Elhamdülillâhi Rabbi’l âlemîn. Ve’s-selâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebi’ahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Emma bâ’d.
Fe-kâle Resulullahi sallallahu aleyhi ve sellem:
يَؤُمُّ الْقَوْمَ أَقْرَؤُهُمْ لِكِتَابِ اللهِ، فَإِنْ كَانُوا فِي الْقِرَاءَةِ سَوَاءً فَأَعْلَمُهُمْ بِالسُّنَّةِ، فَإِنْ كَانُوا فِي السُّنَّةِ سَوَاءً فَأَقْدَمُهُمْ هِجْرَةً، فَإِنْ كَانُوا فِي الْـهِجْرَةِ سَوَاءً فَأَقْدَمُهُمْ سِنًّا؛ وَلَا يُؤَمَّنَّ الرَّجُلُ فِي أَهْلِهِ، وَلَا فِي سُلْطَانِهِ، وَلَا يُقْعَدُ فِي بَيْتِهِ عَلَى تَكْرِمَتِهِ إِلَّا بِإِذْنِهِ. عب ش م حم د ت هـ ق ن عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ.
Yeümmü’l-kavme akraühüm li-kitâbillâhi fe-in kânû fi’l-kırâati sevâen fe-a’lemühüm bi’s-sünneti fe-in kânû fi’s-sünneti sevâen fe-akdemühüm hicraten fe-in kânû fi’l-hicrati sevâen fe-akdemühüm sinnen ve lâ yeümmene’r-racülü fî ehlihî ve lâ fî sultânihî ve lâ yek’udü fî beytihî alâ tekrümetihî illâ bi-iznihî.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri; Abdullah İbn Mes’ûd radıyallahu anh’dan, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Müslim, İmam Ebû Dâvud, İmam Tirmizî, İmam İbn Mâce, İmam Beyhâki, İmam Neseî, Buhârî hariç sıhahi sitte, İbn Abdü’l Berr ve diğer kaynaklardan rivayet edildiğine göre buyurmuş ki;
Yeümmü’l-kavme akraühüm li-kitâbillâhi. "Topluluğa, Allah’ın kitabını en iyi okuyan, bilen kişi imamlık eder."
Akra’ ne demek?
"Kıraati en çok olan." demek. Kur’an-ı Kerîm kıraati en çok olan, topluluğa imamlık eder.
Şöyle bir kalabalık... Çeşitli insanlar var. Bunların içinde kim imam olsun, kimi başa geçirmek lazım? Öne sürmek lazım.
Allah’ın kitabını en çok okuyan.
Bu en çok okumak da; en çok okuyup da ahkâmını da biliyor. Yani Kur’an-ı Kerîm’e en vâkıf insan manasına.
Bizim bu televizyonumuza ve radyomuza Akra ismini vermemiz de buradan geliyordu. Akra’ "Kur’an’ı en iyi okuyan." manasına geliyor. Tabi bir de Akbük’te toplantı yapmıştık, radyo şirketi kurmuştuk. Ak-Ra, Ak radyo. İkisi uygun düşmüştü onun için Akra demiştik.
Allah susturtmasın, hizmeti daim eylesin. Şerlilerin şerrinden korusun. İslam’a güzel hizmette cümlemizi geri bıraktırmasın. Nusretiyle teyit, takviye eylesin, kuvvetlendirsin, korusun, hıfz u himaye eylesin.
Fe-in kânû fi’l-kırâati sevâen. "Eğer kıraat konusunda kişiler eşit iseler." Kur’an’ı okuma konusunda, Kur’an’ı bilmek konusunda eşit iseler;
"Şu mu olacak, bu mu olacak?"
Aynı ise, denk iseler; [Bundan sonra ama.]Fe-in kânû. "Bu olmadığı taktirde bundan sonra demek." Buradaki f; fâ-i ta’kıbiyye. Yani sıralama yapıyor Peygamber Efendimiz.
