es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Receb ayı için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
رجب شهر عظيم يضاعف فيه الحسنات
Recebü şehrün azîmun yudâ’ufu fîhi’l-hasenât. “Receb çok önemli, büyük, ulu bir aydır.”
Arap ayları içinde önemli bir aydır, haram aylardandır. Çok muhterem olan ve Arapların tir tir titreyip ihtiram ettikleri o ayda hatadan, kusurdan sakındıkları dört mübarek haram aylardan birisidir Biliyorlar, tecrübeyle hayatlarında sabit. Herhalde ihtimamları, korkuları ondan olmalı.
Bu üç ayların birincisidir. Receb Allah’ın, Şaban Peygamber Efendimiz’in, Ramazan, Ümmet-i Muhammed’in ayıdır.
Receb ayında Allahu Teâlâ hazretleri kullarından ne istiyor? Bizlerden emri, isteği nedir?
Varlığını, birliğini idrak etmemiz.
Lâ ilâhe illallah dememiz.
İnsanların Allah’tan gayrı varlıklara yönelmemesi lazım. Allah’ın varlığını, birliğini bulması, bilmesi, inanması, tasdik etmesi lazım. Allahu Teâlâ hazretleri kullarının kendisine yönelmesini ister. Kendisine emirlerini tutup itaat etmesini, ibadet etmesini ister.
Receb şehrullah demek. Mü’min kullar, madem Allah’ın ayıdır, Allah’ın ayında Allah’ın kullarından istediği hususlara dikkat etsinler. Tevhidlerine, inançlarına, Allah’a bağlılıklarına yeni bir neşe, şevk, aşk ile taptaze sarılsınlar, girişsinler. Lâ ilâhe illallah’ın zevkini, şevkini, tadını, lezzetini daha iyi yaşasınlar.
Peygamber Efendimiz; “İmanınızı lâ ilâhe illallah sözünü tekrar tekrar söyleyerek zaman zaman yenileyin, tazeleyin.” buruyor.
Demek ki Receb ayında ilk yapacağımız şey, Cenâb-ı Mevlâ’ya daha bir aşk ile şevk ile yeniden yönelmek, ibadete, taate yönelmek, bu bir.
Yanlış yollarımız, alışkanlıklarımız, âdetlerimiz, işlerimiz varsa; insanoğlu biraz bırakıverdin mi kendi kedisini salıverdi mi gevşiyor, dağılıyor, bozuluyor. Her şey öyle… Bir eve bakmazsan harap oluyor, bir tarlaya bakmazsan dikenli, taşlı orman oluyor, işe yaramaz hâle geliyor. Devamlı bakım istiyor her şey.
İnsanoğlunun da kendisine bakması, şekil vermesi lazım, bu Receb ayı bir fırsattır.
Receb ayı âdetâ tarlanın sürülüp ekilmesi ayı gibidir. Şaban ayı tarlaya ekilmiş olan o mahsulün bakıp büyütülmesi, tımar edilmesi, budanması, ayıklanması ayıdır. Dikenlerinin ayıklanması ayıdır. Ramazan ayı da mahsulü iyice olgunlaştıktan sonra toplayıp hasat etme ayıdır. Onun için Receb ayında ibadetlere sarılalım, tevbelerimizi yenileyelim, imanımızı kuvvetlendirelim, ibadetlere yeni bir aşk ile şevk ile sarılalım.
Şaban ayında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini düşünelim. Resûllullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in âdeti neydi, nasıl yapardı, bize tavsiyeleri neydi diye öğrenelim. Efendimiz’in yolunda yürüyelim.
Ramazan ayına da girince artık, on bir ayın sultanı olan Ramazan geldiği zaman iyice iş kıvamını bulmuş olur, hazır olmuş oluruz. Tertemiz olmuş oluruz, Ramazanı o zaman çok hayırlı, güzel bir şekilde geçirmek mümkün olmuş olur diye düşünüyorum.
Allahu Teâlâ hazretleri imanımızı kuvvetli eylesin. Tevbemizi, Cenâb-ı Mevlâ’nın yoluna dönüşümüzü tevbe-yi nasûh eylesin. Hakikî bir dönüşle Rabbimiz’in yoluna dönmeyi nasip eylesin. Allah cümle kardeşlerime bu güzel aydaki feyizlerden, nimetlerden, rahmetlerden, bereketlerden, dağıtılan sevaplardan faydalanmayı, hissesine almayı nasip eylesin.
