Bismillâhirrahmânirrahîm.
El-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi ihsânin ecma’îne’t-tayyibîne’t-tâhirîn.
Emmâ ba’d.
Fe-kâle resûlullahi sallallahu aleyhi ve sellem.
مِنْ أَفْضَلِ الشَّفَاعَةِ أَنْ تَشْفَعَ بَيْنَ الاِثْنَيْنِ فِي النِّكَاحِ
Min efdali’ş-şefaâti en teşfea beyne’l-isneyni fi’n-nikâhi.
Ebû Duhum radıyallahu anh’den, İbn Mâce rivayet etmiş ki;
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyuruyor:
Min efdali’ş-şefâati. “Şefaatin en faziletsidir, en faziletlilerinden birisi de budur...”
Şefaat ne demek? Birisine aracı olmak, vasıta olmak, hatırını ortaya koyup, “Bunun işini görüver, buna şu işi yapıver.” diye, birisinin nâmına birisine rica edivermek. Şefaat bu…
Peygamber Efendimiz’in şefaati ne demek?
“—Yâ Rabbi, ne olur şu benim ümmetimi affet!” demesidir.
“Şefaatin en faziletlilerindendir, en teşfea beyne’l-isneyni. İki kişinin arasında şefaat etmen, şefaatçi olman, fî’n-nikâh evlenme konusunda...”
Yâni gidiyorsun, diyorsun ki kızın babasına:
“—Bu oğlanı ben tanırım, babasını da tanırım; iyi insandır. Ver kızını buna... Ben rica ediyorum.”
Çünkü evlilik, İslâm’da ibadettir. Evlinin, mânevî makamı yüksektir, bekârlık tehlikelidir.
Sahabe-i kiram; Allah’ın huzuruna, bekâr gitmeye, utandıklarını söylemişlerdir. Vefatı anında bile;
“—Hemen beni nikâhlayın!” demişler.
“—E öleceksin biraz sonra...” denilince;
“—Olsun, ben Rabbimin huzuruna bekâr gitmekten utanıyorum.” demişlerdir.
Nikâh, önemli bir husustur. Müslümanların, nikâha dikkat etmesi lâzım, önem vermesi lâzım ve acele etmesi lâzım! Çoluk çocuğunu, çabuk evlendirmekte acele etmesi lâzım! Eğer çocuklar, anne babası bu hususta acele etmediğinden bir cahillik, bir çapkınlık yaparsa, vebal babanındır, annenindir. Çocuğun da vebali vardır ama annenin de, babanın da sorumluluğu, vebali vardır. Çünkü, nikâh işine yardım etmemiş, acele etmemiştir.
Evlenen insan için de, nikâh kendisinin dininin yarısını kurtarmasıdır, dininin bütün olmasına sebep olan iştir. Ayrıca tanıdığı ve çevre, eş, dost sayısını ikiye katlamaktır; çünkü hanımının tarafı da, artık kendisinin yakını olmuş oluyor. O bakımdan maddî faydası vardır, mânevî faydası vardır.
Fakat nikâhtan murâd, en önemlisi evlat sahibi olmaktır, hayırlı evlat yetiştirmektir. Bir insan için hayırlı evlat yetiştirmekten daha önemli bir maddî ve mânevî servet, sermaye tasavvur edilemez. Çünkü evladı hayırlıysa annesine, babasına hem hâl-i hayatında faydalı olur, hem de öldükten sonra faydası olur. Öldükten sonra da affedilmesine sebep olur, kabrine nur yağmasına sebep olur, azaptan kurtulmasına sebep olur.
Onun için, dünya ve ahiret sermayesi olan evlâtların; iyi yetiştirilmesine son derece dikkat etmek gerekir, çok dikkatetmek gerekir, fevkalâde gayretli olmak icâb eder. Bu bakımdan, müslümanların bu işe çok dikkat etmesi lâzım! Ayrıca müslümanların kendi evlatlarını iyi müslüman yetiştirdikleri gibi, çok çocuk sahibi, evlat sahibi olmak sûretiyle de müslümanların sayısını arttırmaya gayret etmesi lâzım! Müslümanların hem mevcûdu mümkün olduğu kadar iyi yetiştirmesi lâzım, hem de sayı yönünden artırmak için, Allah rızası için gayret göstermesi gerekiyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem, diğer hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
İnne’l-mer’ete’l-müslimete. “Müslüman hatun, izâ hamelet hamile kaldığı zaman... Evlendiler, hanım hamile kaldığı zaman, inne lehâ ecru’s-sâimi’l-kâimi’l-muhrimi’l-mücâhidi fî sebîli’llâh, hamile kaldığı zamandan, sevabı yazılmaya başlanıyor.” Ne sevabı yazılıyor: Ecru’s-sâim “Oruç tutan, el-kâim gece namaz kılan, gündüz sâim, gece kâim demek bu Allahu âlem. Gündüzleri hep oruç tutan, geceleri kalkıp hep sabaha kadar namaz kılan, el muhrim hac için ihrama girmiş, el-mücâhid fî sebîli’llâh. Allah yolunda cihad eden insan gibi sevap var.”
Şu hale bak! Allah yolunda cihad eden insan gibi sevap var. Hacca gidip, orada ihrama girmiş, hac vazifesini yapmakta olan insan gibi sevap var. Bütün gündüzleri oruç tutan insan gibi sevap var. Bütün geceleri kalkıp, sabahlara kadar teheccüd kılan insan gibi sevap var. Hamile kaldığı zaman bu sevaplar çalışmaya başlar. Hattâ vadaat. “Doğum oluncaya kadar, kurtuluncaya kadar devam eder.”
Kurtuldu mu diyorlar yâ… Hamile kadın için soruyor arkadaşları:
“—Ayşe Hanım kurtuldu mu?” diyorlar.
Yâni kolay değil, o çocuğun büyümesi ve doğumu. Doğuncaya kadar.
Ve inne lehâ fî evveli rad’atin türdiahû. “Çocuğu ilk emzirmede, memeyi çocuğun ağzına koyup da ilk emzirmede bu kadına, ecru hayati nesemetin bir hayat kurtarma sevabı vardır. Daha ilk emzirmede, bir hayat kurtarma sevabı verilir.” Bunu hanımlara söylemek lâzım ki, ne kadar sevaba nail olduklarını anlasınlar.
Madem iş böyle nikâhtan, evlilikten açıldı, bu sayfadan hanımlarla ilgili bir hadîs daha seçelim, vaaz konu birliği içinde tamam olsun.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz buyuruyor ki:
Min saadeti’l-mer’i’l-müslimi fîd-dünyâ. “Dünyada müslümanın, müslüman kişinin saadetinin alâmeti, mutluluğunun alâmeti, ama bu mutluluğun ne olduğunu biraz sonra açıklayacağım, mutluluğunun alâmeti nedir, mutluluğu şudur yâni, mutluluğundan bir parça da şudur:
El-câru’s-sâlih. Salîh bir komşusu olması. Salîh, dindar, âbid, müttakî, güvenilir, salîh bir komşusu olması, bir.
Ve’l-menzili’l-vâsi’. Geniş bir evi olması. Daracık değil, sıkıntılı değil, rahat, geniş bir evi olması, iki.
Ve’l-merkebü’l-henî’. İyi bir bineğinin olması. Böyle huysuz değil, güzel, iyi bir tatlı, hoş bir bineğinin olması.”
Ben başka bir hadis-i şerîften buraya bir eklemeyi daha yapmak istiyorum:
Ve’l-mer’etü’s-sâlihatü. “Bir de zevcesinin sâliha olması. Yâni eşinin hayırlı, müslüman, mütedeyyin bir insan olması.”
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize; saadetin her türlüsünü hem dünyada, hem ahirette ihsân eylesin.Yuvalarımızı saadethâne, devlethâne, ni’methâne eylesin. Evlatlarımıza da hayırlı yuvalar ihsân eylesin. Cümlemize hayırlı gelinler, hayırlı güveyler, hayırlı torunlar ihsân eylesin...
Evlatlarımızın salih kimseler olarak yetiştirilmesini, onları salih kimseler olarak yetiştirmemizi nasib etsin...
Hayatımızda mürüvvetlerini görmemizi, nasib etsin... Öldükdükten sonra da onların dualarını, kabirlerimize gönderdikleri hatimleri, Yasinleri, Tebârekeleri, zikirleri, tesbihleri, duaları, onları bol bol kazanmayı nasib eylesin...
Kabirde ruhumuzu şâd edecek evlatlar, torunlar ihsân eylesin... Tâ kıyamet kopuncaya kadar bizim neslimizden hep mü’min, müslim, Allah’ın sevgili kulları gelsin... Fasık, fâcir, kâfir, zâlim gelmesin...
Allah bizi gafletten uyandırsın... Vazifeleri güzel yapmayı nasib etsin... Her yönden mutluluğa erdirsin...
Meni’ştâka ile’l-cenneti, sâbeka ile’l-hayrât; ve men eşfaka mine’n-nâri, lehâ ani’ş-şehevât; ve men terakkabe’l-mevte, sabera ani’l-lezzât; ve men zehede fi’d-dünyâ, hânet aleyhi’l-musîbât.
İbn-i Asâkir ve Temmâm ve İbnü’n-Neccâr Hazret-i Ali Efendimiz radıyallahu anh’dan rivâyet eylemişler.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem:
Men iştâka ile’l-cenneh, sâbeka ile’l-hayrât. “Kim cenneti hakikaten istiyorsa, cennete aşkı, şevki, arzusu kuvvetliyse, müştak olmuşsa cennete, o zaman hayrât ü hasenâtı yapmaya koşturur, koşar, yarış yapar. Çünkü cenneti istiyor, cenneti kazanmak için gayretlenir, gayretli olur.
Ve men eşfaka minen-nâr. Cehennemden de korkan insan, çekinen insan, cehennemi duyunca kendisinde şafak atan insan lehâ ani’ş-şehevât şehevât-ı nefsâniyesinden uzaklaşır. Öyle nefsinin şehvetlerine hiç dönüp de bakacağı gelmez çünkü cehennemden korkuyor. Cehennemden korkan öyle şehvetlere, mehvetlere heves duyamaz.
Ve men terakkabe’l-mevt. Kim ölümü görürse...” Bakıyor ki herkesin başına, bu ölüm denilen olay geliyor, sâbera ani’l-lezzât o zaman sabreder, lezzetli şeylere, keyifli şeylere kaymaz, o ölüm gelecek diye, hayatının her saniyesinin kıymetini bilir, değerlendirmeye çalışır, boşa harcamaz.
Ve men zehede fî’d-dünyâ. “Dünyanın değersizliğini anlayan, dünyaya kıymet vermeyen kimse de, hânet aleyhi’l-musîbât. üzerine gelen musibetleri de pek mühimsemez.” Olur böyle şeyler, dünyada. Ne olacak, alt tarafı dünya değil mi... Dünyanın ne kıymeti var ki içindeki böyle bir olayın üzerinde durmaya deysin, mühim değil der, sabreder, aklı fikri ahiret olduğu için, onu kazanmak için çalışır.
Diğer hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi vessellem buyuruyor ki:
Men etâa’llâhe fekad zekera’llâh, ve in kallet salâtühû ve sıyâmuhû, ve tilâvetühü’l-kur’ân ve men asallahe fe lem yezkürhu ve in kesret salâtühû ve sıyâmuhû ve tilâvetehü’l-kur’ân.
Taberânî, ibn-i Asâkir, Vâkıt’tan; diğer kaynaklar, Ali ibn-i ebî İmrân’dan ve başka kaynaklar da başka şahıslardan nakletmişler, bu hadis-i şerîfi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem buyuruyor ki:
Men etâa’llâhe fekad zekera’llâh. “Kim Allah’a itaat ediyorsa, emirlerini tutuyorsa, bu Allah’ı zikredenler zümresinden sayılır.” Çünkü itaat ediyor. Bu haram, bunu yapmayım, Allah bunu emretmiş, bunu yapayım. Aklında hep Allah var, Allah’ı zikredenler zümresinden sayılır, Allah’ı zikretmiş olur.
Ve in kallet salâtühû, ve sıyâmuhû, ve tilâvetühü’l-kur’ân. “Nafile namazları, oruçları, Kur’an okuması az olsa bile.” Çünkü hep itaat ediyor, hiç isyan etmiyor. Namazı fazla kılamıyorsa bile, farzlardan ayrı sevaplı namazları. Ramazan’ın dışındaki oruçları, çok tutamıyorsa bile. Kur’an-ı Kerim’i çok okuyamıyorsa bile, o Allah’a itaat eden kişi Allah’ı zikredenler zümresinden sayılır ve zikrullahın sevabını alır.
Aksine, buna karşılık:
Ve men asa’llâhe felem yezkûrhu. “Kim Allah’a isyan ediyorsa, günahları işliyorsa, haramları yiyorsa, emirleri tutmuyorsa, yasaklara dalıyorsa... Bu da Allah’ı zikretmeyen kimselerden sayılır, o zümreye katılır.
Ve in kesüret salâtühû, ve sıyâmuhû, ve tilâvetehû li’l-kur’ân. Namazı, nafile namazları, nafile orucu, Kur’an okuması, çok olsa bile.”
Biliyorsunuz, zikrullah çok kıymetli, çok sevap, çok şerefli, çok önemli, mükâfâtı çok büyük. Zikrullahın en bilinen şekli, eline tesbih alıp da Allah demek, Lâ ilâhe illa’llâh demek. Ama sadece bundan ibaret değil zikrullah… Allah derse sevap, Lâ ilâhe illa’llâh derse sevap, tesbih çekerse sevap ama Kur’an okumak da zikrullahtır.Kur’an okursan, o da zikirdir.
Namaz kılarsan, namaz da içinde kaç çeşit zikir olan bir zikirdir. Sübhâneke zikirdir, El-hamdü li’llâh zikirdir. Sübhâne rabbiye’l-azîm, Sübhâne rabbiye’l-azîm zikirdir. Sübhâne rabbiye’l-a’lâ zikirdir. İçinde okunan Kur’an-ı Kerim zikirdir. Yâni zikirler dolusu zikirdir namaz... Namaz kıldı mı bir insan, çok zikrediyor demektir.
Ama bütün bunların hepsinden esas maksat, yâni zikrullah, kelime olarak Allah’ı hatırında tutmak, Allah’ı unutmamak demek… Eğer Allah’a itaat ediyorsa, tamam unutmuyor, zikrullahı yapıyor sayılır. Ama Allah’a âsî ise, namaz da kılıyor, oruç da tutuyor, Kur’an da okuyor olsa, Allah hatırında değil ki bu günahları işliyor. Hatırında olsa yapar mı? Allah gönlüne girmemiş, hatırına girmemiş. Onun için, Allah’ı zikreden kullardan sayılmaz diyor.
Bunu bize öğreten bir hadîs-i şerîf bu… Yâni zikrullahın sadece tesbihle olmadığını, ana temelin, esasın Allah’a itaat olduğunu gösteriyor.
O halde dervişler de, ben dervişim diyen insanlar da esas itibariyle, ahlâk yapısı itibariyle ne olacak? Allah’a itaatli olacak. Allah’a itaat etmiyor ise, yâni günahları işliyorsa, âsiyse o zaman ne olmuş oluyor? Esas itibariyle zikri de yapmamış sayılıyor. Bu çok önemli...
Bilmem, vurgulayabildim mi işin önemini?
Derviş olan Allah’a itaat edecek. Ele geleni yerse, dile geleni derse, olmaz. Huylarını, ahlâkını düzeltmezse, olmaz. İbadetleri yapmayınca, olmaz.
Üçüncü hadis-i şerif:
Men et’ame ehâhu mine’l-hubzi hattâ yüşbiahû, ve sakâhu mine’l-mâi hattâ yerviyehû, ba’adehu’llâhu mine’n-nâri seb’a hanâdika, küllü handakin mesîretü seb’imieti âm.)
Sadaka rasûlü’llâh, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-Âs radıyallahu anh’dan, Taberânî ve Hâkim ve Harâitî zikretmişler, nakletmişler ki:
“—Bir kimse müslüman kardeşine ekmek yedirirse, ekmek ikram eder, doyuncaya kadar ekmek yedirirse ve sudan da kanıncaya kadar su ikram edip içirirse, Allah-u Teâlâ Hazretleri onu cehennemden yedi hendek uzaklaştırır, her bir hendek yedi yüz yıllık mesafedir.”
Başka bir hadîs-i şerîf daha var. Aynı şekilde:
Men et’ame mü’minen hattâ yeşbiahû min sağabin) “Kim bir mü’mine yemek ve ziyafet verir, doyuncaya kadar yedirirse, açlığını giderirse, Allah-u Teâlâ Hazretleri onu cennetin kapılarından, öyle bir kapıdan cennete sokar ki, ancak onun gibi yapanların, yâni açları doyuranların girdiği kapıdan...”
Taberânî’nin Muaz radıyallahu anh’dan rivayeti.
Biliyorsunuz Peygamber Efendimiz’in zamanında ve diyarında, yaşadığı yerde ve zamanda şartlar, bizim şu andaki zamanımızda bildiğimiz şartlardan çok farklıydı. Su bulmak meseleydi. Giderlerdi, Yahudilerin kuyularından parayla, kovayla su alırlardı. Her kova için para verirlerdi. Hazret-i Osman’ın satın aldığı kuyu Yahudilerindi, biliyorsunuz. Su bir sorun idi.
Yemek yoktu. Yemek bir sorun idi. Aylarca sadece orada yetişen hurmadan alırlar, sudan içerlerdi, öyle geçinirlerdi. Eti, çok bulamazlardı. Eğer devesi olan filan olursa süt sağarlardı, süt içerlerdi.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem evine geldiği zaman, “Yiyecek bir şey var mı hatunlar?” diye sorduğu zaman “Yok yâ Rasûlallah.” derlerse, “Ben de zaten oruca azmetmiştim, niyetlenmiştim, niyetlenivereyim, oruç tutayım bari bugün.” derdi. Aylarca bacasından yemek pişirmek için, ateş yakılmadığından duman tütmezdi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem’in.
Sahabe-i kiram açlıktan karnına sıcak, yassı taş koyar, bağlardı. Şöyle bastırsın da karnının açlıktan sancısı, zil çalması dursun diye. Bir keresinde Peygamber Efendimiz’e birisi:
“—Yâ Rasûlallah çok açım.” dedi, karnını gösterdi, taş bağlamış. Peygamber Efendimiz de karnını açtı, gösterdi; iki tane taş bağlamış. Elinde olanı yedirirdi zaten, olmadığı zaman da ne yapsın...
Şimdi tabii böyle bir zamanda, çok önemli olan husus; aç olan kimseye bir şey yedirmek. Çünkü yemeyen insan ölür. Gözleri kararır, böyle takatleri kalmazdı sahabe-i kiramın, açlıktan... Yemek yedirmek,çok önemli.
O zamanın şartları içinde, bu hadîs-i şerîfi öyle değerlendirelim.Doyuruncaya kadar ekmek veren, kanıncaya kadar su içiren bir kimseyi, Allah cehennemden yedi hendek uzaklaştırıyor, her bir hendek, yedi yüz yıllık yol. O zaman yedi kere yedi kırk dokuz... Yâni, dört bin dokuz yüz yıllık mesafe oluyor, cehennemden uzaklaşması. Öteki hadîs-i şerîfte de cennete girer diye bildiriyor.
Tabii şimdi şartları yine böyle olan ülkeler vardır: Somali, Çeçenistan, Kosova, Kuzey Irak, pek çok yerler... Duyuyoruz; hanımı öğleyin yemek yiyor, bey dışarıda yemek yemiyor. Akşam sofraya oturdukları zaman, eve gelince bey yemek yiyor, hanım yemiyor. Çünkü “Ben gündüz yedim.” diyor. Oturup da muhabbetli, hep birden yemek yiyemiyorlar, bir öğünle idare ediyorlar. Biz buralara koyunlar gönderdik vakıflarla, kurbanlar kestik, dağıttık. Çok böyle mahrumiyetli yerler var.
Afrika’da biliyorsunuz, resimlerini televizyonlarda görüyorsunuz açlıktan insanlar deri kemik kalmış, çocuklar ölme durumuna gelmiş, çocuk burada ölmek üzere bekliyor, akbaba da orada ölsün de şunu parçalayayım diye arkada bekliyor. Öyle bir resim de hatırlıyorum ben.
Öyle bir resim çekmişler. Akbaba çocuğun ölmesini bekliyor. Ölse de hemen tepelesem diye. Su yok, hayvanlar ölüyor. Ot yok, hayvanlar beslenemiyor...
Tabii buradan ne çıkar? Bir kere bizim Allah’a çok şükretmemiz gerektiği çıkar. İkincisi oralara yardımcı olmamız gerektiği çıkar.
Allah bizi doğru sözlü, doğru özlü, doğru imanlı Allah’ın sevdiği kul olmaya muvaffak eylesin.
Allah hepinizden razı olsun.
El-Fâtiha!