Eğer "Allah’ın kitabını en çok bilen, ezberi en çok olan, en çok okuyan, ahkâmını en çok bilen hangisi" dediğimiz zaman, iki kişi denk geliyorsa karşımıza bunlardan hangisini seçeceğiz?
Fe-a’lemühüm bi’s-sünneti. "Resulullah Efendimizin sünnetini daha iyi bileni öne geçer." Ama önce Kur’an’ı en iyi bilen öne geçer.
Orada eşitlik varsa kimi tercih edeceksin?
Bu sefer eşit insanlarda, Kur’an’ı okumaları bilgileri eşit olan insanlardan, sünneti daha iyi bileni imam olur.
Fe-in kânû. [Yine f geldi. V demiyor f diyor.] Eğer bunda da eşitse; fe-in kânû fi’s-sünneti sevâen. "Sünneti bilmek de eşit ise." Fe-akdemühüm hicraten. "Medine’ye hicreti daha çabuk yapmış olan öne geçer."
Neden?
Çünkü Resûlullah Mekke’den çıkartıldı. Peygamber Efendimiz'i Medine’liler "bize gel ya Resûlullah. Biz seni koruruz. Kendimizi koruduğumuz gibi, mallarımızı, canlarımızı koruduğumuz gibi, ailelerimizi evlatlarımızı koruduğumuz gibi seni himaye ederiz. Söz veriyoruz. Gel bize." dediler.
"Peki" dedi Peygamber Efendimiz. Ashabı gönderdi, gönderdi, gidin gidin gidin. En sonlarda kendisi hicret etti.
Neden?
Geminin kaptanı, gemiyi en son bırakır. Çünkü gemiyi kim idare edecek o giderse?
O bakımdan Resûlullah çağırdığı zaman, ilk dinleyen sevabı kazanıyor. "Ben geliyorum ya Resûlullah." Kalkıp giden öncelik kazanıyor. Onun arkasından giden ikinci oluyor, onun arkasından giden üçüncü oluyor. Çünkü Resûlullah’ın yanında olacaklar ve destekleyecekler. Hicret onlar için görev. "Resulullah orada vazifeyi yapsın. Biz de burada Mekke’de oturalım."
Öyle yağma yok. Öyle şey yok.
Gücü yeten, silahını kapan, mızrağını alan, kılıcını beline bağlayan Resûlullah’ın yanına gidecek.
Fırsatını bulan gidiyordu, ötekiler de bırakmak istemiyorlardı ha! Yollarını kesiyorlardı. Gitmek isteyenleri tutuyorlardı bazılarını.
Mesela; Suheyb er- Rûmi. Gitmek istedi, sanatkâr bir insandı, eli hünerliydi, kılıç yapardı, başka işleri bilirdi becerirdi. Mekke’de köleydi ama mükatep oldu. Yani sahibiyle anlaşma yaptı. "Ben sana paramı ödeyeyim, azat olayım." dedi, azat oldu. Mesleği olduğundan, kazandı, parada kazandı, hürriyetini de elde etti. Fırsat kolluyordu, derledi toparladı işleri, Medine’ye yola çıktı. Öteki haydutlar, müşrikler de, zaten müteyakkız duruyorlardı, pür dikkat duruyorlar, sezinliyorlar, takip ediyorlar. Bunun peşine düştüler. Mekke-i Mükerreme' den çıktılar ama ötekiler de peşine düştüler, yani fark ettiler.
Resûlullah bile nasıl ters istikamete gitti. Medine bu tarafta, Yemen tarafına gitti. Sevr dağında, mağarada saklandı. Medine yoluna gitmedi. Şaşırtmaca olarak Yemen tarafına, aksi istikamete gitti. Ondan sonra oradan Medine’ye geçti. Aradılar, oraları bile aradılar.
Ben, Sevr dağına çıktım. Orada nereden buldular izleri?
