es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuh
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri, cumanız mübarek olsun.
Allah bu güzel günün içindeki hayırlardan, nimetlerden, rahmetlerden, feyizlerden cümlenizi âzamî istifade ettirsin. İki cihanda bahtiyar olun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in birkaç hadîs-i şerîfini okumaya niyet ediyorum.
Birincisi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hz. Ali radıyallahu anh’ten rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuş.
Ben, ne zaman hadîs-i şerîfin ravisi Hz. Ali olursa çok seviniyorum. Öbür sahabe de hepsi başımızın tâcıdır, İstanbul’daki Ebû Eyyûb el-Ensarî hazretleri özel olarak yakınlık duyduğumuz, âhirette bize özel ilgisi olacak olan bir kimse. Hepsi güzel fakat Hz. Ali deyince bir büyük sevinç duyuyorum. Çünkü memleketimizde Hz. Ali Efendimiz’i seven grup grup insanlar var ya; işte o grup grup insanlar da Hz. Ali Efendimiz’in rivayet ettiği hadîs-i şerîfi duyuyorlar diye ve duyuyorlar da Hz. Ali Efendimiz nasılmış, Hz. Ali Efendimiz’i sevenler nasıl olmalıymış, ders çıkartırlar diye çok memnun oluyorum.
O bakımdan bu hadîs-i şerîf de beni çok çok sevindirdi, meşgul etti. Çünkü ben sayfayı açmıştım, bu bizim Râmûz’un 97. sayfasında, şimdi farkına vardım bu hadîs-i şerîfin Hz. Ali Efendimiz’den rivayet edildiğinin.
Ve sonunda da diyor ki kitap; ve ricâluhû sîkâtun. “Ravilerinin hepsi çok güvenilen insanlardır.”
O bakımdan sahih hadisi rivayet etmiş olmak da çok güzel. Hadîs-i şerîflerin çeşitleri var. Ama sahih hadîs-i şerîf bizim için çok sağlam delil. Kur’ân-ı Kerîm dinimizin temeli. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hadîs-i şerîfleri dinimizin diğer bir temeli. Onlarla dinimizi doğru olarak öğrenebiliyoruz. Hadisleri göz ardı ettiğimiz zaman dinin aslını, inceliklerini anlamak imkânı olmayabilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm umumî olarak bahseder, hadîs-i şerîfler teferruatını açıklar.
Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh hazretlerinin rivayet ettiği Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfini okuyalım:
اِنَّ الْخُلُقَ السَّيِّأَ يُفْسِدُ الْعَمَلَ كَماَ يُفْسِدُ الْخَلُّ الْعَسَل
İnne’l-huluke’s-seyyie yüfsidü’l-amele kemâ yüfsidü’l-hallu’l-asel.
Böyle kısa hadîs-i şerîf olunca herkes ezberleyebilir de. Biliyorsunuz bir insan 40 tane hadîs-i şerîfi ezberleyebilse, Allah onu kıyamet gününde sıradan insanlardan değil de alimlerden biriymiş gibi muameleye tâbi tutacak. Mahşer yerinde özel ikrama erecekler. Onun için 40 tane böyle küçük cümleyi ezberlemek de zor değildir. Onları ezberlediğimiz zaman inşaallah orada hususî bir ikrama mazhar olmak çok hoşumuza gider. Elhamdülillah, halkın arasından bizi şöyle ayırdılar, bizi özel makamlara getirdiler, oturttular, çok şükür, elhamdülillah diye ayrılanlar ne kadar sevinirler.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kötü huydan bahsediyor.
İnne’l-huluke’s-seyyie. “Hiç şüphe yok ki kötü huy.”
Yüfsidü’l-amele. “İnsanın yaptığı işi, âmâl-i sâlihasını, hayrâtını, hasenâtını fesada uğratır, berbat eder, mahveder. Kötü huy insanın iyi amelini bile berbat eder.”
Neye benzetmiş Peygamber Efendimiz?
Kemâ yüfsidü’l-hallu’l-asel. “Sirkenin balı berbat ettiği, tadını bozduğu, bünyesini değiştirdiği gibi…”
Bal tatlıdır, hoştur, kaymakla güzel gider ama işin içine sirke karıştı mı o zaman balın da tadı, zevki kalmaz. Onun gibi berbat oluyor iş. Bal baldır ama içine sirke düşmüştür, sirke konulmuştur, karıştırılmıştır, yanlışlıkla dökülmüştür, neyse artık, hangi yolla karıştıysa. Akıllı insan karıştırmaz da akıllı insan da kötü huylu olmaz zaten.
Nasıl benzetme olacak?
Bala birisi sirkeyi karıştırsa…
Hani Nasreddin Hoca’nın bazı fıkraları oluyor. “Soğanla yoğurt yemeği ben buldum, icat ettim ama doğrusu ben de beğenmedim.” demiş. Her şey güzel olmuyor. Balın içine keskin bir sirke karıştırıldığı zaman tadı tuzu kalmaz, bir işe yaramaz. Belki faydası da kalmaz. Belki mideye de zararlı olur. Bakarsınız mideyi de deler, ülser, gastrit yapar veya kanama yapar. Doğru değil. İşte onun gibi kötü huy, insanın kötü huylu olması yaptığı iyi amelleri de, âmâl-i sâlihayı, hayrât u hasenâtı da berbat eder. Başka hadîs-i şerîflerden bu hususta malumâtımız vardır. Kur’ân-ı Kerîm’den mâlumâtımız vardır. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri:
لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْأَذَى
Lâ tubtilû sadakâtikum bi’l-menni ve’l-ezâ. “Verdiğiniz sadakaları, zekâtları, hayır hasenâtı başa kakmak, ezalandırmak, insanları üzmek suretiyle boşa çıkartmayın, berbat etmeyin, iptal etmeyin.” buyuruyor
Çünkü onun kalbi kırılınca, sadaka, zekât verdiğin insanı üzünce sen, kalbi kırılınca bu sefer sadakanın, zekâtın bir sevabı kalmıyor.
Neden?
Üzdün adamcağızı, kalbini kırdın, belki bir köşede ağlattın, belki “eksik olsun senin sadakan, hayrın, hasenâtın” diyecek gibi bir duruma getirdin adamcağızı.
“Yahu adam bize birazcık bir şey verecek, mahvetti bizi, perişan etti” filan diye üzülmüşse o zaman ne oluyor?
Bizim halk tabirleri bazen hoşuma gider, bazen de aklıma geliyor bir defter alayım yazayım diye. Hani “kaşığıyla verip sapıyla göz çıkartmak” diye bir söz vardır. Kaşıkla birisini besliyorsun, ne yiyecek vereceksen veriyorsun, tatlı, ekşi neyse hoşuna giden şeyi. Tamam, adamı besliyorsun ama sapıyla da gözünü çıkartıyorsun.
Olur mu? Beslemek nerede, göz çıkartmak nerede! Ters bir iş olmuş oluyor. İşte kötü huy da böyle.
Biz bir misal vermiş olduk.
Sadaka neyle iptal olurmuş, berbat olurmuş, sevabı kaçarmış?
Karşı tarafı, verilen fukarâyı başa kakmakla, minnet etmekle ve üzmekle. İnsan fukarâyı üzmemeye dikkat etmeli; tatlı bir şekilde vermeli, belli etmeden vermeli.
Kimisi vardır, hoşuma gidiyor, görüyorum, uzaktan göz ucuyla takip ediyorum. Eline parayı alıyor. Fukarânın yanından geçerken fukarâyla veyahut camide musafaha ederken -avucunun içinde para var- musafaha ederken parayı ötekisinin eline tutuşturuyor, musafaha yapıyor, tokalaşma diyelim -hani gençler de anlasın diye- tokalaşmayı yapıyor. Öteki adam bakıyor ki ben bu karşımdaki adamla tokalaştım ama elimde de bir şey var. Neyse o da bozuntuya vermiyor, işin gizli olduğunu anlıyor, o da onu cebine sokuyor. Sonra dışarıya çıktığı zaman bakıyor ki kendisine o arkadaş bir şey vermiş ama kimse de bu işi fark etmedi, anlamadı. Seviniyor.
Bir de:
“Gel bakalım buraya. Senin çoluk çocuğun kaç tane? Paran pulun var mı? Borcun harcın var mı?”
Var, işte çoluk çocuk, kalabalık bilmem ne... Al sana zekâtımdan beş kuruş, on kuruş.
“Ya, hay Allah, ne diye bağırdın, ilan ettin; beni mahvettin. İstemez, eksik olsun.”
Adam “teşekkür ederim” der almaz o zaman.
Böyle yaptığımız her ibadetin bir bozucu tarafı vardır. İbadeti ifsat eden veya iptal eden, batıla, boşa çıkartan veyahut da işi bozan, kökünden bozuyor... Hani insan birisiyle nişanlanıyor da sonra soruyorsun;
“Ne oldu, evlendiniz mi?”
“Bozduk hocam.”
Olmadı artık demek o iş.
“Nişanı attım, bozuldu, bozdum.” diyor.
Güzel davranılmadığı zaman ya bozuluyor ya sevabı kaçıyor. Namaz kılarken de böyledir, hacca giderken de böyledir.
İnsan hacca gider. Hac çok sevap. Ömürde bir defa yapılan muhteşem bir ibadet. Hem mâlî,sıhhî yönü var hem de mânevî, kalbî yönü var. Mal, para harcanıyor. İnsanın sıhhatli olması lazım, zengin olması lazım. Parasal, mâlî yönü de var. Kalkıyor, oraya gidiyor ama öyle şeyler yapıyor ki hacda, haccı iptal oluyor.
Ne olmak?
Batıl olmak, boşa gitmek.
Veya ifsat oluyor, ne demek?
Bozulmak, hiçbir işe yaramaz duruma gelmek. O da kendisini hacı sanıyor. Bir de hacılıktan dolayı övünüyor; levhaya yazıyor, etrafa söylüyor “ben hacıyım.”
Nereden hacısın? Dur bakalım; kabul oldu mu olmadı mı? Allah senin ibadetini yüzüne mi çaldı çalmadı mı?
Kendisini hacı sanıyor.
Bütün ibadetlerde insanın güzel huylu olması lazım, ibadetleri iptal edecek, ifsat edecek hususlar nelerdir; ne yaparsam bu ibadet boşa gider, ne yaparsam bu ibadet bozulur, sevabı kalmaz, yeniden yapılması lazım, sil baştan olur; bunları öğrenmek lazım.
İlmihal kitaplarında; aslında ilmihal kitaplarının klasik bir yazım tarzı var, o tertibe göre anlatıyorlar. Ama bence bu devirde bu devrin insanlarına biraz başka türlü bu işin önemini anlatmak için tertiplerde biraz değişiklik yapmak lazım. Bir namaz kılıyorsun; namaz bozulabilir, aman şunlara, şunlara, şunlara dikkat et, o zaman kıldığın namaz boşa gider, havaya gider diye ilk önce onları ifade etmeli ki insan ilk önce bilsin. Onu bilmiyor, namaz kıldım sanıyor. Sonra orucu. Biz mesela Ramazan ayı geçti, aman dedik orucun sevabını şunlar şunlar bozar, iptal eder, ifsat eder, aman bunlara dikkat edin, bunları işlemeyin, orucunuzu güzel tutun, sonra akşama aç ve susuz kalmaktan başka elinize hiçbir kâr geçmez diye ikaz ettik, başında. Daha Ramazan gelmeden, ben nerede vaaz ettiysem arkadaşlara, cemaatimize bunları böyle hatırlattım. Dedim ki bak, oruç sadece sabahtan akşama kadar aç kalmak değildir, aman şunlara şunlara dikkat edin diye sıraladım. Hac, oruç, namaz, zikir, fikir böyledir, hayır hasenât yapmak, zekât sadaka böyledir.
O hâlde ne yapmamız gerekiyor muhterem kardeşlerim?
Ahlâkımızı güzelleştirmemiz lazım geliyor.
Ahlâkı güzelleştirelim ama bu güzel ahlâk, güzel huylar Kapalıçarşı’da mı satılır, Cevahir bedesteninde mi satılır, kiloyla mıdır, metreyle midir? Nereden alınacak, nasıl elde edilecek bu güzel huylar, nasıl kazanılacak?
Bu o kadar çarşıdan elbise almak gibi, sırtına giydin, konfeksiyon, iyi geldi, tamam, bu elbise benim diyebiliyorsun ama böyle kolayca elbise giyer gibi iktisap edilemiyor güzel huylar.
Bir kere aile eğitimi diyoruz biz, “Terbiye aile eğitiminden başlar.” diyoruz. Bizim çok kıymetli bir profesör dostumuz var, Allah razı olsun, çok da tatlı konferanslar verir, konuşur, biz de çok seviyoruz kendisini. O bir konferansta anlatmıştı. Çocuk eğitimiyle ilgili demişti ki: Çocuğun terbiyesinde sekiz husus, sekiz nokta, sekiz madde vardır, bunlar tamamlandığı zaman çocuğun terbiyesi tamam olur. Çocuk anasından doğduğu zaman, anasından doğduğu anda hani bir ağlıyor çocuk, ‘ınga’ diyor, annesinden doğduğunu dışarıdakiler anlıyorlar; ha, çocuk doğdu, bak ‘ınga’ dedi diye anlıyorlar. ‘Inga’ dediği zaman sekiz maddelik terbiyesinin beş maddesi, geçmiş ola, bitmiş oluyor. Daha önceden lazım bazı şeyler, bazı tedarikleri daha önceden yapmak lazımdı.
Biz de şaşırdık; yahu sekizin beşi geçer mi çocuk ‘ınga’ dediği zaman?
Ömrünün boyunca sonra nice tahsiller görecek. İlk önce kuşkuyla karşıladık profesörün sözünü. Sekiz maddeden beş maddesi ‘ınga’ deyince bitti, artık elden bir şey gelmez, yapılamaz. Sıralasın bakalım bunları neler diye sıkıştırdık. Zaten o sıraladı.
Ne diyor?
Bir kere diyor, insanın eşini güzel seçmesi. Oradan başlıyor iş. Bir kötü eşi eş olarak seçti mi insan, o kötü bir annenin veya kötü bir babanın çocuğu olacak doğan çocuk. Geçmiş ola.
Anne baba kötü olduktan sonra kötü demirden iyi kılıç yapılabilir mi?
Gitti, bir tanesi gitti. Şöyle olacak, böyle olacak diye ispat ediyor beş tanesinin hakikaten geçmiş olduğunu. Kalıyor geriye.
Anne karnında bile çocuğun eğitimi, terbiyesi var. Helâl lokma yemesi var.
Haram lokmayla beslenmiş bir annenin karnındaki çocuktan hayır gelir mi?
Gelmez. Eşkıyâ olur. Dağlara çıkar, tüfek alır... Nikâhı sahih olmayan bir çocuk...
O çocuk nikâhla olmadığı için bereketsiz, hayırsız oluyor. Anne baba da anlayamıyor;
“Ben bu çocuğu en iyi okullarda okuttum, çocuk niye adam olmadı?”
Veyahut da hastalıklı doğuyor. Bakıyorsunuz bir problemli çocuk olarak doğuyor.
Neden?
Annesi, babası içkici vesaire. Çocuğa tesir ediyor. Esrar kullanırsa tesir ediyor. Oralardan kaybetmiş oluyor.
Demek ki anne karnında terbiye var. Ondan sonra anne kucağında, aile yuvasında terbiye var. Ondan sonra nihayet geliyor işte okula, çocuk ilkokulda, ilkokulu okumaya başlıyor ama.
Eski filozoflardan birisi demiş ki:
Okuma yazma bilmeyen cahil bir millete okuma yazma öğretirsen ne olur?
Okuma yazma bilen bir cahil millet olur.
Cahillik gitmez ki. Okuma yazmayla cahillik bitmiyor. Okuma yazma sadece bilgiyi arttırıyor. Adam da adam olmadığı için okuma yazmayla öğrendiği bilgileri banka soymakta, kasa açmakta, yol kesmekte kullanıyor. Polise taş çıkartıyor, askeri üzüyor, yoruyor, sıyrılıp kaçmasını biliyor.
Neden?
Zeki, tahsil gördü, her şeyden haberdar; ondan. Bilgili. Keşke cahil olsaydı.
Kaplanın bir de kanadı olunca yapacağı şerrin, yapacağı zararın haddi hesabı olmaz; duvarın öbür tarafına da uçar, atlar, orada da insanları yakalar, çatır çutur yer. Binaenaleyh kötü insanın birçok donanımlarla donanması, birçok meziyetlere, âlete, edevâta, imkâna sahip olması kötülüğü yaygınlaştırıyor.
Onun için şu ailede önemli ama insanın eğitimi, terbiyesi, ana babasının tesiri var, soyunun, muhitinin tesiri var, annesinin onu beslerken helâl süt vermesinin, helâl lokma yemesinin tesiri var. Bunları metaryalist insanlar kabul etmeyebilir, “boş ver böyle şeyleri” diye düşünebilirler. Ondan sonra da ailede güzel bir eğitim görmesinin tesiri var. Ondan sonra yine yetmiyor. Çünkü aileden sonra deniz kenarındaki gemimiz çalkantılı okyanuslara açılıyor. Hayatın okyanusuna açılıyor gemimiz. Orada büyük dalgalar, fırtınalar, kasırgalar, gemileri parçalayan çok büyük tehlikeler var. O zaman insanın gene birtakım şeylerle takviye olması gerekiyor.
Eskiler ne yapmışlar?
Eskiler bizim bu dediğimiz, saydığımız, saymadığımız bütün eğitim unsurlarına dikkat etmişler. İyi bir aileyle çocuklarını evlendirmeye dikkat etmişler. Ondan sonra nikâhlı olmaya, bir nikâhta hayır bereket olsun diye dualarla, camide namazlar kılınarak düğünün yapılmasına, düğünde içki vesaire içilmemesine, her şeye dikkat etmişler. Hayırlı, dualı, güzel bir yuva. İki taraf da müslüman, mütedeyyin. Ondan sonra evlatları olmuş.
Hani kimisine de “besmelesiz” diyorlar, besmeleyi unutmanın bile zararı var. Yemeğe oturup da insan besmelesiz yemeye başladı mı şeytan onun gıdasına ortak oluyor. Evlendiği zaman besmelesiz başladı mı şeytan onun eşine ortak oluyor. Şaşırmışlar sahâbe-i kirâm:
“Ya Resûlallah, şeytan bizim ailemize de mi ortak olur?”
“Evet, ortak olur ve onun çocukları olur. Şeytanın çocukları olur. Sen besmelesiz olursan, Allah’a sığınmazsan öyle olur.” buyurmuş.
Bunlar işin bizce görünmeyen, İlâhî, mânevî tarafları. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz görüyor.
Onun için tertemiz bir yuva kurmuşlar, dualarla. Ondan sonra herkes helâl lokma yemeye dikkat etmiş, ticaretini, sanatını güzel yapmış. Zaten sanatta da bir kontrol varmış. Esnafın kendi kendisini kontrolu varmış. Esnafın bir ağası varmış, yiğitbaşı denilen esnaf başkanı varmış. Sabahleyin besmelelerle açılırmış herkesin dükkânı. Kimse kimsenin çırağını ayartıp kendisine alamazmış daha fazla aylık, haftalık verip. Çırak gelirmiş, ustasının elini öpermiş, işe öyle başlarmış. Usta ona işi güzel öğretirmiş. Yapılan mal kalitesiz olursa esnaf teşkilatı müdahale eder o esnafı cezalandırırmış; icabında işten men edermiş, orada ticaret yapmaktan men edermiş. Helâl lokma ile yalan yere yemin etmeden, aldatmadan ticaret olurmuş. Kazançlar güzel olurmuş. Sonra da bir İslâm terbiyesi var.
Osmanlı nedir?
Osmanlı, günlük yaşantıda İslâm hayatını, Allah’ın emirlerini, âyet-i kerîmeleri, hadîs-i şerîfleri yedi asır uygulayan, uygulayarak yaşayan bir İslâm toplumu, örnek İslâm toplumu. Bu toplumun yedi asırlık birikimi, tecrübesi, oturması kalkması var. Paşa efendi konak yapıyor; haremlik selamlık yapıyor. Padişahın sarayında da haremlik selamlık var. Kadınlar erkekler beraber oturmamışlar. Bunlar ölçülmüş, biçilmiş şeyler. Peygamber Efendimiz’den geliyor. Peygamber Efendimiz kızı Fâtımatü’z-Zehrâ validemizin hâne-i saadetine ziyarete gittiği zaman yanında da sahabesi varken uzaktan kızına sesleniyor:
“Kızım, biz misafirlerle seni ziyarete, eve geliyoruz; perdenin arkasına çekil. Misafirler var yanımda, yalnız ben tek başıma değilim, yanımda ashabımdan misafirler var. Perdenin arkasına çekil kızım.” diyor.
Düşünün ki ziyaret eden Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, yanındakiler yıldızlar misali sahâbe-i kirâm, evine gittiği insan Peygamber Efendimiz’in mübarek kızı, kerimesi, cennet hatunlarının efendisi Fatıma anamız, radıyallahu teâlâ anhâ ama Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“Perdenin arkasına çekil kızım. Yanımda erkekler var. Namahremler var.” diyor.
Bu sözleri niçin söylüyorum?
Tesettürün karşısına çıkanlar ibret alsınlar, hatalarından dönsünler diye söylüyorum.
Fatıma anamız nasıl yaşamış; hani böyle ibadeti de beraber mi yapmışlar, ayrı mı yapmışlar, oturmayı, nasıl yapmışlar görsünler.
“Dost acı söyler, düşman güldürür” derler; biz hakikatleri söyleyelim de Allah’ın divanında bizim yüzümüz ak olsun, alnımız açık olsun. “Yâ Rabbi, ben o kardeşlerime hatırlattım bilgileri, söyledim.” diyebilelim diye anlatmış oluyoruz.
Demek ki İslâm toplumunun güzel bir örneği. Asırlar boyu örnek bir İslâm ailesi nasıl olur, Osmanlı bunu tahakkuk ettirmiş. Dindar paşası var. Hacca gitmiş, cami, hamam, kütüphane yaptırmış münevver, dindar paşa hazretleri var. Esnaf var. Halk var. Şeyh efendiler var. Müridleri var. Tarikatler, merasimleri, zikirleri var. Bir âlem. Ben diyorum ki; keşke o âlemi şimdi kitaplardan bütün teferruatı toplayabilsek de şöyle bir bölgede uygulayabilsek. Bakın nasıl dünya hayran olacak. Allah Allah, bunların evleri ne kadar güzel, kafesleri ne kadar tatlı, cumbaları ne kadar hoş, sedirler ne kadar rahat, mangal ne kadar pırıl pırıl orta yerde parlıyor, giyim ne kadar rahat. Her şeyi beğenecek. Görseler hayran kalacaklar. Ben de temenni ediyorum, hiç olmazsa şöyle bir göstermelik bile olsa bir yerlerde bunu uygulasak da millet anlasa diyorum.
Biliyorsunuz, bu kötü huyun ameli bozması meselesi, sirkenin balı bozması gibi bozması meselesine birkaç misaller daha hadîs-i şerîften çıkartabiliriz, siz de duymuşsunuzdur.
Mesela haset kötü bir huy değil mi?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
إِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَناَتِ كَماَ تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَب
İnne’l-hasede ye’külü’l-hasenâti kemâ te’külü’n-nâru’l-hatabe. “Haset, insanın hasenelerini, iyilik yapıp da, güzel ibadetler, hayırlar yapıp da kazandığı sevapları, hasenâtı kıskanç olması, haset etmesi yakar, yer. Ateşin odunu kül etmesi, yiyip bitirmesi, yok etmesi gibi.”
Nasıl ocağa, ateşe odunu koyuyorsun, kocaman ağır bir şey, üç kilo - beş kilo kesilmiş bir odun, koyuyorsun, iki saat sonra bakıyorsun; kül olmuş, bir avuç kül kalmış.
Ne oldu?
Odunu ateş kül etti, yandı yandı, bitti. İnsanın hasenâtı da, kötü olduğu zaman huyları, mesela buradaki bu kötü huy haset, haset edenin haset etmesi, kıskanması iyiliklerini kül ediyor; yakıp bitirip kül ediyor. Demek ki burada da konuşmamızın başında söylediğimiz hadîs-i şerîfin bir misalini görmüş olduk.
Bu hadîs-i şerîflerden anlaşılıyor ki bizler müslüman olarak ibadet edeceğiz. İbadetleri severek yapıyoruz. Namaz gözümüzün bebeği. Oruç gelince ülkemizin çehresi değişiyor; minareler kandillerle donanıyor, camiler mü’minlerle doluyor, akşam ziyafetleri, iftarlar, hediyeler, sadaka-i fıtırlar, zekâtlar… Değişiyor toplum; bir başka güzel hâle bürünüyor. Tamam, iyi güzel; böyle ibadetleri severek yapıyoruz. Seviyoruz ibadetleri. Orucu da, zekât vermeyi de, haccı da, umreyi de, namazı da seviyoruz; her ibadeti seviyoruz. Seviyoruz ama ibadetlerin yapılmasıyla, hayır hasenâtın yapılmasıyla hâsıl olan haseneler, iyilikler, mükâfatlar elden gidebiliyor. İbadetin sevabı yok olabiliyor, ibadet bozulabiliyor, boşa gidebiliyor; kazanılmış sevaplar da kül olabiliyor.
O hâlde neye dikkat etmemiz lazım?
İbadet etmemiz ama güzel huylu olmamaya da dikkat etmemiz lazım. Huyumuzun güzel olması lazım.
İnsanları ekseriyetle cennete sokacak şey güzel huydur, takvâdır diye Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfi var.
اَكْثَرُ ماَ يُدْخِلُ النَّاسَ الْجَنَّةَ تَقْوَى اللهِ وَ حُسْنُ الْخُلُقِ
Ekseru mâ yudhilu’n-nâse’l-cennete takvâllâhi ve hüsnü’l-huluki.
İnsanları ekseriyetle cennete sokacak olan sebep…
Neden bu adam cennetlik oldu, neden bu adamı Allahu Teâlâ hazretleri cennete sokuyor, mükâfatlandırıyor? Neden?
Ekseriyetle güzel huyundan dolayı, takvâsından dolayı. Takvâ da günahlardan sakınmak demek. O da bir huy; sakınma duygusu. Aç gözlü değil, hemen ne bulursa yutmuyor, elini her şeye uzatmıyor, her aklına geleni yapmıyor, takvâ ehli; ölçüyor biçiyor, düşünüyor taşınıyor; günahsa yapmıyor, tehlikeliyse kaçınıyor, şüphelinin yanına bile yanaşmıyor. O da bir güzel huy. Şu adam takvâlı, bu adam takvâsız; onun huyu güzel, bunun huyu kötü. Demek ki ekseriyetle insanlar takvâlı olmaktan, güzel huylu olmaktan dolayı cennete giriyorlarmış.
O hâlde ne yapacağız?
İbadetlere özen gösterdiğimiz kadar ve hatta onları bile iptal ettiği için kötü huylar, onlardan da fazla, her şeyden önce ahlâkımızın güzel olmasına dikkat edeceğiz.
Böyle bir dikkat var mı?
Çevremize bakalım. Kendi kendinize sorun. Etrafınızdaki insanları düşünün; akrabanızı, komşuları, iş arkadaşlarınızı düşünün.
Toplumumuzda ahlâkını güzelleştirme eğilimi var mı?
Böyle bir özen, böyle bir çalışma dile getirilebiliyor mu, gözle görülüyor mu? Var mı böyle bir ahlâk eğitimi çalışması?
Yok. Böyle bir şey düşünülmüyor. Hatta özel sohbetlerden kesitler alsak, banta alsak özel konuşmaları; çoğu ahlâka aykırıdır, çoğu insanın temayülleri, eğilimleri, kafasındaki niyetleri kötülüğe doğrudur; onu da söyler.
“Ya, vallahi, elime bir fırsat geçse şöyle yaparım, böyle yaparım” diye ağzını açıp gözünü yumup öyle şeyler söylüyor ki insanın tüyleri diken diken oluyor. Güzel ahlâka bir eğilim yok. Güzel ahlâkı kazanmak için bir çalışma yok, kötü huylardan kurtulmak için bir çalışma yok.
Ne biçim toplum?
Kötüye doğru giden bir toplum. Bu iyi bir şey değil, hayra alamet değil.
Eskiden nasıldı?
Eskiden bu iyi ahlâkı öğrenmek ve öğretmek için sistemler, eğitim metotları, mekânları vardı. Eğitici insanlar, mürebbîler, mürşitler vardı, insanları pratikman özel hayatlarında eğiten, “şu şöyledir, bu böyledir” diye gösteren insanlar vardı.
Bir insan delikanlı olduğu, büluğ çağına erdiği zaman, hele evlendiği zaman artık annesinin babasının sözünü kim dinler?
Dinlemiyorlar ama bizim eski toplumumuzda yaşlı adamları bile yola getiren, onlara bile nasihat eden merciler, makamlar, kişiler vardı; onların bir sözü iki edilmezdi, herkes karşısında diz çökerdi, başını kaldırmazdı, gözüne bakamazdı, bir sözünü iki etmezdi.
Alın, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. Bir vezire bir fakirin işini söylemiş. Cennet-mekân, rahmetullahi aleyh. Çok hoşuma gidiyor.
“Efendim” demiş vezir, o zamanki devlet adamı; “bu işe divan razı olmaz.”
Divan, devlet dairesindeki yetkili kimseler demek.
Mevlânâ hazretleri tebessüm etmiş, bir latife yapmış orada.
“Efendim, sizin güzel huylarınız, halleriniz dîvândan daha kuvvetlidir.” demiş ama bu ikinci divan
div kelimesinin çoğulu.
Div-
divan divler demek. Bir de Farsça’da şeytan mânasına geliyor.
“Siz ağırlığınızı koydunuz mu divanın hükmü olmaz. Şeytanların hükmü olmaz, bu iş olur.” demiş. Divan kelimesini böyle kullanmış, iki anlamlı kullanmış. Ötekisi;
“Memurlar bu işe razı olmaz diyor, o da beriki mânasıyla, siz ağırlığınızı koydunuz mu divan, devler, şeytanlar bu işe mâni olamaz.” diye bir latife yapmış.
Adam gülmüş, dediğini dinlemiş.
Sonra bir yetkili şahıs gelmiş. Mevlânâ hazretleri kapısından içeri almamış. Çok hoşuma gidiyor. Neden sonra almış da huzuruna oturmuş. Hiç konuşmamış.
Neden?
O adamın zalim olduğunu, yoksulları ezdiğini, rüşvet aldığını, kötü işler yaptığını biliyor, onun için. Adam da durmuş, durmuş, durmuş; devlet adamı, çok yüksek ama karşısındaki mâneviyat adamı, o ondan çok daha yüksek; Mevlânâ hazretleri. En sonunda demiş ki;
“Efendim bana bir nasihat et.”
Hiç konuşmayınca nasihatle konuşturmaya çalışmış.
“Rahman sultan etti sen şeytana hizmet ediyorsun.”
Başlamış hem nükteli hem de ağır söylemeye. Adam hüngür hüngür ağlamış; pişman, perişan çıkmış huzurundan.
Böyle müesseseler vardı bizim toplumumuzda. Padişahı, bakanı, veziri, yetkiliyi hatasını söyleyip yola getiren mevki makam ve şahsiyetler vardı, müesseseler vardı.
Biz bu müesseseleri ne yaptık? Bu mücevherleri ne yaptık?
Bunlar güzel şeylerdi. Bunlar bizim cihanda yüzümüzü ak eden şeylerdi.
Bugün Mevlânâ’ya Avrupalılar, Amerikalılar sahip çıkıyor, onlar hayran oluyor; bizim birçoğumuz, onların sevgisinden sonra haberi oldu Mevlânâ’dan. Yoksa Mevlânâ’ya da “gerici” deyip çıkabilirlerdi, kötü düşünebilirlerdi.
Onun için bizim de ne yapıp yapıp kötü huyları atacak bir çare bulmamız, iyi huyları iktisap edecek, öğrenecek bir mektep bulup oraya kendimizi kaydetmemiz lazım.
Kötü huyları iyiye döndürmenin yolu yöntemi tasavvufta beyan ediliyor ve tasavvuf insanları kemalât-ı insâniyeye, ahlâkiyeye ulaştıran bir eğitim müessesesi.
Allahu Teâlâ hazretleri, gerekli eğitimleri görüp de Allah’ın sevdiği, kâmil insanlar, güzel huylu insanlar olmayı cümlemize nasip eylesin. Varsa üzerimizdeki kötü huyları atmayı, onlardan kurtulmayı nasip eylesin. İçi temiz, kalbi temiz, aklı temiz, fikri temiz, niyeti temiz, işi temiz ve yaptığı işler ifsat olmayan, iptal olmayan, Allah indinde makbul olan amelleri işleyen kullar eylesin Allah cümlemizi. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Rahmetine mazhar eylesin. Cennetiyle Cemâli’yle müşerref eylesin cümlemizi.