Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Allahu Teâlâ hazretleri sizi sevdikleriniz, dostlarınız, yakınlarınızla beraber iki cihan saadetine erdirsin.
Bu Cuma sohbetimde anlatmak üzere size Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in üç hadîs-i şerîfini seçtim.
Birincisi Hz. Ömer radıyallahu anh’ın oğlu olan Hz. Abdullah İbn Ömer radıyallahu anhumâ tarafından rivayet edilmiş. Şöyle buyurmuş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
لاَ يَبْلُغُ عَبْدٌ صَرِيحَ الإِيمَانِ ، حَتَّى يَدَعَ الْمِزَاحَ وَالْكَذِبَ، وَيَدَعَ الْمِرَاءَ وَإِنَ كَانَ مُحِقًّا
Lâ yebluğu abdün sarîha’l-îmâni hattâ yedea’l-mizâha ve’l-kezibe ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhikkan.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl diyoruz. Yani “Resûlullah Efendimiz ne söylemişse hak söylemiştir. Sözleri nasıl rivayet edilmişse, yakın veya tam, ağzından çıktığı şekliyle sözü haktır.” diye tasdik etmiş oluyoruz, Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet-i kerîme okuyunca sadakallâhü’l-azîm dediğimiz gibi...
Burada Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
“Bir kul -yani bizler, biz insanlar- imanın sarahatine, açıklığına, tam, pırıl pırıl, âşikâr, şeffaf, gerçek, ayan beyan bir imana ulaşamaz şunları yapmadıkça...” Hattâ yedea’l-mizâha ve’l-kezibe ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhikkan.
Üç şey sayıyor.
Birincisi ne?
Hattâ yedea’l-mizâha. “Şakayı, mizahı bırakmadıkça.”
İkincisi; ve’l-kezibe. “Yalanı bırakmadıkça.”
Mizahı ve şakayı bırakmadıkça imanın sarih, apaçık, apâşikâr derecesine ulaşamaz.
İkinci bir cümlede, fiili tekrar ederek buyuruyor; ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhikkan. Mira’ da, mümârat, mira’ münakaşa demek, karşılıklı çekişip söz söylemek, münakaşa etmek demek. Bunları bırakmadıkça bir insan imanın pırıl pırıl, apâşikâr derecesine ulaşamaz.
Birincisi mizah.
Muhterem kardeşlerim!
Mizah deyince önünüze belki aylık, haftalık mecmualar gelir, karikatürlerle, çizgilerle dolu olan mecmualar gelebilir. Belki gazetelerin köşelerinde güldürü için çizilmiş resimler, söylenmiş sözler hatırımıza gelebilir.
Evet, insanoğlunun tabiatinde var bu; gülmek de istiyor güldürmek de istiyor. Pek çok kimsenin de kendisini beğendirme metodu diyelim, yani başkaları kendisini beğeniyor sanır. Güldürmek yoluyla başkalarının gülmesinden o kendisinin beğenildiğini sanır, güldürmeye çalışır. Güldürecek işler yapmaya çalışır. Güldürecek sözler, hareketler yapmaya gayret eder. Karşıdaki de güler ama bu gülme o güldüren kimsenin derecesini yükseltmez çok kere; alçaltır, küçültür. Evet, insan güler ama, söze güler ama karşısındaki insan da neticede palyaço gibi, berideki adamı güldürecek bir şey yapmış olan basit bir insan seviyesine düşebilir.
O bakımdan insanın ana gayesi güldürmek olmamalı; karşı tarafı kah kah kah, kih kih kih güldürmek olmamalı. Yani biz hokkabaz değiliz ki... Güldürmek ana gaye olmamalı. Bir de insan güldüreceğim derken öyle sözler söylüyor ki... Fıkraları, söylenen sözleri, yapılan işleri hatırlayın... Mesela diyelim ki bir arkadaşına şaka yapacağım diyor, o arkadaşının kalbini kırıyor. Yazık, yani dargınlığına sebep oluyor. “Evet, sen mizah yaptın ama sana kırıldım.” diyor, artık bir daha konuşmayacak duruma gelebiliyor. O adamcağızı belki küçük duruma düşürüyor.
“Şaka yaptım.”
“Şaka yaptın ama böyle şaka olur mu?” diye öbür taraf üzülüyor.
Bazen bu mizah dediğimiz şeyde, içinde, yani söylenen sözün kendisinde çok büyük hatalar, çok korkunç günah olabilecek düşünceler ve fikirler olabiliyor. Mesela adam cennete girmiş de... Hâlbuki daha dur bakalım, kıyamet kopmadı, cennete gireni, girenin durumunu filan bildiğinden söylemiyor bu mizahı yapan kimse... Cennete girmiş de, orada hep böyle sofuları elinde tespihler, sakallı insanları filan görmüş, beğenmemiş de; cehenneme gitmek arzu etmiş de, bir çaresini bulmuş, dilekçe vermiş de bilmem şöyle olmuş böyle olmuş…
Böyle bir konu seçilir mi? Böyle bir konu güldürüye konu olarak alınır mı?
Yalan üzerine bir kere, bir. İkincisi, söylenen sözler cenneti küçük düşürücü, cenneti insanların gözünde “güzel değilmiş” sandırıcı, o kanaate götürücü, cehennemi hafife almayı ifade eden bir şey oluyor. Sonunda bir şey söyleyecek, herkes gülecek. Böyle konu -cennet cehennem- olur mu? Veyahut bilmem Oflu Hoca şöyle yapmış, böyle yapmış... İşte daha başka müstehcen şeyler, vesaire.
Peki, tamam bunlar gerçekten içi müstehcen olduğu için güzel değil, içindeki fikirler yanlış olduğundan güzel değil, dine imana zarar verici olduğundan güzel değil. Çünkü sözler çok önemli; insan bazen söylediği bir sözden dolayı cehennemin uçurumuna uçar gider, yuvarlanır gider. Yani yukarıdan aşağı uçar, cehennemin derinliklerine doğru düşer gider.
“Hiç şaka yok mu İslâm’da?”
Var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz gülmüş ama “Onun gülüşü tebessümdü.” diye rivayet ediliyor. Öyle kahkaha ile gülmemiş. Demek ki ölçülü.
Peygamber Efendimiz şaka yapmış. Evet ama latife yapmış. Bakın şaka ile latife arasında fark var. Efendimiz latife yapmış fakat latifelerinin bir özelliği var; doğru olarak yapmış, doğru söylemiş. Yani söylediği söz itibariyle sözün içinde yanlışlık yok. Ağzından çıkan söz doğru ama karşı tarafa latife, onun hoşuna gidecek, latif gelecek, onun hoşuna gidecek, sonunda tebessüm etmesine sebep olacak bir söz. Efendimiz bu tarzda latife yapmış. Böyle olunca tabi olabilir, arada böyle tatlı sözlerin olması lazım. Onun için büyüklerimiz demişler ki; “Latife latif gerek.” Yani yaptığı şakanın latif olması lazım, kaba saba, çirkin olmaması lazım, günah deryasına insanı düşürecek, ateşte cayır cayır yakacak cinsten olmaması lazım, karşı tarafın kalbini kırmayacak tarzda olması lazım. Yani sen bir şaka yapıyorsun ama mecliste onu küçük düşürüyorsun, onun da kalbi kırılıyor. Hâlbuki kalp kırılması doğru değil.
Demek ki şakalar ölçülü olacak, tatlı olacak. Hani pastanın üstünde küçük bir meyve koyuyorlar, bir kaymak parçası koyuyorlar; sohbetin, konuşmanın içinde öyle bir yeri olacak, tatlı olacak. Olabilir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hem sözlerinde latif sözler söylemiş hem de davranışlarında tebessümle, güzel sözler söylemiş. Ama yalan söylememiş. Kalp kırıcı tarzda, birisinin haysiyetini rencide edici tarzda olmaması lazım bu işin. Öyle yapmamış Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Esas itibariyle de ben bir noktaya dikkati çekmek istiyorum:
Bizim işimiz karşımızdaki insanları güldürmek değil. Güldürmekten ziyade düşündürmek. Düşündürmekten ziyade iyi bir işi ona anlatmak, iyi bir işe davet etmek, iyi bir işin yapılmasını, ortaya bir hayırlı işin çıkmasını sağlamak. Biz bu dünyaya boşuna gelmedik. Nefeslerimiz sayılı. Ömrümüzün kıymeti var, değeri var. Zamanımızı boşa geçiremeyiz, dolgun geçmeli. Bir cevizi kırıyoruz, bir bademi, fıstığı kırıyoruz, içi dolgun çıkarsa taptaze, dolgun, iyi ama bir de içi çürük çıkarsa “hay Allah” diyoruz, “kırdığımız boşuna gitti, içinden hiçbir şey çıkmadı veya çürük bir şey çıktı, o kadar da uğraştık, uğraşmıştık...” diyebiliyoruz. Yani hayatımızda da böyle içi boş olmamalı, yaptığımız hareketlerin muhtevası, içeriği olmalı. Bu içerik, muhteva güzel bir şey olmalı. Ömrümüz güzel şeyleri yapmakla geçmeli, başkalarının gönlünü yapmak, insanlara faydalı olmak tarzında olmalı.
Arada da, sözle de, latifeyle de insan gönül alabilir, tatlı bir şey yapabilir. Bu da bir sanat. Bu da güzel. İşin bu tarafı uygun. Öbür tarafı, yani kalp kırıcı, yalan yanlış tarafı doğru değil.
Efendimiz “Bunu bırakmadıkça insan sağlam bir imana ulaşamaz.” diyor. Demek ki gayemiz güldürmek değil. Hayatımızın ciddiyetini bileceğiz. Allah’ın bizi gördüğünü bileceğiz. Her an Allah’ın kontrolü altında olduğumuzu, Allahu Teâlâ hazretlerinin her yerde hâzır ve nâzır olduğunu, yaptığımız her işi gördüğünü, söylediğimiz her sözü duyduğunu bileceğiz. Hatta kalbimizden geçenleri bildiğini düşünerek kalbimizi de güzel duygularla dolduracağız. “Allah kalbime nazar ediyor, nazargâh-ı ilâhîdir. İçimi biliyor, içim de iyi olsun.” diyeceğiz.
Hani insan dışını niçin süslüyor?
Taranıyor, berbere gidiyor, hatta çeşitli uygulamalar yapıyor, boyalar sürüyor... İnsanoğlu giyimine kuşamına dikkat ediyor, ayakkabısını boyuyor, ellerine kına yakıyor. Mesela meşru olan bir şeyi söyleyelim; elleri kırmızı olsun diye, saçını sakalını boyayabiliyor, erkekler bile...
Bunları neden yapıyor? Dışındaki bu çalışmalar niçin?
Bakanlar, dışını gören insanlar onu beğensin diye. Netice itibariyle bunlar beğenilme duygusundan yapılıyor. Allahu Teâlâ hazretleri insanların dışına bakmaz, suretine bakmaz. Bakar, görür ama o önemli değil; önemli olan kalbi. Binâenaleyh, asıl kalbin temizliğine dikkat etmesi lazım. İnsanın kalbini süslemesi, kalbini güzel duygularla, gönlünü güzel şeylerle meşgul etmesi, gönlünde güzel şeylerin olması lazım. Bunlar önemli şeyler. Allahu Teâlâ hazretleri hepimizin içini güzel eylesin, güzel şeylerle doldurmamızı, süslememizi nasip eylesin.
İmanımızın da sapasağlam olması için zihniyetimizin aynası olarak ciddiyet olması lazım. Öyle şakayı, sululuk diyelim... Hani bir şeyin içinde su miktarı fazla olunca “sulu” diyoruz, “cıvık” diyoruz, “olmadı” diyoruz. Kıvamından aşkın bir tarzda olduğu için halkımız bu kelimeleri gayri ciddi, vakur olmayan insanlar için kullanmış. Demek ki her şeyi kıvamında tutmamız lazım, belli bir ölçüde olmamız lazım.
Bu da nereden kaynaklanıyor? Bu duygunun temeli ne?
İman.
Aksine yani dönüşümlü -birbirine iki yönlü diyelim- imanlı olan insan böyle yapar. Bir de insan böyle davrana davrana imanın pırıl pırıl, apâşikâr, sağlamlığına ulaşır, sarih imana o zaman vasıl olur.
Demek ki kendimizi tutmalıyız. Şakadan, olur olmaz şakadan bayağı kendimizi kontrol etmeliyiz, sakınmalıyız ki tefekkür hâli, sakınma hâli, kendimizi kontrol etme hâli ile böyle davrandığımız zaman demek ki imanımız pırıl pırıl olacak. Demek ki sarih bir şekilde, sarâhaten sağlam imanlı, kuvvetli bir insan olacağız. Bu bir.
İkincisi, yalanı bırakması lazım. Mizahla beraber yalan kelimesi peş peşe kullanılmış. Peygamber Efendimiz “Mizahı, şakayı ve yalanı bırakmadıkça insan hakiki imana, imanın sarâhatine ulaşmaz.” demiş oluyor.
İnsanlar söz söylerken şaka olsun diye yalan söylüyorlar. Bazen de şaka olsun diye değil, doğrudan doğruya karşısındakini aldatıp işini yürütmek için hilâf-ı hakikat, gerçek dışı sözler, işler yapıyorlar. İslâm’da bunların hepsi yasak. Mesela en günahı mahkemede yalancı şahitlik. Çünkü adaletin tecellisini saptırıyor, engelliyor, hakimi şaşırtıyor. Hakim şahitlere göre hüküm verecek. “Evet, ben böyle gördüm.” diye yalancı şahitlik yapınca haksız insan haklı çıkıyor, haklı insan hakkını alamama durumuna düşebiliyor. Böyle yalanlar toplumu mahveden, sonucu itibariyle en kötü olan yalanlar. Ticarette yalan, karşısındaki insanı aldatmak, yalan yere yemin etmek, hileli mal satmak vesaire, onu iyi göstermek, kusurunu saklamak... Bunlar da neticede bir insanın aldanmasını sağladığı için kul hakkını getiriyor, onlar da fena. Bir de iki insanın arasını bozabilir, toplumda iyi şeylerin gelişmesini engelleyebilir.
Yalancı insanla yola çıkılmaz. Söylediği söze güvenemezsiniz. Güvenirsiniz, sonunda mahçup olursunuz.
“Hay Allah, adama güvendim ama yalanmış. Bundan sonra bir daha senin dediğine inanmayacağım.”
Hani derler ya;
“Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış.”
Niçin inanmıyor?
Yalancının evi, işte, cayır cayır yanıyor. O daha önce çok yalan söyledi, halk yalanlarını denedi, gördüler ki doğru değil; bir defa inandılar, iki defa inandılar, üç defa beş defa inandılar; adam meslek edinmiş yalanı, “Bundan sonra inanmayız.” dediler. Bu sefer “Evimde yangın çıktı.” diye bangır bangır bağırınca da “Yine yalan söylüyor, bizi kandıracak.” diye inanmadılar.
Demek ki yalanın her çeşidini bırakmalıyız. Bir de şaka olsun diye yalan oluyor.
“Tamam tamam, yalan söyledim, kandırdım seni, şaka olsun diye.”
Bu da doğru değil. Şakanın yalanla yapılanı, karşısındakini yalanla kandırma şekli. Bu da doğru değil. Belki hadîs-i şerîfte böyle şakanın arkasından yalan gelmesi, böyle sözle şaka yapacağım derken yalan söylemenin de doğru olmadığını ilk başta aklımıza getiriyor. Demek ki latife yapacak, şaka bile yapacak olsak yalanla yapmamamız lazım. Sözün esas itibariyle yapısı doğru olması lazım.
Hadîs-i şerîfin öbür cümlesine geçelim:
Ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhikkan. “Haklı bile olsa münakaşayı bırakma olgunluğunu gösteremedikçe...”
Bu da şöyle:
İnsanlar arasında münakaşalar çıkıyor.
“O öyledir, bu böyledir.”
“Hayır, o öyle değildir, böyledir.”
Değdi mi değmedi mi? Uçtu mu uçmadı mı?..
Hani kayanın üzerinde uzakta bir karaltı görmüş iki köylü, birisi demiş ki;
“O dağ keçisi.” Öteki demiş;
“Keçi oraya çıkamaz, o kartal.”
İşte hayır keçiydi, kartaldı kavgaya, münakaşaya başlamışlar, işi sert götürmüşler. Sonunda o karaltı oradan uçmuş, kanatları var, ovada uçuyor. Havada uçtuğundan anlaşılıyor; birisi haklı, ötekisi haksız, keçi diyen haksız, kuş diyen haklı. Artık kavgada biraz da birbirlerini kırmışlar. Biri demiş ki;
“İşte bak uçuyor, kartal.”
“Uçsa da keçi uçmasa da keçi!” demiş ötekisi.
Bu güzel bir şey. Hâlet-i ruhiyeyi anlatıyor. Bir insan kavgada bazen inatlaşıyor, artık uçan keçi olmaz, uçtuğuna göre kartal olduğu muhakkak ama “uçsa da keçi uçmasa da keçi” durumuna gelebiliyor.
Bu doğru değil.
İnsan haksızsa bir kere;
“Peki kardeşim, sen haklısın, özür dilerim, yanlış anlamışım. Tenevvür ettim, beni aydınlattın, benim bir yanlışımı düzeltin, Allah razı olsun.” diye sevinmeli.
Çünkü hakikaten doğru sandığı bir şey aklında kalsaydı onunla yanlış birtakım işler yapabilirdi. Yanlış olduğunu arkadaşı anlattı, teşekkür borcu var. Bu böyle. Bir münakaşada kendisi haksızsa zaten kabul edecek, teşekkür edecek, özür dileyecek, “Tamam kardeşim, sen haklısın.” diyecek. Bu olgunluktur ve işin, nezaket kaidelerinin birisi de budur. İnsan hakkı kabul edecek, “tamam” diyecek, “teşekkür ederim” diyecek, “Ben yanılmışım ama ne kadar güzel, beni bilgilendirdin, sağ ol, var ol.” diyecek, tatlı bir ahbaplık, kardeşlik devam edecek.
Bazen nasıl oluyor?
Bazen siz gerçeği söylüyorsunuz, kitapta okumuşsunuz, âyet öyle, hadis öyle, o konu öyle; karşınızdakine anlatıyorsunuz. Lisân-ı münâsiple anlatıyorsunuz;
“Aziz kardeşim, bakın bu yaptığınız yanlış. Ben âyette, hadiste şöyle gördüm, şöyle yapmanız lazım. Yaptığınız yanlış.” deyince, adam kalkıyor münakaşaya… Yine de inadından vazgeçmiyor, inadında devam ediyor, inat ediyor.
Şimdi o inat ediyor, ben de haklıyım, dövecek miyim onu? Adam haksız, inat ediyor.
Sen haklı da olsan, münakaşa kalp yıkıcı, kalp kırıcı, toplumların düzenini bozucu, insanlar arasındaki muhabbeti zedeleyici noktaya gelen bir tehlikeli konuşma şekli haline dönüşebildiği için, orada sen haklı olsan bile “tamam” diyeceksin, işi uzatmayacaksın. Kavga, inatlaşma noktasına, adamı çıldırtacak veya hatasında, günahında ısrar edip de günahkâr duruma düşürmek de doğru değil. Orada “peki” diyeceksin, yumuşak bir tarzda haklı olduğunu ifade ettikten sonra terk edeceksin. Mira’, münakaşa sonunda muhabbeti bozacak dereceye gelmemeli. Karşı taraf anlarsa anlar. Siz haklısınız, kibarsınız, daha bilgilisiniz ama karşı taraf cahillik ediyor, “peki peki” diyeceksiniz, işi uzatmayacaksınız, cahile uymayacaksınız, işi kavga noktasına kadar getirmeyeceksiniz. Çünkü o nokta daha fena, haklı olduğunu ispat etmekten, haklılıkta ısrar etmekten sonunda kavga çıkması daha fena. Binâenaleyh, “Yâ Rabbi, sen bu işin aslını biliyorsun” deyip içinden “fesubhanallah” deyip tatlı bir şekilde çekilebilir.
Bunlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in üç güzel tavsiyesi. İnşaallah bundan sonraki hareketlerimizde ve konuşmalarımızda bunlara riayet edelim. Efendimiz’in bu tavsiyesini tutalım sevgili kardeşlerim. Bunları böyle yaptığınız zaman imanın pırıl pırıl, sarih, parlak, apâşikâr derecesine ulaşacağız, imanımız kuvvetlenecek. Yalanı bıraktığımız, şakayı bıraktığımız zaman, haklı da olsak münakaşayı tatsız bir noktaya getirmeden bırakabilecek bir fazilet, olgunluk gösterdiğimiz zaman.
Bunları niçin yapıyoruz?
Allah rızası için yapıyoruz. Böyle kendimizi kontrol ede ede bunun imanımıza faydası olacak. İmanımız sarih bir iman olacak.
Sarih ne demek?
Yani âşikâr, belli, pırıl pırıl, tereddütsüz, tam bir iman haline gelecek. Bu güzel huylara devam edelim. Bizim de Allahu Teâlâ hazretleri imanımızı bu derecelerde eylesin.
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum.
Enes radıyallahu anh’ten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiş:
لاَ يَبْلُغُ العَبْد حَقِيقَةَ الإِِيمَانِ حَتَّى يُحِبَّ لِلنَّاسِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Lâ yebluğu’l-abdu hakîkate’l-îmâni hattâ yuhibbe li’nnâsi mâ yuhibbu li-nefsihî
Bu da belki duyduğunuz, belki de kısa olduğu için inşallah ezberlemişsinizdir. Kardeşlerimizin çoğu dinî kitapları okuyorlar, bilgileri var, kültürleri var, derslere, vaazlara devam ediyorlar, hocaefendileri dinliyorlar, ailelerinden, babalarından, dedelerinden aldıkları derin İslâm kültürü var. Ne güzel şeyler... Bunlar bazen hiçbir okula gitmeden kendiliğinden öğrenilmiş oluyor. İnsan bilgili bir insan durumuna gelmiş oluyor; iyi bir aileden yetişince, iyi bir muhitte yetişince, iyi arkadaşları olunca, iyi bir İslâmî grubun mensubu olunca bunların çoğunu bilebiliyor. O güzel bir durum. Bilinen şeyin de tekrarı güzel, hem de bir de Arapçasıyla beraber insan hatırında tutarsa, başkasına da “Enes radıyallahu anh böyle rivayet etmiş, şöyle buyurmuş Peygamber Efendimiz.” diye söylediği zaman başkalarına da sağlam bir bilgi nakletmiş olur, oradan da sevap kazanır.
Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki;
“Kul kendisi için sevdiği hayırdan, hayır cinsinden olan bir şeylerden kendisi için temenni ettiği, sevdiği, arzu ettiği bir şeyi insanlar için de sevip, temenni edip arzu etmedikçe imanın hakikatine, gerçeğine, aslına, özüne, esasına ulaşamaz.”
Bu da güzel bir ölçü, güzel bir ahlâkî zihniyet, durum.
İnsanlar ne istiyor? Mesela önce ne isteriz?
Sıhhat isteriz.
Acılı, hastalıklı, ağrılı, amansız dertlere müptela olanlara Allah büyük sabırlar versin. Tabi zor, bazen hayatta böyle şeyler geliyor. Ama hepimiz temenni ederiz ki böyle şeyler olmasın; sağlam, sıhhatli, sağlıklı, tam olalım, huzurumuz, âfiyetimiz, sıhhatimiz tam olsun. Hemen, biraz bu dengeler bozulduğu zaman da ilaç alırız, doktora gideriz, düzeltmeye çalışırız, dua ederiz, tesbih çekeriz, gece gündüz Allah’a niyaz ederiz, “Aman yâ Rabbi!” deriz. İyi şeyler istiyoruz. Kendimiz sıhhat istiyoruz.
Başka ne isteriz?
Kimseye muhtaç olmadan huzur içinde yaşamak için bir helalinden gelir isteriz. Ondan sonra gelirimiz olsa da küçük küçük arzularımız, ideallerimiz olur.
Buzdolabımız yoksa “Ah bir buzdolabım olsa.” deriz. Çamaşır makinemiz yoksa evde, yeni evlenmişsek, “Borç harç düğünü yaptık, daha çamaşır makinesi alamadık, ev de küçük. Neyse, elle yıkayarak idare ediyoruz ama bir çamaşır makinemiz olsa...” deriz. Olduğu zaman da seviniriz. Bir kandil gününde, bir mübarek günde eve kapı çalınıp da kapı açıldığı zaman evin hanımı bakıyor ki hamal kamyondan bir şey indiriyor.
“Aman bu ne?”
Efendi gülüyor;
“İşte sana nihayet bir çamaşır makinesi aldım.” veyahut “Evin ihtiyacı olan şunu getirdim.” deyince bir sevinç oluyor.
İnsanın böyle küçük, mâsum, mubah istekleri oluyor. Yani olabilecek, dinî bakımdan günah olmayan arzuları, temennileri oluyor.
Kendisinin gadre uğramamasını ister. Haksızlık yapılmamasını ister. Ezâ, cefâ, işkenceye, zulme, gadre mâruz olmamak ister. Huzur içinde yaşamak ister. Malına, mülküne, haysiyetine kimsenin dil, el uzatmamasını, tecavüz etmemesini ister. Çoluk çocuğunun iyiliğini ister. Tamam, sayılamayacak kadar temennilerimiz vardır.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi güzel şeylere eriştirsin. Bunları kendimiz için istiyoruz. Fakat İslâmî bakımdan öyle yüksek bir noktaya gelmeliyiz ki kendimiz için istediğimiz, temenni ettiğimiz bu şeyleri başkaları için de temenni etmeliyiz. Onların da hakkı var, onların da canı var, onların da böyle arzuları olabilir. Onlara da saygı göstermeliyiz. Hatta onlar için biz istemeliyiz, biz açmalıyız elimizi, gıyabında kardeşimiz için dua etmeliyiz;
“Yâ Rabbi ona sıhhat ver, âfiyet ver. Derdi var, biliyorum, bana açtı derdini; o derdine şifalar, çareler ihsan eyle, derdine deva bahşeyle...”
Böyle, arkadaşı için insanın temenni etmesi lazım. Gıyapta yapılan, yani o arkadaşı yokken onun arkasından senin kendi kendine, kendi başınayken onun lehine yaptığın dua çok sevap ve çok süratle kabul olunan dualardan. Böyle şeyleri yapmamız lazım, istememiz lazım.
Bu nereden kaynaklanıyor?
Başka insanları da Allah’ın kulu olarak biliyoruz, onların da canı olduğunu biliyoruz, onların da mutluluğunu istiyoruz. Bu güzel bir duygudur. İnsan böyle yaptığı zaman zorlayarak da olsa, yavaş yavaş da olsa veya tabiî olarak da içinden böyle geldiği için de olsa başkalarının iyiliğini istemeli, başkalarının kötülüğünü istememeli, iyiliğini temenni etmeli, iyiliği için çalışmalı, başkalarını mutlu etmeye çalışmalı. Bunun sevabı çok.
İşte böyle kendisi için istediği şeyi başkaları için de isteyince insan imanın hakikatine ulaşıyor. İmanın gizli bir derecesi var, içi var, gerçeği var, hakikati var, perdelerin arkasındaki özü var, işte o noktaya ulaşıyor. Kışırda, kabukta, dışta kalmıyor, yarım yamalak olmuyor, imanı sağlam bir noktaya ulaşmış oluyor. Kendimizi buna alıştıralım. Başkalarının da mutluluğunu isteyen, dua eden, çalışan kimselerden olalım sevgili kardeşlerim.
Üçüncü hadîs-i şerîfi okuyup dersimi tamamlamak istiyorum.
Tirmizî ve Beyhakî rivayet etmiş. Daha başka kaynaklarda da var. Atiye es-Sa’dî radıyallahu anh’ten
لَا يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لاَ بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ بَأْسٌ
Lâ yebluğu’l-abdü en yekûne mine’l-muttakîne hattâ yedea mâ lâ be’se bihî hazeran limâ bihî be’s.
Mânası şöyle: “Kul muttakîlerden olma derecesini kazanamaz, oraya ulaşamaz, mahzuru olmayan, be’si olmayan şeyi ‘Acaba bir mahzuru var mı?’ diye korkup terk edecek bir zihniyete sahip olmadıkça. Sakınan bir insan durumuna gelmedikçe muttakîlerden olamaz.” diye buyuruyor Peygamber Efendimiz.
“Muttakî” sözünü, “takvâ”yı, “takvâ ehli insan” sözünü duymuşsunuzdur. Belki bu Kur’ân-ı Kerîm’de çok geçtiği için duydunuz, belki vaizler çok söylediği için... Takvâ çok güzel bir sıfat ve insanın sahip olduğu varlıkların, mânevî varlıkların, sıfatların en başında gelen bir şey.
وَلِبَاسُ التَّقْوَىٰ ذَٰلِكَ خَيْرٌ
Ve libâsu’ttakvâ zâlike hayr.
İnsanın takvâya sarılması, bürünmesi, takvâya sahip olması lazım.
Takvâ ne demek?
Günahlardan, tehlikelerden, âhirette kendisine zarar verecek şeylerden sakınmak demek. Kul böyle oldu mu ona “takvâ ehli” diyoruz, “muttakî kul” diyoruz. Müslümanın böyle olmasını Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyeti emrediyor. “Aman dikkatli bir kul ol, sakınan bir kul ol, kendini günahlardan kollayan, koruyan bir kul ol!” diye âyetlerde böyle emrediliyor.
Buna ulaşmak için canı istese de bazı şeylerden kendisini tutması lazım, frenlemesi lazım. Nefsinin her arzusunu yerine getirmemesi lazım. Ölçmesi lazım, eğer şeytanın ve nefsin kendisine “yap” dediği, telkin ettiği şey güzel değilse oradan vazgeçmesi lazım, uzak durması lazım, fren yapması lazım, kendisinin arzularını engellemesi lazım, kendisine sahip olması lazım.
Böyle yaptığı zaman günahlara bulaşmamış oluyor, günahlardan uzak durmuş oluyor. Allah böyle kulları çok sever. Hem dünyada mükâfatlandırır hem âhirette... Dünyada keramet sahibi yapar, yani insan erenlerden, evliyâdan olur; böyle bu duyguya sahip oldu mu, Allah’ın sevgili kulları arasına girer. Ne kadar güzel... Âhirette de cennetine girer, Allah’ın nimetlerine erer, mükâfatlarına mazhar olur. Güzel, yüksek bir derece bu muttakî olmak...
“Bunun mahzuru yoktur, yapayım. Bunun mahsuru yoktur, yapayım...” diye düşünmek var. Bazen de insan “Ay, pek iyi bilmiyorum ama ya mahzurluysa. Belki mahzurludur, neme lazım. İhtiyaten ben bunu yapmayayım. İhtiyatlı olarak bunu yapmayayım.” demek var.
Hangisi doğru?
Pervasız hareket edip de “Mahzuru yok canım...” derken, diye diye günaha bulaşmak, hatalı işi yapmak doğru değil. İhtiyat edip de “Canım bak işte, okuduk kitapta sonunda, olabilirmiş, mahzuru yokmuş.” İyi ama ihtiyat ettin. İşte o ihtiyat etmek daha iyi. Çünkü ihtiyatta günaha bulaşmama garantisi var, pervasızlıkta günaha bulaşma tehlikesi çok. Bir insan günah işledi mi cezası var, âhirette hesabı var. Allahu Teâlâ hazretleri bilmiyoruz ki neden dolayı insanı cezalandırır, neden dolayı affeder mi affetmez mi, bilmiyoruz ki... Belki affeder, belki affetmeyecek kadar kötü bir şey olarak kabul eder, belki cezalandırmayı murad eder.
Allah bizi affettiği kullarından eylesin.
Ne yapacağız?
Bir beis olmayan şeyi, pek zararlı olmayan bir şeyi ihtiyaten “belki zararlıdır” diye terk etmek daha iyi. Tereddüt ettin mi, kesin olarak mubah olduğunu bilmiyorsun, helal olduğunu bilmiyorsun. Tereddüt ettin mi sakınırsın. İşte böyle bir beis olmayan şeyi “belki beis vardır” diye sakınmak, yapmamak, ondan çekinmek tavsiye ediliyor bu hadîs-i şerîfte. İnsan o zaman muttakîler sınıfına girer, muttakîler derecesine vasıl olur, Allah’ın erenleri, sevgili kulları durumuna gelebilir. Böyle yapmazsa da günahlara bulaşır, bu mertebeye erişemediği gibi işlediği günahlardan dolayı da cezalara çarptırılma durumuna düşebilir. Demek ki ihtiyatlı olmamız lazım.
Bizim yolumuz da zaten sevgili dinleyiciler, bizim yürüdüğümüz, hocalarımızdan gördüğümüz bu tasavvuf, takvâ yolu da ihtiyat yoludur. İhtiyata riayet ederiz. Ruhsatlarla değil azimetlerle amel ederiz. Fetvadan ziyade takvâ yolunda yürürüz. Bir fetva yolu var, bir takvâ yolu var. Biz “neme lazım” diyerek ihtiyatı tercih ederiz. Büyüklerimiz bize bunu öğütlemişler.
Neden?
Demek ki bu gibi hadîs-i şerîfleri bildiklerinden, biz sağlam yolda yürüyelim, günaha batmayalım, bulaşmayalım, düşmeyelim, ayağımız kaymasın diye tehlikeli yerlere bizi yanaştırmamışlar, öyle terbiye etmişler. Allah onlardan razı olsun, o evliyâullah büyüklerimizden razı olsun, nur içinde yatsınlar.
Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Hele bizi böyle müslüman yetiştiren hocalarımıza, mürşid-i kâmillerimize Allah büyük dereceler ihsan eylesin. Nurlarını, sürurlarını, mükâfatlarını ziyade eylesin.
Cuma gününde büyük mükâfatlara erdiriyor Allahu Teâlâ hazretleri vefat etmiş kimseleri de...
Bizleri de sevdiği kulları zümresine, muttakî kulları zümresine dahil eylesin. İmanı sapasağlam, apaçık, pırıl pırıl olanlardan eylesin. Sevdiği kul olarak yaşamayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği kul olarak varalım, mahçup olmayalım. Allah bizleri mahşer halkına mahçup etmesin, hacil etmesin, yüzü kara etmesin. Sevdiği kul olarak yaşayıp, sevdiği kul olarak ölüp, sevdiği kul olarak divanına varıp, sevdiği kul olarak sevdiği kullarla beraber cennetine girip cemaliyle müşerref olmayı cümlemize lütfuyla keremiyle ihsan eylesin, cümlemize nasip eylesin.
Allah hepinizden razı olsun.