Oralara kadar geldiler, bakındılar. Karış karış arıyorlar. Çok iyi iz sürerlerdi Araplar. Yere kulağını koyup kim geldi, ne kadar kişinin geldiğini tahmin ederlerdi. Yaman adamlardı. Yaman, kötü, korkunç, korkulacak adamlardı. Mağaranın ağzına kadar geldiler. Suheyb er- Rûmî’nin peşine takıldılar. Sonuç itibariyle sezinlediler, anladılar peşine gittiler. Silahlı. Suheyb er- Rûmî de baktı ki "ay takip ediliyorum." Anladı hemen bir yere siper yaptı. Seslendi arkadan gelenlere. "Niye peşime düştünüz" [Artık ne dediyse. Kusura bakmayın. Ben anlatmak için kendim de belki bazı kelimeler kullanıyorum, Arapçasını söyleyemiyorum.]
"Sen bizim aramıza köle olarak geldin, çalıştın, para kazandın. Ondan sonra şimdi de paralarını torbaya doldurdun gidiyorsun." dediler.
Çalıştı, kazandı. Çalıştı da kazandı. Bedavaya, boşuna değil ki! Emek sarf etti. Sizin paralarınızı almadı ki, emeğinin karşılığını aldı. Ama işte haydut...
"Sen bizim aramızda yaşadın, para kazandın, şimdi paraları topladın gidiyorsun."
"Sizin derdiniz para mı?"
"Tabi dediler, torbayı doldurdun gidiyorsun."
"Bakın derdiniz paraysa, ben bu paraları savurur size veririm, atarım. Ama başka bir şeyse maksadınız, bilirsiniz ki çok iyi ok atarım. Attığım ok şaşmaz. Yanımda da bir sürü ok var, bu oklar bitinceye kadar sizlerle çarpışırım. Kendim de öyle kolay teslim olmam." dedi.
"Parayı versem beni serbest bırakır mısınız?"
"Parayı ver, nereye gidersen git." dediler.
Adamların gözü dönmüş. Müşrik... Maneviyattan anlayacak tarafları yok.
Torbayı savurdu, "alın" dedi. Onlarda paranın, torbanın başına üşüştüler, bölüşecekler, onunla meşgul oldular. Suheyb er- Rûmî de yoluna devam etti.
Peygamber Efendimiz'in yanına geldiği zaman, Peygamber Efendimiz daha o olayları anlatmadan "Suheyb kazandı." dedi. Maddiyatı verdi maneviyatı kazandı. Çünkü Medine’ye geldi. Paraları sevip de "tamam gitmiyorum" deseydi, paracıklar yanında kalacaktı. Paraları vermeye razı oldu, Resûlullah’ın yanına gitti. Hicret çok önemli, çok önemli!
Onun için, fe-akdemühüm hicraten. "Daha önce hicret etmiş olan şeref kazanmış oluyor."
Peygamber Efendimiz ashabı böyle sıralandırırdı. Bedir harbine katılanları da, katılmayanlardan öne alırdı. Bedir harbine katılmış olmak çok büyük izzeti itibar, şeref, puan.
Puanın Türkçesi ne?
Derece, mertebe, rütbe.
Fe-in kânû fi’l-hicrati sevâen. "Eğer beraber hicret etmişlerse." Kur’an’ı aynı biliyorlar, Peygamber Efendimiz'in sünnetini aynı biliyorlar, aynı zamanda Medine-i Münevvereye hicret etmişler.
Bunların hangisini seçeceğiz?
Hangisi imam olacak?
Fe-akdemühüm sinnen. "Yaşça daha önce olanı." Daha yaşlı olanı.
'En yaşlısı' diye ilk başta demiyor. Önce Allah’ın kitabını bilen, sonra sünneti bilen, sonra Resûlullah’ın emrine ilk icabet eyleyip, kabul eyleyip hicreti yapan, sonra yaşça daha yaşlısı. Dört, dördüncü.
Ve lâ yeümmene’r-racülü fî ehlihî. "Adam, kaldığı evin ahalisinin önüne geçip de oraya imamlık yapmaz."