Regaip kandili, Miraç kandili var; hazırlanmalı… Ondan sonra Şaban’ın 14’ünde, 14’ünü 15’ine bağlayan yarısı gecesi olan Berat gecesi var. Çok mühim bir gece, çok güzel hazırlanmak lazım. Bunlara hazırlanırsınız.
Açtığım sayfada, hadis kitabında Medine ile ilgili bir [hadis], Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş. Hadîs-i şerîfi size nakletmek istiyorum.
لا يصبر على لأواء المدينة أحد من أمتى إلا كنت له شفيعا أو شهيدا يوم القيامة
Lâ yasbiru alâ le’vâi’l-medineti ahadun min ümmetî illâ küntü lehû şefî’an ev şehîden yevme’l-kıyâmeti.
Müslim, Tirmizî ve diğer kaynaklarda var. Üç kişiden sekiz kişi rivayet etmiş.
Semâniye an selâse diye hadis alimi hadîs-i şerîfin arkasına kayıt düşmüş.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
le’vâ. “Yaşamdaki güçlükler, sıkıntılar” demek. Kim Medine’deki yaşamdaki sıkıntılara, darlıklara, meşakkatlere sabreder, Medine’de oturmaya devam ederse benim ümmetimden, fedakâr bir müslüman... Evet, su yok, sıcak fazla, şu, bu meşakkatleri var ama burası Peygamber Efendimiz’in şehri diye oranın sıkıntılarına sabrederse;
illâ küntü lehû şefî’an. “Ben onun şefaatçisi olurum.”
Ev şehîden. “Yahut ona şahit olurum.”
Yevme’l-kıyameti. “Kıyamet gününde.” diye Peygamber Efendimiz’in bir vaadi ve müjdesi var.
Medîne-i Münevvere’ye gelen kimselere oranın sıkıntılarına göğüs gerip âşıkâne, sâdıkâne mücavir olup Peygamber Efendimiz’e, Medine’de kalan kimseler için Peygamber Efendimiz’in şefaati var ve kıyamet gününde şahit olacak. “Meşakkat çekti, ibadete sabretti, benim mescidimi ziyaret etti yâ Rabbi!” diye onun hakkında şahitlik yapacak. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şahitliğine ermek ne kadar güzel bir mazhariyet.
Ben bu hadîs-i şerîfi okurken bir tarihi düşündüm. Eski zamanları düşündüm. Eskiden Medîne-i Münevvere’nin etrafında surlar varmış. Surların burçları, giriş kapıları varmış. Şam kapısı ve sair kapısı diye kapıların isimleri hâlâ semt ismi olarak hatıralarda ama ortada ne kapı, ne sur, ne tarihî bina, ne kale kalmış. Eskiden çok meşakkatli seyahatlerle buralara gelinebiliyordu. Yaya geliniyordu. En güzel imkâna sahip insanlar, binekli olanlar, ya devenin üstünde binip gelecek ya atın üstünde binip gelecekti. O çöllerin, sıcakların, güneşin altında kumlara bata çıka buralara gelişin ne kadar zor olduğunu, aylarca sürdüğünü düşünün.
Hac yollarında meşale-yi kervan gibi
Erbâb-ı aşk içinde nümâyansın ey gönül.
dediği gibi Osmanlı şairinin. Oradan anlıyoruz ki meşaleler yanarak çöllerde gündüz sıcak olduğundan, geceleyin kervanın seyahat ettiğini, sallana sallana, sarsıla sarsıla atın veya devenin üstünde buralara ne kadar zor gelindiğini, yollarda su, yiyecek bulmanın ne kadar zor olduğunu, yürüyenlerin ne kadar sıkıntı çektiğini düşünün. Bir de bu zor hayat şartlarına dayanamayıp yollarda hayatını kaybedenler oluyordu. Daha başka sıkıntılar olabiliyordu. Atı ve devesi varsa onların ot ve su bulması için yine çırpınmak gerekiyordu. Hâsılı hac geniş bir meşakkatli iş idi. Umreye, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmek zor idi. Kalış da ondan daha zordu.
Medine’de eskiden yaşayan bir büyük zâttan duydum.
“Biz” dedi “daha yakın zamana kadar”, sağ yani o şahıs, “Medine’de geceleri sıcaktan uyuyamazdık. Gece kalkardık, yatağın içine bir kova su dökerdik, bir kova başımızdan aşağı elbiselerimize, pijamalarımızın, geceliklerimizin üstüne dökerdik. O ıslaklıkla uzanıp yatardık, yarım saat kuruyuncaya kadar uyurduk ondan sonra sıcak bastırınca kafesin içinde kuşlar gibi çırpınırdık.” diye anlatıyor. Bu soğutma cihazları, buzdolapları yokken bu kadar imkânlar, rahatlıklar yokken neler çektiklerini, ekmeklerin, unların sıcaktan nasıl bozulduğunu, kurtlandığını, takır takır kuruduğunu, zorluklar olduğunu anlatıyor.
Bu yine insanların birçok şeye, rahatlığa sahip olduğu bir devre. Bir de Peygamber Efendimiz’in zamanına doğru tarihin içindeki eski devirleri düşünürsek o zamanlarda Medine’de yaşamanın daha da nasıl olduğu anlaşılacak. Ama Medine mübarek bir yer.
Peygamber Efendimiz; “Dünya üzerinde üç tane mübarek yer var.” diyor. Üç mescide ziyaret edilebilir, başkasına ziyaret için sefere çıkmağa lüzum yoktur.
لا تشد الرحال إلاَّ إلى ثلاثة مساجد : المسجد الحرام ، والمسجد الأقصى ، ومسجدي هذا
Lâ tuşeddu’r-rihâlu illâ ilâ selâseti mesâcid el-Mescidü’l-harâm ve’l-Mescidü’l-aksâ, ve mescidî hâzâ.
Birisi Mekke-i Mükerreme’de, Beytullahi’l-Mescidi’l-harâm, Beytullâh’ın, Kâbe’nin olduğu. Birisi Medine’deki Peygamber Efendimiz’in Mescid-i Nebevîsi, birisi Kudüs’teki Mescid-i Aksâ...
Çok mühim, sevaplı yer. Haremi, harem mıntıkası var. Çevresinde bir geniş, mukaddes arazi, oraya gayrimüslim giremez. Meleklerin, sevapların deryasının çalkandığı güzel bir yer. Ama burada kalmak zor, mahrumiyetli olduğundan, ona sabreden âşık-ı sâdıkların nasıl mükâfata ereceğini Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Biz Allah’ın bu devirde büyük lütuflarına mazhar kullarıyız. Allahu Teâlâ hazretleri bizi eski zamandaki keramet sahibi evliyâullahı gibi havalarda uçuruyor. Bu mübarek diyarlara iki üç saatte uçakla geliyoruz. Soğutma cihazları, asansörleri olan on katlı, on beş katlı binalara… Yedinci, onunca katına düğmeye bastığımız zaman süratle çıkıyoruz. Odalarımızın içinde akar, sıcak, soğuk su, mutfak, buzdolabı, çarşıda pazarda dünyanın her yanından gelme muzlar, meyveler, Türkiye’de olan olmayan çeşitler, sebzeler…
Elhamdülillah bolluk ve bereket her şey var, Cenâb-ı Mevlâ’ya hamd ü senâlar olsun. Allahu Teâlâ hazretlerinin üzerimizdeki lütufları, nimetleri çok fazla. Yine de ziyaretin çok büyük sevabı var.
Peygamber Efendimiz’in mescidinde namaz kılmak başka mescitlerde namaz kılmaya göre bin misli daha sevaplı. Mekke’deki yüz bin misli sevaplı. Buralara gelmenin çok büyük sevapları var.
Allahu Teâlâ hazretleri zenginlik, sıhhat, afiyet versin. Hac, umre, ziyaret yapmayanlara buraları ziyaret etmek nasip eylesin.
Açtığımız sayfadaki ikinci hadîs-i şerîfe geçiyorum. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
لا يسمع القرآن من رجل أشهى منه ممن يخشى الله عز وجل
Lâ yusme’u’l-Kur’ânu min raculin eşhâ minhu mimmen yahşallâhe azze ve celle.
Abdullah b. Mübarek Efendimiz, çok sevdiğim bir alim. Hem sûfî, hem alim, hem kahraman, çok müstesna bir kimse. Ebû Hureyre radıyallahu anh’ten rivayet olarak alınmış bu hadîs-i şerîf. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Kur’ân-ı Kerîm en lezzetle, zevkle, güzel şekilde onu Allah’tan korkan, Azîz ve Celîl olan Allah’tan korkan havf u haşy sahibi bir insanın okumasından, dinlendiği zaman dinlenir. En zevkli dinleme o zaman olur. Kur’an en tatlı, lezzetli olarak Azîz ve Celîl olan Allah’tan korkan haşyet duyan bir adamın okumasından dinlenir.”
Bu hadîs-i şerîfin üstüne biraz konuşmak istiyorum. Bir ricam ve tavsiyem: Kur’ân-ı Kerîm’i lütfen şimdikinden daha fazla okuyun. Kur’ân-ı Kerîm okumamız, Kur’ân-ı Kerîm’i ezbere almamız, Kur’ân-ı Kerîm’in mânasını bilmemiz, Arapça öğrenmemiz, Kur’ân-ı Kerîm’in bize emri nedir, yasaklar nelerdir, neleri tavsiye buyuyor, neleri anlatıyor, Allah’ın bize hitabı nedir, onu öğrenmemiz lazım. Kur’ân-ı Kerîm’e daha fazla eğilelim. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyacağız.
Kur’ân-ı Kerîm düz okunmaz; nesir, bir makale, düzyazı okunur gibi okunmaz. Onun okunmasının bir usûlü var.
Nasıl okunur?
Bir hazin melodi, bir musiki, nağme ile okunur ama bu nağme kendine mahsus bir nağmedir. Ciddidir, şarkı gibi türkü gibi değildir.
وَرَتِّلِ الْقُرْءَانَ تَرْتِيلًا
Ve rettili’l-Kur’âne tertilen.
Kur’ân-ı Kerîm ahenkli, tatlı okunur ama şarkı gibi değil.
Lahn-i Arab üzerine okunacak. Çarşıda, pazarda, gazinoda vesairede duyulan musiki makamları gibi olmayacak.
En güzel nasıl olur?
Bunun okunmasında güzellik musikiden kaynaklanmıyor, okuyan insanın duygularından kaynaklanıyor. Eğer okuyan insan Allah’tan korkan havf u haşyet sahibi bir insansa, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğunu bilir, son derece ciddi bir şekilde, mânasını anlayan bir insan da gözyaşları içinde okur veya dinler. İşte öyle olması lazım. Duygusal bir hava içinde hissede hissede, tada tada, duya duya Kur’ân-ı Kerîm’in okunması lazım.
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Kur’ân-ı Kerîm’in, o kelamın sahibi Allahu Teâlâ hazretleri olduğundan; Allah’a karşı olan saygısı, korkusu, havf u haşyeti kendisini kaplayacak. “Ben sıradan bir söz okumuyorum, Allah’ın kelamını okuyorum.” diye ona göre ciddiyetini takınacak. Oturuşu ciddî olacak, diz çökecek.
Bizim hafızlarımızı göz önüne getirin. Büyük, yaşlı mübarek aksakallı hafızları, mübarek zatları düşünün. Allah ömür versin, hayatta olan büyük hafız efendileri düşünün. Mihrapta diz çökmüşler, bir çocuğun babasının, hocasının önünde oturduğu gibi gayet ciddî bir şekilde sallanmadan, eûzu besmele çekişleri, okuyuşları… Her şeyde bir sonsuz saygı, hürmet, Allah korkusu, edeb dediğimiz şeyler var. Böyle okununca Kur’ân-ı Kerîm, okuyan duygulu olarak okur, dinleyen de duygulu olarak onu dinler, algılar. O zaman Kur’ân-ı Kerîm’in tesiri çok olur.
Medîne-i Münevvere’ye Peygamber Efendimiz, Mus’ab hazretlerini göndermişti. Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh’ı; genç ve son derece yakışıklı çok güzel bir insandı. Medine’ye vazifeli olarak gönderdi. Kendisi Medîne-i Münevvere’ye hicret etmeden önce. Onlar geldiler, İslâm’ı yaşamaya ve anlatmaya başladılar Medine ahalisine. Medine ahalisinden iki tane kabilenin reisi bunların çalışmalarından rahatsız olunca;
“Gidelim bunları, -bunlar nereden gelmiş; Mekke’den gelmiş-, bu şehirden kovalım. Rahatımızı bozmasın, düzenimizi dağıtmasın.” dediler.
O niyetle Mus’ab hazretlerinin bulunduğu toplantıya geldiler. Mus’ab hazretlerine dediler ki;
“Burada durmayın, istemiyoruz sizi, dönün gidin geldiğiniz yere!”
Kovma gibi sert bir şey. Yoksa bizi dinlemezseniz şöyle olur, böyle olur diye de tehditli konuştular. Çünkü kabile reisi, hatırlı ve güçlü kuvvetli, kavmi kabilesi olan insanlar. Mus’ab hazretleri gayet sakin bir şekilde karşıladı onları.
Allah şefaatine erdirsin. Efendimiz’in çok sevdiği bir kimseydi. Bir ailenin bir tek oğluydu, çok zengin bir ailenin oğluydu ama İslâm’a girdikten sonra yaşayışı göz yaşartıcıdır. Onlara;
“Tamam, ben bir Kur’ân-ı Kerîm okuyayım siz dinleyin, dinledikten sonra kararınızı verin. Eğer siz gene ısrar ediyorsanız, yine bizim gitmemizi istiyorsanız o zaman gideriz.” dedi ve eûzu besmeleyi çekerek Kur’ân-ı Kerîm okudu, gönülleri fethetti.
Duyan bir insanın, mü’min-i kâmil bir insanın havf u haşyet sahibi bir insanın…
Haşyet ne demek?
Korkmak demek.
Hâşe, yahşâ, haşyeten Arapça’da “korkmak”, huşû ve korku içinde olmak demek. Havf da korkmak, ürpermek demek, korkudan öyle okunduğu zaman o zaten Allah kelamının kendisinin tesiri var, bir de edeple okunduğu zaman son derece tatlı olur. Demek ki böyle okuyacağız. Kur’ân-ı Kerîm’i en ciddî hafız üstatlardan, büyüklerden dinleyeceğiz, o edebi çocuklarımıza öğreteceğiz.
“Evladım otur bakayım, aferin, başına takkeni giy, diz çök bakalım ellerini dizine koy, sallanmadan, gülmeden eûzu besmeleyi çek, oku bakalım.” diye çocuğumuza Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmemiz lazım, o zaman çok tatlı olur.
Kur’ân-ı Kerîm okunacak, dinlenecek. Okunması sevap, dinlenmesi sevap ama asıl amaç, asıl iş Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmını öğrenip onun ahkâmına uymak.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’an’la ilgimizi, bağlılığımızı, sevgimizi şu mübarek ayda artırsın. Receb ayında, üç aylarda Kur’ân-ı Kerîm aşkımızı, şevkimizi, sevgimizi coştursun. Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılığımızı ve Kur’ân-ı Kerîm üzerindeki çalışmamızı ailece, aile boyu diyelim yeni tabirle; bey, hanım ve mübarek çocuklar herkes Kur’ân-ı Kerîm’e bir sarılsın. Birbirlerine okusun, dinlesin. Bu çok mühim bir şeydir.
Bakalım Fâtiha’yı doğru okuyorlar mı? Bakalım okusun, Kur’ân-ı Kerîm’den açsın bir yeri doğru okuyor mu? Düzeltilecek yerler var mı, yok mu?
Bir hafız kardeşimiz yine bir kuvvetli hafız hocaefendinin huzuruna geldi.
“Hocam, aradan yıllar geçti, benim talimlerim biraz eskimiş olabilir. Bana yeniden mehâric-i hurûf talimi yapar mısınız?” dedi.
Bildiği şeylerin tekrarını istedi, bunlar önemli.
Şu mübarek Receb ayında Kur’ân-ı Kerîm dersleri çalışmalarını artıralım. Sevaplı işlerden biridir. Receb ayında hasenât kat kat mükâfatlandırılıyor. Hasenâtın çeşitleri çoktur. Hasenâtın birisi Kur’ân-ı Kerîm okumaktır. Kur’ân-ı Kerîm’i güzel güzel okuyalım.
Aziz ve sevgili Akra dinleyiciler!
Açtığım sayfadan bir hadîs-i şerîf daha okumak istiyorum. Üç hadîs-i şerîfle bitireceğim diye düşünüyorum. Enes radıyallahu anh’ten Ahmed b. Hanbel hazretlerinin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi okuyorum;
لا يستقيم إيمان عبد حتى يستقيم قلبه، و لا يستقيم قلبه حتى يستقيم لسانه، و لا يدخل رجل الجنة لا يأمن جاره بوائقه
Lâ yestakîmu îmânu abdin hattâ yestakîme kalbuhû ve lâ yestakîmu kalbuhû hattâ yestakîme lisânuhû ve lâ yedhulu’l-cennete hattâ ye’mene câruhu bevâikah.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Çok mühim bir hadîs-i şerîf okuyorum. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Lâ yestakîmu îmânu abdin. “Bir kulun imanı dosdoğru olamaz.”
Hattâ yestakîme kalbuhû. “Kalbi dosdoğru olmadıkça.”
Önce kalbi dosdoğru olacak, ondan sonra imanı dosdoğru olur. Kalbi doğru yapmak lazım.
Sevgili dinleyiciler!
Kalp deyince bir şeyi açıklamamız lazım.
Kalp nedir?
Göğsümüzde tık tık atan bir et parçası. Koyunda da, kuşta da, tavukta da var. Yürek diyoruz, bir et parçası. Hayır, kalp o mânasıyla maddî bir şey. Kastedilen o değil. Gönül dediğimiz, insanın iç âlemi mânasına… Kalp ölüde de var. Gönül kastediliyor, mânevî tarafı kastediliyor işin.
Kalbimizin, gönlümüzün dosdoğru olması lazım. Gönlümüzün iyilik dolu olması lazım. İyi şeyleri düşünmesi, iyi şeylere niyet etmesi, iyi şeyleri istemesi lazım. Kalp, gönül dosdoğru olunca o zaman insanın imanı dosdoğru olur.
Ve lâ yestakîmu kalbuhû hattâ yestakîme lisânuhû diyor Peygamber Efendimiz. Onun da çaresi, maddî bir taraftan girişi var bu işin. Olmayanın, niyetlenen insanın bu işe elde etmek isteyenin gideceği yolda bir başlangıç var. Bir geçiş yeri var.
Neresidir o?
Bir insanın kalbi dosdoğru olamaz;
hattâ yestakîme lisânuhû. “Lisanı dosdoğru olmadıkça.”
Demek ki iş geliyor, doğru sözlü olmaya, doğru konuşmaya, yalan söylememeye, hilâf-ı hakîkat söylememeye. Dosdoğru dilli, doğru konuşan, doğru sözlü bir insan olmaya geliyor. Demek o olursa, onu yapabiliriz. Yalan söylemeyiz. Hilâf-ı hakîkat konuşmayız. Çünkü dil bizim emrimizde. Onu yaparsak kalbimiz kendiliğinden dosdoğru olacak.
Dilimizin dosdoğru olmasına çok gayret edelim, dilimize sahip olalım. İnsanı ekseriyetle cehenneme düşüren günahlar insanın ağzından çıkanlardan oluyor, dilinden dolayı oluyor. “Bülbülün çektiği dili belasıdır.” dedikleri gibi eski büyüklerimizin. Mü’minin de veya bir insanın da dilinden dolayı başına çok şey gelir. Dilini iyi kullanmazsa hem dünyada hem âhirette... Bir kere yalan söylerse cezası vardır. Yalancı şahitlik ederse çok büyük cezası vardır. Elfâz-ı küfür söylerse, imanını zedeleyecek olan konularda sözün nereye varacağını düşünmeden pat diye konuşursa imanı zedelenebilir. Onun için dile çok dikkat etmek gerekiyor. Dokuz yutkunup, iyice düşünüp ondan sonra konuşmak lazım. Çok düşünüp az, öz konuşmak lazım. Diliyle günaha girmemeye çok çalışmak lazım. Aman dilimizin düzgün olmasına çok gayret edelim. Çünkü netice itibariyle gönlümüzün doğru olmasını sağlayacak. Gönlümüzün doğru olması da imanımızın dosdoğru olmasını sağlayacak. Allah’ın sevgili kulu olmanın yolu bu; dilden başlıyor iş.
Hadîs-i şerîfin sonunda da Efendimiz buyuruyor ki;
Ve lâ yedhulu’l-cennete hattâ ye’mene câruhû bevâikah. “Kul, komşusu kendisinin cevr ü cefâsından münezzeh olmadıkça cennete giremez.”
Komşusu ile arası nasıldır? Komşusu kendisinden memnun mu? Komşusuna cevr ü cefâsı, zararı, ezası oluyor mu? Oluyorsa ve komşusu kendisine güvenemiyorsa; “Ya ben bir yere gideceğim ama o adam benim evime girer mi? Şöyle yapar mı, böyle yapar mı? Ben seyahate çıkacağım ama benim çoluk çocuğumu döver mi? Hanımıma şöyle, böyle olur mu?
Komşusu onun kötülüklerinden emniyet duymuyorsa insan cennete giremez.
Nasıl olacak? İnsanın iyiliğinin ölçüsü komşusunun kendisine bakışı. Komşusu kendisinden emniyet duygusu içinde olacak, komşusunun ona karşı itimadı tam olacak. O zaman cennete girer.
O hâlde buradan ne çıkıyor?
Komşumuza iyi davranacağız, komşumuza iyilik yapacağız, komşumuza herhangi bir şekilde zarar verici bir insan olmamaya; malına, çoluk çocuğuna, namusuna da zarar vermeyeceğiz, bakılmaması gereken gözümüzü yumacağız.
Peygamber Efendimiz bir keresinde buyurmuş ki.
“Evinizi çok fazla yapıp da komşunuzun havasını engellemeyin.”
Sen kocaman bir bina yapıyorsun, komşun hava almıyor, güneş almıyor. Onu dahi söylemiş. Evi yükseltip komşunun mahremiyetini, duvardan öbür tarafını görecek duruma gelmeyi de eskiler istememişler. Komşunun bahçesine doğru pencere açmamışlar. Karısı, kızı rahat etsin diye bunların hepsi önemli.
Eskiden ne güzeldi. Evler bir katlı veya iki katlıydı. Bahçeler yüksek duvarlıydı. Bahçelerde çoluk çocuk oynardı, hanım ev işlerinin bir kısmını güneşte temiz havada, bahçede yapardı. Şimdi bu apartmanlar çıktı. Köroğlu’nun “delik demir çıktı, mertlik bozuldu” dediği gibi apartmanlar çıkınca komşuluklarda da bozulmalar oldu. Eskiden dedelerimiz komşuluğa çok riayet ediyorlardı.
İnşaallah biz de bu hadîs-i şerîfin sonunda madem komşulukla ilgili böyle bir cümle geldi, komşumuza çok riayet edelim, komşumuzun gönlünü hoş etmeye çalışalım. İkram etmeye çalışalım. Şu mübarek Receb ayında yaptığımız tatlılardan bir tabak gönderelim. Börekten çörekten bir tabak gönderelim. Hanımlar toplantılar yapıyorlar, çeşit çeşit börekler hazırlıyorlar, “kısır”, “çiğ köfte” diyorlar… İşte onlardan gönderirseniz çoluk çocuğu yer. Kokusunu duyduğunu yemeğin tadını da tatmış olur. Komşuluk da muhabbetli olur. Arada hediyeler de vermek, ziyaret etmek, davet etmek lazım, davetlerin ziyaretlerin muhabbetin artmasına çok tesiri var. İnşaallah komşuluklara da çok riayet edelim.
Artık her hâlimize dikkat edelim.
Cumanız, üç aylarınız mübarek olsun. Allah nice mübarek günlere, aylara, yıllara ibadetlere sizleri sıhhat, afiyetle sevdiklerinizle, çoluk çocuğunuzla eriştirsin. Cennetiyle Cemâli’yle müşerref eylesin. Hem bu dünyada hem âhirette aziz ve bahtiyar olun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü.