Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Allah hepinizden razı olsun.
Beni her okuduğum zaman ürperten bir âyet-i kerîmeyle başlamak istiyorum. Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Hakîm’inde buyuruyor ki;
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
E fe-hasibtüm ennemâ halâknâküm abesen ve enneküm ileynâ lâ türcaûn.
Bu bir soru cümlesi ama çok müthiş bir soru, insanı dehşete düşüren bir soru!
E fe-hasibtüm. “Siz sandınız mı ki?”
Ennemâ halâknâküm abesen. “Biz sizi boş yere, anlamsız, gayesiz, boşuna yarattık?”
Ve enneküm ileynâ lâ türcaûn. “Ve siz bize dönmeyeceksiniz?”
“Kara toprağa gömülünce çürüyüp toprak olacaksınız, orada kalacaksınız. Allah’a dönmek, Allah’ın huzuruna varmak yok mu sanıyorsunuz ey inançsızlar, ey insanlar, ey henüz imanın zevkine, keyfine varamamış, dünyayı, âhireti anlayamamış gafiller, cahiller?! Biz sizi boşuna mı yarattık sanıyorsunuz? Hayır, durum öyle değil!” mânasına bir âyet-i kerîme.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bu hayatın içindeki olayların çeşitliliği bizi ne kadar oyalasa da, meşguliyetler bizi ne kadar aldatsa da, keyifler, zevkler, eğlenceler bizi ne kadar uzaklaştırsa da hayatın en mühim gerçeklerinden birisi bu:
Bu dünya hayatı fâni ve muhakkak herkes burayı bırakacak ve âhirete gidecek.
İnsanoğlu abes yaratılmamıştır, boş yere yaratılmamıştır. Yaratılışın gayesi, hikmeti vardır. İnsanoğlunun sorumluluğu, mükellefiyeti vardır. Kendisine bu hayatında yaptığı işlerin hesabını verme zamanı, yeri vardır; Mahkeme-i Kübrâ vardır.
Allahu Teâlâ hazretleri insanları yaptıklarından dolayı âhirette hesaba çekecek; yaptıkları iyi veya kötü şeyleri hesaba çekecek. Mâlik-i yevmi’d-dîn; mükâfatların, cezaların, karşılıkların verildiği günün sahibi Allahu Teâlâ hazretleri, âlemlerin Rabbi... Hepimiz O’nun huzuruna varacağız ve bu dünya hayatında yaptıklarımızdan dolayı hesap vereceğiz. Defterler açılacak, kayıtlar ortaya dökülecek, şahitler getirilecek, Mahkeme-i Kübrâ’da insanlar bu dünyada yaptıkları iyi şeylerin, zerre kadar küçük, az bile olsa mükâfatını görecekler; yaptıkları kötülüklerin de cezasını çekecekler.
İnsanlar bu gerçekleri göremiyor. Bir bakıma insanlar uykuda...
en-Nâsu niyâmun. “İnsanlar uykudadırlar, uyumaktadırlar.”
Ve izâ mâtû intebehû. “Ölünce gözleri açılacak, o zaman anlayacaklar.”
“Ölünce her şey bitecek.” diye düşünür bazı kimseler, “Biz toprak olacağız.” diye düşünürler ama ölünce gözleri açılacak. Şu anda uykudalar, uyurgezer gibi, gözleri açık, etrafa bakıyor gibi görünüyorlar ama uykudalar, öldükleri zaman anlaşılacak.
Ne olacak o zaman?
İkinci bir âyet-i kerîme var. Yine müthiş bir âyet-i kerîme!
Hiç gönlümüzden silinmemesi gereken bir mâna... Her zaman bunu düşünmeliyiz, her hareketimizi bunlara göre yapmalıyız. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
حَتَّىٰ إِذَا جَاءَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا
Hattâ izâ câe ehadehümü’l-mevtü kâle rabbi’rciûn.
Gafil, cahil, imansız, hayatını zayi etmiş, boşuna harcamış, imtihanı kaybetmiş, iyi değerlendirememiş bir insana ölüm geldiği zaman ne yapar?
Uyanır.
Kâle rabbi’rciûn. “Yâ Rabbi, beni bu ölüm anından geriye döndür. Âhiret âlemine geçirme; dünya hayatına, geriye döndür!”
Leallî a’melü sâlihan fîmâ terektü. “Geride bıraktığım o âlemde, beni oraya tekrar geri döndürürsen salih ameller işlerim, iyi işler yaparım inşaallah.” der.
Kellâ. “Asla!”
Allahu Teâlâ hazretleri onun böyle demesi ihtimalini reddediyor. Böyle diyen bir insanın arzusunun kabul edilme ihtimali olmadığını beyan ediyor. Ölüm geldiği zaman tehir olmaz. Ölümden sonra da geriye dönüşü olmayan âhiret hayatı başlıyor.
إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ
İnnehâ kelimetün hüve kâilühâ. “O bir boş sözdür ki...”
İşte o onu söylüyor, “Döndür yâ Rabbi dünyaya” diye söylüyor ama;
Ve min verâihim berzahun ilâ yevmi yüb’asûn. Ba’sü ba’de’l-mevt oluncaya kadar, yani bütün kâinatta ölmüş olan insanlar kıyamet koptuktan sonra -ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun, ölümden sonra dirilmek hak ya- işte o zaman dirilinceye kadar artık aralarında bir berzah, geçilemez bir mânia, bir set vardır; o bu lafı söyler ama o sözün kıymeti yoktur.
Hatta başka bir âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri böyle diyen insanların durumunu bildiriyor bize, buyuruyor ki;
Eğer dünyaya tekrar dönse yine bildiğini okur; eski hayatı gibi yaşar. Yine gafil, yine cahil, yine kâfir, yine müşrik, yine münafık, yine keyfinde, zevkinde, yine nefsin, şeytanın esiri...
Kara sevdada yeler bî-ser ü bî-pay gönül.dediği gibi Osmanlı şairinin, boş arzular, hayallerin peşinde yine ömrü zayi eder. Yani durum değişmez.
Neden?
Çünkü bu sırrın çözümü İslâm’da. Bu kapının açılmasının anahtarı imanda. İnsan iman ettiği zaman ancak bu meseleyi çözebilir. İmanına göre yaşadığı zaman pişman olmayan bir ömür geçirir. Ve mü’min-i kâmil olarak, amel-i sâlih işleyerek ömür geçirdiği zaman, o zaman âhireti ister. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri gibi ölümünü düğün gibi görür, “Şeb-i Arûs” der, “Ah... Hiç olmazsa bu gece Rabbime kavuşsam...” diye ölmeyi her gece temenni eder. “Ölsem de Rabbime kavuşsam...” diye kara toprağa bir gül bahçesine girercesine girer, arslanlar gibi düşmanın üstüne atılır. Bu işte mü’minin şânı; imanlı, ihlâslı insanın hâli.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bize Allahu Teâlâ hazretleri bu dâr-ı dünyada ne emrediyor?
Kulluk emrediyor.
Kulluk nedir? Allah’a ibadet ve kulluk etmek nedir?
Allah’ın emirlerini tutmaktır. Çok kolay bir iş, çok basit bir mesele. Herkesin; çobanın, işçinin, cahilin, yaşlının, gencin, kadının, erkeğin, köylünün, şehirlinin anlayacağı bir şey: Allah’a itaat etmek, Allah’a isyan etmemek.
İtaat etmek için Allah’ın emirlerini, ahkâmını bilmek lazım.
Kur’ân-ı Kerîm ne buyuruyor? Dîn-i mübîn-i İslâm bizden neyi istiyor? Hayatı nasıl geçirmeliyiz, nasıl hareket etmeliyiz? Hayattaki tehlikeler nelerdir? Bu hayatta başarısız olmanın sebepleri nelerdir?
Kur’ân-ı Kerîm ve din, İslâm dini başarısızlığın sebeplerini de söylüyor, aldanmanın sebeplerini de söylüyor, insanı nelerin aldattığını beyan ediyor.
Hayât-ı dünya insanı aldatır. Keyifler, zevkler, eğlenceler, gazinolar, pavyonlar, kumarhâneler, sahiller, paralar, pullar, bankalardaki hesaplar, birikmiş servetler, köşkler, saraylar, havuzlar, bahçeler, salkım salkım meyveler... İşte bunlar insanları aldatır. Dünya aldatır. Dünyanın kendisi aldatıcı. Çünkü dünyaya baktığı zaman, sevdiği zaman gönlü ona takılır, onunla oyalanır.
Hocamız, rahmetullahi aleyh, Mehmed Zahid Kotku Efendi hazretlerinin çok söylediği bir söz vardı. Ben dedim ki;
“Bir yerde çok güzel manzaralı bir arsa varmış.”
Gözümün içine bakmıştı, şöyle bir mısra söylemişti Hocamız rahmetullahi aleyh:
“Fâni dünya hoştur amma âkıbet mevt olmasa.”
Bu fâni dünya hoştur ama arkasında ölüm var, ölümden sonra bir de Mahkeme-i Kübrâ var. Öyle olmasa, kâfirler, imansızlar, inançsızlar, gayrimüslimler gibi o zaman “Acaba Havai adasına mı gitse, yoksa Florida sahillerine mi gitse? Miami’de mi, Nice’de mi tatil geçirse? Kış sporları mı yapsa, yazın denizde [sörf mü] yapsa?” vesaire, keyfine bakacak.
Fâni dünya hoştur ama arkası ölüm. Ölümden sonra da hesap, Mahkeme-i Kübrâ, insanı terleten ve hiçbir noktası boş kalmayan bir imtihan...
Hayatını nasıl geçirdin? Gençliğini nasıl geçirdin? Sıhhatini nasıl geçirdin? Paranı nereden kazandın, nereye harcadın?
Bunlar çok önemli.
Ve bu gözle en güzel yeri Haremeyn-i Şerifeyn; Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere dünyanın en güzel yeri. Çünkü burada hakikaten ibadetlerin tatlı tatlı ve çok yoğun bir duygusal birikim içinde yapılması mümkün oluyor. Şahane oluyor. Onun için Allahu Teâlâ hazretleri bizi bu Haremeyn-i Şerifeyn’den ayırmasın.
Başka yazılarımda da yazdığım gibi en güzel yer, en güzel tatil buraları...
Bir insana serbest olarak sorulsa;
“Sana imkân veriyoruz, dünyanın neresinde oturmak istersin? Yani dağ başlarını mı istersin? Orman kenarlarını mı istersin? Nehir mi geçsin arazinden? Yoksa adada mı olmak istersin? Hangi manzaralı yeri istersin?” dense;
“Mekke-i Mükerreme’yi arzu ederiz, Medine-i Münevvere’yi arzu ederiz.” demesi lazım insanın.
Efendimiz orada Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini insanlara bildirmek için çırpınmışlar. İnsanları kurtarmak için çalışmışlar, imana davet etmişler. Küfre saplanmamalarını, onun felaket olduğunu beyan etmişler, putları kırmalarını söylemişler.
Biz onları tarih kitaplarından okuyunca, “Bu Araplar cahiliye devrinde putlar yapmışlar, tapıyorlarmış. Vah vah, ne kadar ibtidaî bir zihniyet...” diyoruz. Dünyanın başka yerlerini de biliyoruz. Hindistan’da çeşit çeşit putlar, Çin’de putlar, Afrika’da putlar, Mısır’da putlar, Batı’da putlar. Ama insanoğlu yirminci yüzyılda da, içinde ve gözünün önünde birtakım mânevî putlar olduğunu göremiyor, maalesef... Eskiyi ayıplıyor ama kendisi de ayıpladığı durumun içinde.
Mesela dünya bir put; kimisi dünyaya tapıyor. Mevki makam bir put; mevkiye, makama tapıyor. Kimisi paraya tapıyor. Yani evliyâullahın “Taptığınız ayağımın altında.” dediği para pul, altın, gümüş, kazanç, gelir; kimisi ona tapıyor. Kimisi alkışı seviyor. Kimisi nefsinin esiri veyahut kulu, yani nefsine tapıyor. Kimisi şeytanın esiri ve kulu, yani şeytanın karşısında el pençe divan durmuş; o mel’un, kuyruklu, boynuzlu şeytan emrediyor, emrettiğini anında yapıyor, bir dediğini iki etmiyor. Allah şeytanın şerrinden herkesi korusun. Temenni ediyoruz ki herkes cennete girsin, dünyada hiç kimse cehenneme düşmesin. Ama insanların içinde cennete girecekler, bir siyah sığır derisi üzerindeki tek beyaz bir kıl kadar az.
Bu neyi gösteriyor?
İnsanların büyük bir kısmının, kâhir bir ekseriyetinin, çok büyük bir çoğunluğunun gerçekleri göremediğini gösteriyor. Yani bu kadar akıllıyız diyor insanlar, bu kadar alet yapıyor, dünyada bu kadar kendisine refah, rahat yaşam sağlıyor, fezalara, göklere cihazlar gönderiyor, denizlerin dibine dalıyor, mağaraların içine giriyor, yerin altını kazıyor, servetleri çıkartıyor, kıymetli madenleri, maddeleri, taşları çıkartıyor ama bu kadar akıllı insan Rabbini bulamıyor, Rabbine kulluk edemiyor ve âhiretini mahvediyor. Çok büyük bir yanlışlık!
Mü’min olanları tebrik ediyorum.
Tebrik ederim ki gerçeği görmüşler, elhamdülillah -müslüman olanları- iman yolunda yürüyorlar. Tabi mü’min olan deyince, iman da umumi mânasıyla inanmak, “Ben inanıyorum ki şu şöyle.” şeklinde değil. İnanmanın da doğru olması lazım. Yanlış bir şeye inanıyorsa kıymeti yok.
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.İslâm’dan başka bir sürü bâtıl grup var, insanlar var; onlar da ellerini, yüzlerini yıkıyor, duş alıyor, şampuanlar kullanıyor, vücutlarını, saçlarını tertemiz yıkıyorlar. Artık bu asrın, çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası oldu; her gün yıkanmak, giyinmek, donanmak, taranmak, kokular, spreyler, koltuk altları, kasık araları, bilmem saçların parlaklığı, vücudun güzel kokularla donanması, her şeyi yapıyorlar. Ama Allahu Teâlâ hazretleri gerçekleri görmeyi nasip etsin. Doğru imana sahip olmayı nasip etsin.
“Ben de inanç sahibiyim. Ben de Allah’ın varlığına inanıyorum…”
Adama;
“Müslüman ol. Allah’ın emirlerini tut.” diyorsun;
“Tamam kardeşim, ben de inançlıyım.” diyor.
Yetmez! “İnançlıyım.” diyor, sanıyor ki inançlı olması yetecek. Aldatıcı bazı şeyler de duymuştur çevresinden, bizim ilerici gazetelerden, dini bilmeyip de ibadette kaytarmak isteyen kıvırtıcı adamlar “Canım, kalbin temiz oldu mu yeter.” diyorlar. Adam diyor ki;
“Benim kalbim temiz.”
Nereden belli?
Kalbinin temizliği insanın hareketlerinden, davranışlarından, amaçlarından, hayatta yöneldiği gayelerden belli olacak. Başkasını aldatmakla kalp temiz olur mu? “Kalbim temiz” diyen insanların hepsini tıkın bir kışlaya; teker teker hayatlarını inceleyin, yaptıkları faaliyetleri konu komşuya, ailesine sorun bakalım, kalbi ne kadar temizmiş, niyeti ne kadar temizmiş...
Onların hepsi kuru laf!
İnsan mü’min olacak, mü’min-i kâmil olacak, müslüman olacak. Lâ ilâhe illallah diyecek, Allah’tan gayriye tapmayacak.
Allah’tan gayriye tapmamak derken; nefse de, şeytana da, dünyaya da, paraya da, mevkiye makama da tapmayacak; hakkı söyleyecek. Öyle kardeşlerimiz var ki hakkı söylemek için hayatı zehir oluyor. Hakkı söylemiş, hayatı zehir olmuş ama hakkı söylemekten geri durmamış, alnı açık. Tarihte de böyle; en zalim kimselerin karşısında hak sözü söylemişler. Hakkı söylemekten, hakkı işlemekten geri durmamak lazım. Zalime “Dur!” demek lazım. Mazlumun yardımına koşmak lazım. Allah’a ibadet sadece namaz demek değildir, ibadetlerin çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur.
İnsan Allah’a kulluğu, bu mübarek yerlere geldiği zaman, biraz dünyanın meşgalesinden kendisini çektiği zaman daha iyi anlıyor. İyi oluyor. Biraz şehri terk edip, işi terk edip, uçağa atlayıp böyle bir yere geldiği zaman kardeşlerimiz, işi düşünmüyorlar, telefonlarla iş yerini aramıyorlar, “Bonolar, senetler ne oldu? Alacaklar, borçlar ne oldu?” demiyorlar. Burada ibadet ediyorlar. Uykularını feda ediyor, gece ibadeti yapıyorlar. Geceleri sabahlara kadar Haremeyn-i Şerîfeyn harıl harıl çalışıyor. Tavaf ediyorlar, zikir ediyorlar, sa’y ediyorlar, namaz kılıyorlar, Kur’an okuyorlar... İbadete düşkün insanlar var.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi ibadetinin her çeşidinde, Allah’a itaatin her yönünde başarılı eylesin. Her hususta Allah’a itaat etmeyi, emrini tutmayı, yasaklarından kaçınmayı nasip eylesin.
“İbadetler sadece namazdan ibaret değildir.” diyoruz ya, tabi bu bazı namazsızların, bînamazların hoşuna gidiyor. Tamam, ibadet sadece namazdan ibaret değildir. O zaman kendisine bir pay çıkartıyor, dikleniyor, oturduğu yerden doğruluyor; “Tamam, bak hoca efendi iyi. Bu hoca iyi hoca...” diyor. Eğer hoca kendisinin keyfine uygun konuşmuşsa iyi hoca oluyor; keyfine uygun konuşmadığı zaman “Bu hoca yobaz. Bu hoca gerici. Bu hoca tutucu. Bu hoca müsamahasız, hoşgörüsüz, katı, kökten dinci!” vesaire diyorlar.
Halbuki öyle değil.
Bakın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den Buhârî ve Müslim gibi iki şahane hadis kaynağında yer alan, Hz. Âişe anamız radıyallahu teâlâ anhâ’nın bir hadîs-i şerîfini okumak istiyorum. Kardeşlerim ibadet konusunda Peygamber Efendimiz’in davranışını anlasın diye...
Ennehâ kâlet. Âişe-i Sıddîka, Peygamber Efendimiz’in zevce-i sâlihası buyurdu ki;
كان النبي صلى الله عليه وسلم يقوم من الليل حتى تنفطر قدماه
Kâne’n-nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem yekûmu mine’l-leyli hattâ tenfatıra kademâhu. “Peygamber Efendimiz geceleri namaz kılmaya kalkardı, ayakları şişinceye kadar, ayakları rahatsız oluncaya kadar...”
Ayakta durunca tabi insan “Üf! Yoruldum!” demeye başlar. Çocuk imtihanda biraz ayakta durduğu zaman ayağını değiştirmeye başlar. Veyahut sırada, bir yere gireceksiniz, çıkacaksınız, insan stadyumdan bilet alacak, içeri girecek de futbol maçını seyredecek, ayakta beklemek... Veya bir yere para ödeyecek veya bankadan parasını çekecek, kuyrukta ayakta durunca yoruluyor insan. İnsan bilir yani, ayakta fazla durduğu zaman; “Ah! Ayaklarıma kara sular indi! Ayaklarım ağrıdı.” der.
“Peygamber Efendimiz geceleri namaz kılmaya kalkardı, hattâ tenfatıra kademâhu, ayakları şişinceye, ayakları rahatsız oluncaya, acıyıncaya, patlayıncaya kadar.”
فقلت له عائشة لم تصنع هذا يا رسول الله وقد غفر الله ما تقدم من ذنبك وما تأخر قال أفلا أكون عبداً شكوراً قال أفلا أكون عبداً شكورا
Fe-kultü lehû. “Ben ona bir keresinde dedim ki.” diyor Âişe-i Sıddîka validemiz:
Lime tasne’u hâzâ yâ Resûlallah? Ve kad ğafere’llâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhara. “Allahu Teâlâ hazretleri seni sevmiş. Senin gelmiş, geçmiş, gelecek bütün günahlarını bağışlamış olduğunu -Fetih sûresinde- bildirmiş iken sen niye böyle yapıyorsun, niye bu kadar kendini yıpratıyorsun? Niye ayaklarını acıtacak, şişirecek kadar, oğuşturup o ağrıyı gidermeye, rahatlattırmaya sebep olacak kadar ayakta duruyorsun?”
Kâle: Efelâ ekûnü abden şekûrâ? “Çok şükreden bir kul niye olmayayım? Madem Allah beni sevmiş, madem Allahu Teâlâ bana Makâm-ı Mahmûd’u ihsan eylemiş; niye bu kadar ibadet etmeyeyim?”
Evet aziz ve muhterem kardeşlerim!
Eski insanların hayat tarzlarından, yaşam tarzlarından bizim yaşamımız çok farklı; çok rahatlamış durumdayız. Üretimin fazlalığından dolayı mahsul bol, kıtlık yok, açlık yok. Ama bizim ülkelerde... Afrika filan hariç. Yiyoruz, içiyoruz... Yani benim bu konuşmalarımın dinlendiği yerler böyle. Dünyanın yine fakir yerleri var. O da insanlığın yüz karası. İnsanlar Hz. Âdem’in kardeşi ama kardeşinin aç kalmasına, ölmesine bir şey demiyor; kendisi beri tarafta patlayıncaya kadar yiyor.
Laf lafı açtığı için gözümün önüme geldi, söyleyeyim: hacılar, umreciler otele geliyorlar. Açıkbüfe yemek lokantada. Yani eline tabağı alır, istediği yemekten istediği kadar koyar. Götürür, masasına kendisi koyar. Ortada yemekler bol bol duruyor. İstediği kadar, doyuncaya, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yiyebilir.
Benim ağabeyim çok titizdir. Tabakları sıyırttırıyor, bir zerresini ziyan etmiyor. Zaten az, ölçülü alıyor. Sonra baktım, elindeki tabağı aldı, bir yere gidiyor.
“Nereye gidiyorsun ağabey?” dedim. Dedi ki;
“Falanca arkadaşa bu yemediğimi yedirmek için gidiyorum.”
Ona verecek, ille tabak bitecek. Çünkü tabakta bir şey olduğu zaman, masayı toplayanlar o tabağın üstündekileri çöpe sıyırıyorlar, yıkanacak diye tabağı kenara koyuyorlar. Atılıyor...
Şimdi bazı insanlar bu tabakları tepe gibi yığıyor; bir orasından alıyor, bir orasından alıyor, hadi çöpe... O güzelim etler, o güzelim yemekler, o pahalı pahalı malzemeler, hepsi çöpe gidiyor.
Bu ne?
İnsafsızlık. Burada patlayıncaya kadar yiyor, öbür tarafta, biraz aşağıda, Yemen’de, Somali’de insanlar açlıktan ölüyor. Afrika’da kırılıyorlar.
Eski insanlar çeşitli mahrumiyetler içinde iken benim sözümü dinleyen kimseler şimdi rahat içinde, müreffeh yaşıyorlar. Bol bol yiyorlar, içiyorlar. Nimetin kıymetini bilmiyorlar. Çok büyük nimetler var elimizde.
Fakat Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Efelâ ekûnü abden şekûrâ? “Çok şükredici bir kul niye olmayayım mı? Allah madem beni bu kadar mânevî makam bakımından yükseltmiş, Habibullah eylemiş,
Seyyidü’l-evvelîne ve’l-âhirîn eylemiş; niye ben çok şükredici bir kul olmayayım?” diye sabahlara kadar ibadet ediyor.
Burada ilerici kardeşlerimize az önce sataştık, biraz da iltifat edelim.
Peygamber Efendimiz sadece namaz mı kılardı? Yani namazla mı geçerdi vakti?
Diyorlar ki;
“İslâm insanı uyuşturmuştur. Tasavvuf insanı uyuşturuyor. İşte böyle miskin ediyor; bir lokma, bir hırkaya razı.”
Hayır! Kesinlikle yalan, yanlış! Hiç öyle olmamıştır. Tarih boyunca da öyle olmamıştır. Bütün cihadı yapan, bütün çalışmayı yapanlar erbâb-ı tasavvuftur, dervişlerdir ama hakları yeniliyor.
Peygamber Efendimiz geceleri sabahlara kadar, ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Farz olmayan namaz, yani aşkından, şevkinden, muhabbetullahtan dolayı isteye isteye kılınan namaz bu. Gözünün bebeği namazı bırakamadığı için uykusunu bırakıyor, sabaha kadar ibadet ediyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Ama yaptığı icraat itibariyle dünyanın en hayırlı insanı.
Yaptığı işlerin sonuçları itibariyle insanlığa en büyük faydayı sağlamış olan kimdir?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. İnsanlığa en büyük zararı vermiş olan kimseler kimler?
Kötü âdetler çıkaranlar. Dinamiti bulan Alfred Nobel. Adam sonradan bakmış dinamitin bomba yapımında kullanıldığını görmüş;
“Eyvah!” demiş, “Benim icadım insanlığın tahribine kullanılıyor, yazık...” Pişman olmuş.
Pişmanlığından dolayı Nobel mükâfatları koymuş deniliyor.
Yani insanlar bir şeyler yapıyor ama yaptıkları şeylere devam edildiği zaman öteki insanlar kâr mı ediyor zarar mı ediyor?
Tüm insanlığı kurtaran Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz. Bütün insanlık için hayırlı işler yapmış.
Peki bu mânevî bir şey, iyi bir örnek olmuş, insanlar iyi şeyler yapıyorlar. Ama kendi hayatında da boş durmamış. Dullara bakmış. Yetimleri gözetmiş. Hasta ziyaret etmiş. Sadaka vermiş. Elindekini sabaha çıkartmamış. Sabah eline geleni akşama bırakmamış, dağıtmış. Toplumuyla yiyeceklerini paylaşmış.
Şimdi bizim toplumları düşünün, bizim toplumların yöneticilerini düşünün. Milyarları yutmak için... Yani deve ne kadar büyük bir mahluktur, bir de üstünde semeri, hamudu vardır. Deveyi kuyruğundan tutup hamuduyla yutuyor.
Bre gözünü toprak doldurasıca! Bu kadar parayı ne yapacaksın?
Keyif yapacak. Keyfin de haddi hududu yok. Uçağa atlayıp Kongo ormanlarında cumartesi-pazar arslan avlayıp ondan sonra pazartesi günü işine gelenler var. Bir tarafta millet açlıktan kırılıyor, bir tarafta keyfinden millet cebindeki paranın tahrikinden, dürtüklemesinden ne yapacağını şaşırıyor.
Peygamber Efendimiz öyle yapmadı.
Toplumların çektiği, yetiştirdikleri insanları müslüman yetiştirmemeleri...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz geceleri sabahlara kadar ibadet ederdi ama toplumu da yönetirdi. Medine devletinin, İslâm devletinin başkanıydı. Elçi kabul eder, elçi gönderirdi. Kanun, nizam koyardı. Çarşı pazarı dolaşır, tartıyı-ölçüyü kontrol ederdi. Topluma faydalı, insanlara yararlı bir şekilde ömrünü geçirmişti. Geceleri de sabaha kadar ibadet ederdi. Yani hem dünyaya hem âhirete; hem şahsî sevap kazanmasına hem de toplumun fayda görmesine yarayacak işler yapardı. Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi İslâm’ı doğru anlamaya muvaffak eylesin. Doğru düzgün anlayıp doğru düzgün uygulamaya muvaffak eylesin.
İbadetin zevkini almaya, ibadetin zevkinden mahrum kalmamaya çalışın. İbadeti sevmeye çalışın. Çünkü Peygamber Efendimiz namaz için “Gözümün bebeği” derdi. Gözünüzün bebeği olsun namaz. Namazdan zevk almayı anlayın, öğrenin. Arapça öğrenin. Dinimizi öğrenin. İbadetin zevkine varın. Geceleri gözyaşları içinde, secdeler içinde Allah’a ibadet edin; gündüzleri de insanlığın hizmetine koşun.
Tabi sen kendi kendine diyebilirsin ki;
“Ben böyle yapıyorum. Kendim şahsen ibadet ediyorum. Gündüz de çalışıyorum, çoluk çocuğumun rızkını kazanmak için.”
Doğru, güzel. İnsanın bir bu işi var, yani iyi bir insan olması. Bir de toplumu düzeltmesi, topluma faydalı olması var. Sabahtan akşama işinin peşinde, tarlada sabanının arkasında, öküzün peşinde ömür geçirmemek lazım. Toplumda zararlı insanların zarar yapmaması için de çalışmak lazım. Topluma yararlı işler yapmaya da çalışmak lazım. Mevlâsıyla da baş başa kaldığı zaman gözyaşları içinde ibadetini aşk ile, şevk ile yapmak lazım.
Bunları bilmiyorsa insan gelsin, beğenmediği insanların ne kadar ihlâsla güzel ibadetler ettiklerini veyahut dünyanın her yanından gelen ihlâslı, imanlı, mübarek insanların nasıl Cenâb-ı Mevlâ’ya aşk ile, şevk ile güzel kulluklar yaptıklarını görsün.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize hakkı hak olarak görmeyi, onu işlemeyi nasip eylesin; batılı batıl olarak görüp ondan korunmayı nasip etsin. Kulluğunu, yani her yönde hayatı sürüşte O’na itaat ederek, ibadet ederek yaşamayı nasip eylesin. Kulluğuna aykırı işler yaptırmasın, isyan ettirmesin. Nefse, şeytana kul etmesin. Dünyaya esir eylemesin. Âhireti unutturmasın. Rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kulu olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.