Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmid-dîn.
Emmâ ba'd:
Aziz ve sevgili ve değerli kardeşlerim;
Biliyorsunuz bizim dinimiz her bakımdan güzeldir. En güzel taraflarından birisi de; dinimizin toplum dini olmasıdır, cemaat dini olmasıdır. İnsanlar tek başına değildir, bir aradadır. Bir arada olmak İslâm'da çok teşvik edilmiştir.
Nasıl teşvik edilmiştir?
Meselâ; bir insan namazı evinde kılarsa, bir sevap alır. Cemaatle kılarsa, yirmi yedi kat sevap alır.
Sonra meselâ, günlük beş vakit namaz vardır ama, bir de haftada topluca kılınan cuma namazı vardır. Bu da İslâm'da topluluğun önemini, cemaatin değerini gösteriyor. Sonra, bayram namazları vardır. Sonra, senede bir hac ibadeti vardır ki, dünya müslümanları toplanıyor. Bunlar çok önemli işaretlerdir.
O bakımdan cemaatleşmekte, toplulukta çok sevaplar vardır, faydalar vardır, güzellikler vardır. Ayrılıkta da yalnızlıklar vardır, hüzünler vardır, azaplar vardır, üzüntüler vardır; bunlar sağlanmış oluyor.
Manevi bakımdan iki Müslüman bir araya geldi mi -ziyaret ederek veya başka bir şekilde- muhakkak Allah-u Teâlâ’nın sevgisini kazanıyorlar.
Zaten iki Müslüman birbirini Allah rızası için ziyaret ederse, "Onları benim sevmem hak olur." diyor Allah... "Ben onları muhakkak severim." demiş oluyor. Yâni, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhakkak oluyor. Bu güzel bir şey!
Ayrıca mânevi bakımdan da, iki müslüman bir araya geldi mi, mutlaka birinden ötekisini Allah faydalandırırmış. Farkına varmadan, anlamadan birbirlerinden maddî, mânevî, dünyevî, uhrevî faydalar hasıl oluyormuş. Bunlar sağlanmış oluyor.
Bizim başından beri üzerinde durduğumuz, bir özelliğimiz var: Biz eğitimi aile boyu düşünüyoruz.
Sadece beyler eğitilsin. Öyle şey olmaz! Hanımlar ne olacak? Çocuklar ne olacak? Eğitim aile boyu olmalı; beyler de eğitim görmeli, hanımlar da eğitim görmeli, çocuklar da eğitim görmeli!.. Hepsi eğitim gördükleri zaman ailede huzur ve saadet olur, uyum olur. Ama, bey İslâmî bakımdan iyi, hanım hiç o işlerle ilgili değil! O zaman huzursuzluk oluyor.
Tabii, bu çeşit ailelerde çok tatsızlıklar olur. Onun için, ailede bey de müslüman olmalıdır, hanım da müslüman olmalıdır, çocuk da müslüman olmalıdır. Aralarında çatışma ve çekişme olmamalıdır. Hepsinin eğitilmesi lâzım!..
Ben bunu çok önemli bir iş olduğunu görüyorum. Onun için, "bir cami, iyi bir cami mi değil mi" diye, ilk önce caminin hanımlar kısmı var mı diye bakıyorum. Cuma namazına gittik, hemen o nokta hatırıma geldi. Baktım, güzel; yan tarafta hanımların giriş kapısı var. Tamam! Kadınlar için yer olacak, abdest alma imkânı olacak, namaz kılma yeri olacak.
Gaziantep'te zengin birisi "Cami yaptırdım, bir görün!" dedi. Gezdim, hakikaten cami güzel. Biraz küçükçe bir Süleymâniye gibi bir şey yapmış. Son cemaat yeri var, kubbeli ön tarafı var... Geniş bir yer yapmış, para harcamış, kesme taştan yapmış, betonarme yapmış, iki minareli, güzel bir cami...
"Kadınlar kısmı neresi" diye sordum. Afalladı... Kadınlar nerde abdest alacak, nerde namaz kılacak?..
