Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Allah gününüzü hayır eylesin. Araplar es’adallahu sabâhatün diyorlar. “Sabahlarınızı mutlu eylesin.” ve iki cihan saadetini cümlenize nâil eylesin. Sizleri de cumanın güzel nimetlerinden, Allah’ın sevgili kullarına bahşettiği ikramlarından istifade edenlerden eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, Enes radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîfinde buyuruyorlar ki;
إِنَّ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ رَحِيمٌ حَيِيٌّ كَرِيمٌ، يَسْتَحْيِي مِنْ عَبْدِهِ أَنْ يَرْفَعَ إِلَيْهِ يَدَيْهِ ثُمَّ لَا يَضَعَ فِيهِمَا خَيْرًا
İnna’llâhe azze ve celle rahîmün hayyün kerîmün yestahyî min abdihî in yerfe’a ileyhi yedeyhi sümme la yedeu fîhima hayrâ.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz biz ümmetine müjdeliyor. Buyuruyor ki;
Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri Rahîm’dir, Hayy’dir, Kerîm’dir. Rabbimiz’in üç tane sıfatını belirtiyor:
Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri, Rabbimiz Rahîm’dir, Hayy’dir, Kerîm’dir.
Yestahyî min abdihî. “-Allahu Teâlâ hazretleri- kulundan utanır.”
Niçin?
İn yerfea ileyhi yedeyhi. “Kulu iki elini dua etmek için Rabbi’ne kaldırmış, Allahu Teâlâ hazretlerinden dileklerini diliyor, dua ediyor bir şeyler istiyor, ellerini kaldırmış.”
Sümme lâ yedeu fîhima hayrâ. “Allah da onun açtığı avuçlarına muratlarını vermemek, bir hayır koymamak suretiyle boş döndürmekten hayâ eder.”
“Kul elini açtı mı Allah, onun ellerini bir hayırla doldurmadan onu döndürmez; boş döndürmekten hayâ eder.”
İnna’llâhe. “Hiç şüphe yok ki Allahu Teâlâ hazretleri.” diye başlıyor; inne’ye edat-ı tahkîk derler, “Muhakkak bu iş böyledir.” diye mânayı kuvvetlendirmek içindir.
Azze ve Celle iki mâzi sigasıdır; Arapça’da mâzi sigaları, sıfat olarak tavsif etmek için de kullanılır.
Azze, “Aziz oldu.” Celle. “Celil oldu.” demek.
“Aziz oldu.” ne demek?
Aziz olmak, izzet sahibi olmak, “mutlaka bir şeye üstün gelmek, ondan daha üst olmak” mânasına geliyor. Buradan da bir şey çok kıymetli olduğu zaman, çok nâdir olduğu zaman azze’l-metâu derler. “Bütün öteki emsalde galip oldu, üstün geldi.” demek.
وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه۪
Va’llâhu ğâlibün ala emrih. “Allahu Teâlâ hazretleri mutlaka her şeye kâdirdir, her şeye galiptir.”
Kimse O’nun dileğinin karşısında duramaz; O ne derse onu yapar. Çünkü yarattığı mahlukâtıdır.
Allahu Teâlâ hazretleri, kudret-i külliye sahibidir. Âciz sıfatı onun için bahis konusu değildir; her şeye gücü yetendir, her şeyi istediği, dilediği şekilde yapar.
Celle de “Yüce olur, büyük olur.” mânasına.
Ama bu mâzi sigasıyla değil de sıfat olarak tercüme edilir:
Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri.
Birinci sıfatı, Rahîm.
Bu sıfat,
sıfat-ı müşebbehe. Bir de
ism-i fâil derler veya
ism-i mef’ul derler. Mübalağa mânası ifade eden bir sigasıdır.
“Allahu Teâlâ hazretleri çok merhametlidir.”
“Merhametli” diye tercüme etsek az gelir; çok merhametlidir, son derece merhametlidir.
Merhamet de Arapça bir kelime, aynı kökten bir kelime. Bir kelimeyi anlatırken kendisiyle anlatmak doğru değil. Ama biz merhameti çok iyi anladığımız için iyice tanıdığımız için öyle anlatıyoruz.
Aslında merhamet ne demek?
“Acımak” demek.
“Bir insanın başka bir insanın hâline nazar edip ona acıması.”
Biz insanlar arasında da bunu kullanıyoruz. Allahu Teâlâ hazretlerinin de kullarına nazar edip acıması, bunun gibidir. Kullarına bakıyor, hallerine acıyor. Zaaflarına, yoksulluklarına, ihtiyaçlarına, fakr-u zaruretlerine bakıyor, acıyor. Acımak; “merhamet” mânasına geliyor.
