es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh…
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Gününüz hayırlı olsun. Cumanızı Allah mübarek eylesin. Cuma günü, herkesin Cuma günü ama ancak müminler bu günün faydalarından istifade edebiliyor. Allahu Teâlâ hazretleri bu güzel günün feyzinden, bereketinden cümlenizi, cümlemizi faydalananlardan eylesin.
Size Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden sevinçli bazı haberleri ihtiva edenleri okumak istiyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in okumak istediğim birinci hadîs-i şerîfi Hz. Aişe-i Sıddîka validemizden rivayet edilmiş.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurdular ki;
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَلْقَى اللهَ عزَّ و جلَّ غَدًا رَاضِيًا فَلْيُكْثِرِ الصَّلَاةَ عَلَىَّ
Men serrehû en yelka’llâhe azze ve celle ğaden râdiyen fe’l-yüksiru’s-salâte aleyye.
Sadaka Resûlullah fî mâ kal ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîfin mâna-ı münîfi şöyle;
“Kim Allahu Teâlâ’ya, aziz ve celil olan Allah’a yarın razı olarak kavuşmayı, onunla razı olarak karşılaşmayı arzu ediyorsa; karşılaşmaktan sevinç duyarsa, karşılaştırması onu sevindirirse…”
Fe’l-yüksiru’s-salate aleyye. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Bana salât ü selâmı çok eylesin.” diyor.
Cuma günleri size zaten hatırlatıyordum. Salât ü selâmı çok getirmenin çok sevaplı olduğunu, vazifeniz olduğunu, Cuma günlerinde bunun özellikle gerektiğini hatırlatıyordum. Bugün de bu hadîs-i şerîf geldi.
Men serrehû. “Kimi şöyle olmak sevindiriyorsa…”
Serre “sevindirmek” demek. “Surûr” kelimesini duymuşsunuzdur. “Sevinç” mânasına kullanılıyor. Aziz ve celil olan Allah’a, ğaden “yarın” demek ama bu yarın “âhiret' demek.
“Âhirette Azîz ve Celîl olan Allah’a razı olarak mülâki olmayı, kavuşmayı, onunla karşılaşmayı razı olarak karşılaşmayı kim severse, karşılaşmak kimi memnun edecekse o bana salât ü selâmı çok eylesin.”
Radiyen bir düşünce yoruma göre;
“Bir insan Allah’ın kendisinden razı olarak, onunla kavuşmak istiyorsa Peygamber Efendimize salât ü selâmı çok eylesin.”
Bu
radiyen kelimesinde öteki bir ihtimal daha var.
“Kul razı olarak Allah’a kavuşmak isterse…”
Allahu Teâlâ hazretleri kendisine ikram ve ihsanda bulunduğu için o da memnun, mesrur, cennete girdiğinden sevinçli, affı mağfirete mazhar olduğundan şâd u hürrem böyle bir durumda karşılaşmak isterse Peygamber Efendimize salât ü selâmı çok eylesin.
Peygamber Efendimize salât ü selâm getirmek sözle;
es-Salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallah veya;
Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ve men tebiahû ihsanih gibi salât ü selâm sözleriyle oluyor.
Namazımızda, namazların son oturuşunda tahiyyattan sonra salât ü selâm getiriliyor. Böylece Allahu Teâlâ hazretlerinin Kur’ân-ı Kerim’de salât ü selâm getirmeyi bize emretmesi, fiilen namaz esnasında tahakkuk etmiş oluyor ama bu hadîs-i şerîfte;
Fe’l-yüksiru’s-salâte aleyye. “Bana salât ü selâmı çokça eylesin.” buyuruyor.
İslâm’ın ibret alınacak bir takım, çok mükemmel eğitim metotları var. İslâm’a göre bir takım sonuçları almak için bazı şeyleri yapmak lazım. Bu gibi şeyleri kullana kullana, yapa yapa insan istenilen o sonuca ulaşabilir. Onlardan birisi mesela Allahu Teâlâ hazretlerini zikretmektir. İnsan Allah’ı tanıyacak, mârifetullaha erecek. Allah’ı tanıdıktan sonra, sevmemesi, âşık olmaması mümkün değil. Mârifetullaha, muhabbetullaha erecek. Allah’ı seven, Allah’a âşık olan, Allah sevgisiyle dopdolu bir kul olacak.
Peki bu nasıl olur? Bunun yolu, yöntemi ne? Bu işe nereden başlanacak, nereden tutulacak?
Bu, zikirden başlıyor. Allah, Allah diye zikretmekten başlıyor. İnsan zikretti mi, bir şeyi çok söyleye söyleye o onun zihninde yerleşiyor. İleriye doğru çalışma yapıldıkça zikirden Allah’ın muhabbeti hâsıl oluyor.
Tasavvufta, tarikatlerde de Allah sevgisine ulaşmak amaç olduğundan, bu bakımdan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği zikir işlemi, ameli, ibadeti yapıla yapıla sonunda muhabbetullah, müridin, dervişin kalbinde yerleşiyor. Yunus gibi, Mevlânâ gibi oluyor.
Dinimizin ana esaslarından birisi de Resûlullah’ı sevmek. Çünkü Peygamber Efendimiz sahih hadîs-i şerîflerde bize bildirmiş ki; biz Resûlullah’ı anamızdan, evladımızdan, dünyadaki her şahıstan, her varlıktan daha çok sevmek durumundayız, vazifemiz bu... O sevgi hâsıl olmayınca insan gerçek mü’min olamıyor.
لَا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِيْنَ
Lâ yü’minu ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ve’n-nâsi ecmaîn. hadîs-i şerîfi.
Onun için salât ü selâmı çokça getirmek lazım.
Salât ü selâm, nasıl bir şekilde iş görüyor, İnsan salât ü selâm getirince mânevî bakımından ne oluyor?
Bir insan salâvât-ı şerîfe getirdiği zaman o salât ü selâmı melekler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e tebliğ ediyorlar. Götürüyorlar, diyorlar ki;
“Yâ Resûlullah, sana filancanın oğlu falanca veyahut filancanın kızı falanca; kızsa kız, oğlansa erkekse erkek, annesinin babasının ismiyle, memleketiyle “Yâ Resûlullah sana falanca falanca selât ü selâm söyledi.” diye gidip bildiriyorlar.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de buyuruyor ki;
“Bana Allahu Teâlâ hazretleri imkân verir, ben o salât ü selâmı alırım. Allah bana o imkânı verir.”
Ve aleyke’s-selâm gibi, biz birbirimizle selamlaştığımız gibi birisi nasıl selam veriyor, ötekisi selamı alıyorsa biz de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e salât ü selâm getirince Resûlullah Efendimiz de bize salât ü selâm getirir.
Salât ü selâm dua olduğundan, içinde dua mânası güzel temenniler olduğundan o salât ü selâmı Peygamber Efendimiz bize iade edince, o da bize salât ü selâm getirince ne oluyoruz?
Resûlullah’ın duasına mazhar olmuş oluyoruz.
Resûlullah da duası reddedilmeyen Allah’ın en sevgili kulu olduğu için oradan hayıra ermek başlıyor ve insan salât ü selâm getirince mânevî bakımından önünde muazzam imkânlar, yollar, kapılar açılıyor ve sonunda çok güzel sonuçlara ulaşması mümkün oluyor.
Bu sonuç nereye varıyor?
Âhirete varıyor. Âhirette Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna çıkmaya kadar gidiyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna çıktığı zaman Allah ondan razı yahut da o Allah’ın kendisine verdiği ikramlardan razı, cennete girmekten memnun durumunda olmak istiyorsa bir insan Peygamber Efendimize salât ü selâmı çokça eylesin.
Bu bir müjdeli hadîs-i şerîf. Çünkü bize bir güzel şeyi sağlıyor. Cennete girmek, Allah’ın kendisinden razı olduğu bir şekilde Allah’a kavuşmak, çok güzel bir hedef. Onu sağlayacak bir çareyi söylediği için çok güzel bir hadîs-i şerîf.
İkinci hadîs-i şerîf yine aynı şekilde başlıyor.
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَجِدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ فَلْيَلْبَسِ الصُّوفَ تَذَلُّلاً لِرَبِّه عَزَّ وَجَلَّ
Men serrehû en yecide helâvete’l-imâni fe’l-yelbesi’s-sûfe tezellülen li-rabbihî azze ve celle.
Bu da Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş ikinci bir hadîs-i şerîf.
Ben bu hadîs-i şerîfleri niye peş peşe okuyorum?
Hepsinde “Kim şöyle bir durumda olmaktan memnun olacaksa, kimin şöyle bir durumda bulunmak, şöyle bir durumla karşılaşmak sevindirecekse…” diye başladığı için sevindirici hadisleri sizlere anlatmak istediğimden bu hadîs-i şerîfi okuyorum.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten böyle başlayan ikinci hadîs-i şerîfi okudum. Mâna-ı şerîfi şöyle;
“Kim imanın tadını hissetmek istiyorsa…” yahut tam tercemesi olarak “İmanın tadını böyle olanca lezzetiyle duymak kendisini sevindirecek olan kimse, böyle bir durumla, karşılaşmaktan memnun olacak insan…”
Fe’l-yelbesi’s-sûfe. “Azîz ve Celîl olan Rabbi’nin üzerinden tevazu göstermek için yün giysin.”
Yün giyince Allah onu ne yapar?
Onu sever ve imanın lezzetini, tadını ona duyurur. İmanın bir lezzeti vardır, tadı vardır ki tadına doyum olmaz.
Mü’min bir insanın yürüyüşü, bakışı, hareketleri başkadır; fedakârdır, cefakârdır, tatlıdır, sevimlidir, hizmet ehlidir… İman’ın tadını tatmış olmak çok büyük bir nimet. İman’ın kendisine güzel duygular aşılaması haline gelmek çok güzel bir derece… Herkese nasip olmuyor bu.
İman güzel bir şey de. Herkes imanın güzelliğini duyamıyor. Onun için herkes imana gelemiyor. Batıl inancı var, yanlış inancı var, taşa tapıyor, puta tapıyor, boş şeylere tapıyor, yanlışa tapıyor; ilmî olmayan, ilmen yanlışı belli olan şeylere tapıyor, ama bırakamıyor. Hakiki imanı yakalayamıyor.
Neden?
Allah nasip etmediği için; Allah sevmezse, sevmezse iman nasip etmez. Allah sevmezse imanın tadını duyurmaz. Anadan babadan müslüman
lâ ilâhe illâllah Muhammedun resûlullah diyor. Ama imanın tadını tadamamış, duyamamış, günahlardan kendisini çekemiyor, ibadetlere gelemiyor.
Neden?
İman’ın tadını tatmamış da ondan. Bîhaber, habersiz geziyor. Babadan, anadan, aileden müslüman ama imanı tam içine sindirememiş. İmanı hissedebilmek çok önemli bir nokta. İman insanın içine sağlam olarak girdi mi; insan onun tadını iyice aldı mı artık o çok hoş bir insan olur. Çok mutlu olur. Dünyada, âhirette bahtiyar olur.
İmanın tadını duyurmak, kendisini sevdirecek olan insan ne yapsın?
Sof, yün giysin.
Sof Arapça da yün demek.
Neden?
Tevazudan.
Tezellülen li-rabbihî azze ve celle. “Allahu Teâlâ hazretleri mütevazı kullarını sever.”
Mütekebbir, kendini beğenmiş, burnu havada, kaf dağında kimseyi beğenmez. Allah, herkese tepeden bakan, herkese çalım satan, caka yapan insanı sevmiyor. Mütevazı kullarını seviyor. Faziletli olsa da, kıymetli olsa da mütevazı kulları seviyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz o kadar mütevazı bir yaşam içindeydi ki yün giyerdi, kölelerle konuşurdu, fukarânın yanında otururdu, mütevazı tavırlarla hareket ederdi. Kimseye tepeden baktığını hiç gören yok. Herkes canından çok sevecek durumda, onun o güzel ahlâkına hayran olurdu. Çok tevazu sahibiydi. Halbuki Makâm-ı Mahmûd’un sahibiydi. Ondan daha yüksek makamlı bir beşer yok, bir insan yok. Onun makamına çıkacak Adem neslinden bir şahıs yok. Cennette onun derecesi Makâm-ı Mahmûd, o en yüksek derece. Ona hiç kimse ulaşamayacak. Ama mütevazı idi.
Neden?
Allahu Teâlâ hazretleri mütevazı kullarını sever. Mütekebbir kulları sevmez.
O halde ne yapmak lazım?
Mütevazı olmak lazım! Haddini bilmek lazım! Güzel huylu olmak lazım! Boynu bükük olmak lazım! Şirret olmamak lazım! Azametli, edalı, herkesin canını sıkacak tavırlı, giyimine kuşamına, parasına puluna, mevkisine makamına dayanıp, güvenip de çalım satan bir insan olmamak lazım.
Eskiden fakirâne, sade kıyafet sof idi. Çünkü herkesin en basit geçim tarzı olan koyunu keçisi vardı. Koyunun keçinin tüyleri uzadığı zaman bunlar kırpılırdı. En basit usullerle yün eğrilir, iplik yapılırdı. Ondan kumaş olurdu. Çok basit şekilde dokunurdu veya örülürdü. En ucuz malzeme yün idi, en sade giyim yünlü giyimdi.
Sahabe-i kirâm da hep yün giymişlerdir. Çünkü Hint’ten, Yemen’den gelen kumaşlar yoktu. O zaman böyle ince ipekli veya daha başka malzemeden yapılmış pamuklu ince bir kumaş son derece kıymetliydi. Çünkü sıcak tutmayacak, serin olacak diye herkes onu arardı ve yapımı zor olduğundan herkes elde öremezdi. Sof giyerdi.
Onun için sof giymek tevazuun alameti olmuştur. Fakirliğin, yoksulluğun sonucudur.
Onun için tasavvufta da Allah’ın rızasını kazanma yoluna giren kimseye sofi deniliyor. Sof giyen fukarâ, yoksul alameti, mütevazı insan demek oluyor. İşte bu giyimi böyle yapan kimse sof giyen, tevazuan sof giyen bir kimse imanın tadını tadar.
Tevazu gösterdi mi Allah ona imanın lezzetini hissettirir, duygularını nasip eder, iman tadını tadar.
Demek ki esas itibariyle mütevazı olmak iyi. Demek ki esas itibariyle pek şatafatlı olmayacak şekilde giyinmek de Allah’ın huzurunda, tevazudan, tevazu göstermek için böyle giyinmek iyi. O zaman insan bir takım iyi sonuçlara ulaşıyor. İmanın tadını tadıyor. İyi bir müslüman olabiliyor. Bu da ikinci hadîs-i şerîf…
Aynı şekilde başlayan üçüncü bir hadîs-i şerîfi de okumak istiyorum.
Üçüncü hadîs-i şerîf de şu;
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَسْكُنَ بُحْبُحَةَ الْجنة فلَيَلْزَمِ الْجَماَعَةَ فَإِنَّ الشَّيْطاَنَ مَعَ الْواَحِدِ وَهُوَ مِنَ الْإِثْنَيْنِ أَبْعَد
Men serrehû en yeskune buhbuhate’l-cenneti fe’l-yelzemi’l-cemâate fe-inne’ş-şeytâne maa’l-vâhidi ve hüve maa’l-isneyni eb’ade.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiş üçüncü hadîs-i şerîf aynı kelimelerle başlıyor:
Men serrehû. “Kimi şu durumda olmak, sevindirirse, sevince gark ederse…”
Bu üçüncü hadîs-i şerîf nedir?
Men serrehû en yeskune buhbuhate’l-cenneti. “Cennetin buhbuha’sında mesken tutmak, sakin olmak, oturmak kimin hoşuna giderse, kimi memnun ederse, sevince gark ederse…”
Fe’l-yelzemi’l-cemâate. “Cemaate devam etsin, cemaatten ayrılmasın, cemaate yapışsın, sarılsın.”
Buhbuhate’l cenneh. Cennetin neresi demek?
Ortası demek. Cennetin ortası var, âlâ yeri var, kenarı var, üstleri var, aşağıları var. Bir insan Cennetin ortasında mesken tutmak, sakin olmak, oturmak istiyorsa, o güzel yeri kazanmak istiyorsa cemaate müdavim olacak, cemaatten kopmayacak.
Cemaat ne demek?
Topluluk demek, toplum demek. İnsan camiye devam edecek, camideki toplumla namaz kılacak, ama cemaate devam edecek. İslâm’a göre şehirlerde oturmak daha kıymetli sayılıyor, tek başına tenhalarda, dağ başında oturmak makbul sayılmıyor.
Hatta bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
مَنْ سَكَنَ الْبَادِيَةَ جَفَا
Men sekene’l-bâdiyete cefâ. “Kim böyle tenhalarda yalnız yerlerde, çölde yaşarsa, orada mesken tutarsa katılaşır.”
Duyguları azalır, yüreğinin yumuşaklığı gider, katı yürekli bir insan olur.
Hakikaten öyle… Şehirde oturan bazı kimseleri ben tanıyorum, daha tenha bir yere gittiği zaman köyde oturan bir kimse de daha tenha bir yere, yalnız bir yere gittiği zaman, zamanla duyguları, iç âlemi kararıyor ve zayıflıyor.
Onun için şehirde oturmak tavsiye edilmiş. Çünkü şehirde ilim var. Toplum var, cemaat var bir şey öğrenmek var. İnsanların birbirleriyle yardımlaşması var. İslâm’da bu makbul tutulmuş.
Hemen hatırınıza gelecek, İslâm tarihinde bazı kimselerin uzlete çekilmesi ve ibadet etmesi de anlatılıyor, o nedir?
O, bir müddet çalışmak ve bir takım çalışmaları tamamlayıp belli bir sonuca ulaşmak içindir. Devamlı tavsiye edilen değil, eğitim içindir. Eğitim için üniversite bile şehirden uzak yerde kuruluyor. Kampüsler oluyor. Şehrin eğlencesinden, öğrenciyi çalışmaktan alıkoyacak engellerden uzaklaşılsın diye.
Hatta çocuk bir imtihana gireceği zaman odasına kapanıyor. Evdeki insanlardan bile ayrılıyor. Bir eğitim, bir şeyi başarmak için bir müddet uzlet, yalnızlığa çekilmek, bazen olur, doğrudur. Çekilirse, bir müddet eğitim görürse o eğitimin sonunda o zaman gönlü nurlanır, iç âlemi ileriden aydınlanır ve güzel sonuçlara ulaşır. Tabii bu müstesna…
Ama insan devamlı toplumdan, insanlardan kaçarsa; tenhalarda durursa bu doğru değil. İslâm bunu istemiyor. Cemaati, toplumda beraberce yaşamayı teşvik ediyor ve yalnız, tek kalmayı uygun görmüyor. Cemaatten ayrılan, “Sürüden ayrılanı kurt kapar.” dedikleri gibi, zarar görür ve bir takım iyilikleri öğrenemez ve bir takım kötülüklerden korunamaz diye İslâm, toplum hayatını teşvik ediyor.
Hadîs-i şerîfin devamı konuyu biraz daha açıklıyor.
Fe-inne’ş-şeytâne maa’l-vâhid. “Çünkü şeytan tek insanla beraber olur.”
Şeytan bir insanı tek olarak gördüğü zaman yanına yanaşır, vesvese verir. Kötü duyguları aşılamaya, onu kötü yollara çekmeye ve günahı işletmeye çalışır. Şeytan bir kişinin yanına cesaret edip yanaşır ama;
Ve hüve maa’l isneyni eb’ade. “İki kişi oldu mu onlardan biraz daha uzak durur.”
Bu ne demek?
“İki insan, iki müslüman dinî bakımından bir araya geldi mi birbirlerine, yardımcı olur.” demek.
Bir hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
“İki el gibidir.”
Eller nasıl birbirlerini yıkıyorsa… Sabunu elimize alıyoruz. İki eli birbirine ovuşturarak elin içini dışını, parmak aralarını, her yeri güzel köpürtüp ellerimizi tertemiz yıkıyoruz.
Tek elle insan elini yıkayabilir mi?
Yıkayamaz. Tek eliyle ne elinin içini yıkayabilir, ne dış tarafını yıkayabilir.
Düşünelim ki bir insanın bir eli var ikinci eli yok. O zaman o elinin tam yıkanması mümkün olmayacak. İki el oldu mu, iki müslüman bir araya geldi mi, birisi ötekisine fayda sağlar.
“İki müslüman bir araya geldi mi birisi ötekisini yıkayan iki el gibi olurlar.”
Günahlarını affettirirler. İyi şeyleri yapmakta tetkikçi, hatırlatıcı olurlar:
“Gel namazı kılalım, namaz kaçıyor. Kardeşim aman, abdestini al, gel de vaktinde bu işi eda edelim.”
Sabah namazına kalkamamışsa, tak tak kapısını çalar;
“Kardeşim haydi bakalım sabah namazı vakti geldi, haydi kılalım.”
Veya daha uyanık, daha akıllı-uslu, İslâmî bakımından kuvvetli kimselerse;
“Kardeşim hadi biz teheccüd namazına kalkalım.” diye.
Çünkü müslümanlığın asıl kalkma gayreti teheccüdde olacak. Gecenin o mübarek zamanında, seher vakti dediğimiz;
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm Seni
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâm Seni. dediği Yûnus’un…
Seher vakti ne demek?
Gecenin son saatleri demek. Daha fecir atmadan, imsak geçirmeden önceki o zamanlar demek. O zamanlar makbul tabii.
O zaman kaldırır. Mesela hanım beyini kaldırırsa çok sevaba girer. Bey hanımını kaldırırsa çok sevaba girer. Evin reisi evi kaldırırsa “Kalkın bakalım mübarek seher vaktinde abdest alın da biraz namaz kılın, Kur’an okuyalım…” diye kaldırırsa çok sevap olur.
Demek ki iki kişi oldu mu şeytan yanlarına yanaşmakta biraz daha tehlike seziyor, uzak duruyor.
Maa’l isneyni eb’ade. “Daha uzak demek, daha uzak olur.”
Peki üç kişi olursa ne olur?
Üç kişi bir cemaat demektir. Arapça da tam bir cemaat olmak için çoğul üçle başlıyor. Çünkü iki kişi için ikil, tesniye siygası var. Çoğul olabilmesi için en aşağı üç olması lazım. Cemaat olabilmek için de üç olması lazım. Üç kişi oldu mu bir cemaattir.
“Üç müslüman bir araya geldi mi artık şeytan onlara hiç yanaşamaz.” diye başka hadîs-i şerîfler var.
Bu hadîs-i şerîfler bize insanın yaptığı zaman sevineceği üç olayı hatırlatmış oldu;
Birisi Peygamber Efendimiz’e salât ü selâmı çok etmek. Böyle olduğu zaman yarın Allah’a, Allah kendisinden razı, kendisi Allah’ın verdiği ikramlardan, memnun, razı öyle kavuşur. Onun için salât ü selâmı çok edecek.
İmanın tadını duymaktan memnunluk duyacaksa öyle bir şey istiyorsa mütevazı giyinecek, sof giyinecek. Eğer cennetin orta yerinde güzel yerinde mesken tutmak istiyorsa o zaman cemaate müdavim olacak, cemaatten, topluluktan kopmayacak, toplumdan kaçmayacak. Çünkü tek oldu mu şeytan yanına gelir. Mânevî bakımından da zarara uğrar. İki kişiyle olduğu zaman şeytan daha uzak kalır.
Halvet ve uzlet dediğimiz tasavvuftaki eğitime dönecek olursak;
Orada tek başına kalmıyor mu?
Hayır. Bir kere tek başına kalmıyor. İbadethânede halvete girdiği için o tek sayılmaz, kendisini terbiye eden şeyhi var. Zaman zaman yanına geliyor. Ondan sonra zikir yapacak. Peygamber Efendimiz “Zikir de kaledir.” diyor.
“Zikrullah kaledir. Kaleye sığınanın yanına şeytan hiç gelemez. Kur’ân-ı Kerîm kaledir, Kur’an okuyanın yanına şeytan gelemez.”
Kale içinde kaleye sığınmış gibi olduğundan, dışarıda tek başına kalan, toplumdan kaçarak, tenhada tek başına kalan bir insan gibi olmuyor.
“Badiyede, dağda, bayırda tek başına kalan bir insan katılaşır, kararır, duyguları körelir.” diye bir hadîs-i şerîf, onun tamamını okuyalım;
مَنْ سَكَنَ الْبَادِيَةَ جَفَا وَمَنِ اتَّبَعَ الصَّيْدَ غَفَلَ وَمَنْ أَتَى السُّلْطَانَ افْتَتَنَ
Men sekene’l ba’diyete cefâ ve meni’t-tebea’s-sayde gafele ve men ete’s-sultâne eftetene.
Men sekene’l-badiyete cefâ. “Çölde oturursa [kalbi kararır, duyguları körelir, katılaşır.”
Araplar’da şehrin dışı çöldür. Çölde çadır kurup oturabilir. Çölün yamaçları var, iki tepenin arasındaki yerleri var, oturacağı yerler olabilir. Tamam, böyle münasip yerler. Oturabilir ama işte o zaman kalbi kararır, duyguları körelir, katılaşır.
Ve meni’t-tebea’s-sayde gafele. “Kim av peşinde koşarsa o da gafil olur.”
Gaflet kendisini sarar. Av peşinde koşturmak, bu da pek makbul bir iş sayılmamış.
İnsan niçin avlanmak ihtiyacını duyuyor?
Geçim için, yaşamak için. İnsanoğlu yaşamak için bir şeyler yiyecek. Bu, kuş avlamak, balık avlamak, ceylan avlamak bilmem çeşitli yenilebilen yaratıkları avlamak, besmele çekerek avlamak onu yemek suretiyle hayatını devam ettirebilir. Çünkü şimdiki gibi yaşam imkânları eskiden çok olduğu gibi değildi. Yaşamak için insanın böyle bir takım çalışmalar yapıp bazı şeyleri yakalaması gerekiyordu.
Hatta mesela askeriyenin komando eğitim birlikleri vardır. Eğridir’de komando okulu var. Orada komando olarak yetiştirilen subaylar, erler ne yapacak?
Paraşütle bir bilmediği araziye indirilecek, askerî harekâtın gereği olarak uzun zaman orada kalmak zorunda olabilir. Onlara komando okulunda dağda bayırda hangi otları yiyecek ot varsa, hayatını nasıl devam ettirecek, susuz kalırsa suyu nereden temin edecek, hangi hayvanları avlayabilir ve nasıl yiyebilir, hangileri uygundur, değildir? Onları öğretirler. Çünkü yaşamını sürdürmek zorunda.
Eskiden de öyleydi. Süpermarketler, hipermarketler, bakkallar, fırınlar büyük şehirlerde. Onların olmadığı yerlerde insanlar çok sıkıntılar çekiyorlardı.
Bir de şimdi Arabistan yarımadası veya Ekvator mıntıkası, böyle sıcak ülkelerde iklimi, havayı serinleten, rutubetleştiren cihazlar var, elektrikli cihazlar var. Kışın ısındığımız gibi sıcak yerde de soğumayı sağlayan aletler var. Su olmayan yerlerde sondajlar yapılıyor, su bulunuyor. Medeniyet ışık olmayan yere elektrik getiriyor. Her türlü yaşam şartları sağlanabiliyor. Her yerde yaşanabiliyor.
Eskiden bazı yerlerde yaşamak çok zordu. İnsanlar oralarda durmazlardı. Durmayınca da insanların toplum hayatında yaşamaları için gerekli yardımlaşma olmuyordu. Tek başına bir insan kalıyor. Buğdayını kendisi öğütecek, hamurunu kendisi yoğuracak, ekmeğini kendisi pişirecek, gıdasını kendisi sağlayacak… Hayat zorlaşıyordu. O zaman tabii avlanmak zorunda kalıyorlardı. Ama bunu böyle meslek olarak devamlı yapan insanın kalbi katılaşır. Çünkü neticede avcılıkta bir can yakmak oluyor, bir mahluku yakalamak oluyor. Bunu da adet haline getirdiği zaman çok makbul, iyi bir iş değil. Hele bunun zevk olarak yapılması daha da yanlış bir şey oluyor. O zaman insan gerçekten gafil bir insan durumuna düşüyor. Kalbi kararıyor, gaflet kendisini sarıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizi güzel huylara sahip eylesin, güzel ömür sürmeyi nasip etsin, yanlış işler yapmamayı, şeytana uymamayı nasip etsin.
İki cihanda mutlu olalım. Allahu Teâlâ hazretlerinin sevdiği kul olarak yaşayalım. Âhirette de sevdiği kullarını topladığı cennetine girelim. Cemâlini müşahede zevkine, şerefine nâil olalım. Allahu Teâlâ hazretlerinin rıdvân-ı ekberine nâil olalım; Allah’ın lütfuyla, keremiyle.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh…