Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekatüh
Allah gününüzü khayr eylesin. Bu Cuma size Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden, o gül bahçesinden bir demet sunmak istiyorum.
Biliyorsunuz Allahu Teâlâ hazretleri, insanların zâhirine, dış görünüşüne, rütbesine, tâcına, yüzünün güzelliğine, elbiselerinin kıymetine bakmıyor; kalbinin temizliğine bakıyor. İnsanın içinin temiz olması lazım geliyor.
Bu hususta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den bir hadîs-i şerîf naklederek konuşmama başlamak istiyorum.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Enes radıyallahu anh’ten İbn Asâkir’in rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuş:
إِنَّ الرَّجُلَ لَا يَكُونُ مُؤْمِنًا حَتَّى يَكُونَ قَلْبُهُ مَعَ لِسَانِهِ سَوَاءً، وَيَكُونَ لِسَانُهُ مَعَ قَلْبِهِ سَوَاءً، وَلَا يُخَالِفُ قَوْلُهُ عَمَلَهُ، وَيَأْمَنُ جَارُهُ بَوَائِقَهُ
İnne’r-racüle lâ yekûnü mü’minen hattâ yekûne kalbühû mea lisânihî sevâen ve yekûne lisânühû mea kalbihî sevâen ve lâ yuhâlifü kavlühû amelehû ve ye’menü cârühû bevâikah.
Bir adam, bir kişi mü’min olamaz. Mü’min olmaz. Buradaki “adam” sözü, “kişi” mânasınadır. Erkek için de durum böyledir, kadın için de böyledir; fark yoktur ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle buyurmuştur. Hüküm erkek ve kadın için aynı:
Adam mü’min olamaz.
Ne zamana kadar tam mü’min olamaz?
Hattâ yekûne kalbühû mea lisânihî sevâen ve yekûne lisânühû mea kalbihî sevâen. “Kalbi dili ile eşit, dili kalbi ile müsâvi oluncaya kadar -böyle olmadıkça- mü’min olamaz, -iyi mü’min olamaz.” diyor.
Buradaki “Mü’min olamaz.” sözü diğer bazı hadîs-i şerîflerde de böyle geçer; “Hakiki, iyi mü’min olamaz.” demek. “Kâfir olur.” mânasına değil; “İmanın hakikatini kavramış hakiki, makbul bir mü’min olamaz.” demek.
Demek ki bir mü’minin, kâmil bir müslüman olması için nasıl olması lazım?
Dili ile kalbinin müsâvi, eşit, aynı olması lazım. Kalbi diliyle, dili kalbiyle aynı olacak. Ne söylüyorsa kalbinden söyleyecek; kalbinde başka, gizli, ters, kötü duygular beslediği halde dilinden onu belli etmeyen başka sözler söyleyip, yaltaklanıp, dalkavukluk yapıp, methedip arkasından kuyu kazmayacak. Veyahut diliyle bir şey söylüyorsa kalbiyle ona aynen iştirak edecek ve uygulamaya çalışacak. Söz verdiyse sözünü yerine getirecek.
Arapça’da bir mesnevî var, darb-ı mesel hâline gelmiştir:
اَلْوَعْدُ كَالدَّيْنِ
el-Va’dü ke’d-deyn. “Vaat etmek borç gibidir.”
Dili bir şey söylemişse onu artık yerine getirecek. Dili kalbiyle aynı olacak, kalbi de diliyle aynı olacak. Bu çok güzel bir sıfattır, çok makbul bir sıfattır. İnsanın kalleş olmaması, iki yüzlü olmaması, içinin başka dışının başka olmaması, aldatıcı, entrikacı olmaması, mert olması gerekir. Buna “açık kalplilik” diyoruz.
Kalp sözünden de ne anladığımız mâlum. Onu her zaman söylerim; kardeşlerimiz iyi dinleyiciyse artık her halde öğrenmişlerdir:
Arapça’da kalp sözü bu gibi durumlarda Türkçe’deki gönül sözünün karşılığıdır. Gönül, “insanın iç âlemi” mânasına gelir. Yoksa “tık tık atan yüreği” mânasına değildir, “gönlü” mânasınadır.
Gönlü ile iç âlemi, iç dünyası ile dış dünyası aynı olacak; ne güzel bir sıfat bu! Böyle insanlara biz “mert” diyoruz. “Özü sözü doğru kimse” diyoruz.
Hakikaten kendimiz de böyle kimseleri arkadaş ediniriz, severiz, itimat ederiz ama bunun aksi olan kimselere de itimat etmediğimiz için “bu, içi başka dışı başka bir insan” diye arkadaşlığımıza almayız, yanından uzaklaşırız veya yanımızdan uzaklaştırırız.
İşte İslâm, bizden; bu saf, temiz, ahlakî durumu istiyor. Böyle buyrulduğu için Peygamber Efendimiz’in zamanından beri mü’minler; “İyi mü’min olayım.” diye söylediği sözü ölçerek, biçerek yapmaya gayret etmişler, yapamayacakları sözü söylememişler, özünün sözüne uygun olmasını sağlamak için var güçleriyle çalışmışlar.
Peygamber Efendimiz arkasından başka bir şey daha söylüyor:
Ve lâ yuhâlife kavlühû amelehû. “Sözü ameline muhalif olmaması lazım.”
Sözü başka, “Ben şunu şöyle yapacağım.” diyor, yapmıyor veyahut “Şunu şöyle yapmayacağım.” diyor yapıyor; böyle olmaması gerekiyor.
Ve ye’menü cârühû bevâikah. “Komşusu onun cevr-ü cefâsından, entrikasından kötülüğünden emin olmadıkça.”
Bu da önemli!
Biliyorsunuz İslâm’da komşuluk hakları çok yüksek bir değer taşıyor. İnsan sırf birisiyle komşu olduğu için bir takım vecîbelerin altındadır, bir takım borçların altındadır; komşusuna karşı sorumluluğu vardır, komşusuna karşı fedakârlıkları vardır:
Komşusunu kollaması lazım, hatırını gözetmesi lazım, eza cefa etmemesi lazım. Hatta o kadar ki Peygamber Efendimiz;
“Evinin binasını yükseltip de komşunun rüzgârına mâni olma!” diyor.
Onu dahi söylemiş. Düşünün İslamiyet ne kadar ince duygularla dolu.
“Sen binanı komşununkinden biraz daha yüksek yapınca onun esintisini engelleyeceksin, rüzgârına, hava almasına mâni olacaksın; nu da yapma!” diyor.
Onun için İslâm’da komşulara, komşunun hukukuna riayet edilmiştir. Aksine her komşu her zaman iyi olmayabilir.
Şimdi belki içinizden diyeceksiniz ki;
“İyi hocam, çok tatlı konuşuyorsunuz, Peygamber Efendimiz’in sözü de haktır, kabul ediyoruz ama benim komşum kötü!”
Tamam, kötü komşunun da cevr-ü cefâsına tahammül vardır. Komşuya eza cefa etmemek olduğu gibi komşunun cevr-ü cefâsını da mümkün olduğu kadar sabırla, tahammülle geçiştirmek lazımdır.
Çünkü insanların ölçekleri aynı değil. Bazen sana göre kötü bir şey oluyor, kötü sanıyorsun. Ama aslında ötekisinin hakkı oluyor. Biz bu gibi durumlara “tarafgirâne düşünce, duygu” diyoruz, “subjektif” diyoruz. Subjektif kelimesinin eski karşılığı, sırf kendine mahsus, indî diye söyleniyor.
Kendisine göre iyi ama aslında bir hakeme müracaat edilse o haklı; kendisi iyi sanıyor ama karşı taraf haklı, kendisi haksız. İşte bu gibi durumlar da olabiliyor. İnsan sabrettiği zaman yanılma payını da kapatmış oluyor, yanılmayı da engellemiş oluyor.
Ama yüzde yüz kendisi haklı, komşusu haksız bile olsa, komşusunun cevr-ü cefâsına tahammül etti mi Allah büyük mükâfât verir.
Zaten biliyorsunuz; arkadaşlıklar, komşuluklar, beraberlikler biraz fedakârlıkla gider. İnsan; “Hakkımı sonuna kadar alacağım.” diye fazla titizlendiği zaman bu sefer ipler kopuyor, daha kötü durumlar meydana geliyor. Biraz müsamahalı olmak gerekiyor.
Türkçe’de müsamahaya ne diyoruz?
“Hoşgörü” diyoruz.
Hoşgörülü olmak gerekiyor. Biraz da haklarından, sadaka gibi, hayır gibi fedakârlık yapmak gerekiyor.
Tamam, bu senin hakkın kabul ediyorum, İslâm’a göre senin hakkın; öyle olması lazım. Ama yapmamış; sen ona sabredersin, sineye çekersin Allah onun mükâfâtını verir. Çünkü senin de amacın; toplumun düzeni bozulmasın, huzuru bozulmasın, ahbaplıklar yıkılmasın, dargınlıklar başlamasın. O hakkından fedakârlık yapıyorsun; Allah onun karşılığını ihsan eder.
İslâm’da işte böyle insanın içinin dışının bir olması lazım. Sözünün ameline uygun olması lazım, Konu komşuya cevr-ü cefâsı olmaması lazım. Konu komşudan cevr-ü cefâsını çekinceye kadar, sözü özüne uygun oluncaya kadar, diliyle kalbi, kalbiyle dili aynı, müsâvi oluncaya kadar insan iyi mü’min olamamış, demektir. Onları sağladığı zaman iyi mü’min olur.
Görüyorsunuz Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz mü’minin kemâlini; “şu kadar namaz kılan, şu kadar hacca giden, şu kadar tesbih çeken, şu kadar zekât veren” diye maddî ölçülerle söylemiyor, ahlâkı ile söylüyor.
O bakımdan bir hadîs-i şerîfi de hemen arkasından okuyalım:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hz. Âişe-i Sıddıka validemiz, annemiz; mü’minlerin annesi. O da çok doğru sözlü, doğru özlü, yüksek makamlı, âlime, fazıla, kâmile bir hanım idi. Hanımların numûne-i imtisâli idi. Bilgin idi, bilginliğin ötesinde bir durumu vardı. Birçok kimse kendisine gelirdi; hem fıkıhtan, hem ferâizden, hem hadisten, hem tefsirden mesele sorarlardı; ayrıca kendisinin şimdi “hobi” dediğimiz özel merakları vardı.
Mesela tıbbı çok iyi bilirdi. Ben onun için genç kızlara, hanımlara tavsiye ediyorum; “Hz. Âişe validemiz gibi olmaya çalışın.” diyorum.
Arada da duymuşsunuzdur, bilirsiniz latife yapıyorum. Herkese “Arapça’yı öğrenin.” diyorum. Çünkü “Arapça anadilimiz” diyoruz. Tabi şaşırıyorlar; “Bizim ana dilimiz Türkçe veya şu, bu” demek istiyorlar. Şaşırmaları onu gösteriyor.
Hz. Âişe, annemiz değil mi?Annemiz.Arapça konuşmuyor muydu?Arapça konuşuyordu.O halde Arapça anadilimiz oluyor, annemizin dili oluyor. O halde Arapçayı öğrenmemiz lazım. Hakikaten Avrupalılar, İngiliz, Amerikalı, Fransız, Alman neyse, bakıyorum müslüman olmuş hemen Mısır’a gidiyor; Kahire’de Arapça öğreniyor veya Suudi Arabistan’a gidiyor orada biraz çalışıyor, çünkü Arapça’yı öğrenecek. Dinimizin bütün bilgileri, ana kaynakları Arapça olduğu için öğrenmemiz lazım. Sevgili dinleyicilerime de tavsiye ediyorum; hemen Arapçayı öğrenmeye başlasınlar.
Ben de bazen gece gündüz düşünürüm; halka açık bir Arapça kursu açsam, kardeşlerimizle tatlı bir şekilde, sıkmayacak, kolay öğrenilecek bir şekilde Arapça derslerine başlasak diye; inşaallah nasip olur.
Hz. Âişe-i Sıddıka validemiz Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den ne nakletmiş, hangi hadisi nakletmiş; onu okuyalım:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيُدْرِكُ بِحُسْنِ خُلُقِهِ دَرَجَاتِ قَائِمِ اللَّيْلِ صَائِمِ النَّهَارِ
İnne’r-racüle le-yudrikü bi-husni hulukıhî derecâti kâimi’l-leyli ve sâimi’n-nehâr.
Atasözü gibi, kısa ve özlü olduğu için duvara yazılacak, çok mühim bir kâide; hiç unutmayacağımız esaslı bir bilgi.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
İnne’r-racüle “Hiç şüphe yok ki bir adam'
le-yudrikü 'mutlaka erişir'
bi-husni hulukıhî 'huylarının güzelliği ile'
derecâti kâimi’l-leyl 'geceleyin kalkıp kâim olanların' ve
sâimi’n-nehâr 've gündüzleri oruç tutan insanların derecelerine erişir.”
İyi bir Müslümanlığı anlatmak için ne deriz?
“Gündüz sâim, gece kâim” deriz.
Sâim, siyam; “oruç tutan” demek. Gündüz sâim; gündüzleri oruç tutuyor
İnsanlar Ramazan’da niçin oruç tutar?
Farz olduğu için tutar.
Ramazan’ın dışında niçin oruç tutar?
“Nafile oruç” diyoruz, “tatavvû oruç” diyoruz, “fazilet oruçları” diyoruz.
Bu oruçları tuttuğu zaman “Sevap kazanacağım.” diye tutar.
Faydası ne?
Orucun umumi faydası, insanın nefsine hâkim olabilme kaabiliyetini takviye etmesidir; nefsini yenecek, kendisine hâkim olacak, kendisini kontrol edebilecek iradesi kuvvetli bir insan hâline gelebilmesini sağlamasıdır.
Biliyorsunuz bazen “Çocukların, gençlerin de gözlerinin önünde manzaralar meydana gelsin.” diye anlatıyorum.
Hani masallarda padişahın küçük oğlu, yedi başlı bir ejderha ile karşılaşır. Kılıcını çeker, bu yedi başlı ejderhanın başlarını birer ikişer vurur, keser; ondan sonra milleti kurtarır, ejderhanın esir almış olduğu insanları o ejderhadan kurtarır. Bizim de içimizde bir ejderha var.
Polis kardeşlerimiz tebessümle dinlesinler; hani “İnsanın içinde trafik canavarı var.” diyorlar.
Levhalarda fırlamış dişleri ile korkunç bir canavar görünüyor; onun gibi insanın içinde trafik canavarı değil, her şeyin canavarı olan, trafik canavarlığını da meydana koyan nefsi var, nefs-i emmâresi var.
Nefsi emmâre bir canavar gibi haksız şekilde araba sürdürtür, kâideleri çiğnettirir, geçilmeyecek yerde geçirttirir, sürat yapılmayacak yerde sürat yaptırır, yarış yaptırır, çeşitli işler yaptırır, kazalara sebep olur.
Trafik canavarının da kökünde yine nefis var. Öteki canavarlıklar, haksızlıklar, hırsızlıklar, arsızlıklar, yüzsüzlüklerin de kökeni araştırılırsa işin içinden insanın nefsi çıkıyor. İnsanın nefsi; “insanın kendisi, egosu, kendi benliğidir.”
İnsan iyi terbiye edilmediği zaman, arzularının peşinde koştuğu zaman kötü şeyler yapması doğal. Çünkü insanın nefsi yemek ister, içmek ister, keyif ister, safa ister; başkalarının aleyhine de olsa bu işleri yapmak ve götürmek diler.
Onun için bunun ıslah edilmesi lazım, işte oruç ona yarıyor.
Evet, iyi bir insanı anlatırken; “gündüz sâim” diyoruz. Bu, hadislerde de böyle geçer.
Gece kâim; kâim de “ayakta duran” demek. Burada ayakta durmaktan maksat, kalkıp da namaz kılmak. Biliyorsunuz geceleyin herkes uyuduğu zaman insan kalkıp abdest alırsa, teheccüd namazı kılarsa, gece namazı kılarsa çok sevaplıdır.
Çünkü gece namazının tesiri çok yüksektir. Çünkü insanın gönlünü, ruhunu dinlendirir, kalbini yıkar, nurlandırır, tertemiz yapar. “Yıkar.” sözü Türkçe’de hem yıkmaktan, hem yıkamaktan “yıkar” diye geliyor.
Bu fiil yıkamaktan. Kalbini yıkayıp tertemiz, pırıl pırıl yapar.
Onun için gece ibadeti çok önemli oluyor.
Gündüz sâim, gündüz oruçlu; gece kâim, kalkmış, uyumamış, namaz kılıyor.
İşte böyle bir insan ne kadar sevap alacak?
Gündüz oruç tuttuğu için sevap alacak, nefsini ıslah ettiği için sevap alacak; geceleyin uykudan fedakârlık edip Mevlâsının dergâhına yönelip gözyaşlarıyla tatlı tatlı ibadet ettiği için sevap kazanacak.
Ama bakın Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?
Adam güzel huyu ile muhakkak ve muhakkak ki gündüzleri oruç tutup geçiren, geceleri kalkıp bütün gece namaz kılıp geçiren insanların derecelerine ulaşır. Bunları çok yapmadığı halde ulaşır. Belki arada yapıyordur, ama yapmamış bile olsa yapmış gibi sevap kazanır; güzel huylu, merhametli, tatlı dilli, geçimli, sabırlı, sebatlı, vefalı kimse…
Bu arada “vefa” sözü gelince, hemen orada bir şeyi açıklamak istiyorum; eskiler, cümle-i mu’târıza derlerdi, şimdi “yan söz, parantez açmak” diyorlar.
Vefa çok önemli bir duygu. İnsanın Rabbi’ne vefası lazım, Kur’ân-ı Kerîm’e vefası gerekli, peygamberine vefası lazım, sözüne vefa göstermesi, ahdine vefa göstermesi, ana babasına vefa göstermesi, milletine, dostluklarına, arkadaşına vefa göstermesi lazım.
İşte böyle güzel duygular, güzel huylar olması lazım.
Güzel duygular ve huylar insanı ne yapar?
Sevaplara gark eder, Allah’ın sevdiği kul eder. Böyle güzel huylu insan, huyları güzel oldu mu veyahut huyları güzel değilse güzelleştirdi mi ne olur?
Gündüzleri oruçlu, geceleri namazlı geçiren insanın derecesine ulaşır. O kadar sevaplar alır.
Demek ki güzel huylu olmaya gayret edeceğiz. Kötü huylarımız varsa onları atmaya çalışacağız, iyi huyları almaya çalışacağız.
Biliyorsunuz bizim Anadolu halkımız, müslüman halkımız, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya kısacası müslüman ahâli tasavvufu sever.
Niçin sever?
Çünkü tasavvufun en önemli faaliyeti, yaptığı işlerin başında gelen birinci kalem; insanı, kâmil bir insan yapmanın yollarını öğretmesidir. Kötü huyları atacak, iyi huyları alacak; olgun, kâmil güzel huylu bir insan olacak. Tasavvuf bunu sağlıyor; sonunda da güzel huylu bir insan meydana geliyor.
Tasavvuf eğitimi geçirmiş bir insan karşımızda melek gibi nur yüzlü, tatlı dilli, hayırsever bir insan oluyor.
Tasavvufu herkes seviyor; ondan seviyor. Tasavvufu güzel ahlaklı mutasavvıflardan dolayı seviyor; Yunus Emreler’den, Mevlânâlar’dan seviyor.
İşte bu nefis terbiyesi onu sağlıyor; bu güzel halleri sağlıyor; güzel ahlâk böyle bir eğitimden sonra ele geçiyor, tasavvufî bir eğitimden sonra ele geçiyor.
Her şeyin öğretilmesi lazım. Merhameti öğretmek lazım, cömertliği öğretmek lazım. Çocuklarımıza; “Acaba tarih öğrendin mi, coğrafya öğrendin mi, matematik öğrendin mi?” diye soruyoruz ve öğretmek için de bazen kurslara gönderiyoruz. “Üniversite hazırlık kursları” diyoruz, “yaz kursu” diyoruz.
Bir takım dersleri öğretmek için çocukları gönderiyoruz da, acaba bazı huyları, güzel huyları ahlâk-ı hamîde’yi şöyle duvara yazıp da; “Çocuğuma şunu öğrettim de şu kaldı, şunu öğrettim şu kaldı.” diye yanına çarpı işareti, tamam işareti koyduğumuz, bir sıralama yaptığımız ve öğretmeyi arzu edip arzuladığımız bir huylar listesi var mı?
Güzel huylar listesi var mı?
Benim çocuk sınıfını geçti, tamam o dersleri öğrenmiş, imtihanları vermiş sınıfını geçmiş ama şu huyları öğrenip de mânevî sınıfını da geçti mi?
Anne babasına saygılı, sevgili, itaatli mi?Benim hoşuma gidiyor. Karnelerin iki bölümü var. Bir bölümü dersleri anlatıyor, bir bölümü de çevresi ile uyumunu, arkadaşlarıyla iş birliği kaabiliyetini anlatıyor, deniliyor. Çok güzel!
Bunlar da birazcık tasavvufun kıyıdan köşeden öğretilmesi demek.
Demek ki ilkokul iyi geçinme gibi şeyleri çocuklara öğretmek amacında, güzel! İyi bir şey bu, gelişme.
Eskiden olmayan yeni ilaveler bunlar. Çocuğun hem maddî bakımdan bilgi sahibi olması lazım, hem de mânevî bir takım güzel huyları, alışkanlıkları kazanması lazım.
Bizim Milli Eğitimimiz’de “güzel huy” dediğimiz zaman ne anlıyoruz?
Bunlar İslâm’ın, “güzel huy” dediğimiz zaman sunduğu, söylediği şeyler mi?
Onu eğitimin sonucuna bakarak kararlaştırabiliriz. Lise mezunu bir çocuk nasıl bir duruma geliyor? Annesine babasına karşı nasıl, çevresine karşı nasıl, derslerine karşı nasıl, iş yapma kabiliyeti nasıl, eğlencesi nasıl?
Allah korusun, Allah etmesin, afyona, uyuşturucuya alışmış mı, havâî mi vesaire? Eğitimimizin bunları sağlayacak hâle getirilmesi lazım. Ahlâkı öğretecek bir noktaya getirilmesi gerekiyor.
Bir hadîs-i şerîf daha okuyarak sohbetimi bu üçüncü hadîs-i şerîfle bitirmek istiyorum, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
إِنَّ الرَّجُلَ يَصُومُ وَيُصَلِّي وَيَحُجُّ وَيَعْتَمِرُ، فَإِذَا كَانَ يَوْم الْقِيَامَةِ أُعْطِيَ بِقَدْرِ عَقْلِهِ
İnne’r-racüle yesûmu ve yusallî ve yehuccü ve ya’temiru fe izâ kâne yevmü’l-kıyâmeti u’tıye bi-kadri aklihî.
Halkımız arasında akla, felsefeye düşünmeye önem vermek başta gelir; düşünce, tefekkür, felsefe takdir edilir. “Felsefe” Arapça’sı, “düşünmek” Türkçe’si; bunları severiz.
İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan, Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah’tan rivayet edilmiş:
İnne’r-racüle yesûmü ve yüsallî ve yehuccü ve ya’temiru. Bir adam oruç tutar, namaz kılar; hac eder, umre yapar bir sevap alır.
Fe izâ kâne yevmü’l-kıyâmeti u’tıye bi-kadri aklihî. “Kıyamet olduğu zaman aklının derecesine göre bunların sevabı kendisine verilir.”
Eşit değil; hac yaptın al şu kadar, umre yaptın al bu kadar, namaz kıldın al şu kadar; maktu’ diyoruz ya hani, fix diyorlar. Maktu’ “bir miktar, şu kadar” diye değil. Kişinin aklına göre mükâfâtı değişik olarak veriliyor. Az akıllıya az sevap veriliyor, akılsıza hiç verilmiyor, çok akıllıya çok sevap veriliyor.
Buradaki “akıl” sözünün ne olduğunu da hatırlatalım; “yaptığı ibadeti akletmesi, aklını, duygularını işin içine iyice, samimiyetle sokarak, derinden derine hissede hissede, şuurlu şuurlu yapması” demek.
Öyle olduğu zaman mükâfâtı çok oluyor. O olmadığı zaman olmuyor.
Acaba akılsız, şuursuz, hissiz, duygusuz ibadet yapılır mı?
Maalesef yapılır; ibadetler alışkanlık hâline gelirse basmakalıp şekiller halinde, formalite halinde, şekilcilik hâline dönüşür. Hele bir de insan Arapça bilmezse, söylediği sözlerin ne anlama geldiğini, yaptığı hareketlerin ne anlama geldiğini düşünmezse o zaman yaptığı ibadetlerden hiç zevk alamaz.
Bunların hepsinin üzerinde derin derin düşünmesi lazım, anlamını kavraması lazım. Elini kaldırdığı zaman; elini ön tarafa bağladığı zaman, el pençe divan duruyor; Allah’ın huzurunda olduğunu hissetmesi lazım. Secde yaptığı zaman, rükû yaptığı zaman her ibadetin anlamını derin derin düşünmesi lazım. Maalesef bunlar düşünmeden yapılabiliyor, alışkanlık hâline getirilebiliyor.
İbadetlerin, iyi şeylerin insanda itiyat hâline gelmesi iyidir ama basmakalıp olarak yapılması kötüdür. İtiyat hâline gelmiş de olsa her ibadeti şuurla, gözyaşları içinde, duya duya yapması lazım. Onu yapmadığı zaman eksik kalır.
Ereğli’ye gitmiştim, camideki imam kardeşimiz Kur’ân-ı Kerîm’den âyetleri okuyor ve okurken belli oluyor; hissederek okuyor, duya duya, mânasını anlaya anlaya, belki de gözü yaşararak, gözünden yaşlar dökerek okuyor.
İşte bu güzel!
Kur’ân-ı Kerîm’in hâfızı olmuş, ezberlemek için o sayfayı kaç defa okumuştur? İtiyat hâline gelmiş, ezberine girmiş ama okurken yine ağlıyor. İşte insan namaz kılarken de böyle olacak, haccederken de böyle olacak, oruç tutarken de böyle olacak; o duyguyla yapacak. Basmakalıp olmayacak. Aklı başka yerde, fikri başka yerde, “Şekil yerine gelsin.” diye, “Formalite yerine gelsin.” diye, basma kalıp, üstün körü 'yaptın mı? Yaptım' tarzında ibadetlerin öyle olmaması lazım.
Bunu takviye eden bir hadîs-i şerîfi daha, bunun parçası olarak okuyayım ve anlatayım:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَنْطَلِقُ إِلَى الْـمَسْجِدِ فَيُصَلِّي، وَصَلَاتُهُ لَا تَعْدِلُ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ، وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَأْتِي الْـمَسْجِدَ فَيُصَلِّي، وَصَلَاتُهُ تَعْدِلُ جَبَلَ أُحُدٍ إِذَا كَانَ أَحْسَنَهُمَا عَقْلًا. قِيلَ: وَكَيْفَ يَكُونُ أَحْسَنَهُمَا عَقْلًا؟ قَالَ: أَوْرَعُهُمَا عَنْ مَحَارِمِ اللهِ، وَأَحْرَصُهُمَا عَلَى أَسْبَابِ الْخَيْرِ، وَإِنْ كَانَ دُونَهُمَا فِي الْعَمَلِ وَالتَّطَوُّعِ
İnne’r-recule le yentaliku ile’l-mescid . “Adam mescide gider.” Fe yusallî. “Orada namaz da kılar.” Ve salâtühû lâ ta’dilü indallâhi cenâha baûdah. “Ama kıldığı namaz Allah’ın katında, Allah’ın indinde bir sivrisinek ağırlığı kadar ağırlık taşımaz.”
Sevabı yok, teraziye konulsa hiçbir ağırlığı yok; sevap verilmeyecek.
Ve inne’r-racule le ye’tî’l-mescide fe-yusallî. “Başka bir adam da yine aynı mescide gider, namaz kılar.”
Ve salâtühû ta’dilu cebele uhud. “Onun namazı ise Uhud dağı kadar muazzam, ağır sevap kazanmasına sebep olur.”
İzâ kâne ahsenehümâ aklâ. “Akılca daha iyi, daha güzel durumda olduğu zaman böyle olur.”
Akıllıca olunduğu zaman Uhud dağı kadar ağır, muazzam, muhteşem heybetli sevaplar kazanır. “Akılsızca yaptığı zaman sivrisinek kadar hafif bir sevap alır veya almaz veya çok az alır.” demek.
Kîle keyfe yekûnü a hsenühumâ aklâ. “‘Akıllı kılmak için ne şart lazım?’ diye Peygamber Efendimiz’e sormuşlar.”
Bu sorunun cevabı bizim için de önemli, buyurmuş ki;
Kâle evreuhümâ an mehârimi’llâh ve ehrasahümâ alâ esbâbi’l-hayr. “Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmakta daha titiz olanı ve Allah’ın hayır olarak kabul ettiği bir şeyleri, hayır kazanmaya sebep olacak güzel işleri yapmakta daha gayretli olanı daha akıllı sayılır.”
Ve in kâne dûnehû fi’l-ameli ve’t-tatavvu’. “İcraatta ve itaatte, ibadet ve itaatte sayısal bakımdan, dış görünüş bakımından az bile olsa, eğer Allah’ın haram kıldığı şeylerden kaçınmakta daha titiz, daha dikkatli ise; hayırları işlemekte daha gayretli ise, o zaman daha akıllı demektir.”
Demek ki akıl; bir insanın beyninde, kafasında, gönlünde olan pırıl pırıl bir meleke olarak tarif edilmiyor. O melekenin nereye kullanıldığı mühim, o kabiliyetin nereye harcandığı önemli. Eğer Allah’ın haram kıldıklarından kaçınıyorsa akıllı adam. Allah’ın “hayır” dediği şeyleri yapmakta gayretli ise akıllı adam.
Demek ki Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfte akıllı insanı âdeta, “haramlardan kaçmakta daha dikkatli, hayırları işlemekte daha gayretli” olarak tarif etmiş oluyor.
Allah bizleri, hayırları işlemekte gayretli eylesin.
Hayırların çeşitleri sonsuzdur; çeşit çeşit hayırlar vardır. Yoldan taşı alıp kenara koymak bile bir hayırdır. Bunların derecesi yüksek olanları vardır, az olanları vardır.
Allah bizi hayırları yapmaya gayretli eylesin ve şerlerden, günahlardan, haramlardan kaçınmakta da daha dikkatli eylesin, takvâ ve verâ sahibi eylesin. Böylece haramlardan sakınan titiz müslüman olmayı Allah cümlemize nasip etsin. Böylece sevdiği kul olmayı nasip etsin. Böylece hem dünya hem âhirette mesut ve bahtiyar olmayı nasip etsin.
Cumanız mübarek olsun, duadan unutmayın.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!