es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Hepinize kucaklar dolusu dualar, hayır temennileri, selamlar, sevgiler, saygılar...
Bugünkü hadîs-i şerîflerin birincisinin konusu merhamet, acıma, şefkat üzerine...
Allahu Teâlâ hazretleri, Rabbimiz, mevlâmız, yaradanımız, erhamür’r-râhimîn, merhametlilerin en merhametlisi...
فَلَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۚ
Fe-lehü’l-esmâü’l-hüsnâ. “En güzel sıfatlar Rabbimizindir, kemal sıfatlarıyla muttasıftır.”
Her türlü nakîsadan, noksandan, eksiklikten, kusurdan münezzehtir, yücedir. Rabbimiz teâlî ve ulûm sahibidir.
O’nun sıfatları en güzel sıfatlar olduğu için herkesin de o sıfatları iyice öğrenmesi, ona göre kendisine çeki düzen vermesi, onlardan bir nebze edinmeye, onlara sahip olmaya çalışması lazım.
Merhamet, acıma, şefkat, sevme, sevip de acıma, iyiliğini isteme, kötü durumunu görünce üzülme duygusu, çok yüksek, çok önemli bir duygudur. Dinimizde yeri çok büyük olan bir duygudur. Bir insan merhamet etmezse, merhametsizse, katı kalpliyse, duygusuzsa, merhamet edilecek durumda olan, acınacak durumda olan kimselere merhamet etmiyorsa, Allah da ona merhamet etmez.
مَنْ لاَ يَرْحَمُ لاَ يُرْحَمُ
Men lâ yerham lâ yürham. “Merhamet etmeyen merhamet bulamaz, merhamete mazhar olamaz.”
Bu, mü’minin umumî evsafı arasında çok önemli bir yer tutuyor. Acıma duygusu, severek, herkesin iyiliğini isteyerek, kötü durumda olanların o durumdan kurtulmasını temenni ederek, şefkat, sevgi, acıma göstermek önemli bir duygu... Bunun herkese yönelik olması lazım.
Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın bize rivayet eylediğine göre buyurmuş ki;
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِلَّا رَحِيمٌ قَالُوا كُلُّنَا رَحِيمٌ قَالَ لا حَتَّى يَرْحَمَ العامة
Vellezî nefsî bi-yedihî lâ yedhulü’l-cennete illâ rahîmün. Kâlû: Küllünâ rahîmün. Kâle lâ, hattâ yerhame’l-âmmeh.
Sadaka resûlüllâh.
Bu hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir nebze açıkladığım merhamet duygusunu anlatıyor. Buyuruyor ki;
Vellezî nefsî bi-yedihî. “Şu canım, nefsim, hayatım, elinde olan Yaradan’a, Allah’a, âlemlerin Rabbine yemin olsun ki...”
İnsanın, Peygamber Efendimiz’in canı, niye O’nun elinde?
Dilerse yaşatır, dilerse hayatına son verir. Ölmesini murat ederse öldürür, yaşamasını murat ederse hayat verir.
وَاللّٰهُ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۜ
Vallâhu yuhyî ve yümît. “Dilediğini diriltir, dilediğini öldürür.”
Vellezî nefsî bi-yedihî. “Şu nefsim...”
-Buradaki nefisten maksat nefs-i emmâre değil- Peygamber Efendimiz;
“Şu varlığım, kendim, canım, vücudum elinde olan Allah’a yemin olsun ki..” diyor.
Vallâhi dese, düz bir yemin olacak, öyle demiyor.
Vellezî nefsî bi-yedihî. “Şu canımın elinde olduğunu bildiğim Rabbim, Yaradan’ıma yemin olsun ki...” diye bir yeminle başlıyor.
Bu çok önemli bir söz, yemin etmek çok önemli bir hareket... Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yemini çok önemli bir şey söyleyeceğini gösterir ve hayatını ortaya koyarak ettiği bir yemin…
Bu yeminden, “Bak ben biliyorum ki beni yaşatan, vefatım geldiği zaman da öldürecek olan Allah. O’nun huzuruna gideceğini bilen, hesaba çekileceğini bilen bir insan olarak söylüyorum...” gibi mânalar da anlayabiliriz.
Bu büyük yeminin arkasından Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Lâ yedhulü’l-cennete illâ rahîmün. “Cennete ancak merhametli kişi girecek, merhameti olmayan girmeyecek. Ancak merhametli olan, rahim olan, rahmet sahibi, şefkat sahibi, acıma duygusuna sahip kişi girecek.”
Burada, rahîm sıfat-ı müşebbehedir, hattâ mubalağalı ism-i fâil siygasıdır. Acıma duygusu biraz da fazlaca olacak, az değil, bir lokma, şöyle bir göstermelik, numunelik miktar değil... Müslümanın merhametli olması, gözü yaşlı olması, insanları, mahlûkları sevmesi lazım. Müslümanın herkese acıması lazım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in gözü yaşlıydı, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in gözü yaşlıydı. Bahadır Ömer el-Fâruk Efendimiz’in gözü yaşlıydı, gözlerinden akan yaşlardan yanaklarında izler kalmıştı. Çok ağlamalarıyla, çok gözyaşı dökmeleriyle tanınmış kimselerdi. Ama bunlar bir yeri acıdığından dolayı, bir ağrıdan, sızıdan dolayı ağlama değil; âyet-i kerîmenin kendisine ifade ettiği mânadan dolayı, karşılaştığı muazzam bir ilâhî, ibretli, hikmetli olaydan; tefekkür edip tefekküründen hâsıl olan sonuçtan, kıssadan çıkan hisseden dolayı... Böyle çeşitli sebeplerden, duygusal, derin duygulu insanlar oldukları için çok ağlarlardı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bazen başkalarına Kur’ân-ı Kerîm okuturdu, dinlerken inci gibi gözyaşlarını dökerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz evinin avlusunda ibadet edip ağlarken, mahallenin insanları avlunun dışından bakarlardı: “Niye ağlıyor, nasıl ağlıyor, nasıl bir insan?” diye hayretle, merakla bakar, ağlarlardı.
Rahîm sıfatını kesp edecek kadar merhametli olması lazım. Rahîm olanlar cennete girecek. Mesela Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim aleyhisselam’ı anlatılırken şöyle tavsif buyuruyor:
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ
İnne İbrâhîme le-evvâhün halîm. “İbrahim çok ah-vah eden, çok halim selim, çok gözü yaşlı bir kimseydi.” diye methediyor.
İbrahim aleyhisselam gözü yaşlı, merhametli insandı. Peygamber Efendimiz gözü yaşlı, duygulu, merhametli insandı. Yakup aleyhisselam Yusuf’u için ağladı, gözü yaşlı insandı. İman, insanı rikkatli, merhametli, şefkatli, sevgili yapıyor; mü’min başka insanlara acıyor.
Şu Yâsin sûresinde düşünün ki o mübareğe Allah tarafından cennetlik olduğu bildirildiği zaman Habîbü’n-Neccâr kendisini öldüren insanlara;
قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ
Kîled’huli’l-cenneh. “Haydi kulum, cennete gir!” diye, kendisine hitâb-ı ilâhîyle iltifat olunurken bile kavmini düşünüp ne diyor;
قَالَ يَالَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ
Kâle yâ leyte kavmî ya’lemûne bimâ gaferalî rabbî ve cealenî mine’l-mükramîn. “Keşke benim kavmim benim haklı olduğumu, söylediklerimin doğru olduğunu bilselerdi. Rabbimin beni afv ü mağfiret eylediğini bilselerdi. O mürsellerin söylediği ilâhî hakikatlerin gerçek olduğunu bilselerdi, keşke öyle cinayet işlemeselerdi...” diyor.
Bu âyet-i kerîmeden, âhirette bile hâlâ onlara acıdığını anlıyoruz.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Demek ki müslüman çok merhametli olacak; hem de suç işleyenlere, günah işleyenlere karşı bile... “Ah, günahı işlemeselerdi, ah keşke günahın ne kadar kötü olduğunu anlasalardı, keşke haksızlık etmeselerdi, keşke zulüm yapmasalardı... Âkıbetleri fena olacak, cehenneme düşücekler, cayır cayır yanacaklar, keşke yanmasalardı.” diye günahkârlara bile acıyacak, günahtan dönmelerini isteyecek.
Peygamber Efendimiz yemin ederek, cennete ancak çok merhametli, merhamet duygusu içine iyice yerleşmiş, şefkatli, merhametli, rikkatli insanların gireceğini söyleyince;
Kâlû küllünâ rahîmun. “Dediler ki: ‘Yâ Resûlallah, hepimiz merhametliyiz, sizin bu söylediğiniz, buyurduğunuz güzel duyguya sahibiz, hepimiz merhametliyiz.’”
Peygamber Efendimiz onlara itiraz buyurdu;
Kâle. “Buyurdu ki:” Lâ, hattâ yerhame’l-âmmeh. “Azıcık bir merhametle olmaz, herkese acıyacak.”
Çocuk düşmüş, “Ah yavrum!” diyor, acıyor. Atın, devenin yükü fazla gelmiş, burnundan soluyor, acıyor...
Hattâ yerhame’l-âmmeh “Azıcık bir şey değil, herkese, topluca, umûma acıyacak.”
Âmme; umûm, herkes, genel olarak tüm toplum, tüm insanlar, hepsine acıyacak, ayırım yapmaksızın, topluca herkesin iyiliğini isteyecek.
“Herkesin iyiliğini istemedikçe rahîm sayılmaz.”
Bir müslümanın topluma karşı merhameti olması lazım, herkesin iyiliğini istemesi lazım.
Fakat burada bir noktaya işaret etmek istiyorum. Başka zaman konuşmalarımda da, yazılarımda da daima bu hususu açıklamaya çalıştım. Bu güzel hadîs-i şerîfleri dinleyen, Yunus Emre’yi, Mevlânâ hazretlerini, onların aşktan, sevgiden, şevkten bahseden sözlerini duyan kimseler diyorlar ki:
“İslâm sevgi dini, şefkat dini, rikkat dini, hassaslık dini...”
İyi, güzel, peki, doğru, yanlış değil ama bir de dünyada azılı kötüler, azılı zalimler, azılı katiller var... Ne kadar söylesen, gülüp geçiyor. Sen, “Allah celle celâluh böyle buyurdu, şöyle buyurdu...” diye âyet okuyorsun, imansız olduğu için senin imanla dolu sözlerini kabul etmiyor.
Eski devirde inanmayan, inançsız, ateist kimselere dehrî derlerdi. Öyle bir kimseye mollanın birisi Kur’an’dan âyetler getirip; Kâlellahu teâlâ “Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu, böyle buyurdu...” diye ikna etmeye çalışınca; o da cevabında kendi bölgesine ait şiveyle demiş ki:
“Men özünü inkâr edirem, sen bana sözünü dirsen...”
“Ben Allah’ın kendisini kabul etmiyorum, ateistim, onun varlığını anlayamamışım, kalın kafalıyım; sen Kur’ân-ı Kerîm’den âyet okuyorsun.”
Demek ki öyle insanlar var ki ne söylesen tesir etmiyor. Bilimsel gerçekleri söylüyorsun, âyetleri söylüyorsun;
“Avrupa’da böyle diyorlar, Amerika’da ilim ilerlemiş, şöyle bir şey bulunmuş, bu Kur’ân-ı Kerîm’e falanca Amerikan senatörü inanmış, müslüman olmuş, filanca ilim adamı müslüman olmuş...”
Kalbi yumuşamıyor. Yumuşasın yumuşamasın, o kendisine ait, kişisel, özel bir durum. İnançsız olduğu için kâfir olduğundan ne olacaksa olacak. Ama onunla da, kendi özel halinde kalmıyor, bir de başkalarına zulmü, haksızlığı, cevri, cefası devam ediyor. Öldürüyor, vuruyor, kırıyor, üzüyor, haksızlığı, hırsızlığı, arsızlığı, yüzsüzlüğü yapıyor.
O zaman ne olacak?
Tamam, Müslümanlık merhamet, şefkat, re’fet, yumuşaklık, ünsiyet, saygı dini, hoşgörü dini ama kötüye de hoşgörü var mı?
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında hırsıza müsamaha var mı, katile merhamet var mı, veyahut dolandırıcıyı koruma var mı?
Olmaz, hiç bir yerde olmaz.
Neden?
Haksızlık, suç kötüdür, o sevilmez.
Ama haksızlığı, suçu işleyen kişi belki iflah olabilir. O kötülük yapmaya devam ederse sonu ya hapis olacak, ya darağacı olacak ya da teneşir paklayacak, yıkılıp gidecek. Şairin eski bir zalim insana dediği gibi:
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr.
Ahirette çekecek, âhirette durumu çok kötü olacak ama biz onun dünyada kötülük yapmasına müsaade edemeyiz ki... Bu yine merhamet duygusuna aykırı bir şey.
“Bırakın, kötü kötülüğünü yapsın!”
Olmaz! Bir zâlimin, öteki insanlara kötülük yapıp dururken, kötülük yapmasına müsaade etmek, merhametsizliktir, hoşgörüsüzlüktür, bu yanlış bir şeydir.
Onun için güzel ahlâk, yeri geldiği zaman iyi işleri yapmak, yeri geldiği zaman suçluyu da affetmek, bağışlamak, hoş görmek... Çocuğa da, “Bir daha yapma bakayım!” demek. Ama temerrüt varsa, inat varsa, ısrar varsa, uslanmazlık varsa, onu da durdurmak, kötülüğün kaynağını kurutmak, kötülüğü de yaptırmamak var. O da önemli.
Bazıları bunu anlayamıyor. Bu, dünyanın her yerinde her zamanında şarttır, gerekmiştir. Onun için suç olduğu yerde ceza vardır. Cezayı hak eden cezayı yer.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
“Kim suç işlemişse onun cezası verilmelidir. Âciz, nâçiz, halktan, vasıfsız sıradan insanlardan birisi suç işlediği zaman, kanunları uyguluyıp da; eşraftan, âyandan, yüksek tabakadan bir insan suç işlediği zaman onu kıvırttırmak, cezayı ona vermemek, hoş görmek, atlatmak, kayırmak, kollamak veya korkmak olmaz. Ona da ceza verecek. O hususta merhametliliğiniz tutmasın!”
وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي دِينِ اللَّهِ
Ve lâ te’huzküm bihimâ re’fetün fî dînillâh “Allah’ın verdiği cezada, onu uygulamada merhamet etmeyin!”
Çünkü merhametten maraz olur, suça teşvik olur, kötülük yapanlar çoğalır, kötülük yapma arzusu çoğalır, kötülük yapmaktan korku kalmaz.
Demek ki İslâm’ı iyi anlamak lazım. Suçlu kurtarılmaya çalışılır ama suç sevilmez. Kötü her zaman kötüdür, kötünün engellenmesine çalışılacak. İnsanın İslâm’da, topluma karşı büyük sorumluluğu vardır. İnsan âmmeye merhamet edecek, umûma, halkın topuna, toplumun hepsine merhamet edecek, topluma zarar verecek şeyleri de engellemeye gayret edecek.
İslâm toplum dinidir, topluluğu koruma dinidir. Hem kişiyi hem toplumu koruyor hem ikisinin arasında bir denge kuruyor.
Kapitalizm kişiyi korumuştur, kişiye çok serbestlik vermiştir, patronun işçiyi ezmesine yol açmıştır. Sosyalizm, komünizm, topluma önem vermiştir, kişinin haklarını küçümsemiştir, önemsememiştir. Toplumun lehine kişiye zulmetmiş, hürriyetlerini gasp etmiştir. Bu rejimler, idareler dengesiz olmuş, insanın mutlu bir yaşam sürmesini sağlayamamıştır.
İnsana ve topluma, kişiye ve topluluğa hakları ölçülü şekilde verip ne onu ezdiren ne ötekisini bozduran en güzel sistem, en güzel nizam İslâm’dır. Onun için İslâm’ın ne kadar ölçülü, olgun, dengeli olduğunu çok güzel anlamak lazım.
Bir insan topluma merhamet edecek, herkese merhamet edecek. Suçluya da merhamet edebilir, suçluyu suçtan kurtarmak için çalışabilir.
Çok meşhurdur, Peygamber Efendimiz bir seferinde buyurdu ki;
“Müslüman kardeşiniz zalim de olsa mazlum da olsa yardımcı olun!”
Dediler ki;
“Yâ Resûlallah, mazlum olduğu zaman, birisi ona zulmediyor, gidelim yardımına koşalım, zulme uğramasın, zulümden kurtulsun; ama zalime nasıl yardım edebiliriz. Bu ne demek?”
O zaman Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
“Zalimi zulmünden alıkoyarsanız, zulmü yaptıramaz duruma getirirseniz, zulmü yapmasını engellerseniz; bu da ona yardımdır.”
Çünkü zulüm yapmadığı zaman ceza çekmeyecek, mahvolmayacak, kahrolmayacak; toplum da zarara uğramayacak.
Demek ki zalime yardım, zulmü yapmamasını sağlamak; mazluma yardım, zulme uğradığı zaman imdadına koşmak... Bu çok önemli, İslâm’ı böyle doğru anlamak lazım.
İslâm’ın tek tarafını anlayıp, İslâm merhamet dinidir deyip, kulağının üstüne yatıp mazlumların feryadını duymamak da insanlık değil...
Burada televizyonun karşısına geçiyorum, Türk televizyon kanallarını izliyorum. İsrail’de hudutları kapatmışlar, işyerine gidemiyor, ticaret yok, pazarlar boş, halk sefil...
Bu insanların suçu ne?
Buralar onlarındı, İsrailliler geldi, modern imkânlarla, çağdaş donanımlarla işgal ettiler. Ondan sonra da çalışma fırsatı vermiyor, zulmediyor, işkence ediyor, vuruyor, kırıyor, güç kullanıyor. Acımak, bu haksızlığı durdurmak, yardımına koşmak lazım. İşte merhamet bu...
“Onun arkasında Amerika var, o zaman susalım...”
Olmaz!
Kimin arkasında kim olursa olsun. Amerika’da da aklı başında, vicdanı olan, dindar olan insanlar var. Zulüm her yerde hoş olmayan bir şey, onu sevmeyen insanlar var. Herkesin zalime zulmü yaptırmamaya çalışması lazım. O halde müslümanın da kulağının üstüne yatması, ilgilenmemesi doğru değildir. İlgilenecek, engelleyecek...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinden bu konuda bir hadîs-i şerîf daha okumak istiyorum, Ebû Nuaym el-İsfahânî Abdurrahman isimli sahabiden rivayet etmiş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، لَيَخْرُجَنَّ مِنْ أُمَّتِي مِنْ قُبُورِهُمْ فِي صُورَةِ الْقِرَدَةِ وَالْخَنَازِيرِ بمداهنتهم فى الْمَعَاصِي وكفهم عَن النَّهْي وهم يَسْتَطِيعُونَ
Vellezî nefsî bi-yedihî le-yahrucenne min ümmetî min kubûrihim fî sûreti’l-kıradeti ve’l-hanâzîri bi-müdâhenetihim fi’l-meâsî ve keffihim ani’n-nehyi ve hüm yestetîûn.
Bu hadîs-i şerîf çok önemli... Az önce başladığımız konudaki müslümanların topluma, mazluma karşı görevleri, zalimin karşısına çıkması konusundaki sözlerimin bir destekçisi oluyor.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Vellezî nefsî bi-yedihi. “Nefsim, canım kudreti elinde olan Yaradan’a, Allah’a, Rabbu’l-âlemîne yemin olsun ki...”
Mühim bir şey söyleyeceğini bu yeminden anlıyoruz, pür dikkat dinliyoruz.
Le-yahrucenne “Muhakkak ve muhakkak çıkacaklar” min ümmetî “ümmetimden bazı kimseler...”
Nerden çıkacaklar?
Min kubûrihim. “Gömüldükleri kabirlerinden çıkacaklar...”
İnsanlar gömüldükten sonra kabirlerinden ne zaman çıkacaklar?
Kıyamet koptuktan sonra, sûra üfürüldükten sonra, mahşer yerine gidecekleri zaman... İsrafil aleyhisselam sûra üfürünce herkes kabrinden kalkacak.
Ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. “Öldükten sonra dirilmek haktır.”
Ahiret haktır, mahşer günü haktır, mahkeme-i kübrâ haktır. İşte o zaman kalkacaklar, gidecekler.
“Ümmetimden bazı kimseler muhakkak ve muhakkak kabirden çıkacak...”
Herkes çıkacak, yemin, çıkılacağı için edilmiyor.
Fî sûreti’l-kıradeti ve’l-hanâzîr.
Kırade; maymunlar demek, hanâzîr de hınzırlar demek...
“Ümmetimden bazı kimseler maymunların ve domuzların görünüşünde, sûretinde, şeklinde kabirlerinden kalkacak.”
Mahşer günü, kıyamet koptuğu, herkes kabirden kalkıp mahşer yerine gidip toplanacağı zaman; kabre insan olarak gömülmüştü, iki ayağı, iki kolu, başı vardı, insanlar arasında yaşadığı zamanki şekli belliydi, dış görünüşü insan gibiydi ama kabirden kalkacakları zaman fî sûreti’l-kıradeti “kimisi maymunların şeklinde kalkacak,” hanâzir “kimisi de hınzırların sûretinde” domuzların şeklinde kalkacak.
Allahu Teâlâ hazretleri, bazı kullarını cezalandırmak için âhirette bu şekilleri verecek. Hatta bazı âyet-i kerîmelerde eski ümmetlerden bazı suçluların dünyadayken bile bu hâle, maymun, domuz şekline döndürüldüğü rivayet ediliyor. Bu hususta bazı âyet-i kerîmeler var.
“Ümmetimden bazı kimseler kabirlerinden maymunlar ve domuzlar şeklinde çıkacaklar.”
Bu bir ceza, insan olma vasfını kaybetmiş olarak, insan sûretinde değil, insanlıktan artık tardedilmiş bir şekilde, maymun sûretinde, domuz sûretinde kabirlerinden kalkacak.
Ne kadar korkunç bir ceza!..
Neden?
Bi-müdâhenetihim fi’l-meâsî.
Meâsî, masiyetler, isyanlar, günahlar...
Allah emretmiş kul ona isyan etmiş, emrini tutmamış, emrine aykırı olarak günahı işlemiş; ona ma’sıyet derler, çoğulu meâsî. Kelime kök olarak isyan kökünden geliyor.
İnsan günah işlediği zaman kime isyan etmiş oluyor?
Allah’a isyan etmiş oluyor.
Neden?
Allah “Yapmayın!” demiş, yapıyor da ondan... Veya “Yapın!” dediği bir şeyi yapmıyor, o da isyan... Komutan, “Kalk, hücum et!” demiş, asker yatıyor; isyan... “Dur, gitme!” demiş, kalkmış gitmiş; isyan... Onun gibi...
Bi-müdâhenetihim fi’l-meâsî. “Allah’a karşı isyan olan günahlarda yağcılık çekmesinden, yumuşak davranmasından, günah işleyenlere karşı da hoş bir tutum içinde olmasından dolayı.”
Müdâhene kelimesi, yaltaklanmak, yağcılık yapmak anlamına geliyor. Aslında dühn, yağ demek... Bu Türkçe’de de kullanılıyor, birisi birisine dalkavukluk yapıyarsa, yağcılık yapıyor derler.
Bi-müdâhenetihim fi’l-meâsî. “İsyanlarda, günahlarda, müdâhene ettikleri için...”
İsyan eden kimseyi ayıplamıyor, “Yaptığın doğru değil!” demiyor, yağcılık yapıyor, alkış tutuyor, yüzüne gülüyor...
Olmaz! Günahkara iltifat, tebessüm, suç işleyeni alkışlamak, kötü yolda gideni, yanlış iş yapanı desteklemek olmaz!
Öyle olursa ne olur?
Günahlara müdâhene ettikleri için, yağcılık ettiklerinden, alkış tuttuklarından, dalkavukluk yaptıklarından, maymun ve domuz sûretinde ba’s olunacaklar.
Ve keffihim ani’n-nehyi ve hüm yestatîn. “Güçleri yettiği halde günahı engellemekten geri durdukları için...”
Adamın aslında itibarı var, sözü dinlenebilir. Aslında hatırını ortaya koysa veya sert bir şekilde yanlış olduğunu söylese, suçlu o günahı işlemeyecek ama bu engellemeyi yapabileceği halde yapmadığından dolayı ve günah işleyenlere karşı da dalkavukça, müdâhene ederek, yağcılık yaparak hoş bir tavır takındığından dolayı maymun ve domuz sûretinde kalkacaklar.” diye bildiriliyor.
Bu cezanın başlangıcı... Ahirette de, “Niye yapmaları gereken görevi yapmadılar?” diye, onun hesabı ayrıca sorulacak.
Bu konuda bir başka hadîs-i şerîfi nakledeyim:
“Birisi kabre konulduğu zaman, derhal kabirdeki azap melekleri, azap etmeye başlayacaklar. Başına ateşten bir topuz vuracaklar, o vurdukları ateşten topuzdan dolayı kabrin içi duman ve ateşle dolacak. O da, canı çok yandığı için feryad ü figân edecek. Bir taraftan da; ‘Ben müslümanım, beni niye azaplandırıyorsunuz? Kâfir değilim, niye bana bu kabir azabını yapıyorsunuz?’ diye azap meleklerine kendini anlatmaya çalıştığı sırada, melekler diyecek ki; ‘Sen dünyadayken falanca gün, falanca mevkîde zalimler, müşrikler, kâfirler birisine zulüm ediyordu. Onların yanından geçerken o zulmü engellemedin, o zulmü durdurmadın, o mazlûmu kurtarmadın, o zalimlere engel olmadın. Kabirde bu ceza bundan.’ diye azaba devam edecekler.”
Peygamber Efendimiz’in bildirdiğinden anladığımıza göre, dünyadayken zalimin karşısına çıkmayan, haksızlığı engellemeye çalışmayan bir insanın, kabre konulduğu zaman mânevî cezası, azabı başlıyor. Ondan sonra da, kabirden kalkarken maymun ve domuz sûretinde mahşer yerine gidecek, sonra mahkeme-i kübrâda muhakeme edilip cezası neyse o cezaya çarptırılacak. Ceza böyle devam ediyor.
İşin bir de toplumu etkileyen tarafı var. İnsanlar topluma karşı görevlerini yapmayınca, zalimin karşısına dikilmeyince, haksızlığa karşı durmayınca, haklıyı desteklemeyince toplumun düzeni bozulur. Böyle toplumlar felakete uğrarlar; dünyevî bakımdan da felakete uğrarlar, yıkılırlar.
Üç hadis olmuş olsun diye, bu hususta bir hadîs-i şerîfi de okuyarak sözümü tamamlamak istiyorum. Sonuncu hadîs-i şerîf Huzeyfe hazretlerinden, Tirmizî tarafından rivayet edilmiş, hasen diye de tavsif etmiş; iyi bir rivayet, güzel bir rivayet...
Peygamber Efendimiz yine iki hadîs-i şerîfte izah ettiğimiz şekilde, yeminle başlamış:
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ الله أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَاباً مِنْ عِنْدِهِ ثُمَّ لَتَدعُنَّهُ فَلاَ يَسْتَجِيبُ لَكُمْ
Vellezî nefsî bi-yedihî le-te’murunne bi’l-ma’ruf ve le-tenhevünne ani’l-münkeri ev le-yüşikennallâhu en yeb’ase aleyküm ikâben min indihî sümme le-ted’anhü fe-lâ yestecîbu leküm.
Vellezî nefsî bi-yedihi. “Canım, nefsim kudreti elinde olan Allah’a, âlemlerin Rabbine yemin olsun ki…” le-te’murunne bi’l-ma’ruf ve le-tenhevünne ani’l-münker “Ya emr-i ma’rufu muhakkak yaparsınız ve nehy-i münkeri muhakkak icrâ edersiniz…” ev le-yüşikennallâhu en yeb’ase aleyküm ikâben min indihî sümme le-ted’anhü fe-lâ yestecîbu leküm. “Ya da, Allah’ın size emrettiği bu farz vazifeyi yerine getirirseniz getirirsiniz ya da getirmezseniz, Allahu Teâlâ hazretleri böyle bir şey yaptığınız zaman, çok kuvvetle muhtemel ki başınıza bir ikâb, bir azap, bir ceza gönderir. Göndermesi aşağı yukarı tahakkuk eder.”
Nerden?
Min indihî. “Kendi tarafından...”
Bir toplumun başına dünyadayken bir felaket geliyor. Diyelim ki zelzele, sel veya yangın veya kıtlık veya sârî hastalık veya fakr u zarûret veya düşman istilası veya çeşit çeşit, türlü türlü azaplar...
Allahu Teâlâ hazretlerinin azapları çeşitlidir; kimisinin başına yıldırımlar yağdırmıştır, kimisini şiddetli esen kasırgalarla helak etmiştir, kimisini Firavun gibi denize gark etmiştir... Şahsî ve toplu belalar, cezalar. Allah’ın çeşit çeşit azapları, ikâbları, azap melekleri vardır; topluma cezayı gönderir...
İkâben min indihî.
İkâb; takibat sonunda, yapılan bir suçtan dolayı kişiye verilen ceza demek. “Emr-i ma’ruf, nehy-i münker yapmazsanız, o zaman Allah kendi yanındaki türlü türlü azaplardan bir azabı, aşağı yukarı size göndereceği kesinleşecektir.”
Sümme le-ted’anhu. “Sonra siz ‘bu gelen belâ kalksın’ diye, onun aleyhine dua edersiniz.”
“Yâ Rabbî, böyle bir bela geldi, aman bizi koru, bizi kurtar, bu felaketi başımızdan def et, Aman yâ Rabbî!..” dersiniz. Allah aslında mücibü’d-deavâttır ama dua edersiniz fe-lâ yestecîbu leküm sizin duanıza icabet etmez.”
Neden?
Cezalı durumdasınız, şu anda duanızı kabul etme durumu yok, cezaya uğramışsınız. Bu Allah’ın cezası, bu cezayı Allah gönderdi, bu cezayı hak ettiğiniz için o anda dua edersiniz de duanız kabul olmaz. Allah duanızı kabul etmez, duanıza icabet etmez. Halbuki;
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ
Ve kâle Rabbükümü’d-ûnî estecib leküm.
Aslında, Allah duaları kabul edicidir ama bu durumda olanları kabul etmeyeceğini bildiriyor. Çünkü cezayı hak etmiş, cezayı gönderen kendisi...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bu hadîs-i şerîfler bitti, kısa bir yorumumla sohbetimi tamamlamak istiyorum.
İslâm âleminin durumuna bakıyorum, İslâm düşmanları var, tarih boyunca da her zaman, her devirde olmuş. Kur’an’ın, İslâm’ın, imanın, doğruluğun, Allah’ın düşmanı insanlar, Allah’ın yarattığı çeşit çeşit mahlûklar olmuş... Hatta şeytan var; o da bir müslümanı doğru yoldan aldatmaya çalışıyor. Hepsi Allah’ın hikmeti...
İslâm düşmanları İslâm için tuzaklar kuruyor ve İslâm’ın aleyhine çalışıyor olabilir, onların vazifesi o... Ateşin vazifesi yakmak. Her varlığın, her yaratığın, her maddenin özellikleri var, vazifeleri var; ateş yakar, su boğar... Ama müslümanların Allah’ın emirlerinden ne kadar uzak olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl çiğnediklerini, Allah’ın haramlarını nasıl irtikâb ettiklerini çevremizde görüyoruz.
Bakın, kendi çevrenizi bir mü’min gözüyle inceleyin, kendi ailenize, çoluk çocuğunuza, kendinize bakın!..
Hayatınız, davranışınız, yaptığınız işler Allah’ın emirlerine ne kadar uygun?
Onları bir ölçün, İslâm terazisine koyun, İslâm’ın tartısıyla bir tartın; Allah’ın yasaklarından kaçınıyor musunuz, emirlerini tutuyor musunuz, haramlara bulaşmış mısınız, bulaşmamış mısınız; Allah’ın sevaplı, mübarek işlerini yapıyor musunuz, yapmıyor musunuz?
