Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Cumanız mübarek olsun.
Bu Cuma konuşmam da size böyle güzel bir yerden oluyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Enes radıyallahu anh’in rivayet ettiğine göre bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuş:
أَلَا أُخْبِرُكُمْ عَنِ الْأَجْوَدِ؟: الْأَجْوَدُ اللهُ. الْأَجْوَدُ اللهُ. الْأَجْوَدُ اللهُ، وَأَنَا أَجْوَدُ وَلَدِ آدَمَ، وَأَجْوَدُهُمْ مِنْ بَعْدِي رَجُلٌ عَلِمَ عِلْمًا، فَنَشَرَ عِلْمَهُ، يُبْعَثُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أُمَّةً وَحْدَهُ، وَرَجُلٌ جَادَ بِنَفْسِهِ فِي سَبِيلِ اللهِ حَتَّى يُقْتَلَ
Elâ uhbiruküm ani’l-ecved? el-Ecvedü Allah, el-ecvedü Allah, el-ecvedü Allah ve ene ecvedü ve veledi Âdem ve ecvedühüm min ba’di racülün alime ilmen. Fe-neşere ilmehû yüb’asü yevme’l-kıyâmeti ümmeten vahdehû ve racülün câde bi-nefsihî fî sebîli’llâhi hattâ yuktel.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerifte, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz insanın heyecanını yükseltecek bir sözle başlıyor:
Elâ uhbirüküm ani’l-ecved. “En cömert insan kimdir; size onu bildireyim mi?” diye tercüme edilebilir, veyahut; “Dikkat edin, âgâh olun, gözünüzü açın, pür dikkat beni dinleyin ki size en cömerti bildireceğim.” mânasına olabilir.
Ela, hem “Öyle değil mi?” mânasına soru edatı oluyor, hem de dikkati uyarmak için insanın dikkatini vermesi için söylenen bir söz oluyor.
Peygamber Efendimiz böyle dikkat çekici bir ifadeyle başlıyor.
Resûlullah Efendimiz çok tatlı konuşurdu. Âdemoğlunun en tatlı dillisi, en güzel sözlüsü idi. Allah şefaatine cümlemizi erdirsin, âhirette cümlemizi komşu eylesin. Orada sohbetine ermeyi nasip eylesin. Dünyada sohbetine erenler, sahabe oldular. Rabbimiz bize de cennetinde ermeyi nasip eylesin.
Çok güzel konuşurdu. Ama bir de konuşmanın inceliklerine ve öğretimin inceliklerine çok güzel riayet ederdi. Bir iki kelime konuşurken herkesin anlamasını esas alırdı.
“Benim konuşmamı birilerinin iyice anlaması lazım.” diye tane tane, açık açık konuşurdu. Bir de konuşmayı dikkati çekecek sözlerle yapardı. Burada da onu görüyoruz. Dikkatimiz hemen uyanıyor.
Çünkü zaten sahabesi Resûlullah’ı aşk ile şevk ile dinler ama bir de; “Dikkat edin bak, gözünüzü açın, mütenebbih olun, bana yönelin” gibi bir ifade ile söylediği zaman; “Acaba Resûlullah Efendimiz böyle dediğine göre hangi mühim şeyi söyleyecek?” diye muhakkak ki daha çok dikkat edecek.
Burada da çok mühim şeyler söylüyor.
Buyuruyor ki;
el-Ecvedü Allah. “En cömert olan Allah’tır.”
Doğru. Tabi hemen gönlümüz neşe doluyor. Allah’ın nimetlerini hatırlıyoruz. Mevlâmız’ın bize neler, neler, neler ikram ettiğini düşünüyoruz. Dağlar, denizler, sular, meyveler, yiyecekler, sağlık, âfiyet, çoluk çocuk, huzur, rahat, sayılamayacak kadar nimetler var. Her şeyimiz ondan.
Vücûd cûd-i ilâhî, hayat bahş-i kadîm, dediği gibi Osmanlı şairinin.
“Varlığımız Allah’ın eseri.”
Hayat, Allahu Teâlâ Hazretlerinin ikramı. Tabii ki en cömert Allah. Her şeyimiz Allah’tan, her şeyimizi O veriyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin cömertliği, hiçbir cömerdin cömertliği ile mukayese edilemez.
“En cömert Allah’tır.”
Peygamber Efendimiz, bunu üç defa ifade buyurmuş.
el-Ecvedü Allah, el-ecvedü Allah, el-ecvedü Allah. “En cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır” buyurmuş.
Sonra?
Ve ene ecvedü veledü Âdem. “Âdem’in evlatlarının en cömerdi de benim.”
Evet, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri son derece cömertti. Onun yanında bulunanlar onun ikramına, ihsanına, lütfuna daima mazhar olurlardı. Verdiği zaman doyurucu ölçülerle verirdi.
Mesela bir keresinde bedevînin birisi; çölden bir kabileden gelmiş olan bir Müslüman, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yanına gelince, bakmış orada çok güzel bir koyun sürüsü var. Beğenmiş. Tabi bedevî olduğu için hayvandan anlıyor. Hayvanın kalitesini bilen bir kimse.
“Aman ya Resûlullah! Ne kadar güzel bir koyun sürüsü! Koyunlar ne kadar güzel, ne kadar kıymetli!” demiş.
Beğenmiş, beğendiğini de böyle ifade edince; Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki;
“Çok mu beğendin?”
“Beğendim, hakikaten güzel.”
“Peki, o zaman bütün sürüyü sana verdim.”
“Bütün sürüyü mü ya Resûlullah?”
“Evet, bütün sürüyü verdim.”
Tabi şaşırmış. Sorusu da ondan; şaşırdığı için soruyor. Allah Allah! Bütün sürü değil, bir koyun verse razı olur. Bir koyunun bir budunu verse evine götürüp de yemek yapılacak kadar bir şey verse razı olur. Öyle deyince bütün sürüyü veriyor ve Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu müstesna ikramıyla, sürüyü almış; akşam sürüyü güderek kabilesine götürmüş. Kabile halkı şaşırmışlar:
“Allah Allah! Bu kardeşimiz sabahleyin elini kolunu sallayarak gitti, akşam bir sürü ile geliyor. Parası yoktu; bu kadar şeyi nasıl sağladı?” diye merak etmişler, sormuşlar:
“Sen ne yaptın, böyle bir sürüye nasıl sahip oldun?”
Demiş ki;
“Hz. Muhammed Mustafa sallalahu aleyhi ve sellem verdi. O vermekten fakir kalmak durumunu düşünmeyen, fakirlikten korkmayan bir kimsenin verişiyle veriyor; ikramını o kadar bol yapıyor.”
Evet, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
“Ben Âdemoğlunun, insan cinsinin en cömertiyim. Allah en cömerttir. İnsanoğlunun en cömerti de benim.”
Demek ki Hz. Âdem yaratıldığı zamandan bugüne kadar pek çok insan gelmiş geçmiş, nice hayır yapan insanlar olmuş, Enbiyâ, Mürselîn, Evliyâ-ı Sâlihîn gelmiş geçmişler ama onun en cömertinin Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz olduğunu bu hadîs-i şerîfte anlamış oluyoruz. Peygamber Efendimiz cömertliğin her çeşidiyle ve güzel huyların her çeşidiyle en üstün numune insan. Şöyle yüksek yere konulup da numune olarak imtisal edilecek ve her hareketi örnek alınacak büyük bir zâttı; ahlâkı, tariflere sığmayacak kadar güzel.
Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
Ecvedhüm min ba’dî diyor.
“Benim bu dünyadaki yaşamımdan sonra, benden sonra en cömert olanları…”
Ecvedhüm’deki hüm zamiri âdemoğullarına gidiyor.
“Benden sonra insanların en cömertleri kimlerdir?”
Ecvedhüm min ba’di. Benden sonra insanların en cömerti:"
Racülün alime ilmen. “Bir adamdır ki bilgi sahibi, ilim sahibi, ilim öğrenmiş.” Ve neşere ilmeh. “Ve ilmini başkalarına öğretiyor.”
Biliyor, öğrenmiş mübarek ve alim. Ondan sonra da etrafına ilim öğrenmek isteyenleri toplamış. İlim öğrenmek isteyene “talebe” diyoruz, dini bakımdan, ahlâkî bakımdan yetişmek isteyene de “mürid” diyoruz. Talebe, “isteyenler” demek. “Tâlip” kelimesinin çoğulu.
Mürid de “isteyen” demek. Talebe bir şeyi talep eden, mürid de bir şeyi irade eden, isteyen. İkisi de “istemek” mânasına geliyor.
Demek ki Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den sonra gelen insanların en cömerti kimmiş?
Bir alim ki ilim öğrenmiş ve bu ilmini neşrediyor, yayıyor. İlmini başkalarına da aktarıyor, kendisine bırakmıyor.
Yüb’asü yevme’l-kıyâmeti ümmeten vahdeh. “Kıyamet gününde böyle bir alim, tek başına bir ümmet olarak haşrolacak.”
İnsanlar nasıl kıyamette grup grup oluyorlarsa başlarında kendilerine önderlik yapmış, etmiş kimseler olmak üzere, hem hayırlı insanlar hem şerli insanlar grup grup haşroluyorlar.
Ama alim bir grubun altına girmiyor, kendi başına bir ümmet olarak, çok değerli bir varlık olarak haşrolunacak. Bu tabi âhirette âlime ikramdan dolayı oluyor.
Demek ki burada bir başka çeşit cömertlikle karşılaştık.
Peygamber Efendimiz cömertliği anlatıyordu.
“En cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır. Bundan sonra insan cinsinin en cömerdi benim, benden sonra da insanların en cömerdi ilmini neşreden alimler…”
Dikkat ederseniz; “şu kadar malı veren” demedi. Dikkatinizi çekmiştir muhakkak.
İlim öğrenip de öğrendiği ilmi başkalarına da öğretendir.
Peygamber Efendimiz de peygamberliği dolayısıyla insanlara Allah’ın emirlerini öğretti. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hem sürüler bağışlayacak kadar cömertliği var hem de bu kendisinin koyduğu ölçüye göre, ilim öğrenmek ve öğretmek ölçüsüne göre de insanlara yüzlerle, binlerle, ciltlere sığmayacak kadar öğrettiği maddî, mânevî bilgiler var.
Dünyanın tarihine ait, evvelki ümmetlere ait bilgiler var. Dünyanın sonuna ait bilgiler var. âhirette insanların başına gelecek olaylarla ilgili bilgiler var. Bunların hepsi ilimdir. Fıkıh ilmidir, Tefsir ilmidir, Hadis ilmidir, Tasavvuf ilmidir…
Her ilim, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden çıkıyor. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini de bize getiren Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Onları da öğreten yine Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir.
Demek ki biz burada bir başka çeşit cömertlik gördük. İlim öğrenmek ve ilmi öğrenip de başkasına öğretmek çok büyük cömertlik oluyor.
Boş geçirmemek lazım. İlim öğrenmek, bir şey öğrenip öğretmek lazım. İşte bu öğrenme, öğretme işini de yapmak için fırsatlar lazım.
İlim için fırsatlardan bir tanesi, boş zamandır. İnsanın boş zamanı olacak ki kendisini ilim öğrenmeye verebilsin.
Zamanı yok. Ne yapıyor bu adamcağız?
Ne yapsın? Beş, altı tane çocuğu var. Gidiyor, pazarda hamallık yapıyor, eşya taşıyor. Aldığı birazcık parayla çoluk çocuğuna nafaka götürecek, eve yiyecek içecek götürecek. Kaşını kaldıracak, başını sallayacak durumu yok, kan ter içinde çalışıyor. Sırtında bir tek deri; hani bu fakirin hâlini anlattık.
Bir de zengini düşünelim, fabrikatör. Mübarek bazı zenginler vardır. Sabah namazını işyerlerinde kılarlar. Dörtte, beşte işyerlerine giderler, akşama kadar da çalışırlar. Fabrikayı idare etmek daha mı kolay?
İnsan fakir oldu mu hiç olmazsa tek başına kendi kendisini idare ediyor. Ama fabrikatör olduğun zaman bu sefer bir sürü insanın derdi başında. Fabrikanın problemleri olur; elektrik kesilir, vergi gelir, üretimde arıza olur, makineler şöyle olur, böyle olur. İşçiler problem çıkarırlar. Ustabaşı bir şikâyet getirir.
Demek ki derdi çok oluyor. Çalışan insanın çalışması, para kazanması, işini götürmesi için zamanı olmuyor. Memurun zamanı olmuyor, öğrencinin zamanı olmuyor, öğretmenin zamanı olmuyor. Hani bu dünyadaki eğitimleri söylüyorum.
“Hadi evladım namaz kıl, hadi evladım biraz Kur’ân-ı Kerîm’den sureler ezberle.”
“Dersim var, çalışacağım” diyor.
Hayırlı bir şeyi “yap” dediğin, teklif ettiğin zaman herkes dersini bahane ediyor, çalışmasını bahane ediyor.
Demek ki tatil çok büyük bir nimet. İyi ki gelişmiş ülkelerde “tatil” denilen bir şey var. Hem günün içinde çalışma belli saatlerde oluyor. Dokuzda başlayacaksın, altıda bitireceksin. Hem haftanın sonunda cumartesi, pazar tatili oluyor. Günün sonunda, “Eviyle meşgul olsun.” diye altıdan sonra tatil. Hem de bir de yıllık tatil var.
Bunların hepsi gelişmiş ülkelerin artı puanları, güzel şeyler. Bir insana istese de istemese de kurallar, kanunlar çalışma zamanını, dinlenme zamanını ayırmış oluyor ve dinlenmesini zorla sağlamış oluyor. Cebrî sağlanmış oluyor.
İşte bu güzel!
Yaptığımız görüşmelerde il sorumlularına dedim ki;
“İnsanları tabaka tabaka düşünün. Çocuklar var, hanımlar var, beyler var. Bunların hepsine eğitim yaptırmak lazım.”
Çocuklar için “yaz okulu” diyoruz. Güzel bir isim, “yaz okulu.” Senelerdir yapıyoruz. Çocukları topluyoruz, yaz günlerinde başka bilgiler öğreniyorlar. Hem de onlara tatlı geliyor. Çocuklar güzel bir yerde, ağaçlık, yeşillik, manzaralı yerlerde; havanın güzelliğinden, manzaranın güzelliğinden memnun, tertemiz hava, hem eğleniyorlar, oyun oynuyorlar, top var, oyun var, bir taraftan da belli zamanlarda yine eğitim var. Bir şeyleri eğitip öğretmek var. Bu da yaz okulu.
Peki, sonra beyler ne yapacak?
Beyler için de bir şey hazırlayın.
Hanımlar ne yapacak?
Hanımlar için de bir eğitim hazırlayın. Allah razı olsun bir tıp öğrencisi bana geldi:
“Hocam ben bu yaz medreseye gitmek istiyorum.” dedi.
“Medrese” dediği yer, Arapça öğretilen, dini bilgiler öğretilen yer. Anlaşılan oraya gitmek istiyor. Ben hemen arkadaşlara söyledim; “Bakın böyle bir talep var.”
Delikanlı kışın çalışmış, tıp tahsili zor bir tahsildir. Sabahtan akşama iyice çalışmak gerekir. Çalışmış, aferin, bir de yazın dini bilgilerini arttırmak istiyor. Arapça öğrenecek, fıkıh öğrenecek, tefsir öğrenecek, hadis öğrenecek.
Ne kadar güzel, çok hoşuma gitti. Derhal bizim arkadaşlara dedim ki; “Bunun teşkilatını kurun, bunun hazırlığını kurun, Arapça öğrensinler, dini bilgileri öğrensinler delikanlılar, hanımlar bir şey öğrensinler, beyler bir şey öğrensinler, çocuklar bir şey öğrensinler.”
Benim bu konuşmamdaki kararımı, siz de duyuyorsunuz, inşaallah böylece topluca güzel eğitimler yapılsın.
Neden?
Çünkü insanların en cömerdi Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den sonra kimmiş?
Bir ilim öğrenip de bunu neşreden, başkalarına anlatanmış. Bu kimse kıyamet gününde tek başına bir ümmet olarak haşrolunacakmış. Allah ona çok müstesna bir makam ve mevki verecekmiş.
Bu hadîs-i şerîften bunu görüyoruz. Ne kadar güzel, ne kadar sevindirici, insanın gece gündüz ilimle meşgul olası geliyor. Hakikaten de insanın elinden kitap düşmemeli, fırsat bulunca okumalı, yazmalı, öğrenmeli ve öğrendiklerini de öğretmeli.
Bir cömertlik. Peygamber Efendimiz bunu söyledi.
Demek ki ilim öğrenmek, öğretmek cömertlikmiş.
Kimisinin parası vardır, hayır yapar, sadaka verir, zekât verir. Böylece cömertliğini gösterir. Nitekim Peygamber Efendimiz yoksullara sürüler bağışlamış, isteyenlere ne isterlerse vermiş, isteyeni boş çevirmemiş.
Kendisi evinde, yanında bir şey depo etmemiş, geldiği gün fukaraya dağıtmış. Yoksa Resûlullah Efendimiz’e çok şeyler geliyordu. Ashabın zenginleri de vardı. Ama Ashabın zenginleri de Peygamber Efendimiz gibi bir prensip, bir kâide benimsemişler:
Ellerindeki nimetleri bir gün yanlarında tutmamışlar; hemen fukaraya intikal ettirmişler, dağıtmışlar. Yığınla gelse, bir halının, örtünün üstüne yığılmış bile olsa, gelen şeyler, imkânlar hemen fukaraya dağıtılmış.
Tamam, bunlar bir cömertlik; mal vermek, para vermek, buğday vermek, işte ne varsa dağıtılma imkânı olan şeyleri vermek.
Peygamber Efendimiz sürülerle vermiş, bir kişiye sürüyü toptan vermiş; misaller böyle. Ama burada Peygamber Efendimiz başka bir cömertlikten bahsediyor. “İlim cömertliği” ilim öğrenip başkasına öğretmek cömertliği. Bu cömertliği de kaçırmayalım.
Cömertliğin çeşitlerini kitaplardan okumuştuk.
Cömertlik üç çeşittir:
“Mal cömertliği, ten cömertliği, can cömertliği.”
Mal cömertliği:
Mal olunca malından sağa sola vermek, hayır hasenât yapmak.
Ten cömertliği:
Ten, Arapça’da “vücut” demek. Ten cömertliği; vücuduyla hayra koşmak, hizmet etmek. Onun bunun hayrına hizmetine gayret sarf etmek, oraya gitmek, buraya gitmek, çalışmak, çabalamak.
Bu da ten cömertliği.
Bazısının parası yoktur ama iş bilir, hizmet ehlidir, hizmette sevap kazanır, ecir kazanır.
Can cömertliği bir de; canını Allah yoluna vermek, feda etmek, şehit olmak mânasına geliyor.
Şimdi bu hadîs-i şerîften cömertliğin çeşitlerinden birisi olarak, ilim öğrenmek ve öğretmenin en büyük cömertlik olduğunu, ilim yaymanın en büyük cömertlik olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
“Derinlemesine her yönüyle öğrenirler.” diye, derhal üniversitede vazife almaya, hoca olmaya teşvik ediyorum. “İyi yetişsinler, kaliteli olsunlar, seviyeli olsunlar, yüksek, derin bilgilerle mücehhez olsunlar.” diye.
Onun için Allah’a hamd u senâlar olsun ki bu çok güzel bir yol. Hepinize bunu tavsiye ederim.
İlmin yaşı yok, bir sınırı yok. Beşikten mezara kadar ilim öğrenilir ve insan emekli de olsa bir şeyler öğrenebilir. Bir de hangi meslekten olursa olsun, o meslekle ilgili bilgileri toplayabilir.
Marangoz olsa bile marangozlukla ilgili bilgileri toplar, marangozculukta bir tane olur. Demirci de olsa demirle ilgili bilgileri toplar, incelikleri öğrenir, yaptığı demirler en kaliteli olur. Bir püf noktasını bulur, bir ilave yapar, demiri başkalarınkinden daha güzel olur. Daha iyi işler.
Demek ki her meslekten insanın ilmini artırmaya çalışması lazım. Bu ilmi öğrenmek ve başkasına öğretmek. Sanatkârsa, çırağına öğretmesi de ilmi neşretmesi oluyor. Öğretmense sınıfları toplayıp hoca ise yazın çocukları camiye toplayıp ilim öğretmesi…
Bunların hepsi ne oluyor?
Birer cömertlik numunesi oluyor.
En büyük cömertlik de ilim yaymak. Çünkü ilim yayıldı mı insanlar ilmen yükseldi mi kuvvetli olur, ilerler, yükselir dünyanın ileri gelen ülkeleri hâline gelir.
“Ümmetin insanlarından en cömerdi; ilim öğrenen ve öğrendiği ilmi neşredendir. Kıyamet gününde bu şahıs tek başına bir ümmet olarak haşrolunacak. Allah ona hususî makam verecek, hususî ikramda bulunacak ve onu ayrıca değerlendirecek.” diye öğrenmiş oluyoruz.
Hadîs-i şerîfin bitimine doğru Peygamber Efendimiz, ikinci bir şey söylüyor:
“Öldürülünceye, şehit oluncaya kadar canıyla fî sebîlillâhi Allah yolunda cömertlik yapıyor.””
Evet demek ki can cömertliği dediğimiz şeyi burada Peygamber Efendimiz anlattı.
Bir insan niçin savaşıyor, niçin canını feda ediyor?
Asrımızda bunun cevabını arıyorsanız Bosna Hersek’e bakın. Toplu halde yaşıyorlardı; Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar ama birden Sırplar; “Büyük Sırbistan’ı koruyacağım.” derken Boşnak kardeşlerimizden yüz binlercesini şehit ettiler.
Ne kadar kötülükler yaptılar. Yaktılar, yıktılar, Mostar köprüsünü harap ettiler, minareleri yıktılar, camileri bombaladılar. Müslümanların tarihinde hiç görülmemiş şeyler. İslâm tarihinde ibadethaneyi yıkmak yoktur. Kilise vesaireyi yıkmak yoktur. Ama onlar yaktılar.
Demek ki müslümanlar en medenî imiş; bunu gördük.
Zavallı Boşnaklar ne yaptılar?
Mecburen silaha sarıldılar, şehit oldular ama bir kısmı toparlandı. Eğer Avrupalılar hainlik etmeselerdi, eğer ellerine eşit silahlar geçebilseydi (durum daha farklı olurdu.)
Sırplar Ruslardan’dan yardım alıyor. Hırvatlar, Avrupalılardan yardım alıyor. Ama Boşnaklar, silah ambargosu altında. Bu ambargoya rağmen, en zor imkânlarla, bizim İstiklal Harbimiz gibi çarpıştılar, kendilerini kurtarmaya çalıştılar.
Demek ki harp oluyor.
Hani Avrupalıların bir sözü vardır:
İslâm kılıç dini!
Gel de İslâm’ın kılıç dini olmasını beğenme!
Mümkün mü?
Düşman saldırıyor, ne yapacak?
Zavallı Boşnak ne yapacak?
Evinde oturuyordu; buyur, komşusu eline silahı aldı, onu kesmeye geliyor, bu zavallı ne yapsın?
İşte Çeçenistan. İstiklâlini istiyor.
“Bu ülkeler tarih boyunca benim dedelerimin ülkesi olmuştur. Ruslar gelmiş, istila etmiş. Şimdi ben de hürriyetimi istiyorum.” diyor.
Bu onun en tabi hakkı. Çünkü zorbalıkla elinden alınmış. Neler oldu, ne kıyametler koptu. Nice canlar feda oldu, şehit oldu.
O halde İslâm çok güzel din. Hayatı tabi olarak görüyor. Hayatın tabi şartlarına göre müslümanı yetiştiriyor. Biz de öyle. Bosna’da bu olayları gördükten sonra biliyorsunuz, neşriyatımızı takip ediyorsunuz, müslümanların her yerde savaşa hazırlıklı bulunmasını söyledim ve her yerde o şairin mısrasını yazdım.
Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh.
“Sulhu salah istiyorsan, iyi hoşluk istiyorsan, cenge hazır ol da düşman saldırmaya cesaret edemesin.”
Gevşek olduğun zaman, silahsız olduğun zaman, hazırlıksız olduğun zaman, tamah ediyor, heves ediyor; “Şunun ülkesini alayım, canını yakayım, buralara sahip olayım.” diye, saldırıyor. Hazırlandığın zaman böyle bir şey yapamıyor.
Onun için bak, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri bu hadîs-i şerîfin ikinci bölümünde de en cömert insanın ikinci cinsini söylüyor.
Birinci cinsi, ilim öğrenip öğreten. İkinci cinsi de; canıyla nefsini feda ederek yaparsa olur.
Hangi yolda?
Fî sebîlillah. “Allah yolunda.”
“Müslümanlar kurtulsun, hak hakikat galip gelsin, bâtıl mağlup olsun, şirk küfür yok olsun.” diye Allah yolunda cihat ediyor.
Hatta yuktele.
Bu işin şakası yok.
“Hayatımı koruyayım da, kendimi siperin arkasına çekeyim de, canımı kurtarayım da savaştan geri döneyim” diye de düşünmüyor.
Ölünceye kadar bu yolda çarpışıyor, çarpışıyor, canını feda edip şehit oluyor.
İşte bu da cömertliğin bir çeşidi olarak Peygamber Efendimiz tarafından bildiriliyor.
Demek ki en cömert Allah’tır. Şüphe yok amennâ ve saddaknâ en cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır, en cömert Allah’tır.
Yaratıkların, kulların en cömerdi de Peygamberi Zîşânımız’dır. Çünkü cömertliğin her çeşidiyle bize numune-i imtisal olmuştur.
Peygamber Efendimiz’den sonra insanların en cömerdi; ilim öğrenip öğreten, talebe yetiştiren, ilmi yayandır ve canını Allah yolunda feda eden cömert kişidir ki insanın en kıymetli, en aziz varlığı canıydı. Canını Allah yoluna verebildi. Tabi o da en cömert kimsedir.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi, cümlenizi ilim öğrenen, öğreten kullarından eylesin. Elindeki maddî imkânlarıyla hayır hasenât yapan, yoksulları fakirleri kayıran, kollayan, cömertlik yapan Allah’ın kendisine verdiğinden, Allah’ın kendisine yaptığı cömertlikten, başka insanları faydalandıran kimse eylesin.
Allah cümlemize yurtlarımızda sulh u sükûn içinde, huzur ve saadetle yaşamayı nasip eylesin.
Ama müslümanın vazgeçilmez şartını hiç unutmayın.
Amerikalıya, Avrupalıya bakın, nasıl onlar bizim elimizde olmayan silahları yaptılar?
Nasıl atom silahını vesaireyi elde ettiler. Tabi şimdi başkasının atom silahı sahibi olmasını istemiyor.
Enerji sıkıntımız var, atom santrali yapacağız. “Atom santralinden, atom bombası yapar.” diye bizim enerji sıkıntımızı giderecek olan atom santralini yaptırmamıza engel çıkarıyor, radyoaktif maddelerin üretimini engelliyor.
Ama kendisi yapmış, görüyor musun?
Kendisi kendisini korumak, kollamak için neler yapıyor; ama bizim yapmamızı engelliyor.
Demek ki biz dinimizin bize öğrettiği şekilde hareket edeceğiz ve silah bakımından da kuvvetli olacağız, ordumuz da kuvvetli olacak. Bütün ordulardan da kuvvetli olacak, teçhizat bakımından da en ileri teçhizata sahip olacağız.
Kuvvetli olacağız, sulh içinde yaşayacağız. O zaman düşman bir şey yapamayacak, hücum edemeyecek.
Bir de dünyanın herhangi bir yerinde haksız bir şey oluyorsa -bak Kore’de bile gazilerimiz, şehitlerimiz var. Kore’ye dahi gittik. Bizim milletimizin evlatları orada da destanlar yazdı.- (buna da mâni olmaya çalışacağız.)
Allahu Teâlâ hazretleri rızası yolunda yürüyenlerden eylesin. Sulh ve sükun içinde yaşayanlardan eylesin. Belalara, musibetlere, fitnelere uğratmasın. Ama hayatta böyle şeyler de oluyorsa hazırlıklı olmayı nasip etsin.
Allah cümlenizden razı olsun, cümlenizi iki cihan saadetine erdirsin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.