Arkada kılsın...
Öyle yağma yok! Öyle saçma şey yok! Güzel bir cami yaptıysan, kadınlar kısmı da olacak.
Ben şimdi kafamda bir cami geliştiriyorum. Param olduğu zaman onu tek başıma yapacağım, sizden yardım da almayacağım. Çocuklar kısmı da olacak, çocuk oyun odası olacak. Duvarlarını da şişmeden filân yapacağım, hoplasın, zıplasın, duvara kafasını vursun, takla atsın... Annesini de rahatsız etmesin, annesi gelsin camide namazını rahatça kılsın.
Bir camide kadınlar kısmı olmalı, çocuklar kısmı olmalı!.. Namaz kılamayan kadınların oturacağı yer olmalı. Çünkü, mazeret dolayısıyla bazı hanımlar camiye gelemezler, camiye giremezler, namaz kılamazlar. Tamam, ona da avlunun kenarında bir oda olur. Özürlü bayanlar da gelsin burada otursunlar, kapalı devre televizyondan içerisini dinlesinler.
Bunları yapacağız Allah'ın izniyle... Öyle bir değişik cami olacak ki, dillere destan olacak. Aklımda, hayalimde öyle şeyler var, hayal kuruyorum. Hayal kurmak serbest ve bedâva...
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Her müslüman, önce müslümandır. Hepimiz önce Allah'ın kuluyuz ve Allah'a kullukla vazifeliyiz.
Ben her yerde söylüyorum; biz doktor değiliz, mühendis değiliz, işçi değiliz, lokantacı değiliz, ziraatçi değiliz, memur değiliz... Biz müslümanız! Bizim kadın olsun, erkek olsun, büluğa ermiş çocuk olsun ilk vazifemiz, müslüman olup müslümanlığımızı yerine getirmek; müslümanlığı öğrenmek, iyi bir müslüman olmak. Bu bir!
İkinci vazifemiz de; başkasına İslâm'ı öğretmek. Arkadaşımıza, komşumuza, sıra arkadaşımıza...
Öyle imamlar bilirim ki, mahalledeki çocukları toplayabiliyor etrafına... İcabında onlarla top oynuyor, ama çocukların hepsi camiye geliyor. Biz kendimiz iyi insan olacağız, başkalarının da iyi müslüman olmasına çalışacağız. Hem sâlih olacağız; sâlih iyi insan demek... Hem muslih olacağız; muslih, islah edici, başkalarını salih yapıcı demek... Hepimiz böyle olmalıyız.
Benim yengem yazları köye gidiyor; iki ay, üç ay kalıyor. "Esad, senin vaazlarını teybe koyuyorum, köy kadınları iş yaparken, hem iş yapıyorlar, hem dinliyorlar." diyor. Yenge nasıl faydalı iş yapıyor, öteki kadınlara vaaz dinlettiriyor. Onlar da memnun oluyorlarmış. Zâten iş yapacak, kulağına güzel şeyler de gelince, memnun oluyor.
Demek ki hepimiz hem sâlih olacağız, hem muslih olacağız. Hem kendimiz iyi insan olacağız, hem de İslâm'ı yaymak için, başkalarını iyi insan yapmak için çalışacağız.
Peygamber Efendimiz böyle yaptı. Peygamber Efendimiz İslâm'ı Arabistan'da yaymakla yetinmedi, Bizans imparatoru Herakliyus'a mektup yazdı. Habeşistan kralını müslüman etti. Sâsânî imparatoruna elçi gönderdi. Bizim elçimizi öldürdü. Peygamber Efendimiz'in İslâm'a davet mektubunu parça parça yırttı. Efendimiz onu mucize olarak gördü, "Kardeşimizi şehit etti, mektubumu parça parça yırttı, parçaladı. Allah da onun canını alsın ve mülkünü parçalasın! Elçimi öldürdüğü gibi Allah da onu cezalandırsın; mektubumu yırttığı gibi Allah da onun mülkünü parça parça parçalansın!" dedi.
Muhterem kardeşlerim ne oldu biliyor musunuz? Kendi oğlu, o Sâsânî imparatorunu öldürdü. Allah intikamını öyle alır işte... "Azîzün züntikâm" olan Allah öyle alır. Başkası öldürse, insan bir derece normal karşılayabilir. Kendi oğlu öldürdü.
İkincisi; Efendimiz'in mektubunu parçaladığı gibi, saltanatı parçalandı. Müslümanların eline geçti.
Sonra ne oldu?
Hicrette Peygamber Efendimiz'i yakalayıp da ödül almak için arkasında koşturan Süraka isimli kişi; atını koşturdu koşturdu, atının ayakları kuma saplandı, tepetaklak yuvarlandı. Kalktı atını kumdan çıkarttı. Bir daha koşturdu, bir daha tepetaklak yuvarlandı. Anladı ki olağanüstü başka bir hâl var. Rasûlullah'tan meded istedi, yardım diledi.
"Yâ Rasûlallah, beni affet! Anladım ki sen hak peygambersin, ben seni yakalayıp da yüz deve ödül alacaktım ama, beni affet, bana eman ver." dedi.
Çünkü kuma gömüldü, Allah kahredecek yâni... Rasûlüllah Efendimiz de dedi ki:
"Tamam, sana eman verdim. Bizim burdan geçtiğimizi Kureyşlilere söyleme, sana Kisrâ’nın tacı var!" dedi.
Kisrâ kim?
Sâsânî imparatoru! "Sâsânî imparatorunun tacını başına giyeceksin, sana onu vaad ediyorum." dedi.
"Peki yâ Rasûlallah!" dedi.
Peygamber Efendimiz yoluna devam etti, o da gelenlere bildirmedi, şaşırttı, sözünde durdu.
Yıllar geçti, ömürler bitti, Peygamber Efendimiz ahirete irtihal etti. İran fetholundu, Sâsânilerin hazineleri müslümanların eline ganimet olarak geçti, taksim olundu. Hazret-i Ömer Sürâka'yı çağırdı. O da ihtiyar hâliyle geldi. İran imparatorunun tacını başına koydu, "Bu senindir!" dedi. Allah-u ekber!
Rasûlüllah’ın hak peygamber olduğuna bakın, bir olay bile yeter. Medine'ye hicret ederken, arkasından düşmanlar kovalarken; sağ gidecek mi gitmeyecek mi, orada ne olacak hali belli değilken, ne diyor: "Sus, söyleme! Sana Kisrânın tacını vaad ediyorum!" diyor. Felek dönüyor dolaşıyor, zaman geçiyor, Rasûlüllah'ın vaadi tahakkuk ediyor, Süraka'nın başına Kisrânın tacı konduruluyor.
Ağladı Sürâka. "Rasûlüllah böyle demişti." dedi. Allah-u ekber, mûcize-i nebeviyye... "Ben bu tacı müslümanlara hediye ediyorum!" dedi, gerisin geriye verdi.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Peygamber Efendimiz mektuplar gönderdi diye bunu açtık. Sahabe-i kiram böyle yaptılar. Bizim de asıl vazifemiz İslâm'a hizmet etmek. Gerisi hep hikâye, gerisi hep fasarya ve angarya. Necip Fâzıl merhumun dediği gibi "gerisi hep angarya, boş şeyler."
Onun için burada sağlam, köklü, ciddî çalışmalar yapacaksınız. Burası sizden sorulur, buranın hakimi, valisi sizsiniz. Avustralya'nın valisi... Vali filan değiliz de karınca kararınca âcizâne; öyle düşüneceğiz ki, hizmeti büyük yapalım!
Evet nâçiziz, âciziz, bîçâreyiz, fakiriz, boynu büküküz, zayıfız, çok zayıfız ama, olsun. "Sanki dünyada başka hiç müslüman kalmamış da ben kalmışım, İsveç'te İslâm'ı yaymak vazifesi benim vazifemmiş." gibi düşünecek bütün kardeşlerim... "Tek başıma bir ben kaldım; İslâm'a kimse sahip çıkmıyor, kimse ilgilenmiyor, bir ben varım, ben çalışayım!" diyecek.
Böyle olmazsa güzel çalışma olmuyor. "Nasıl olsa hizmet edecek insanlar çoktur." diye şeytan bir yerden aldatıyor insanı... "Hocalar yapsın!" diyorlar, hocaların omuzuna atıyorlar. Hocalar senden aciz, senden cahil, senden fakir, senden eksikli, kusurlu. Sen yap!..
Şimdi bütün bunların hepsinin yapılması için muhterem kardeşlerim, birilerinin fedâkârlık yapması lâzım! Bu fedâkârlığı kim yapacak?.. Bu fedâkârlığı müslüman kendisi yapacak. Çünkü fedâkârlığın, cömertliğin, Allah yolunda masrafın sevabı çok.
Nasıl çok?
Bununla âlâkalı bir kaç âyet-i kerîme okuyacağım. Tevbe Sûresinde ayet indirmiş, buyuruyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
İnne'llâhe'şterâ mine'l mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi enne lehümü’l-cenneh.
"Eğer siz canlarınızla 'can feda ederek', mallarınızla 'mal feda ederek' çalışırsanız; Allah sizin canlarınıza, mallarınıza cennet mukabilinde müşteri oldu, alacak. 'Onları verin, alın cenneti' diyerek böyle bir benzetme yapıyor.
İnne'llâhe'şterâ. "Allah müşteri oldu."
Kime?
Müslümanlara.
Nelerine?
Canlarına, mallarına.
Müşteri bir şey verir, malı öyle alır. Ne verecek?
Bi-enne lehümü'l cenneh.
"Malını, canını Allah yolunda sarf edene cennet verecek."
Cenneti kazanmanın yolu; malıyla, canıyla fedakarlık yapmaktır. Bu bir!
İkincisi;
Saf Sûresinde bir başka âyet-i kerîme var:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Yâ eyyühellezîne âmenû he'l edillüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elim.
"Ey iman edenler! Sizi cehennem azabından -feci bir azaptan- kurtaracak güzel bir ticaret öğreteyim mi?
Tü'minûne billâh. "Allah'a iman edin, mü'min olun."
Ve tücâhidûne fî-sebîlillâhi bi-emvâliküm ve enfüsiküm.
"Mal harcayıp, canınızı ortaya koyup cihat edin."
Demek ki; cehennemden kurtulmanın çaresi de, cennete girmenin çaresi de; malla, canla Allah'ın dinine hizmet etmekmiş.
Bir başka âyet-i kerîmeyi okuyacağım:
Menzellezî yukridullâhe karzen hasenen fe yudâifehû lehû ad'âfen kesîrâ
Allah-u Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:
"Nerede o Müslüman ki; Allah'a borç versin." Allah borç istiyor müslümanlardan... Borç istiyor ki, karz-ı hasen versinler de; o da karz-ı haseni kat kat arttırıp tekrar ödesin. Biliyorsunuz karz-ı hasen; borç vermek demek.
Men-zellezî yukridullâhe karzen hasenâ.
"Kim Allah'a karz-ı hasen -borç- verecek."
Fe-yüzâıfehû lehû e'zâfen kasîra.
"Allah kat kat fazlasıyla artırsın." Çok büyük karşılık, mükâfat versin.
Bu ayet-i kerimeyi duyunca Ensar'dan Ebüd-Dahdah diye bir mübarek zât; Rasûlüllah'ın yanına gelmiş:
"Yâ Rasûlallah bizden, müslümanlardan borç mu istiyor?"
"Evet, mukabilinde cenneti verecek, borç istiyor."
Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yok ama, demek istiyor ki: "Ey müslümanlar, müslüman kardeşleriniz için para pul harcayın! Bunu Allah'a borç vermiş gibi sayın" demek istiyor. Yoksa, altını gümüşü de yaratan Allah, elması, mücevheratı, zümrüdü de yaratan Allah... Onun bir şeye ihtiyacı yok, bizim ihtiyacımız var ama, böyle bir latîfe ile anlatıyor. "Sanki siz birbirinize borç veriyorsunuz ya, öyle düşünün!" demek istiyor.
"Şâhid ol yâ Rasûlallah, ben şu dörtyüz ağaçlık hurmalığımı Allah yolunda, Allah'a borç olarak veriyorum!" dedi.
"Eh mübarek olsun yâ Ebed-Dahdah!" dedi Peygamber Efendimiz.
Adam evine geldi, karısına seslendi:
"Yâ Ümme Dahdah! Artık bu bahçe bizim değil, ben bunu Allah'a verdim. Hadi eşyanı topla, çıkalım burdan." dedi.
Kadın da dedi ki:
"Alışverişin mübarek olsun ey kocacığım!" dedi.
"Niye verdin, hay Allah." filân demedi.
Bir ayet daha okuyayım:
Meselüllezîne yünfikune emvâlehüm fî sebîlillâhi kemeseli habbetin enbetet seb'a senâbile fî külli sümbületin mietü habbeh.
Allah yolunda mallarını harcayanların mükâfatı; yere bir tane ekmeye benzer. Taneden ekin bitiyor, bir sapın üzerinde yedi tane başak var, her başakta da yüz tane hububat var gibi... Bu ne demek?.. Bir tane yediyüz oldu. Allah yolunda malını sarf edenlerin mükâfatı bire; yediyüzdür.
Buğday ekenler bilirler; bir taneden kaç başak çıkar?.. Herhalde bir tane çıkar. Bir başakta kaç tane olur?.. Onbeş, yirmi... Yedi başak, her biri yüz; yediyüz... Allah yolunda sarf edilenin mükâfaatı bire; yediyüzdür.
Şimdi bunu niye okudum?
Çünkü bana bir hoca arkadaşım anlattı:
Bizim bir yerde yaptığımız konuşmalar sonucunda orada bir cami alınmasına karar verilmiş, cami alınacak. Bir bina bulundu; yirmi dönümlük geniş arazisi olan bir ev bulundu. Ev, yediyüz metrekare. Yedi tane büyük garajı var ki, her birisi bir dershane olur. Ev ne kadar büyük ki, yedi tane garaj yapmışlar. Çok mükemmel bir şey... Şimdi onu alacaklar. Onu alınca garajları okul yapacaklar, anaokulu olacak, çocuklar yetişecek, büyükler yetişecek, kadınlar yetişecek; o şehirde bir canlılık olacak. Hem de namaz kılacaklar. Geçtiğimiz Ramazanda namaz kılmışlar, çok hayır, bereket olmuş.
Bazıları sonradan mızıkçılık etmişler. Ben oradayken hepsi taahhütte bulundu, liste yaptık "şu şu kadar para verecek, şu şu kadar para verecek diye"
Cami olacak, okul olacak, ana okulu olacak, gelişme olacak diye ben sevinerek geldim Türkiye'ye... Para vermek zor geldiğinden mızıkçılık etmişler.
Adapazarı'nda bir hacı arkadaşımız var, ihvanımız. Bu hacı arkadaşımız bir toplantıda bize külliyetli bir para verdi. Ertesi gün baba dostu olan yaşlı bir kimse yolda bunu görmüş:
"Yâhu, sen amma müsrif olmuşsun!"
"E ne yaptım?" demiş.
"Duydum ki sen, dün akşam bir toplantı da şu kadar para vermişsin."
Çocuk da hacı. Demiş ki:
"Amca biliyorsun, babam senin arkadaşındı. Sen benim baba dostumsun, babam senin iyi arkadaşındı. O şimdi kara toprağın altında..." demiş.
Hayat fâni, herkes ölecek, ahiretime hazırlanıyorum demek istiyor.
Demiş ki:
"Beni ölümle korkutma, beni ölümle korkutma, ölümü anlatma!.."
"Yok... Sen bana, 'Niye o kadar hayır yaptın?' diye hayır yaptığımı tenkit ediyorsun; ben de 'Hayat fânî!..' diyorum. Sen beni tenkit ediyorsun, ben de senin fikrinin yanlışlığını söylüyorum." demiş.
"Hocam, şehrin göbeğinde çok kıymetli, bilmem kaç milyarlık arsası vardı. Belediyenin yakını, istasyonun yakını, tam çarşının, pazarın göbeği... Adam oraya bir iş hanı kurmayı düşünüyormuş. Bir iş hanları kuracak, kaç dükkânı olacak, paralar oluk gibi, Sakarya nehri gibi akacak... Güldür güldür para akacak.
Belediye hainlik etmiş, orayı bir istimlâk etmiş. Hadi bakalım belediyeyle uğraş... Ne para verecek oraya?.. Şu kadarcık bir para verecek. Gitti!
Peygamber Efendimiz diyor ki: Allah'ın melekleri vardır, dua ederler:
"Yâ Rabbi infak edenin malını artır, cimrilik edenin malını telef et!"
Sen misin cimrilik yapan, bak Allah nasıl telef etti. Şehrin merkezinde para edecek arsası, pul oldu, kıymeti kalmadı. Onun için, Allah yolunda harcamaktan kaçınmayın! Peygamber Efendimiz yemin ederek söylüyor:
"Vallahi, billâhi, tellâhi zekât vermekten, sadaka vermekten, hayır vermekten insanın malı azalmaz!" diyor Peygamber Efendimiz
Yemin ediyor. Peygamber Efendimiz'in yeminine inanmıyor musun?
Arttırır!
Allah gökten verir, gökten indirir, nasıl verirse verir...
Allah bir insana verirse, kimse engelleyemez. Allah bir insandan alırsa, kimse engelleyemez. Veren Allah, alan Allah... Allah'a iyi kul olmaya çalışmak lâzım!..
Bizim yolumuz Peygamber Efendimiz'in sünnetine uyma yoludur. Kızsalar da, tenkit etseler de, beğenmeseler de, ayırmağa çalışsalar da, Peygamber Efendimiz'in yolunda yürüyeceğiz. Kur'an-ı Kerim'in yolunda, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun yürüyeceğiz.
Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerini tutacağız. Ayetleri, hadisleri okudukça, sevaplı şeyleri öğrendikçe, yapacağız. Günahlardan kaçınmağa çok dikkat edeceğiz, takvâ ehli olacağız. Haramlara, günahlara yanaşmayacağız, bulaşmayacağız. Nefse şeytana uymayacağız.
Huylarımızı düzelteceğiz. Kötü huyları atacağız, iyi huyları alacağız. Geçimsiz, kavgacı, merhametsiz, vefasız, cimri, pinti olmak müslümana yakışmaz; bunları atacağız. Tatlı dilli, güleç yüzlü, cömert, iyiliksever, merhametli, sözünde durur, sâdık, âşık, velî mahbûb, iyi kul olacağız.
Kötü huyları atın, iyi huyları alın! Hayatınız boyunca buna çalışın! İyi huylu olmak çabuk tahakkuk ederse, kârınız çok olur. Kötü huylardan çabuk kurtulursanız iyi olur. Kötü huylardan kurtulamazsanız, kötü huylardan ceza vardır. Kötü huyundan dolayı cehenneme düşebilir insan... Günahtan da cehenneme girer insan, kötü huydan da girer. Huylarınızı düzeltin!..
O halde bizim amacımız ne oluyor?
Üç yoldan cenneti kazanmak oluyor:
1. İbadetler yaparak Allah’ın rızasını kazanarak, namazlarla, oruçlarla, zikirlerle cenneti kazanmak...
2. Günahlardan kaçınarak, günahlara yanaşmayarak, takvâ ehli olarak cenneti kazanmak...
3. Huylarımızı güzelleştirerek cenneti kazanmak...
Takviyeli üç koldan cennete ilerlemek... Allah muvaffak etsin. Sevdiği kul olmayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.