Büyük ölçüde yapılmıyor.
Mesela ben Mekke-i Mükerreme’de, Medine-i Münevvere’deydim. Oradaki insanları, ibadetleri görüyoruz. Orada Kur’ân-ı Kerîm daha çok okunuyor, insanlar Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerine daha çok uyacağız diye bir ihtimam gösteriyorlar, görüyorsunuz. Dindar insanların yığıldığı, geldiği, güzel ibadetler yaptıkları, gözyaşlarıyla tavaf ettikleri, Peygamber Efendimiz’in mescidini ziyaret ettikleri, tatlı tatlı ibadet ettikleri yerler... Hâlis, muhlis, Allah’ın rızasına uygun İslâm bu...
Ülkelerimize bakın; bizim Türkiyemiz olsun, Mısır olsun, Hindistan, Pakistan, Malezya, herhangi bir İslâm ülkesini alın, orada İslâmî yaşantının Kur’an’a ve dinimizin ahkâmına ne derece uygun olduğuna bir bakın!
Uyulmuyor. Namaz kılan az, haram yemeyen az, doğru düzgün güzel ahlâklı, olgun, tam, hakîkî müslüman olan az...
Peki ne olur?
O zaman toplum bir cezaya uğrar. Emr-i ma’ruf, nehy-i münker yapılmıyor, zulüm boyu aşmış, zalimler zulmünü icrâ ediyor, mazlumların yardımına koşulmuyor, haksızlıkların karşısında dur denilmiyor... Emr-i ma’ruf yok, nehy-i münker yok.
Ne olur?
O zaman Allah’ın cezası gelir, dua da edilse, o ceza kalkmaz.
Sevgili kadeşlerim.
Çare nedir?
Bunu, merhametli olmak gerektiği için söylemek durumundayız. Herkese merhamet ediyoruz, herkesin imana gelmesi, herkesin müslüman olması lazım. Çünkü Allah’ın yarattığı insanlara teklifi; “Müslüman olun, ben İslâm’dan başka bir yaşam tarzını sevmiyorum, kabul etmiyorum, Peygamber gönderdim, emirlerimi, yasaklarımı bildirdim, ona uyun!” diyor.
Kısaca, dobra dobra mânası bu... Allahu Teâlâ hazretleri, “Ben sizin yalan söylemeyen, haksızlık yapmayan, kimsenin haksız yere malını almayan, çalmayan, çırpmayan, aldatmayan, kandırmayan, tatlı dilli, merhametli, güleç yüzlü, sevimli, herkese iyilik yapan insanlar olmanızı istiyorum!” demiş oluyor. Kimse de onu dinlemiyor, dinlendiği çağlar geçmiş, dinlenmedik bir çağa gelmişiz.
O zaman acaba İslam âleminin her yerindeki bu üzücü olaylar... Nereye baksak kan...
İşte Ortadoğu’daki olaylar, bizim sınırlarımızın çevresinde olan olaylar... Bunların hepsi Allah’ın cezası olabilir diye korkuyorum.
Aziz ve sevgili kardeşlerim.
Çare olarak da, hepimizin Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmasını, sarılmayanlara da emr-i ma’ruf, nehy-i münker yaparak, doğruları öğretmemizi Peygamber Efendimiz çare olarak söylüyor, ben de naklediyorum.
Herkes etrafındaki eşine dostuna, akrabasına, yakınlarına, sevdiklerine İslâm’ı anlatacak, tebliğ edecek, sahabe gibi olacak... Kur’ân-ı Kerîm’in ehli olacak, bilecek, Kur’ân-ı Kerîm’i öğretecek, yanlış bilene doğruyu öğretecek, emr-i ma’ruf, nehy-i münker yapacak ki bu bela kalksın. İslâm âlemi ile ilgilenecek, müslümanlarla ilgilenecek, zalimlerin zulmünü engelleme yollarını düşünecek, mazluma yardımın çârelerini düşünecek, ona iyilik yapacak, zulmünü engelleyerek ona da iyilik yapacak ki bu belâ kalksın... Böylece cezadan kurtulacak...
Allahu Teâlâ hazretleri görevlerimizi güzel yapmayı, sonuç itibariyle sevdiği, râzı olduğu kul durumuna erişmeyi nasip etsin... Sevmediği, razı olmadığı, kızdığı kul olmaktan Allah cümlemizi korusun... -Hafazanallâhu ve iyyâküm derler, Arapça cümlesi bu.- Allah bizi de, sizi de böyle bir duruma, âkıbete dûçar olmaktan korusun... Hem dünyada hem âhirette aziz ve bahtiyar eylesin...
Cumanız mübarek olsun, bizleri duadan unutmayın!
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh…