Yemeğimizi yedik, sağlıkla, afiyetle. Onlar yukarı çıktı. Babam, abim ve valide yukarıya çıktı. Bende cemaate vaaz vermeye, otelin salonunda toplanmışlardı, oraya gittim. Masaya oturdum. Konuşmayı yaptım. Konuşmanın sonunda abim geldi, bana bir şeyler ediyor, ben konuşuyorum. Neyse konuşmanın sonuna gelmiştik, kestim gittim. "Annem çok fena." dedi. Hemen koştuk gittik. Ohoooo ruhunu çoktan teslim etmiş. Şöyle sandalyede oturuyormuş. Yemekten sonra, başını düşürüvermiş önüne, o kadar. Ağabeyimde babamda yatıyorlar. O kadar. Yani böyle çırpınmak, bir fenalaşmak, herhangi bir şey yok. Yani bir mumun sönüvermesi gibi, bir aletin düğmesini kapatıvermesi gibi Mekke-i Mükerreme'de Cennetü'l Mualla Hazreti Hatice anamızın yakınında, güzel bir kabir bulundu, hemen caddeden girdinmi, yürüdün mü biraz sağdan üçüncü mezar. Gayet kolay, ziyareti de kolay, çokta basit. Allah Mekke'de canını almayı nasip etmiş. Kaderi öyleymiş. Geldi Medine’den dönmek istedi İstanbul’a ama, orada nasipmiş. Allah’ın takdiri böyle. Bu işler böyle yani.
"E tedbir alsaydı, şöyle olsaydı."
Zaten tedbir alacak insanların aklından da, aklını da alıyor; başka şeyle meşgul ediyor. Kaza yapan bilerek mi kaza yapar. Hep bilmeden olur. Yani ya bir yere bakıyordu, ya farkında değildi, olur, kaza olacak olduktan sonra. Mukadderat.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfin de buyuruyor ki;
"Hizmetçiniz bir tabağı kırdığı zaman kızmayın. Çünkü eşyalarında bir müddeti vardır, eceli vardır." Kızmayın ne yapalım onun da kaderi buraya kadarmış. Ama dayanamayız, kızarız, bağırırız, çağırırız, belki vururlar falan. Yani bu kaderin cilvelerini bilmemiz lazım. İşte böyle görüyorsunuz Cenâb-ı Hak işlerini yapacağı zaman böyle yapar.
Üçüncü hadîs-i şerîf;
إِذَا أَرَادَ اللهُ بِقَوْمٍ عَاهَةً نَظَرَ إِلَى أَهْلِ الْـمَسَاجِدِ، فَصَرَفَ عَنْهُمْ. عد وَالدَّيْلَمِيُّ عَنْ أَنَسٍ.
İzâ erâdallahu bi-kavmin âheten nezara ilâ ehli’l-mesâcidi fe-sarafe anhüm.
Enes radıyallahu anh’ten Deylemî ve İbn-i Abdülber rivayet etmişler.
"Allahu Teâlâ hazretleri bir kavme bela, musibet, afet göndermek murad ettiği zaman." Çünkü kabahatleri var, suçları var. Ceza indireceği zaman. Nezara ilâ ehli’l-mesâcidi. "Mescitlerdeki mescit ahalilerine bakar." Namazlı insanlar var, namazlarını kılıyorlar.
Fe-sarafe anhüm. "Afeti, belayı onların üzerinden göndermekten vazgeçer, alır." Yani cezalandıracakken, ehli mescit, mescide müdavim, namazlı niyazlı müslümanlar hürmetine kavim kurtulur. Bizler işin farkında değiliz. Mescitlerin ahalileri bu kadar kıymetli. Mescide devam eden insanlar bu kadar kıymetli. Onların hürmetine Allah belayı vermiyor, indirmiyor. Yoksa indirecekti, yoksa cezayı verecekti.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi mescitlerin ahalisinden eylesin. Daima, ömür boyu, hep mescidlere gelip, namaz kılıp, sabahtan, akşamdan, yatsından, namazlı, niyazlı müslümanlar eylesin.
إِذَا اسْتَأذَنَ أَحَدُكُمْ ثَلَاثًا، فَلَمْ يُؤْذَنْ لَهُ فَلْيَرْجِعْ. مَالِكٌ حم خ م ط حب عَنْ أَبِي مُوسَى وَأَبِي سَعِيدٍ مَعًا، طب ض عَنْ جُنْدُبٍ.
İze’s-te’zene ehadüküm selâsen fe-lem yü’zen le-hû fe’l-yercı’.
Sadaka rasûlullahi fî-mâ kâle ev-kemâ kâle.
Ebû Mûsâ, Ebû Sa’îd ve Cündüb rahmetullahi aleyhim ecmaîn hazretlerinden; İmam Buhârî, İmam Müslim, İmam Ahmed ibn-i Hanbel, İmam Mâlik, İbn-i Hibbân, Tahavî rivayet etmişler.
Peygamber Efendimiz bize adap öğretmek babında buyuruyor ki:
İze’s-te’zene ehadüküm selâsen. "Sizden biriniz, birisinin evine yanına oturduğu yere, barındığı odaya, eve, kapıya vardığı zaman, izin istediği zaman."
İze’s-te’zene ehadüküm. "Üç defa izin ister."
Fe-lem yü’zen le-hû. "Eğer kendisine izin verilmemişse." Üç defa izin istediği halde, içeri girme izni müsaadesi, kendisine verilmemişse;
Fe’l-yercı’. "Geriye dönsün." Üçten fazla ısrar etmesin demek.
Şimdi İslam, çölde bedevi insanlara veya Hicaz'daki mahrumiyetli bölgelerdeki insanlara Peygamber Efendimiz vasıtasıyla çok edepler öğretti. Çok şeyler öğrendiler. Hayatları kökünden değişti. Yıkanmayı öğrendiler. Suyun kıt olduğu çölde, günde beş defa yıkanmayı öğrendiler. Boylu boyunca yıkanmayı öğrendiler, dişlerini fırçalamayı öğrendiler, tırnakları uzatmayıp kesmeyi öğrendiler, kılları kazımayı, vücudu koku tutacak, ter tutacak, pislik yapacak mikrop barındıracak şeylerden temizlemeyi, sünnet olmayı öğrendiler.
İslam, hayatın düşünülebilen her dalında, her kısmında, her yönünde insanlara âdab öğretti. Çok güzel şeyler öğretti.
Baba çocuğunu nasıl terbiye edecek?
Evlat ana babasına nasıl muamele edecek?
Evlenme nasıl olacak?
Kadın, kocasına karşı ne gibi vazifelere riayet edecek?nNeler yapacak?
Erkeğin, kadına ve çocuklarına karşı görevlerin neler? Onlar için neler yapacak?
Böyle sayısız her şeyin âdabı var.
Âdab ne demek?
Bir şeyin yanlışsız yapılmasını sağlayan bilgiler ve kurallar demek. Her şeyin âdabı var. İnsanının bir yere gittiği zaman, âdabtan birisi istizandır.
İstizan ne demek?
İzin istemek demek. Bir arkadaşınızın evine gidiyorsunuz, paldır küldür giremezsiniz içeriye.
Şimdi bizim mahdum telefon ediyor; "Baba toplantı halindeydik, odadaydık. Birisi paldur küldür kapıdan içeri girdi, başladı tenkitli konuşmaya." diyor. Oraya girmeye hakkı yok onun. Kapalı bir kapıdan içeriye bir kimsenin İslami yönden girmeye hakkı yok. Girende iyi Müslüman, derviş yani. Paldır küldür giremez bir toplantıya. Çünkü kapı kapalı. İçeride adam soyunuyor olur, giyiniyor olur, doktoru olmuş olur 'soyun' demiştir, muayene ediyordur vesaire. apı kapalı oldu mu giremez. Hatta kapının kapalı olması gerekmez. Perde olsa yeter. Yani açılamaması şartı yok. Açılmamasını işaret eden bir işaretin olması yeterli. İçeri giremez. O zaman kapının önüne geldiği zaman, 'içeriye girebilir miyim' diye müsaade isteyecek.
Bu müsaadenin şekli seslenmek olabilir.
Orada kimse var mı?
Selamun aleyküm.
Girebilir miyim? falan gibi, kendisinin kapının önüne geldiğini belirten bir usül ile girmek istediğini bildirecek. İçerden girme izin verilmemişse o zaman giremez. Üç defa izin istesin yani girmek istediğini belirtsin. Öhü öhü öhü, böyle olabilir veya tık tık tık. Bu da bir izin isteme şeklidir. Kapıyı vuruyor tamam. Zil. Şimdi zil var veya seslenmek. 'Süleyman ağa, Süleyman ağa, Süleyman ağa.' Cevap yok içerden “ni vaaa” demiyor.
O zaman ne yapacak?
Üç defa izin istedi, izin verilmediyse geri gidecek. İçeri kapıyı açıpta zorla girmek olmaz. Hatta değil kapıyı açmak, pencere perdesiz olsa; çünkü perdede bir varlıktı o zaman, kolay bulunan bir şey değildi kumaş, orada çok zordu. Hurma liflerinden bir şeyler örer perde yaparlardı. Evlerin kapısı buydu yani. Yoksa böyle tahtayı nerden bulacaklar. Yok ki bu malzeme yok ki yakında.
Kâbe’yi nasıl yaptılar?
Tamiri yapılacak Kâbe’nin. Seller duvarlarını çatlattı dengesini bozdu. Yıkıp yeniden yapacaklar. Nasıl yaptılar Kâbe-i Müşerrefeyi?
Kızıldeniz'de bir gemi battı. Allah, batıran Allah. Mukadderatı Allah takdir etmiyor mu?
Gemi karaya vurdu. Tabi gelen geçenler bildi. Kocama bir gemi, kenarda yatıyor. Malzemesi var bunun, kaburgaları var, güverte tahtaları var, yan tahtaları var falan. Onlardan faydalanıp yaptılar. Yok öyle git hemen burada tımber dükkanına, istediğin boydaki şeyden al, istediğin kadar. İki gündür, üç gündür işte gidip geliyoruz şu ende, şu boyda kesiyor da hemen, cart cart cart. Her şey gayet kolaylaşmış. Cihazı var, tezgahı var. Çok kolay. Yani marangozluk falan çok basit iş. Her şey kolaylaşmış. Hazır, güzel palanyalanmış- dressed, dressed tımber; düzletilmiş tahta- satıyor adam. Boyları belli. Köşe satıyor. Yani sanatçıya yapacak bir şey kalmamış ki. Çıta satıyor. Her şey var. Sonra küçük tahtaları birbirine eklemişler. Tahta her yerden kırılıyor, eklendiği yerden kırılması mümkün değil. İnce ince nasıl işlemişler hayran kalıyorum. Çok güzel. Ama o zaman öyle değildi. Evlerde, kapı yoktu, cam ve pencere hiç yoktu. Cam çok yeni bir şey. Çok yeni güzel bir usül. Camı nerden bulsunlar?
Cam yoktu. Güneş girsin diye bir aralık, açıklık vardı ama kimse girmesin diye mazgal gibi yapılıyordu küçük. Yani içeriye birisi oradan girmesin diye böyle yapıyordu. Ama kedi girebilir, başka mahlûk girebilir. Oradan hava geliyordu, ışık geliyordu. Kapılar, işte bulabilirse belki kapatacak bir şey yapıyordu belki oda yoktu. Bütün bunlara rağmen "açık bir pencereden içeriye baksa, içeriye kapıdan izinsiz girmiş gibi günah oluyor" İslam da. O kadar önemli!. Bakamaz.
Hz. Osman radıyallahu anhın halifeliği zamanında, birisi -Hz. Osman’ın yanına, Osman-ı Zûnnûreyn radıyallahu anhın- yanına geldi.
Hz. Osman şöyle yüzüne bir baktı. "Senin gözünde zina izlerdi görüyorum ey filanca." dedi. Adamcağız çarpıldı, sarsıldı, utandı, utandı, kızardı, bozardı. Senin gözlerinde zina izi görüyorum dedi.
Şaşırdı dedi ki:
"Peygamberlik kesilmedi mi ya emir’el mü’minin?"
Peygamber Efendimiz böyle söylese, o zaman şaşmayacak. Çünkü Allah’ın Resûlü diyecek. Ama Hz. Osman söyleyince işin mahiyetini anlayamadı.
"Peygamberlik kesilmedi mi ya emir’el mü’minin?" dedi.
Halbuki Allah, Peygamberlerine bildirdiği gibi evliyâsına da bildiriyor. Peygamberlerine verdiği olağanüstü imkanlara "mucize" deniliyor. Evliyâullaha verdiği ikramlara "keramet" deniyor.
Hz. Osman’ınki ne?
Keramet. Gözünden, gözü ile bir günah işlediğini anladı "gözünde zina izleri görüyorum" dedi Hz. Osman. Meğer yolda gelirken, açık bir kapıdan veyahut bir evin açık yerinden -perdesi rüzgardan kalktı esti de uçtu mu nasıl olduysa- içerideki kadını görmüş. Belki yıkanan kadını görmüş, öyle gelmiş. İçeriye bakmış. Yani zina izleri görüyorum gözünde diyor. O kadar önemli! Bakmamak önemli. İçeriye bakmayacak. Tabi o bakmayacak. Ev halkı da içerisi görünmesin diye şimdi tedbirler alınıyor. Perdeler; keten perdeler, jaluzi perdeler vesaire filan. Bir şeyler, çareler, içeri görünmemesi, girilmemesi sağlanıyor. Kapılar kapalı. Açmak istese açamaz, ancak zile çalıyor. Tamam şimdi biraz daha emniyet sağlanmış. Yine de kapıyı çalmak şeydir, istizandır.
İsitizan ne demek?
İzin istemek demek. İzin istiyor yani.
Kapıyı çaldı mı ne demek?
"Ben geldim seninle görüşmek içeri girmek istiyorum, müsaade eder misin?" demek.
Üç defa yapacak bu işi. Peki bu üç tanenin aralığı ne olacak?
Yani üç tane yapar da, tamam. Ama dırt, bir dırt iki, dırt üç. Hadi eyvallah ben gidiyorum. Böyle mi?
Hayır. İçeridekinin namaza durduğunu düşünecek. Namazı bitirmesine kadar vakit geçecek ki, namazda ise, namazı bitirsin, selam versin, gelsin. Belki namazdadır diye o kadar bekleyecek. Üçüncüde olmazsa geri dönecek.
Kapıya gittiği zaman kapıya dik durulmayacak. Kapı açıldığı zaman içerisi görülecek gibi durulmayacak. Ya yana dönecek, ya arkasını dönecek. Adam veya kadın... Kadın kapıyı açacak "kim o" deyince, "bacım Ahmet bey evde mi?" diyecek.
Bakmıyor, kadının yüzünü görmüyor. Kadın açık mı, kapalı mı bilmiyor. "Evde buyrun." veya işte "çarşıya gitti, beş dakika sonra gelir." veya "akşama gelecek." falan. Yani yüzü doğrudan doğruya içeriyi görmeyecek. Bu da âdabtan. Kapıyı vurmanın usulünden, erkanından, âdabından biri de bu!
Neden?
Çünkü kadının yüzünü görmemesi lazım. Belki de kadın ev kıyafetiyledir. Belki tam örtünememiştir, ihtiyatsız bir şekildedir diye.
Mesela kocası geldi sanır. Kadının birisi bana anlatıyor. Tam kocasının gelmesi saatinde konuşmuşlar. İşte şu sırada geliyordur, merdivenlerden inmiştir, kapının önüne gelmiştir. Kapıyı çalıyor. Dırt zil çalıyor. Eline tası almış, hanım beye şaka yapacak. Kapıyı açar açmaz "al şu tası" diyecek. O böyle sarsılacak. "Yoğurt al gel."diyecek, şaka yapacak yani. Hanım beyini karşılarken bunları tasarlıyor, bu niyetle eline yoğurt tasını almış, "dışardan bir kilo yoğurt getir, kızartma var." falan diyecek. Kapıyı o serbestlikle, rahatlıkla açmış. Bir de bakmış yabancı. İyi ki yapmamış o şeyi. Yani "al şu tası" falan deseydi çok garip olacaktı. Karşısındaki kimse yabancı birisi. Yani olabilir.
Onun için doğrudan doğruya kapıya dönüp durmak uygun olmuyor.
Âdab. Âdab ne demek?
Bir işin hatasız, yanlışsız yapılmasını düzenleyen kurallara âdab denir.
Her şeyin adabı var. Yemek yemenin âdabı, selam vermenin âdabı, abdest almanın âdabı, namaz kılmanın âdabı, talebeliğin âdabı, düğünün âdabı, kazancın -kesbü ticaretin- âdabı...
إِذَا اسْتَحَلَّتْ هٰذِهِ الْأُمَّةُ الْخَمْرَ بِالنَّبِيذِ، وَالرِّبَا بِالْبَيْعِ، وَالسُّحْتَ بِالْهَدِيَّةِ، وَاتَّجَرُوا بِالزَّكَاةِ؛ فَعِنْدَ ذٰلِكَ هَلَاكُهُمْ، لِيَزْدَادُوا إِثْمًا. الدَّيْلَمِيُّ عَنْ حُذَيْفَةَ.
İze’s-tehallet hâzihi’l-ümmetü’l-hamra bi’n-nebîzi ve’r-ribâ bi’l-bey’ı’ ve’s-suhte bi’l-hediyyeti ve’t-tecerû bi’z-zekâti fe-‘ınde zâlike helekühüm li-yezdâdû ismen.
Deylemî rivayet etmiş.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem buyurmuş ki;
İze’s-tehallet hâzihi’l-ümmetü’l-hamra. "Bu ümmet eğer bozulur da, içkiyi, şarabı helal görmeye başlarsa."
Ne diye?
Bi’n-nebîzi. "Bu üzüm suyudur ne olacak." falan gibi bir sözle. "Bu nebîze -şıraya- benziyor. Şırayla ne farkı var?" der gibi, bir mantıkla şarabı içmeyi helal görürse;
Ve’r-ribâ bi’l-bey’ı. "Ve faiz ide helal görürse."
Ne diye?
"Canım faiz de işte bir çeşit alışveriş. Adam dükkana mal alıyor, kâr koyuyor, satıyor. Bu da para koyuyor. Parayı biraz kârlı alıyor.Ne farkı var? Bu da alışveriş gibi sayılır." diye faizi de helal sayarsa.
Halbuki Kur’an’ı Kerîm de Allah buyuruyor ki;
Ve-ehallaallâhu'l bey’a ve harrame'r-ribâ. [Bakara Suresi 275. Ayet]
Allah, faizi haram kılmıştır, alışverişi helal kılmıştır. İkisini öyle benzetmeye kalkmayın demek yani. "Bu haramdır bu helaldir. Var mı bir diyeceğin. Ben böyle emrediyorum." demek yani.
Kur’an-ı Kerîm'de böyle geçiyor.
Zâlike bi-ennehum kâlû inneme-lbey’u mislu-rribâ. (Bakara Suresi 275. Ayet) Faizi alanlar Peygamber Efendimiz'in zamanında demişler ki;
"Alışveriş de faiz gibidir. Niye alışveriş helalde, faiz haram." gibi ukalalık yapmaya kalkmışlar.
Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş ki;
Ve ehallaallâhu'l bey’a ve harrame'r-ribâ. (Bakara Suresi 275. Ayet)
"Alış verişi helal kıldı, faizi haram kıldı."
Var mı diyeceğin?
Alışveriş yap o zaman.
Şimdi burada da;
Ve’r-ribâ bi’l-bey’ı. Yani alışveriş yapmak yerine, faizi 'o da alışveriş gibidir' diye helal görürlerse; iki.
Ve’s-suhte bi’l-hediyyeti. "Rüşveti de hediye sayarsa." Haramı da, rüşveti de "ne olacak bu hediye işte. Arkadaş bana hediye getirdi." derse.
İyi ama senin kaşının gözünün güzelliğine mi hediye getirdi. İşini yaptırtmak için yaptı. Sen ötekileri kapıda bekletirken, bu hediye getirenin işini yapıveriyorsun. Ayrıcalık yapıyorsun. Bal gibi rüşvet.
Ha işte böyle rüşveti de hediye sayarsa, faizi de alışveriş gibi sayarsa, içkiyi de ne olacak bu da üzümden yapılma üzümden sıkılma şarap, ne farkı var gibi bir şeyle bu ümmet bu haramları, helal görmeye başlarsa...
Faiz haram, şarap haram, rüşvet haram. Bir takım mantıklarla helal görmeye kalkarsa;
Ve’t-tecerû bi’z-zekâti. "Ve zekâtın ticaretini yaparlarsa." Yani falancanın zekâtını alalım, filancanın zekâtını alalım, şöyle istifade edelim bilmem ne falan diye, zekât ticareti yaparsa.
Fe-‘ınde zâlike helekühüm. "İşte bu ümmetin helâkı o zaman olacak."
Neden?
Hem haramları yapıyorlar, hem de helal görerek yapıyorlar. Haramın, haram olduğunu bilerek yapmak günah. Ama helal saymak daha büyük, daha berbat bir şey.
"Ne olacak, ne varmış yani?" diyor. Ha! o daha berbat. Berbatın berbatı...
Peygamber Efendimiz veyahut Hz. Ali Efendimiz'den rivayet edilmiş:
Cehennem fenadır. Çok fena! Tabi cehennem ateşi. Ama cehennemde ebedi kalmak ondan da fena! Çünkü ebedi kalacak. Çünkü bir zaman gelse, insan çıkacak diye ümit etse; yirmi sene hapis, yirmi beş sene hapis yine bir şey. Ama cehennemden hiç çıkmayacak. Bu deha fena!.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi sevdiği dine mensup Müslümanlar eylemiş elhamdûlillah. Sevdiği peygambere de ümmet eylemiş elhamdûlillah. Allah’a hamd ü senâlar olsun. Bu inanç üzere yaşıyoruz. Cenâb-ı Hak bizi de sevdiği veli kullarından eylesin. Sevgili mübarek kullarından eylesin. Sevdiği işleri yapmak nasip eylesin. Helal temiz kazanmak nasip etsin. Hayır hasenât yapmayı nasip etsin. Ömrümüzü rızasına uygun, güzel geçirmeyi nasıp etsin. Huzuruna sevdiği kul olarak varmayı nasip eylesin. Ahitette, Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ ve Habîbihi’l-müctebâ ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.