Peki kim yapacak?
Bir insan, bir eve misafir gitti mi, o evin sahibi imamlığa en layık olan odur. Ev sahibi imam olur.
Sâhibü’l-beyti evlâ bi’l-imâmen. "Evin sahibi imam olmaya en uygun olandır." O olacak. Ama "buyurun siz, vekalet veriyorum, sizin yapmanızı istiyorum" derse, müsaade ederse olur. Ama evin sahibi öncelik kazanıyor. Bilgisi cemaat kadar, misafir kadar olmasa bile, yaşı olmasa bile, sünneti o kadar bilmese bile, hicreti sonradan olsa bile, 'sakın ev sahibinin önüne geçip de imamlık yapmasın birisi' diyor. Hem de 'sakın' diyor Peygamber Efendimiz. Her şeyin nizamı var. Evde evin sahibi, evin sahibinin sözü geçiyor.
Sonra ne diyor buyurun.
Ve-lâ fî sultânihî. "Mevki, makam, saltanat, söz sahibinin önüne de geçip imamlık yapmaya kalkmasın."
O da izin verirse ancak olur. Yoksa imam o olacak. Sultan olacak. Yani iktidar söz sahibi valiyse vali, emirse emir, vesaire filan. Kendisinin bağlı olduğu makamın, başkanının önüne geçip imamlık yapmasın. Bir yerin, evin sahibi, mülkün sahibi, bir şehrin, bir beldenin hâkimi, onun başına geçip de imamlık yapmasın.
Ve-lâ yek’udü fî beytihî alâ tekrümetihî illâ bi-iznihî. "Adamın evinde, en itibarlı başköşeye oturmasın. Ancak izin verirse otursun"
Giriyor içeriye, trak baş köşeye oturuyor. Olmaz! Ev sahibinin o en itibarlı gözde yerine oturamaz. İllâ bi-iznihî. "Ancak ev sahibi izin verirse." oturabilir. "Buyur başköşeye otur, rica ederim" filan dedi, o zaman pekâlâ. Misafir ev sahibinin sözünü dinler, kuzusudur. Misafir ev sahibinin kuzusudur ama kesmek için değil.
Böyle! İmamete geçmek böyle!. Dikkat ederseniz Allah’ın kitabını en çok bilmek öncelik kazanıyor.
Bir keresinde, bir askeri topluluğu Peygamber Efendimiz bir görevle bir yere gönderecek. O şahısların hepsini bir bir çağırdı, sorguladı.
"Sen kimsin? Kur’an-ı Kerîm’den nereleri biliyorsun? Ne kadar biliyorsun?" diye yokladı. Hepsiyle şöyle bir görüşme yaptı, konuştu. Herkes dedi ki; şu kadar biliyorum, bu kadar biliyorum. Hepsiyle konuştu, sıra bir gence geldi, yiğit genç.
"Sen Kur’an-ı Kerîm’den ne kadar biliyorsun? Ne biliyorsun?" diye ona da sordu.
O da dedi ki; "Ya Resûlullah! Ben Kur’an-ı Kerîm’den şunu şunu şunu şunu ezbere biliyorum. Bir de Bakara suresini ezbere biliyorum." dedi. Bakara süresini ezbere biliyorum dedi. O delikanlı ezberlemiş, hem de başka şeyleri ezberlemiş.
Bakara suresi iki buçuk cüz. Yani elli sayfa, iki yüz seksen altı ayet. Elli sayfa ezbere biliyor. Elim lam mim ile başlıyor, Âmenerresulü de bitiyor Bakara suresi. Ama elli sayfa. Onu ezbere biliyormuş,
Efendimiz dedi ki;
"Sen Bakara suresini ezbere biliyor musun tamamını?"
"Biliyorum Ya Resûlullah!"
"İyi biliyor musun?"
"İyi biliyorum."
İzheb fe-ente emîruhüm. Hadi bakalım selametle git. "Sen bu kafilenin başkanısın."
Genç olmasına rağmen. Bakara suresini de biliyor, ötekilerden daha çok Kur’an-ı Kerîm’i biliyor diye onu öne geçirdi.
Hoşuma giden bir şey var. Mekke’ye gidiyoruz, orada bizi karşılayan Mekke’de okuyan talebe kimseler var, doktora yapıyor.
Ben de gittiğim zaman "doktora nasıl Ne âlemde? İhtisasın tamam mı? Verdin mi imtihanları? Başardın mı? Ünvanı kazandın mı? Rütbeyi aldın mı?" diye soruyorum.
"Tamam hocam. Hazırladım kitabımı. Yazdım. Profesörüm, üstadım düzeltmeleri yaptı. Her şey tamam. Kabul oldu. İmtihanlara gireceğim. Ama bir şart koşuyorlar."
"Ne şart koşuyorlar?"
"Bakara suresini ezbere bilmeyene doktora vermiyorlar."
Aferin Suud’lulara be! Aferin ya.
Kur’an-ı Kerîm. Allah semavattan ve arzdan -göklerden ve yerden- ve içindekilerden daha çok seviyor Kur’an-ı Kerîm’i. Kur’an-ı Kerîm ciddidir. Kur’an-ı Kerîm ehlinin de ciddi olması lazım. Bu işin şakası yok! Onu en iyi bilen öne geçer.
Ürdün kralı kim?
Hafız Esed kim?
Hafız değil! İsmi hafız. Mesela bazılarına hacı diyorlar ya.
Türkiye’de bazen "adın ne?" diyorsun.
"Hacı" diyor.
"Hacca gittin mi?"
"Yok. Babam doğduğum zaman bu ismi vermiş" diyor.
Hacı isminde tanıdıklarımız yok mu?
Hacca gitmemiş. Küçükten koymuşlar, bebekken.
"Bu bebeğin adını ne koydunuz?"
"Hacı" koyduk.
Daha hacca gitmedi ki. Adı, hacı.
Onun gibi. Hafız. Yoksa Kur’an hafızı filan değil.
Öteki... Beriki... Var mı bir tane hafız?
Acaba var mı bir tane bakara suresini ezbere bilen?
Yok!
İslam ümmeti perişan.
يُؤْمَرُ بِأَهْلِ النَّارِ فَيُصَفُّونَ، فَيَمُرُّ بِهِمُ الرَّجُلُ الْـمُسْلِمُ، فَيَقُولُ لَهُ الرَّجُلُ مِنْهُمْ: يَا فُلَانُ اشْفَعْ لِي، فَيَقُولُ: وَمَنْ أَنْتَ؟ فَيَقُولُ: أَمَا تَعْرِفُنِي؟ أَنَا الَّذِي اسْتَسْقَيْتَنِي مَاءً فَسَقَيْتُكَ، فَيَشْفَعُ لَهُ؛ وَيَقُولُ الرَّجُلُ مِثْلَ ذٰلِكَ، فَيَقُولُ: أَنَا الَّذِي اسْتَوْهَبْتَنِي فَوَهَبْتُكَ. ابْنُ أَبِي الدُّنْيَا فِي قَضَاءِ الْحَوَايِجِ عَنْ أَنَسٍ.
Yü’meru bi-ehli’n-nâri fe-yesuffûne fe-yemurru bi-himü’r-racülü’l-müslimü fe-yekûlü lehü’r-racülü minhüm yâ fülanü işfa’ lî fe-yekûlü ve men ente fe-yekûlü emâ ta’rifünî ene’l-lezî isteskaytenî mâen fe-sekaytüke fe-yeşfe’u lehû ve yekûlü’r-racülü misle zâlike fe-yekûlüene’l-lezî istevhebtenî ve vehebtüke.
Enes radıyallahu anh’den. İbn Ebi’d-Dünyâ, kitabının Kadâü’l-havâici bölümünde bu hadîs-i şerîfi kaydetmiş.
Allah, cehennem ehline emreder. Fe-yesuffûne. "Sıralanırlar." Cehennem ehli sıralanırlar.
Fe-yemurru bi-himü’r-racülü’l-müslimü. Bu sıranın önünden -merasim kıtasını teftiş eden, gelen itibarlı misafir gibi- müslüman adam hepsine bakarak geçer."
Hani askerler diziliyor ya. Uçakla gelen misafir devlet başkanı filan geldiği zaman, askerler dizilmiş. Hepsinin önünden yürüyor geçiyor.
"Nasılsınız." diyor.
Sağ ol!"
"Merhaba!"
"Sağ ol!"
Allahu âlem buna benzer şeyler.
Cehennem ehli dizilmiş, Müslüman adam bunların önünden bakarak geçiyor.
Fe-yekûlü lehü’r-racülü minhüm. "Bu cehennemliklerden bir adam bu geçen adama der ki;" Yâ fülan. "Aman ey falan." Ali, Ahmet... Neyse ismini söyler. Yâ fülanü işfa’ lî. "Ey filan, şefaat eyle bana."
Bu Müslümana, onlardan birisi "ben cehennem ehliyim. Bana şefaat eyle." der.
O da Fe-yekûlü ve men ente. "Yahu sen kimsin?" der. Fe-yekûlü. "O der ki;" [Hatırlatıyor müslüman zâta.]
Emâ ta’rifünî. "Yahu beni tanımadın mı?" Bilemedin mi beni? Tanımadın mı?
Ene’l-lezî isteskaytenî mâen fe-sekaytüke. "Hani sen benden bir kere su istemiştin. Ben de sana su ikram etmiştim. Hatırlamadın mı?"
Demek ki bir yerden geçerken, adamın tarlası var, kuyusu var, bu da yanından geçiyor, suyu yok. 'Şuradan su verir misin?' demiş. O da su vermiş demek ki.
"Hani ben sana su vermiştim ya."
Fe-yeşfe’u lehû. Müslüman "ona şefaat eder." Ya Rabbi! Bu bana dünyada su vermişti. Bunu affediver Ya Rabbi!
Affolur. Bir su ikramından affolunur.
Ve yekûlü’r-racülü misle zâlike. "Bir başka adam, buna benzer bir söz söyler." Fe-yekûlü. "O da ona sorar." Sen kimsin? Ben bilemedim. O da der ki; ene’l-lezî istevhebtenî ve vehebtüke. "Sen benden bir şey sana vermemi istemiştin, bağışlamamı istemiştin. Ben de sana hani bağışlamıştım ya." der. Ve o zaman şefaat eder o. Allah onun şefaatiyle onu cehennemden çıkartır.
Demek ki şefaat var. Mümine iyilik etmenin çok faydası var. Bir içim su veriyorsun, bak veriyor, kurtulmaya sebep oluyor. Bir sevindiriyorsun kurtulmaya sebep oluyor. Bir işini görüyorsun bir borç veriyorsun. Bunları kaçırmamak lazım.
Üçüncü hadîs-i şerîf;
يُبْعَثُ الْعَالِمُ وَالْعَابِدُ، فَيُقَالُ لِلْعَابِدِ: ادْخُلِ الْجَنَّةَ، وَيُقَالُ لِلْعَالَمِ: اثْبُتْ حَتَّى تَشْفَعَ لِلنَّاسِ بِمَا أَحْسَنْتَ أَدَبَهُمْ. عد هب عَنْ جَابِرٍ.
Yüb’asü’l-âlimü ve’l-âbidü fe-yükâlü li’l-âbidi üdhuli’l-cennete ve yükâlü li’l-âlimi üsbüt hattâ teşfe’a li’n-nâsi bi-mâ ahsente edebehüm.
Câbir radıyallahu anh’dan. İbn Abdülberr ve başka kaynak rivayet etmiş ki; Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte buyurmuş;
Âlim ve âbid ba’s olunurlar.
Ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. "Öldükten sonra dirilmek olacak."
Âlimle, âbid ba’s olunurlar, mezardan kalktılar geldiler. Fe-yükâlü li’l-âbidi. "Âbid’e denilir ki." Üdhuli’l-cennete. "Geç! Cennete gir!" Âbide cennete gir denilir. Demek ki Allah’ın sevdiği şekilde O’na ibadet etmiş, namazı niyazı, ibadeti zikri, Kur’an’ı, sadakası güzelmiş. 'Gir cennete' denilir.
Diyen kim?
Melekler. Allah’ın emriyle... Onlar Allah’ın emrini uyguluyorlar. 'Gir cennete' denilir.
Ee, âlim ne olacak?
Ve yükâlü li’l-âlimi üsbüt. "Alime sen burada dur denilir." Hattâ teşfe’a li’n-nâsi bi-mâ ahsente edebehüm. "Eğitimini güzel yaptığın kimselere şefaat et."
'Hadi bakalım talebelerine, şefaat et' denir âlime.
O da "Ya Rabbi! Ben bunu iyi yetiştirmiştim, şunu iyi yetiştirmiştim. Bunlar benim iyi talebelerimdi, iyi okudular, iyi öğrendiler." Âlim şefaat eder.
Âlimlerin şefaati var, şehitlerin şefaati var, Peygamberlerin şefaati var. Tabi Peygamber Efendimizin çok şefaatleri var. Muhtelif yerlerde, muhtelif şefaatleri var.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi sevdiği kul eylesin. Dinini bilen, Kur’an’ını iyi öğrenen kul eylesin.
Ömrümüzden ne kadar kaldı, dünyanın ömründen ne kadar kaldı, Allah bilir. Ama dünyanın ömrü bin yıl daha olsa bile, ben öldüm mü benim kıyametim kopmuş demektir. Benim işim bitmiş demektir.
Ölüverir, herkes ölüverir ne var. Ölüverir birden. 'Az önce konuşmuştum, hay Allah ya! Tüh ya!' dersin.
Ölüverir.
Genç de ölür mü?
Genç de ölür. Trafik kazası olur, bir şey olur, bir sebep olur, bir bahane olur; kafasına taş düşer.
Kamyon odun düşürmüş, odun yolda tak tuk tak tuk tak tuk hoplaya zıplaya düştü ya. Araba hızlı gidiyordu. Tangır tungur tangır tungur arkadan gelen otobüsün camına bir tane patlatmış, kırmış.
Kime gitmiş?
Şoförün yanından geçmiş, birinci sırayı geçmiş, ikinci sıradaki adamanın kafasına düşmüş; adama ölmüş. Otobüsün içinde.
Neden?
Onun eceli gelmiş. Şoförün eceli gelseydi, şoförün kafasına vururdu Allah. Birinci sıradakine de vurmamış, ikinci sıradaki adamın kafasına dank, gümp. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn. Hiç belli olmaz.
Ben Kalaba’da, Kapalaba [Capalaba][1] gibi yani. Allah beni hep böyle yerlerde yaşattı. Kalaba’dan Kapalaba’ya. Ne hikmetse... Latife-i rabbaniye...
İki katlı bahçeli evde oturuyorum. Oturduğum üst katın zilini tamir ediyorum. Kapı böyle, kapının yanında büyükçe bir cam var; şehre doğru bakıyor. Orada zili tamir ediyorum, bir tangırtı koptu. Teneke tangırtısı koptu. Bir gürültü uzaktan ama kuvvetli bir tıngırtı oldu. Şöyle bir başımı çevirdim. [Ulus’ta yüksek bina var, kaç katlıydı o. Ulus’ta tam sarı renkli yüksek camlı bir bina vardı. Denizcilik bankasının binası mıydı neydi o. Öyle çok katlı, bizim oradan iyice görünüyor. Sümerbank bir tarafta, o bu tarafta. Yüksek. On dört katlı mı, on sekiz katlı mı öyle bir şeydi yani.] Tam orada, tam Ulus’un merkezinde iki uçak çarpışmış. Tek kanadı kırılmış, böyle aşağı düşerken o anda gördüm. Yani tıngırtıyı duydum, başımı çevirdim, gördüm düştüğünü. O anı gördüm. Düştüğü yerden önce bir kara duman çıktı. Kapkara bir duman çıktı evvela, yanmamış ocağın dumanı gibi. Ondan sonra patlama oldu, alevler çıktı. Gima’nın yanına uçak düşmüş, kaç kişi öldü.
Bak o olayları siz belki hatırlamazsınız, hangi sene olduğunu ben bilmiyorum. O zaman tabi Sümer Bank’ın camlarına filan çıkmışlar, arka tarafa doğru, Zincirli camiine doğru bakan kısma doğru. Bizim mahalleden ihvanımızdan bir arkadaş anlatıyordu. "Ben üstüne benzin dökülmüş, Zincirli Cami'nin yanından aşağı doğru koşan insanı gördüm. Alevler içinde koştu koştu koştu koştu... Kaldırıma yıkıldı, yandı. Canlıyken ölüşünü gördüm."
Kaç kişi öldü. Bürosunda oturanlardan ölenler oldu, sokakta gezenlerden ölenler oldu. Bir anda! Uçak düştü; bürosunda, sokakta yandı öldü.
Az önce, selamün aleyküm dedik. Merhaba dedik ayrıldık.
Bitti! Öldü adam.
Orada köşede ayakkabı boyacısı biri varmış. Adam namazlı niyazlı bir kimse. Ezan okundu diye namaza gitmiş. Tam oraya düşüyor uçak ama adam kurtuldu. Çünkü camiye gitti. Zincirli Cami'sine düşseydi cemaat de yanardı. Zincirli Cami'sinin üst köşesine düştü. Aynı adanın üst köşesine düştü. Binanın üst katından birkaç katını yaralayıp aşağı düştü uçak.
Neyi anlatmak istiyorum?
Hayat ile ölüm bıçağın yüzü gibidir, sırtı gibidir. Bir varmış bir yokmuş, insanın varlığı. Şu anda vardır, biraz sonra yoktur. Otururken gider, yürürken gider, evde gider, sabaha çıkmaz, bir saniye sonra gitmez.
E ne lazım? Niye bunun üstüne duruyorsun?
Hazırlıklı olmak lazım. Ölüme hazırlıklı olmak lazım. Allah’ın huzuruna varacağını bilip abdestli olmak lazım. İyi hâl üzere olmak lazım. Günah üzere olmamak lazım. Sarhoş olmamak lazım. Cünüp olmamak lazım. Abdestsiz olmamak lazım. Haram cebinde olmaması lazım. Midesinde haram lokma olmaması lazım. Dikkat etmek lazım. Geliverir bu ölüm, birden gelir. Çok dikkat etmek lazım!
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Rızasını kazanan kullardan eylesin.
Resûlullah Efendimiz'in hadîsini şurada okutturdu. Kendisine güzel kul olmayı da kolaylaştırsın; güzel kulluk yapmayı nasip etsin. Sevdiği kul olalım. Sevdiği şekilde yaşayalım. Huzuruna sevdiği kul olarak varalım.
Dünyaya tamah etmeyin. Helalden ayrılmayın. Allah rızası yolundan, ibadetten, taatten ayrılmayın. Haramlara, günahlara sapmayın. Rabbimizin rızasını kazanmak yolunda pür dikkat, bütün dikkatinizle öyle yaşayın.
Allah yardımcı olsun.
Es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ yâ rabbî inneke ente’l-alîmü’l-hakîm. Sübhâne rabbinâ rabbi’l-ızzeti ammâ yasifûn ve selâmün ale’l-murselîn ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.
El-Fâtiha.
[1] Kalaba, Ankara’da bir semtin adı. Kapalaba Avustralya Brisbane’da bir semtin adı.