Terahhum etmek, “severek onun zavallı hâline acıma” mânasına geliyor.
Allahu Teâlâ hazretlerinin bir sıfatı Rahîm’dir.
Erhamü’r-râhimîn’dir.
Kur’ân-ı Kerîm’inde; hadîs-i şerîflerde kullanılan, aynı kökten sigadan
Erhamü’r-râhimîn’dir.
Allahu Teâlâ hazretleri bu acıma vasfını, acıma duygusunu kullarına da vermiştir.
Bizde de acıma duygusu var. Bir kediye, bir küçük kuşa acırız; “Kış gününde gelmiş; karların, camın üzerinde duruyor.” diye görünce dayanamayız.
Şiirler filan yazarız. “Zavallı kuş aç kalmış da, donmuş da, üşümüş de camın önüne gelmiş.” deriz. Karıncaya acırız, böceğe acırız, kuzulara, kuşlara; çocuklarda çok tatlı bir duygudur bu. Onlar da etraflarındaki şeylere acırlar; bu duyguyu da öğretmek lazım. Çocuklarımıza acıma duygusunu öğretmeliyiz. Bir şeyleri sevip acımaya alışmalı. Gaddar olmamalı, merhametsiz, acımasız olmamalı.
Allahu Teâlâ hazretleri acıma duygusunu kullarına da vermiştir; acıma duygusu yaratıklarında derece derecedir ve Allahu Teâlâ hazretleri
Erhamü’r-rahimîn’dir. “Acıyanların, acıma duygusuna sahip etrafımızda gördüğümüz, tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz, dostlarımızdan merhametlilik hoşumuza gidiyor. Allahu Teâlâ hazretleri merhametlilerin en merhametlisidir.
Hadîs-i şerîfte ifade edilen bir sıfat bu.
İkinci sıfatı,
Hayy.Allahu Teâlâ hazretleri kör bir kuvvet değildir. Hani elektrik var, iki teli yan yana yaklaştırdığımız zaman işte bu elektrik bir kuvvet, elektrik motorunu döndürüyor vesaire ama bu kör bir kuvvet. Şuuru yok ve biz onu bir takım şekillere bağlı olarak kullandığımız zaman ondan istifade ediyoruz. Atlardan, develerden diğer mahluklardan istifade ettiğimiz gibi o kuvvetten de istifade ediyoruz. Kendisinin özel bir arzusu, duygusu yok. Bizim arzumuza verilmiş, bizim kullanmamıza verilmiş bir kuvvet.
“Kör kuvvet” dediğimiz, kendisinin iradesi arzusu yok. Nasıl kullanırsan öyle kullanılıyor.
Su kuvvettir. “Elektrik enerjisi, enerji” diyoruz, “kuvvet” diyoruz. Böyle çeşitli kuvvetler var.
Ama Allahu Teâlâ hazretleri hayat sahibidir, irade sahibidir; hani bazı ilim adamlarının veya zamanımızdaki bazı münevverlerin düşündüğü gibi değil. Bazıları “tabiat ana” diyorlar.
Tabiat ana nedir?
Tabiat ne anadır ne babadır. Tabiat da bizim gibi Allah’ın bir yarattığıdır. Biz tabiat içinde en güzel yaratığızdır, eşref-i mahlukât. Ana filan değildir, Allah’ın yarattığı varlıkların meydana getirdiği bir topluluktur.
Çevre işte bunlardan oluşur; canlılar var, cansızlar var, hayvanlar var; bunlara “tabiat” diyoruz. Bazıları “tabiat ana” diyorlar, “Tabiat ana yaptı.” diyorlar. Tabiat ana da kör bir yaratık olduğu için onun doğrudan doğruya bir etkisi yok. O da Allah tarafından kullanılıyor, Allah tarafından kendisine verilen vazifeyi yapıyor.
Ağaçlar, rüzgârlar sular, gök, ay, güneş hepsi Allah’ın emrinde ve bizim hizmetimizde. Allah bizim hizmetimize vermiş.
Şeyh Sâdî’nin Gülistan’ında çok güzel şiirleri vardır. Hoşuma gider Gülistan’ı.
“Bütün bulut yağmur, ay, güneş, yer, gök hepsi çalışmaktadır. Senin emrinde çalışmaktadır. ‘Sen yaşayasın.’ diye, benim gıdalarım hâsıl olsun diye hepsi harıl harıl etrafında çalışmaktadır. Tabi Allah çalıştırıyor. Ta ki sen yaşayasın, yiyip içesin. Onların hepsi emirlere itaat ediyorlar da, bunlar senin için çalışır da sen insafa gelmez misin? Bu kadar mahlukâtı senin hizmetine veren Allahu Teâlâ hazretlerine nasıl ve nice âsî olursun? Onlar hep itaat ediyorlar, bu kadar ikrama mazhar bir mahlûk olarak sen nasıl âsi olursun?” diye, Şeyh Sâdî, bu husustaki kanaatini çok güzel bir şiirle bildiriyor.
Allahu Teâlâ hazretleri hayat sahibidir; bizim o tabiat dediğimiz zaman anladığımız fizik, kimya okuyan ortaokul, lise, üniversite okuyan insanların düşündüğü gibi değildir bu iş. Allahu Teâlâ hazretleri her şeyi bilerek yapıyor.
Küçükten beri okuduğum çok güzel bir kitap vardır. Ordinaryüs Profesör Baki Muhtar Özden diye bir alim yazmış, tabii eski bir alim. Ben de kendimi biraz yaşlanmış gibi sayıyorum; çocukluğumda okuduğuma göre, bundan elli altmış yıl önce yazılmış bir kitap bu.
İlim bakımından bir ahlâk bu. Orada bir tıp mütehassısı olarak, insanların ahlâkının daha ilkel yaratıklar olan öteki mahluklarda karıncalarda, arılarda, diğer canlılarda da eserlerinin olduğunu; onların da bir takım ahlâkî sıfatlara sahip olduğunu söylüyor ve insanlarda bu ahlâkın daha ileriye doğru mükemmelleşmiş hâlinin tezahür ettiğini ifade ediyor.
Diyor ki;
“Çevremizi incelediğimiz zaman, bütün mahlukları belli bir amaca iten yüce bir kudret, bir zîşuur vardır.”
Zîşuur demek, “şuur sahibi, irade sahibi” demek; “Ne yaptığını bilerek yapan ve belirli bir noktaya doğru muntazam bir şekilde yapan, yüce bir kudret sahibi vardır.” demek.
Tabi hoşuma gider. İlim adamının imanı takviye edecek bir sonucu bulması sevindirici, güzel bir şey. Bazıları da münkir oluyorlar zavallılar, inkâr ediyorlar. İşte dört tabiatı taşı, ağacı vesaireyi yanlış olarak tanıyorlar.
Burada bir noktayı daha söylemek istiyorum. Bunu bütün münevverlere söyleyin, etrafınızdaki insanlara söyleyin:
Avrupa’daki bir dinsiz insan ile bizdeki bir dinsiz arasında veya diyelim bir komünist ülkedeki tamamen Allah’ın karşısına mütemerrid olarak çıkmış, yumruğunu sıkmış ve Allah’ı inkâr eden bir kıpkızıl, kapkara münkir, kâfir, inkârcı, inançsız arasında fark vardır.
Avrupalının inançsızlığı, kendi mıntıkasında mevcut olan inançların, “biz inançlıyız” diyen insanların da, daha açık ifadeyle hıristiyanın ve kilisenin, onun çevresindeki uygulamasına itirazıdır.
Bunlar haça tapıyorlar; ilim adamı onu içine sindiremiyor. “Bu nasıl olur böyle?” diye, kabul edemiyor. O zaman dini duyguları zayıflıyor veyahut olmadık inançlarla isyan ediyor.
Gayrimüslimler isyan etmiş; “Olmaz böyle şey!” demişler. Daha alimler kabul edememişler. Avrupalının inkârı, kendi çevresindeki yanlış inançlara karşı bir çıkış olduğu için onu tamamen kıpkızıl, kapkara inatçı bir karar olarak görmemek lazım. Onlar da ilim adamı olarak etrafına baktığı zaman çok güzel hakikatleri görmüş olanları var. Israrla kâinatın esrarlı çalışmasına dikkati çekenler var.
Diyanet yayınları arasında; “Mustafa Rahim Balaban” ismiyle, terceme edilmiş makaleleri ihtiva eden İlim Ahlakı diye bir kitap vardır. O da çocukluğumdan beri severek okuduğum bir kitap.
Orada bazı makaleler, ilim adamlarının Allah’ın varlığına inanmalarını gerektiren müşahedelerini anlatır.
Evet, insan çevresini insaflı bir şekilde incelerse Allah’ın kudretini görür, icraatını görür. Allah’ın neler yarattığını, nasıl yarattığını, nasıl hikmetle yarattığını ibretle seyreder.
“Tabiat” diyorsun!
Ne yani taş mı, ağaç mı, su mu, nedir tabiat?
Hepsinin bir araya gelmiş şekli. Bunların her birisi birbirinden ayrı.
Manzara demek gibi bir şey oluyor. Tek bir şahsiyete sahip değil ki, yaratıcılık vasfını uygun görüyorsun da; “Tabiat ana şöyle yarattı, böyle yarattı.” diyorsun.
Münkirâne sözlerden birisi; “Allah baba” demek, bir tanesi de “tabiat ana” demek.
Ne ana, ne baba; öyle şey olur mu?
Sen hizaya gelip de, aklını başına toplayıp da ilim adamlarının dediği gibi Yüce Yaratıcı desene. İlla onu demek için çeşit çeşit yalan yanlış sözler kullanıyorsun, ağzını kirletiyorsun, aklını kirletiyorsun, kalbini kirletiyorsun da ilmî olmayan bir şey söylemiş oluyorsun. Bu gibi insanlara bunları söylememiz lazım.
Evet, Allahu Teâlâ hazretleri hayat sahibidir, yaratandır, irade sahibidir, Esmâü’l-Hüsnâ sahibidir ve kulları dua etti mi duasına icabet eder.
İşte bizi Allah’ın varlığına sımsıkı sarındıran, tutunduran, gönlümüzü şen eden, imanımızı sapasağlam çelik gibi, kale gibi yapan da işin bu tarafıdır.
Dua ediyoruz; Allahu Teâlâ hazretleri, duamıza karşılık veriyor. İstediğini aynen veriyor.
Nasıl veriyor?
Öğrencilik yıllarında başımdan çok şeyler geçti. Çok çok defalar olduğu için tesadüf ile de izah edilemez. Zaten “Kâinatta ‘tesadüf’ diye bir şey yoktur.” diyorlar.
Kâinatı yöneten işi tesadüfe bırakır mı?
Her şeyin hikmeti var, tevafuklar var.
Öğrenciyim, imtihana gidiyorum, yoldayım. Çok çalışamadım, heyecanlıyım; kitabın bazı yerlerini iyi biliyorum bazılarını iyi bilemiyorum; “Şurası gelsin, şurası gelsin.” diye dua ediyorum.
İmtihana giriyorum; hoca bana “Anlat bakalım.” diye benim o düşündüğüm üç tane soruyu soruyor. “Şunlar gelse” dediğim üç soru bana geliyor; bu nasıl oluyor?
Allah duamı kabul ediyor; imtihan yapan öğretmene onları sorduruyor.
İşte Hayy!
Hayatının, Allah’ın Hayy oluşunun, bir ilim tarafından görülen, anlaşılan icraatı; dua ediyoruz, duamıza icabet ediyor; ne kadar güzel, ne kadar hoş!
Bu sadece bana mahsus bir şey mi? Hayır.
Sorun nice öğrencinin başından geçmiştir, nice dinleyici kardeşimizin başından geçmiştir:
“Ben bir seferinde şöyle dua etmiştim de şıp diye istediğim gibi oldu. Böyle olması da çok şaşılacak bir hadisedir. Bu enteresan, şaşırılacak hadiseyi size anlatayım.” diye nice tatlı hatıralarını herkes anlatır.
Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri Rahîm’dir bir, Hayy’dır iki.
Çok merhametlidir, hayat sahibidir, kör kuvvet filan değildir. Kâinatta hiçbir şey kendi kendine olmaz. Her olay ilme uygun; her olayın sebebi vardır, müsebbibi vardır. Sebeb-i Ûlâ, müsebbib, Allahu Teâlâ hazretleridir; yoksa kâinatı ilmen ve felsefe yönünden izah bile edemezsiniz. İnsan O’nu kabul etmezse varlığın nasıl var olduğu çıkmaza girer. Bunun için şaşkın sözleri bırakması lazım. Zaten gerçek alimler bırakmıştır.
Gerçek alimler bizim söylediğimiz sözleri söylüyorlar. İşte problemi olanlar, sıkıntısı olanlar derdi olanlar; hayatını incelediğiniz zaman beğenmeyeceğiniz insanlar, kendi etrafından yediği darbelerden dolayı, insanlardan gördüğü kötülüklerden dolayı ters duygulara düşmüş insanlar böyle yapıyorlar.
Komünizme gelince o da siyasi, ideolojik bir akım. Orada insanları zorla bir yere yönlendirmek var. İnançlar kendi karşılarına çıktığı için onlar da inançlarla mücadele ediyorlar. İnancın her şeyine karşı çıkıyorlar. O da çöktü, onun da tutmadığı görüldü.
Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri çok merhametlidir, hayat sahibidir ve kerîmün, “Kerem sahibidir.”
Kerem ne demek?
“Soy, asalet” demek.
Kerim, insanlar için de kullanılan bir sıfat. Kerem sahibi; asaletli, asil halli, asil huylu, bir de asil soylu; soyunda da necabet var, kendi ahlâkında da necabet, güzellik var. Soyu da beğenilen bir soy, ahlâkı da beğenilen bir ahlâk, davranışları, hareketleri, insanlara muameleleri de güzel. İşte böyle insana “kerîm” derler, kerem sıfatına sahip.
“Kerîm” kelimesi, Arapların çok sevdiği kelimelerden birisidir.
Allahu Teâlâ hazretleri Kerîm’dir. Yine dilimizden başka ifadelerle biliyoruz Ekremü’l-Ekremîn’dir.
Kullarına da kerem sıfatını vermiş ama kerîmlerin en kerîmidir. Allahu Teâlâ hazretleri, kerem sahiplerinin en kerem sahibidir. “Kerîm” sözünü duyduğumuz zaman “ikram ve cömertliği” de anlıyoruz.
“Allahu Teâlâ hazretleri merhametlidir, hayat sahibidir, çok cömerttir.” mânasına anlıyoruz.
Allah
Ekremü’l-Ekremîn’dir.
Yestahyî. “Allahu Teâlâ hazretleri utanır.”
Utanma duygusu hanımlarda, çocuklarda bir masumiyet, yerine göre süs ve ziynet sayılacak bir duygudur. Hanımın utanması güzeldir. Utanmazlık da kötü bir sıfattır.
Adam utanmıyor veya kadın utanmaz bir kadın veya şımarık, haylaz, terbiyesiz utanmaz bir çocuk. Hani kızdığımız zaman, utanmaz bir hareketini gördüğümüz zaman açıkça “utanmaz” deriz ya, o da bir hakaret olarak kullanılır.
Utanmak güzel bir duygu; Allahu Teâlâ hazretleri utanıyor, utandığını beyan ediyor.
Bunu anlatmak için Peygamber Efendimiz bizim bildiğimiz kelimelerle, bizim bildiğimiz duygularla ifade edecek. İnsanlar arasındaki anlaşılan aracı vasıtası lisan, kelimeler; o kelimeleri kullanarak anlatacak ama Allahu Teâlâ hazretlerinin hiçbir sıfatı insanların sıfatına benzemez. Hiçbir hâli, huyu insanlarınkine benzemez.
Neden?
Muhâlefetün li’l-havâdis.İlm-i kelâmda, mahlukatından başkadır.
Ulûhiyetin sıfatları; “Allahu Teâlâ hazretleri yaratıklar gibi değildir. Yaratıklardan başkadır, tektir; onun başkalığı, niceliği, güzelliğini idrak mümkün değildir.”
Çünkü misal veremezsiniz; “Şunun gibidir.” diyemezsiniz.
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ
Leyse ke mislihî şey’ün.
O’nun bir benzeri yok ki “Şuna benziyor.” diye tanıtayım.
Peki, o zaman Allah nasıl tanınır?
Eşi, benzeri olmayan, “şunun gibi” denilemeyen Cenâb-ı Hakk, bizim Yaradanımız Allahu Teâlâ hazretleri nasıl tanınır?
En basit şekliyle tanınması; icraatıyla, muamelesiyle, yaratmasıyla, bize olan ikramlarıyladır. Çevremize ibretle, dikkatle baktığımız zaman, kıssalardan hisse çıkardığımız zaman, olaylardan ibret aldığımız zaman, olayları dikkatle incelediğimiz zaman her şeyi olduran Allah olduğu için Allahu Teâlâ hazretlerini tanırız.
Allahu Teâlâ hazretlerinin hayat sahibi olduğunu görürüz, irade sahibi olduğunu görürüz; tekvin sahibi, yaratma sahibi olduğunu görürüz; Erhamu’r-râhîmîn olduğunu görürüz, Ekremu’l-Ekremîn olduğunu görürüz.
Zâtını bilemeyiz ama bildirdiği kadarıyla sıfatlarını biliriz. Bir de Allahu Teâlâ hazretleri kulunu sevdi mi o sonsuz kudretiyle kuluna kendisini bildirir, gönlüne tecellî eder. O, Allahu Teâlâ hazretlerini; öteki insanlardan daha tatlı, daha hoş, daha derinden, daha heyecanlı, daha tariflere sığmayacak güzellikte tanır. Ârif kimse olur; ona “ârif diyoruz”, “mârifetullaha sahip insan” diyoruz.
Allah bildiriyor. Allahu Teâlâ hazretleri kuluna kendisini bildirir. Eğer kul Allah’ın yolunda yürürse, edepli bir kul olursa; gönlünün, gözünün, mâneviyatının, basîretinin perdelerini kaldırır.
Ref’ olur yetmiş bin hicâp, yoldan perdeler kalkar.
“O zaman Allahu Teâlâ hazretlerinin cemalini müşahede eder.” demiş şâirler; ârif şâirler bu gibi şeyleri güzel güzel anlatmışlar.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi ârif olan kâmil kullarından eylesin.
Allahu Teâlâ hazretleri utanır.
Demek ki bir hanımın utandığı gibi, bir çocuğun utandığı gibi; bir yanlış iş yapmak durumunda olan insanın onu yaparsa utanacağı gibi utanır.
Allahu Teâlâ hazretleri kimden utanır?
Min abdihî. “Kulundan utanır.”
Şaşırtıcı bir şey!
Tabi Peygamber Efendimiz terbiyecilerin en yükseği olduğu için, anlatırken de kullarına Allah’ı sevdirmek, çok büyük bir sıfattır. Zaten meşâyih-i kirâm’ın, evliyâullah’ın, mürşid-i kâmillerin de vazifesi kullara Allah’ı tanıtıp sevdirmektir, kulları âşık yapmaktır; bir vazifesi de odur.
Tabi mürşidlerin şahı olan, Şâh-ı Velâyet olan Şâh-ı Risâlet olan, Seyyidü’l-Evvelin ve’l-Âhirîn olan Peygamber Efendimiz, ümmetine peygamber olarak Rabbimiz’i anlatırken güzel tasvirlerle, gözümüzün önüne güzel manzaralar sererek anlatır.
O Allah, kulundan utanır. Çok şaşırtıcı bir şey!
O Allah ki âlemlerin Rabbi.
“Yâ Rabbi! Sen âlemleri yaratansın; ben kulundan nasıl utanırsın?” diye insan bir hayrete düşüyor, bir hayranlığa düşüyor, ağzı açık kalıyor, şaşırıyor. Hayretinden sesi çıkmıyor “Allah Allah!” diyor,
subhânallah diyor. Subhanâllah diyoruz bizde. Kulundan utanıyor. Subhânallah, Allah Allah.
Peki, neden utanırmış?
Peygamber Efendimiz anlatıyor.
Kulu iki elini kaldırsın da, “Yâ Rabbi!” desin, “Allah” desin, o ellerine Allah bir hayır koymasın, mümkün mü?
Allahu Teâlâ ondan utanıyor, yani koyuyor! Koymazsa utanacak. Allahu Teâlâ hazretleri mutlaka dua edenin duasına karşılık verir, eline hayır doldurur, kucağını, gönlünü, gözünü doldurur, dünyasını âhiretini hayırlarla doldurur, hayırlara mazhar eder.
Ne kadar güzel bir hadîs-i şerîf!
Cuma sabahı insanı ne kadar mutlu eden bir müjde. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinden ne kadar tatlı bir sahne gözümüzün önüne seriliyor:
“Rabbimiz bizden utanıyor, elimizi kaldırdığımız zaman güzel şeyler vermemekten, dileğimizi yerine getirmemekten, duamızı kabul etmemekten, bizi hayra mazhar etmemekten Rabbimiz utanıyor.” diye, “utanma” kelimesiyle bildiriyor.
Bu utanma da Allahu Teâlâ hazretlerine mahsus bir hal, sıfat. Bunu bizim anlamamız mümkün değil, anlayabildiğimiz kadar artık.
Çünkü Rabbimiz Ekremü’l-Ekremîn, cömertlerin cömerdi. Bizim yüzümüz ne kadar kara olsa, suçumuz ne kadar çok olsa da Allahu Teâlâ hazretlerine yöneldik mi, elimizi açtık mı, boynumuzu büktük mü, gözlerimizden yaşlar damlatmaya başladık mı, merhameti, acıması cûşa geliyor.
Hayy-u Kayyûm olduğu için, Ekremü’l-Ekremîn ve Erhamurrâhîmîn olduğu için; “Kulum, peki hadi bakalım istediğini veriyorum, muradına seni erdiriyorum.” diye lütfediyor, ihsan ediyor, veriyor, duaları kabul ediyor.
Arapça’da duaları kabul etmek nasıl söyleniyor?
Allahu Teâlâ hazretleri Mûcibü’d-deavât duaları kabul edicidir, dualara icabet edicidir.
Muhterem ve aziz kardeşlerim!
Kul çok suçlu olabilir, çok günahkâr olabilir hayatında şeytana çok uymuştur, nefsine çok uymuştur, söyleyemeyeceği, yüzünü kızartacak, kalbini, içini kemiren, kendisini huzursuz eden çok ayıp ve günah işler yapmış olabilir.
Olabilir mi?
Olabilir.
Neden?
Kuldur; bir iradesi var ama bu iradesini her zaman tam kullanamıyor, şaşırıyor. Ayağı kayıyor, şeytana uyuyor veya nefsine mağlup düşüyor, hatalı bir şeyler yapıyor.
Şimdi ne olacak?
Hatayı yaptı, hadi bakalım!
Sevgili kardeşlerim, muhterem Akra dinleyicileri!
Günahlar tatlı tatlı işlenir. Günahlar işlenirken şeytan, nefis zevk alır. Günahlar tatlı tatlı işlenir, keyifli keyifli işlenir ama arkasından cezası, belası, sıkıntısı, pişmanlığı acı olarak gelir. Bir yaranın tatlı tatlı kaşınması gibi kaşınır; zamanla kanayıp daha beter olması gibidir.
Günahlar tatlı gibi görünüyor; zaten ondan işleniyor. Tatlı geldiğinden insan günahı işliyor.
Neden yaptın bu edepsizliği? Gel bakalım, utanmaz, edepsiz, yaramaz, iradesiz, neden yaptın bunu?
İşte hık mık, biraz tatlı geldi. Tabi ilk başta yaparken tatlı gibi geliyor.
Bu tatlandırma nedir?
Sun’î bir tatlandırmadır, zehiri tatlı gibidir. Güneşin altında bile insan fazla kaldığı zaman ne hâle geliyor.
Mesela Avustralya ziyaretimizde orada çok gördük; “Aman bu denizin kenarında yüzün ama güneşte çok kalmayın.” diye deniz kenarında uyarı levhaları var.
Avustralya’da çok insanda cilt kanseri var.
Neden?
Güneşte çok kalınca ondan sonra cilt kanseri oluyor. Cildini kanser yapıyor, hasta yapıyor. Yüzmek tatlı gibi görünüyor, arkasından cilt hastalığı ise tatlı bir şey değil.
Tabi kanser çok korkunç, ismi bile insana ürküntü veren bir hastalık.
Demek ki bir şeyin yapılışında tatlı gibi gelmesi bizi aldatmamalı. İşin sonuna bakmalıyız; sonu kötü olan bir şey tatlı gibi gelse bile yapmamalıyız. Sonu iyi olan bir şeyi yapmalıyız; âkıbetine bakmalıyız.
Evet, böyle yapalım, tamam ama bu ne istiyor?
İrade istiyor.
Arabanın freninin olması lazım. Arabanın gitmesi lazım geliyor, tamam; onun için gaz pedalı var. Gaza basıyorsunuz, gidiyor. “Şöför, bas gaza!” diyoruz. Tamam, bu da lazım. Gazlamak da lazım. Çünkü araba bir yerden bir yere gidecek. Ama fren de lazım.
Gazlamak lazım gelirken fren niye lazım?
Çünkü icap eder, durman gerekir. Durmak için fren lazım.
İşte insanların da yaşamında iradesi olması lazım, freni olması lazım; bir şey tatlı gibi de görünse sonunun acı olacağını anladığı zaman mânevî frenine basması lazım, iradesini kullanması lazım. O günahı, yanlış işi yapmaması, bırakması lazım. Evet bu çok lüzumlu bir şey. İnsanın freni olmalı. İnsan makinesinin freni mutlaka olmalı.
Bu nasıl olacak?
Tasavvufla olacak, dinimizin emirlerini tutmakla olacak; tasavvuf işte bu iradenin eğitimidir.
Tasavvuf oldu mu iradesi kuvvetli insan olur; tasavvuf oldu mu derviş olur.
Derviş oldu mu kim bilecek?
İşte ancak Japonlar “kung fu” diye bir film çeviriyor da insanlar ancak onu seyrediyor:
“Allah Allah! İnsanlar Budist mabedinde eğitim almış da, bak iradesi ne kadar kuvvetli olmuş; hiç kızmıyor, sabrediyor!”
Tabi insan irade eğitimi, dinî eğitim gördü mü kızılacak yerde kızmaz. Çünkü kızgınlıkla, öfkeyle kalkan zararla oturur. Kızmanın bir faydası yok. Aklını kullanarak hareket edecek.
İşte kendisini tutabilme dinî bir eğitimdir.
Nasıl olur?
Oruçla olur, namazla olur, mârifetullah ile olur. İnsan Allah’ın dinini güzel uyguladı mı haramlardan kendisini çekiyor, Allah’ın rızasını kazanmaya olan sevgisinden, aşkından, meylinden dolayı günahları işlemiyor. Cehennem korkusundan günahları işlemiyor. Zaten oruç tutarak, ibadetleri yaparak; uygulamalarla yapa yapa iradesini kuvvetlendirmiş oluyor, uyku tatlı olsa bile kalkıp namazını kılabiliyor, namaz meşakkatli olsa bile namazını kılıyor, cihad zor olsa bile cihada gidiyor, seve seve canını veriyor.
Din; irade terbiyesi ve nefis terbiyesi ile ayakta duruyor. Din olmayınca, nefis terbiyesi olmayınca, bu eğitim olmayınca insanlar prensipsiz oluyor, sağa sola çarpıyorlar, büyük zararlar meydana getiriyorlar. Bazıları tanker gibi, yanıcı madde dolu kamyon gibi oluyorlar; çarpıyor, çarptığı yerde de büyük yangınlar meydana getiriyor, çok büyük zararlar meydana getiriyor. Böyle içi yanıcı madde dolu insanlar, prensipsiz olarak bir şey yaptığı zaman büyük çapta zararlar meydana getiriyor.
Denizde tankerlerin yangınları, şehirleri tehdit ettiği gibi bazı insanlar içi kötü oldu mu, freni olmadı mı bir ümmeti, bir milleti, bir devleti tehdit edebiliyor. Bu eğitimin olması lazım evet ama yine de küçüklü büyüklü hatalar yapılabilir.
Hatalardan moralinin -moral demeyecektik, çünkü yabancı kelime kullanmıyoruz.- mâneviyatının bozulmaması lazım.
Nasıl olması lazım?
Rabbimiz’in Erhamu’r-râhimîn olduğunu düşünüp boynunu büküp;
“Yâ Rabbi! Ben bu sefer bu işi beceremedim, hata işledim, beni affet.” diye el açıp dua etmesi lazım.
Bir günah insana haddini bildirir, mütevazı bir insan yaparsa onun da bir çeşit faydası var. O zararlı bir şey günah ama hiç olmazsa adam bu sefer bunu bildi, hiçliğini bildi, boynunu büktü; mütekebbir insan değil, mütevazı insan hâline geliyor.İşte bu da büyük fazilet. Bu da güzel bir şey.
Onun için Allahu Teâlâ hazretleri zaten “Kullar hiçliğini, kusurlarını, hatalarını bilsinler, böbürlenmesinler, ben şöyleyim, ben böyleyim demesinler.” diye onları günaha bulaştırıyor.Hikmeti o. Müslümanın da arada günah işlemesinin sebebi o.“Kibri kırılsın, kendisinde bir şey var sanmasın, ucuba düşmesin, kendini beğenmiş, tahammül edilmez bir insan olmasın.” diye hatalar yaptırıyor Allah ki hatasını biliyor.“Kusurluyum.” diye mütevazı bir şekilde kenarda oturuyor. Tevazu da güzel. İnsanda tevazu oldu mu iyi oluyor, geçimli oluyor. Mütevazı insanı da Allah yükseltiyor.Evet, müjdeler olsun size ki Allah’a el açıp dua ettiğinizde Allah elinizi boş döndürmez. Avuçlarınıza, kucaklarınıza hayırlar doldurur, Mevlamız’ın keremi sonsuzdur, Rabbimiz Ekremü’l-ekremîn’dir, Erhamu’r-râhîmîn’dir, merhametlidir, hem de hayat sahibidir.
Sen bir şey isteyince istediğine karşılık verir, karşılıksız kalmaz. Düz bir duvara söylemiş gibi olmazsın.
Bil ki Rabbin seni dinliyor, senin içini dışını biliyor; hatanı bil, cürmünü mu’terif ol. Hata mağruru olma. Hatana, günahına tevbe et. Allahu Teâlâ hazretlerinin yolunda yürü. Daha iyi insan olmaya çalış. Hatanı telafi et.
“Kusurumu anladım, bir daha bu kusuru işlemeyeceğim.” de. Daha iyi insan olmaya gayret et.
İki cihanda aziz ve bahtiyar olun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!