es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Sevgili Akra dinleyicilerim!
Size bu cuma konuşmamda, bir hadis-i kudsînin meâlini açıklamaya gayret edeceğim.
Eski İstanbul müftülerinden Fikri Yavuz kardeşimin hazırladığı Kırk Kudsî Hadis isimli bir kitabı elime geçmişti, onun da ruhu şâd olsun diye hadîs-i şerîfleri oradan okuyorum.
Allah; bu mübarek cuma gününde bütün geçmişlerimize rahmet eylesin, kabirleri nur dolsun, gönderdiğimiz hediyelerle ruhları şâd olsun, makamları âlâ olsun. Allah dünya ve âhirette onlara da bizlere de hayırlar ihsan eylesin
İnsanın dünyadaki ikameti bir zaman sonra sona eriyor, arkasında bıraktığı eserler kalıyor. İyi eserler kalmışsa, kabirde; iyi eserlerinin, bıraktığı hayrın hasenâtın, yazdığı kitapların, yetiştirdiği talebelerin, evlatlarının, hayırlı dostlarının, kendisi için dua edenlerin hayrını görüyor. Allah saklasın, ömrünü yanlış geçirenler de, yanlış yollarda heba, ifnâ edenler de sonra çok pişman oluyorlar, bu da bir ibret!
Bu hadis-i kudsi kitabının kırkıncı hadis-i şerifinden başlamak istiyorum.
Her zamanki gibi Perygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin mübarek sözlerinin Arapça ibaresini de okumak istiyorum. Çünkü Arapça'yı bilen, takip edebilen sevgili dinleyicilerim vardır; onlara faydası olur. O mübarek, güzel Arapça sözlerin ayrıca bereketi var.
Profesör [Muhammed] Hamidullah Bey çok güzel bir nükte söylemiş, benim çok hoşuma gitmişti. Kur’ân-ı Kerîm’de;
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
Ve ezvacühû ümmahâtühüm.
Peygamber Efendimiz’in hanımları için; “Siz müminlerin anneleridir.” buyuruluyor. O bakımdan, onlar Arapça konuştuğuna göre Arapça bizim ana lisanımız oluyor. Güzel bir nükte! Bizim Türkiyeliler’in anadili Türkçe ama bir bakımdan da bütün müslümanların ana dili Arapça olmuş oluyor.
Binâenaleyh eğer anadillerini bilmiyorlarsa biz de öğretmeye yavaş yavaş, adım adım yardımcı olmuş oluruz. O faydası da var. Her şeyin aslı tercemesinden daha kıymetlidir, kendisinin büyük değeri var. Belki bir ilmi dinleyen bir insan, nakleden bir insandan daha bilgili, kavrayışlı olabilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
“Benden sözleri nakledin, rivayet edin. Belki kendisine söz nakledilen kimse, sözü nakleden râviden daha anlayışlı, geniş kavrayışlı olabilir.” buyurmuş. O bakımdan daima âyetlerin, hadîs-i şerîflerin ve kibâr-ı kelâm dediğimiz güzel sözlerin, sahibi belli kibâr-ı kelâmın, büyük sözlerin, şiirlerin aslını vermeyi ben daima tasvip ederim.
Yayınlarda öyle olmasını temenni ederim. Onun için burada da okuyorum.
يَقُولُ اللهُ تَعاَلَي يااَبْنَ آدَم اِفْعَلْ خَيْراً فَاِنَّهُ مِفْتاَحُ الْجَنَّةِ وَيَقُودُ اِلَيْهاَ وَاجْتَنِبِ الشَّرَّفَاِنَّهُ مِفْتاَحُ النَّارِوَيَقُودُ اِلَيْهاَ.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i kudsîye şöyle başlıyor:
Yekûlullahu teâlâ. “Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki…”
Allahu Teâlâ, onu kendisine habîbullah edinmiş, peygamber seçmiş, ona vahiy göndermiş, Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiş. Ayrıca da onun gönlü her zaman pırıl pırıl, daima Allahu Teâlâ hazretleri ile irtibatlı. Allahu Teâlâ hazretleri ona isteklerini her zaman bildiriyor ve o da bize naklediyor. Allah cümlemizi şefaatine erdirsin, cennette ona komşu eylesin...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; “Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:” diyor.
Yebne Âdem. “Ey Âdemoğlu!”
Âdemoğlu dediği zaman, sadece erkekler anlaşılmaması lazım. Âdem aleyhisselam’dan türeyen bütün insanlar Hz. Âdem’in evlatları olduğu için hepsi bu hitaba muhatap olmuş oluyor. Bu hitap bütün müslümanlara hatta müslüman olsa da olmasa da bütün insanlara.
“İslâmiyet’i uygulamıyor, hitabı duyuyor da dinlemiyor…”
O zaman vebali kendisine ait olur.
Bizim dinimize göre biz bütün insanları Ümmet-i Muhammed olarak görüyoruz. Dünyadaki hâlihazırda yaşayan insanların hepsi Ümmet-i Muhammed’dir.
Neden?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in peygamberlik devresinin insanlarıdır.
Peki, bir kısmı Kur’ân-ı Kerîm’i anlamamış, öğrenmemiş, Peygamber Efendimiz’e şehadet getirmemiş, bağlanmamış, eski inançlarında devam ediyor veya yanlış inançlarda, beşerî sapık itikatlarda.
Ne diyeceğiz?
Onlar henüz müslüman olmamış ama olabilir. Potansiyel olarak içinde müslüman olma ihtimali var. Onların durumları böyle bir ihtimale açık, eğer müslüman olurlarsa Ümmet-i Muhammed’in ümmet-i icâbeti olurlar. İslâm’a davete icabet etmişler, hak yola gelmişler, adım basmışlar, doğru yolun, selamet yurdunun içine adımlarını atmış oluyorlar. Eğer icabet etmezlerse ümmet-i dâve oluyor, kendilerine davet hitabı vaki olan, davet edilme durumunda olan insanlar demek oluyorlar.
“Ey Âdemoğlu!” Ey insanlar! Şu anda ister müslüman olsun ister olmasın. Müslüman olmayanlar İslâm’a davetliler, Kur’ân-ı Kerîm’e uymakla vazifeliler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i kabul etmekle mükellefler.
Yahudilerin, hıristiyanların, başka dinlerin mensuplarının bunları severek yapması lazım. Çünkü onların zamanında o peygamberlere tâbi olunacaktı. Allah; onlardan sonra, onların kardeşi olan seyyidü’l-enbiyâi ve’l-mürselîn bizim Peygamberimiz’i göndermiş. Binâenaleyh, devir devr-i Muhammedî olduğundan elbette severek uymaları lazım.
Hz. Musa’yı sevenlerin Hz. Muhammed’e uyması lazım çünkü Hz. Musa âhirete irtihal etmiş, devresi kapanmış. Hz. İsa’yı sevenlerin Hz. Muhammed’e tâbi olması lazım çünkü Hz. İsa’nın devresi kapanmış. Hepsine salât u selâm olsun, hepsi büyüğümüzdür, seviyoruz; göğsümüzde, gönlümüzde sevgileri, yerleri var ama devir devr-i Muhammedî. Hepsi aynı kaynaktan peygamber gönderilmişler. O halde insanların hepsinin uyması lazım.
Peygamber Efendimiz’in naklettiğine göre bu hadîs-i şerîfte Allahu Teâlâ hazretleri bizlere buyuruyormuş ki;
İf’al hayran, fe-innehû miftâhu’l-cenneti ve yekûdu ileyhâ. “Hayır yap, hayır işle! Çünkü o, cennetin anahtarıdır ve insanı cennete sevk eder.”
Hayır yapmak… Hayır kelimesi çok geniş bir kelime.
Şer: Arapça’da kötülük demek.
Hayır: İyilik demek.
İyi olan şeyler de çoktur; sonsuz derecede iyiler vardır, bir liste yapmak istense bitmez ama en başta gelen iyilik, baş iyilik; insanın bütün hayırların başı olan imana sahip olmasıdır ve İslâm’a girmesidir. İlk önce Allah’ı ve Resûlullah’ı tanımasıdır. Bütün hayırlar ondan sonra başlar. İnsan iman ettikten sonra da hayırlı bir insan olmalı, iyilik üreten, kendisinden her tarafa iyilik yayılan, elinden iyilik çıkan, dilinden iyi söz çıkan, ömrü iyilikle geçmiş bir insan olması lazım.
“Ey Âdemoğlu! İyilik yap, çünkü o cennetin anahtarıdır.”
Allahu Teâlâ hazretleri insanları; iyilikleri ve bu dünyada yaptığı faliyetleri ile denediğine göre, bu dünya imtihan yeri, imtihanı kazanmanın şekli de iyilik yapmak olduğuna göre hepimizin daima “Nasıl bir iyilik yapabilirim?” diye iyi şeyler düşünmesi ve “En geniş hangi iyiliktir, onu yapayım…” diye en geniş iyiliği öne alması lazım.
Hani uzunluğu metre ile, ağırlığı kilo ile ölçüyoruz, daha büyük ağırlıklarsa tonla ölçüyoruz. İyiliğin de bir ölçüsü olsa, mesela ton diyelim, insanın elinden yüz tonluk bir iyilik yapmak imkânı geliyorsa, o yarım kilo iyilik yaparsa tabii çok az bir iyilik olur. Yüz ton olanı yapmaya çalışmalı. Daha fazla yaparsa, yapma imkânı varsa miktarı daha fazla olan iyiliği yapması lazım. Öyle bir iyilik yapmalıyız ki miktarı çok olmalı. Öyle bir iyiliği tercih etmeliyiz ki daha çok insana sevinç vermeli, fayda götürmeli.
O halde muhatabı, istifade edeni çok olan bir iyilik daima öne alınır. Miktar olarak çok olan ve çok insanı mutlu edecek olan iyilikleri tercih etmeye çalışmalıyız.
Burada yine bir sıralama yapalım:
En büyük iyilik iman etmektir. Bir insan;
eşhedü en lâ ilâhe illallah diyecek, Allah’ın varlığına inanacak, Allah’ın varlığına inanınca da Allah’ın gönderdiği elçisi Muhammed-i Mustafâ’ya tâbi olacak. Çünkü Allah elçi göndermiş, haberi onunla vermiş, kitabı ona indirmiş.
Sonra ne demesi lazım?
Ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû.En büyük hayrı yaptı. Tehlikeli bir âlemden kendisini kurtardı, ayrı bir âleme girdi. Dalgalı bir ummanda, kayalık bir sahilde azgın dalgaların kendisini kaldırıp, kayalara vurup parçalayacağı bir yerde, kendisini birden salim bir şekilde sahile ulaştırmış oldu. Selamet kıyısına erdi, ayağını bastı. O korkunç dalgalardan; ahtapotların, köpek balıklarının, tehlikeli dalgaların olduğu, boğulma tehlikesi olan yerden kendisini kurtardı. En büyük hayır iman etmek!
Ondan sonraki en büyük hayır; başkalarının imana gelmesine, irfana ermesine sebep olacak çalışmalar yapmaktır.
Onun için en üstün hizmet irşat hizmetidir! En büyük hizmet mürşitlerin hizmetidir, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in varisleri olan mübarek mürşid-i kâmillerin hizmetidir. Çünkü onlar insanların toptan, kökten kurtulmasına sebep oluyorlar. Bir insanın zihniyeti değişirse, kalbi tertemiz olursa, o insanın bütün bilgisiyle, bütün ömrü boyunca yaptığı faaliyetlere siz ayrı güzel bir yön vermiş oluyorsunuz. En güzel iyiliği yapmış oluyorsunuz. Bundan daha güzeli olamaz!
Binaenaleyh insan yetiştirmek, irşat etmek, insan kazanmak, insanları mü’min yapmaya çalışmak, insanlara İslâm’ı anlatmak çok önemli bir hayır olmuş olur. Bu hususta İslâm’ı çok iyi bilen insanların önde gelen çalışmaları var, olmalı fakat herkese de kendi seviyesinde, tahsilinde, yaşında ve kendi mevki, makam ve sorumluluk seviyesinde bir yük düşer. Mesela insanları irşat etmek; mürşid-i kâmillere, Peygamber Efendimiz’in varisi olan mübarek evliyâullaha vazifedir ama sen de evinin reisi isen sen de hanımına ve çocuklarına karşı elbette birtakım görevlerle görevlisin. Onları sevk etmek, doğru yola çekmek, iyi yetiştirmek zorundasın. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’de;
قُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْل۪يكُمْ نَارًا
Kû enfûseküm ve ehlî’küm nâran. “Kendinizi ve aile efradınızı cehennemden koruyun.” buyurulmuş.
Demek ki aile reislerinin; evlatlarını, hanımlarını, yakınlarını, akrabalarını, evinde bulunan, misafir olan teyze, hala, yeğen, kuzen... onları cehennemden koruyacak çalışmalar yapması lazım. Bunu hepimiz iyi yapmak durumundayız. Bir anne baba evladını iyi müslüman, iyi mü’min yetiştirmeli ve iyi mü’min yetişmesi için de elinden gelen her türlü gayreti göstermeli, her türlü çalışmayı yapmalı, her türlü dikkati sarf etmeli. Bu güzel bir çalışma!
İnsanların irşat edilmesi, doğru yola gelmesinden sonra yapılacak hayır nedir?
Bir insanı sevindirecek olan herhangi bir jest ve hareket, ona verilecek bir şey. Bu da bir hayırdır. Onun için İslâm’ın ibadet anlayışı sadece insanın kendi şahsî, derunî hayatına bırakılmamıştır. İslâm’da insan biraz da cemiyete döndürülmüştür. “Hadi bakalım, gözünü içinden dışarıya çevir de biraz da etrafındaki insanları düşün.” diye İslâm’ın beş büyük emrinden birisi de zekât olmuştur. Zenginlere; malının bir miktarını çıkartıp fukarâya vermesi Allah tarafından bir farz, önemli bir hizmet, önemli bir dinî görev olarak yüklenmiştir.
Bu da çok önemli! Bu hayırlarla birçok güzel çalışmalar yapılabilir. Bir insanın yemesine, giyinmesine, korunmasına yardımcı olmak güzel bir çalışmadır. Aç bir insana bir şey verdiğin zaman teşekkür eder; “Karnım doydu, çok acıkmıştım, sağ ol…” der. Susamışsa tam susadığı, dudakları kuruduğu, hararetle içinin yandığı zamanda bir meşrubat verdiğin zaman, “Çok teşekkür ederim, çok makbule geçti...” der. Ama asıl güzel çalışma insanların eğitimi için birtakım müesseseler kurmaktır. Onun için bakın, biz de size şahsen Ak radyomuzun mikrafonlarından sesleniyoruz. Bu radyoyu niçin kurduk? İnsanları eğitmek için. Yayınların size her zaman en yakınınızda, en samimi bulunan bir çeşidi de radyo yayınıdır. Radyo eğitimde çok güzel bir araç oluyor. Çünkü insanın
walkmanı olabiliyor. Kulağına takıyor; kimseyi üzmeden, gürültü patırtı çıkartmadan radyo yayınını dinleyebiliyor. Bisiklete biniyor bir yere gidiyor veya yolda yürürken dinleyebiliyor. İş yerinde radyoyu karşısına koyuyor iş yaparken bir takım şeyler öğrenebiliyor. Vaktini çifte faaliyetle kârlı geçirebiliyor. Hem eli iş üretiyor; maddeten kâr sağlıyor. Hem de kulağı hayrı dinliyor bir şeyler öğreniyor; ahiret yönünden kâr ediyor, sevap kazanıyor. Binaenaleyh, eğitim müesseseleri kurmak çok önemli. Şu radyoyu kurmuş olmaktan son derece mutluyuz. Demek ki bu güzel bir hayır.
Muhterem kardeşlerim!
Bunun dışında hayırlar sadece insanlara yapılmaz. Olgun bir müslüman hayrı bütün canlılara yapar. Bizim evliyâullah büyüklerimiz insanlara hizmet ettikleri kadar hayvanlara da, çevreye de hizmet etmişler. Hasta hayvanlara bakmışlar, göç edemeyen leylekler için vakıflar kurmuşlar. Kuşlar için yaptırdıkları taş binalarının, köşklerinin köşelerine kuş köşkleri, küçüçük evcikler yapmışlar. Serçeler, kuşlar orada yuva yapıyorlar, cıvıl cıvıl ötüşüyorlar... Yaralı köpeklere, hasta kedilere bakmışlar. “Karınca bile ezmemek…” bizim dilimize bir tabir olarak girmiş.
Ne kadar güzel duygular!
Ayrıca İslâm’ın bitkilerle ilgili çok güzel emirleri var. Mesela hacı ihrama giriyor. Mukaddes yerlere vardığı zaman yapmaması gereken birçok yasak var. Onlardan birisi de Harem-i Şerîf’in otlarını yolmamak, ağaçlarını kırmamak, koparmamak, kesmemek; yeşilliği yok etmemek!
Hac gibi önemli bir hizmette ne kadar güzel, ince bir şey! İnsan bundan, çok dersler çıkartılabilir. İnsan; “Ben İslâm’ın beş emrinden birisi olan haccı yaparken Harem-i Şerîf’in otlarını bile yolamıyorum, ağaçlarını kıramıyorum, kesemiyorum. Demek ki onları hiçbir zaman yapmamam lazım.” diye ders çıkartabilir.
Sevgili dinleyicilerim, biz de onun için – biraz bu konuşmamda “biz” diye fazla kelimeler geldi ama siz de bizden olduğunuz için yine sizi de biz saydığımız için bunun da mahsuru yoktur. -
Onun için biz de çevre dernekleri kuruyoruz. Türkiye’de daha Çevre Bakanlığı kurulmadan biz çevre dernekleri kurduk. Çünkü çevrenin güzel olmasını, bitkilerin korunmasını, ağaçların, yeşilliğin çok olmasını çok candan istiyoruz. Çevremizi yeşillikler içinde görmek istiyoruz. Yeşili seviyoruz. Bir de yeşilin İslâm dini ile özel bir ilişkisi var. Yeşil, sanki İslâm’ın bir sembolü gibi oluyor.
O bakımdan hayır sadece insanoğluna olmaz; insan başka mahlûklara da hayır yapar. Atına iyi bakar, dövmez. Koyununa, kuzusuna, kedisine, köpeğine iyi bakar... Çevresinde ağaç diker… O ağaçların çok sevabı var; meyvesı yendikçe, gölgesinde oturuldukça diken insan sevap kazanıyor.
Böylece insandan başlayarak insanın çevresindeki canlı varlıklara, bitkilere, ağaçlara, çevreye kadar yayılan sonsuz, bitmeyen bir liste halinde hayırlar yapmaya çalışacağız. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’de;
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
Yâ eyyühellezine amenü’r-keû vescudû va’budû rabbeküm vef’alü’l-hayra le alleküm tüflihûn.
“…Hayır yapın ki felah bulasınız.” diye buyruluyor.
Bu, bazı alimlere göre aynı zamanda bir secde âyetidir.
Secde âyetleri dinlendiği zaman secde yapılır.
وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
Vef’alü’l-hayra le alleküm tüflihûn. “Hayır yapın ki felah bulasınız; felaha eresiniz, iflah olasınız.”
Onun için amacınız, kalbiniz hayır yapma duygusu ile dolu olsun, kafanız hayırlarla dolu olsun. Hayırları iyi planlayın, biz de planlamaya çalışıyoruz. Hayrın planlı yapılması çok önemli! Zaten hayırları planlama komisyonu var, ama daha derin bir şekilde çalışarak her türlü hayrı çok güzel yapacağız. Türkiye içinde ve dışında, beş kıtada, deryalarda, karalarda, havalarda inşaallah çeşitli hayırlar yapacağız.
Allah’tan dileğimiz; bizi hayırları yapmaya muvaffak eylemesidir. Çünkü o gücün, kuvvetin sahibi O’dur. O nasip ederse hayır yapabiliyoruz.
Hayır yapmanın insana sağladığı pek çok fayda var. En önemlisi;
Fe-innehüm miftâhû’l-cenneti. “Cennetin anahtarıdır.”
Cennetin kapısı hayırla açılıyor, hayırlar yapan insana açılıyor, hayırlar yaptığı zaman o cennetin muazzam kapısı anahtarla gibi güzel bir şekilde, tatlı sesler, nağmeler çıkartarak açılıyor. Mü’minin oraya girmesi iyi oluyor.
Ve yekûdu ileyhâ. “İnsanı cennete sevk eder.”
Hayır, insanı alır, cennete götürür, cennete girmesine sebeb olur.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize bu hadîs-i kudsîde bildirdiğine göre Rabb’imizin bu güzel hitabının, hitâb-ı müstetâbının arkasından Mevlâ’mız;
“Ey Âdemoğlu! Hayrı işle çünkü hayır cennetin anahtarıdır ve cennete sevkeder.”
Vectene bi’ş-şer. “Kötülükten de sakın, kendini koru, içtinap eyle.”
Fe-innehû miftâhu’n-nâr. “Çünkü o da cehennemin anahtarıdır.”
Ve yekûdü ileyhâ. “O da insanı cehenneme götürür.” buyurmuş.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Şer de çok çeşitlidir. Şerlerin de listesi sonsuzdur. Dibi [sonu] görünmeyen uzun bir liste halindedir ama bütün şerlerin başı küfürdür, Allah’a inanmamış olmaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
“Allah her günahı affeder ama kendisine şirk koşulmasını affetmez!”
Gene bir inanç var.
İnsanlar inanç bakımından çeşitli kategorilerdedir, durumlardadır. Bir kısmı vardır; dini kabul etmez, Allah’ın varlığını kabul eder. “Ben ahkâm, şeriat meriat tanımam; sadece şunu tanırım…” gibi her şeyi elinin tersiyle iten bir inatçı tavır içinde. Agnostikler var, laikler var, sapık inançlara sahip olanlar var... Sonra ateistler, Allah’ı da tanımayanlar var... Bir de hiçbir çeşit inanca asla yanaşmayan tipler var; çeşit çeşit…
En büyük kötülük Allah’ı kabul etmemektir. Allah bunu affetmeyeceğini bildiriyor çünkü Allah’ın varlığı o kadar âşikârdır ki aslında her şey Allah’ın varlığına şahitlik ediyor. Kendi kendine olmayan her şey mutlaka onu olduranın eserini gösterir! Çiçek, tohum, ağaç, yaprak, kuş, böcek, canlı, cansız, molekül, yer, gök, yıldız, ay, güneş… her şey Allah’ın varlığını gösteriyor. Çünkü bunlar kendi kendilerini meydana getirmiş değil, biz de kendi kendimizi meydana getirmiş değiliz, biz de mahlûkuz. Biz de başımızın ne olduğunu, sonumuzun ne olduğunu bilmiyoruz. Evvelimiz neydi, sonumuz neydi; bizce meçhul!
Bizi; bir büyük kudret yaratmış, hem de ne güzel yaratmış! Hamd ü senâlar olsun! Ne güzel kabiliyetler vermiş, insanoğlu kâinata sahip; havalara, denizlere, karalara, yerin altına, üstüne, suların altına, üstüne elini uzatıyor ve erişebiliyor. Onu, muazzam bir zekâ ile yaratan takviye eylemiş.
Her şey -fizik mühendislerini hayran bırakan, kimyagerleri şaşkına çeviren, astronomları hayretlere düşüren, alimleri âşık eden, bayıltan bu kadar mükemmel kanunlar- planlı ve programlı. Kâinatın makro kozmostan mikro kozmosa bu kadar güzel bir düzeni varken, herşey dakik, herşey tıkır tıkır çalışmakta iken onun yaratıcısını bilememek, bulamamak çok büyük bir mahrumiyet, ayıp, küstahlık, çok büyük bir akılsızlık olduğundan Allahu Teâlâ hazretleri bunu affetmiyor!
Sevgili dinleyicilerim! Burada şunu hissediyorum: Bizim Türkiye’deki insanların, İslâm diyarında İslâm’ı az çok tanıma imkânı olan insanın ateist olması, inançsız olması Avrupa’dakinden çok çok daha ayıp, çok çok daha kötü! Çünkü bizim inancımız hak inançtır, doğru inançtır. Avrupa’da, Japonya’da, İnkalar’ın, Eskimolar’ın arasında, Kuzey ve Güney Amerika’da, Afrika’da, batıl inançların yaşandığı, inanıldığı toplumlarda yetişen bazı insanların, kendi toplumunun batıl inançları dolayısıyla, okuduğu ilim irfan dolayısıyla o inanca gönlünün yatmaması normaldir. Bir insan bir puta, bir haça, mantık dışı, ilim dışı şeye inanmaz. O bakımdan aslında kendi ülkesindeki batıl inanca reaksiyoner durumdadır. Belki aklı, mantığı sıhhatli bir şekilde çalışırsa o reaksiyoner durumu onu gerçek inanca götürecektir.
Biliyorsunuz İbrahim aleyhisselam bir bozuk toplumun içinde yetişmişti; toplum aya, güneşe, yıldızlara tapıyordu. Kur’ân-ı Kerîm onun geceleyin göklere bakıp da tefekkürünü, yıldızlara, aya ve güneşe baktığını ve insanların buna tapmalarının doğru olmadığını, onların yaratıcısına ibadet etmek gerektiğini kendisinin bulduğunu anlatıyor. Bu güzel bir şeydir. İnsanlar elbette batıl olan şeyleri reddetmeli ama hak olan şeyi kabul etmelidir.
Binaenaleyh batılı reddetmek de, hakka doğru bir adım gelmek olduğundan Avrupalı, Afrikalı, Amerikalı veya Eskimo, Japon, Hintli, bildiğimiz bilmediğimiz çeşitli kültürlerdeki, şirk ve küfür toplumlarındaki insanların belki hakka biraz yaklaşmadır da; tam İslâm’ın yaşandığı, kalesi olan bir yerde, bütün kâinatı yaratan, esmâü’l-hüsnâ’nın sahibi Hâlık Teâlâ, Rabbü’l-âlemine inanılan bir yerde, inançsız olmak -emin olun- çok korkunç bir gaflettir, dalâlettir, sapıklıktır, şaşkınlıktır ve çok gayriilmî bir şeydir. Bir üniversite profesörü olarak bunu çok rahatlıkla ilan ediyorum, ikaz ediyorum. Bizim kardeşlerimiz bunu ilgili yerlere söylesinler diye söylüyorum.
Radyomuzu dinleyenler de kendilerinde bu durum varsa farklılığı anlasınlar.
Türkiye’deki bir ateistin durumu Fransa’daki gibi, Güney Amerika’daki gibi değildir. Türkiye’deki çok daha büyük vebal altındadır. Çünkü hakkın hâkim olduğu bir yerde -Fransa’daki kendi dinine karşı çıkıyor diye taklit yoluyla- hakka karşı çıkması çok büyük bir yanlışlıktır, sapıklıktır; böyle bir şey olmaz!
En büyük kötülük küfürdür, insanların yakasını küfürden mutlaka kurtarması lazım! Kendisini şirkten, yanlış inançtan mutlaka kurtarması lazım, en büyük şer bu; bütün şerlerin de kaynağı budur!
Ondan sonra merhametsizlik, insafsızlık, sömürü, zalimlik, sırf kendisini düşünmek başlıyor. Hayat mücadelesi diye her şeyi meşru gören bir zihniyetle insanlar birbirlerine saldırıyorlar, aç kurtlar gibi birbirlerini yiyorlar. Bütün şerrin kaynağı bu inançsızlık oluyor. İnançlı insan sorumluluk duygusu taşıdığı için bunları yapmıyor. İlk önce ikaz edilmesi, en önemli ikaz edilmesi gereken şer bu. İnsanların bundan uzak olması lazım. Bu cehennemin anahtarıdır ve insanı oraya götürür.
Ondan sonraki şerler de çeşit çeşittir. İnsanlara zarar veren çeşitli faaliyetler şerdir. İnsanları zulme mâruz bırakan, üzen, ağlatan, inleten, yaralayan, kıran, döken, öldüren faaliyetler, onlara sebep olan işler şerdir. İnsan şerrin çeşitlerini de düşünmeli. Kimseye zarar vermemeye, şerri işlememeye, güzel ahlâka sahip olmaya çalışmalı.
Bu iki cümle biz müslümanlar için çok önemli iki hedef gösteriyor. Biz hayatımız boyunca bütün bilgimizle, kalbimizle, müktesebatımızla, aklımızla araştırıp duyduklarımızı, işittiklerimizi, süzgeçten geçirip hayırları bulup işlemek durumundayız çünkü cennetin anahtarı budur. Şerleri tespit edip kendimizi uzak tutmak ve şerlere bulaşmamak zorundayız. Şerli insanları da doğru yola getirme gayreti içinde olmalıyız. Onları da serbest bırakmamak lazımdır.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde bir misal veriyor, buyuruyor ki;
“Bir gemidesiniz; siz üst katta kalıyorsunuz, ambarda da bazı insanlar var. Ambardakiler yukarıdan su almak için merdivenlerden çıkıyorlar, suyu alıyorlar, aşağı götürüyorlar. Fakat “Yukarı çıkmayalım, su hemen bizim yanımızdan gelsin...” deseler, aşağıdan gemiyi delmeye kalksalar...
Gemiyi parçalamalarına müsaade eder misiniz?
Etmezsiniz çünkü gemide herkes var. Binaenaleyh o geminin tahribinden, kırılmasından, içinin su almasından gemi batacağı için sonunda herkes zarar göreceğinden kimse müsaade etmez.”
Toplum da bir gemi gibidir. Toplumda hayırlı insanlar hayrı yapacak ama şerli insanların da şerrini yapamaması için engeller, yasaklar konulması lazım. Ben bunları trafik kuralları gibi, devletin ve milletin selamet ve emniyeti için konulmuş birtakım yasaklar gibi görüyorum. Yasaksız olmaz! Kötülüklerin yasaklanması, yapılmaması lazım. Bir de iyi bir insanın sadece iyilik yapmakla yetinmemesi, kötülüğü engellemek konusunda şuurlu olması ve bu hususta da aynı ideali paylaşan insanlarla işbirliği yapması lazım. Çünkü kötülerin faaliyetlerinden gemi batarsa herkes zarar görür.
İslâm’da kötülere müsamaha etmek yasaktır ve âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ile eski milletlerden, ümmetlerden misaller verilmiştir. Eski milletlerin alimlerinin; şerli, kötü insanların şerlerine mâni olmadıkları, onları nasihatle doğru yola getirme çalışmaları yapmadıkları için onlarla beraber helak oldukları bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Âd kavminden, Lut, Semûd kavminden pek çok misaller verilmiştir.
O halde sevgili ve değerli Akra dinleyicilerim! Hayrı işlemeye çalışacağız. Hayrın çeşitlerini düşüneceğiz, arayacağız, bulacağız.
Tek başımıza da yapabiliriz ama hayrı topluca yapmak konusunda bir kollektif çalışma daha büyük hayırların yapılmasına sebep olacağından, kolektif çalışmayı da çok faydalı ve önemli gördüğümüz için vakıflar kurduk.
Hayırları kolektif yaparsanız, hayrın şümulü, tesir alanı genişler.
Aynı zamanda:
Sadece hayır yapan insanlar yarım insan demektir; şerri de engelleyen bir yapıya sahip olmak ve geminin batmaması için şerlilerin de faaliyet yollarını kesmek ve tıkamak, şerlileri de hayra döndürmeye çalışmak lazımdır. Bu da irşadın öbür tarafıdır. Ne kadar kötü insanı iyi yapabilirsek, kötü yolu engelleyebilirsek, ne kadar kötü fiili yaptırtmayabilirsek o kadar iyi bir şey yapmış oluruz.
Onun için İslâm’ın farzlarından birisi de el-emru bi’l-mâruf, “iyi olan şeyi emretmek” ve nehyü ani’l-münker, “kötü olan bir şeyi de yaptırmamak”tır. Yaptırmamak; ya pazu kuvveti ile olur ya dille söyleyerek olur ya da hiç olmazsa kalbinden onları tasvip etmemek derecesi vardır. O da imanın en aşağı derecesidir, deniliyor.
Şu güzel cuma gününde, konuşmamın sonunda dua faslına geldik.
Allah cümlemizin basiretimizi açsın, hakkı hak olarak görmemizi nasip eylesin. Ona uyup onu uygulamayı, hayatımızı hayırla geçirmemizi nasip eylesin. Batılı batıl olarak, şerri şer olarak, görüp şerden korunmayı; şerden uzak durmayı ve şerri yeryüzünden kaldırmak için de organize, güzel çalışmalar yapmayı nasip eylesin.
Cumanız mübarek olsun. Nice cumalara Allah sevdiklerinizle beraber sizleri eriştirsin. Cumanın güzel ikramlarından, nimetlerinden, sevaplarından azamî istifade etmenizi nasip eylesin.
Her zamanki gibi yine hatırlatıyorum belki beni ilk defa dinleyen dinleyiciler olabilir diye: Cuma namazı erkek mü’minlere farzdır, gitmesi lazım. Üç cuma namazına gitmez ise kalbi mühürlenir; Allah tarafından kendisine hayırlar gelmemeye başlar, çok kötü duruma düşer. Onun için cuma namazını kılınız. Başka namazları kıldığınız gibi cumayı da kaçırmayınız!
Cumaya giderken en temiz elbiseyi giymek lazım. Cuma günü ne kadar temiz, pırıl pırıl yeni elbiseniz varsa giyin. “Cuma gününde israf yoktur!” deniliyor, güzel giyinmek lazım, güzel kokular sürünmek lazım. Cumaya gitmeden önce bir güzel boy abdesti alıp -artık modern tabirle söylemek gerekirse- güzel kokulu şampuanlarla, güzel deodorantlarla, koltuk altlarımızı vs. kokulayarak, tırnaklarımız kesilmiş halde, tertemiz elbiselerimizle pırıl pırıl bir şekilde cumaya gitmeliyiz.
Cuma günü beyler için en önemli şey cuma namazına gitmektir. Anneler de çocuklarına bunu alıştırsınlar. Benim rahmetli annem beni giydirip kuşatırdı, “Hadi evladım cuma namazına git.” derdi. Ben belki o zaman daha cuma ile mecburî, mükellef de değildim ama rahmetli annem bir de kurnazlık yapardı:
“Evladım! Hatibi, hocayı iyi dinle de ne söylediğini bana anlat, ben çok seviyorum.” derdi.
Ben de cuma günü hocaların sözlerini anneme anlatacağım diye pürdikkat dinlerdim.
Biliyorsunuz cuma günü hoca, vaiz ne zaman minbere, kürsüye çıksa insanlara bir uyku tutuyor. Gece hiç uyku uyumamışlar gibi oturdukları yerde uyuklamaya başlıyorlar. O şeytanın bir şeyidir [oyunudur]. Dikkatle dinlemek lazım. O kadar dikkatle dinlemek lazım ki yanındaki gürültü yapsa “Sus!” demek bile olmuyor, gayet sakin bir şekilde dinlemek lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri cumaların güzel feyizlerinden, sevaplarından cümlenizi istifade ettirsin. Mutlu bir ömür sürmenizi nasip etsin. Cennetin anahtarı olan hayırları işleyip, cennetin kapısını açıp cennete girmeyi nasip eylesin. Huzuruna; cehennemden âzat ettiği, sokmadığı, azap göstermediği, gazabına uğramayan, sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin. Sizleri ve sevdiklerinizi cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.