Allah hepinizden razı olsun. Bize böylece telefonla konuşma imkânlarını, fırsatlarını lütfeden Allah’a hamd ü senâlar olsun. Böylece dünyanın neresinde olsak sizlerle buluşmak, görüşmek, konuşmak nasip oluyor.
Okuduğum her zaman beni ürperten bir âyet-i kerîmeyle başlamak istiyorum. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki Kur’ân-ı Hakîm’inde;
اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
E fe-hasibtüm ennemâ halaknâküm abesen ve enneküm ileynâ lâ turceûn.
Bu, bir soru cümlesi ama çok müthiş ve insanı dehşete düşüren bir soru!
Efe-hasibtüm. “Siz sandınız mı ki…” Ennemâ halaknâküm abesen. “Biz sizi boş yere yarattık.” Anlamsız, gayesiz boşuna yarattık… Ve enneküm ileynâ lâ turceûn. “Ve siz bize dönmeyeceksiniz.”
Kara toprağa gömülünce çürüyüp toprak olacaksınız ve orada kalacaksınız; Allah’a dönmek, Allah’ın huzuruna varmak yok mu sanıyorsunuz? Ey inançsızlar! Ey insanlar! Ey henüz imanın zevkine, keyfine varamamış, dünyayı ve âhireti anlayamamış gafiller, cahiller! Biz sizi boşuna mı yarattık sanıyorsunuz? Hayır! Durum öyle değil, mânasında bir âyet-i kerîme.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bu hayatın içindeki olayların çeşitliliği bizi ne kadar oyalasa da, meşguliyetler bizi ne kadar aldatsa da, keyifler, zevkler, eğlenceler bizi ne kadar uzaklaştırsa da hayatın en mühim gerçeklerinden birisi bu! Bu dünya hayatı fâni ve muhakkak herkes burayı bırakacak, âhirete gidecek.
İnsanoğlu abes, boş yere yaratılmamıştır. İnsanoğlunun yaratılışının gayesi, hikmeti, sorumluluğu, mükellefiyeti vardır. Bu hayatında yaptığı işlerin hesabını verme zamanı ve yeri vardır, Mahkeme-i Kübrâ vardır. Allahu Teâlâ hazretleri insanları yaptıklarından dolayı âhirette hesaba çekecek. Yaptıkları iyi veya kötü şeyleri hesaba çekecek.
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ
Mâliki yevmi’d-dîn. “Mükâfatların, cezaların, karşılıkların verildiği günün sahibi; Allahu Teâlâ hazretleri, âlemlerin rabbi.”
Hepimiz O’nun huzuruna varacağız ve bu dünya hayatında yaptıklarımızdan dolayı hesap vereceğiz. Defterler açılacak, kayıtlar ortaya dökülecek, şahitler getirilecek. Mahkeme-i Kübrâ’da insanlar bu dünyada yaptıkları iyi şeylerin, zerre kadar küçük bile, az bile olsa mükâfatını görecekler. Yaptıkları kötülüklerin de cezasını çekecekler. İnsanlar bu gerçekleri göremiyor. Bir bakıma insanlar uykuda...
en-Nâsu niyâmun. “İnsanlar uykudadırlar, uyumaktadırlar…” Ve izâ mâtu intebehû. “Ölünce gözleri açılacak.”
O zaman anlayacaklar. Bazı kimseler, “Ölünce her şey bitecek. Biz toprak olacağız.” diye düşünürler ama ölünce gözleri açılacak. Şu anda uykudalar, uyurgezer gibi... Gözleri açık, etrafa bakıyor gibi görünüyorlar ama uykudalar. Öldükleri zaman anlaşılacak.
Ne olacak o zaman?
İkinci bir âyet-i kerîme var. Yine müthiş bir âyet-i kerîme! Yine hiç gönlümüzden silinmemesi gereken bir mâna! Her zaman bunu düşünmeli, her hareketimizi bunlara göre yapmalıyız.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِۙ لَعَلّ۪ٓي اَعْمَلُ صَالِحاً ف۪يمَا تَرَكْتُ كَلَّاۜ اِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَٓائِلُهَاۜ وَمِنْ وَرَٓائِهِمْ بَرْزَخٌ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Hattâ izâ câe ehadehumü’l-mevtü kâle rabbi’r-ciûni. Leallî a’melü sâlihan fî mâ terektü kellâ. İnnehâ kelimetün hüve kâilühâ. Ve min verâihim berzehun ilâ yevmi yub’asûne.
Hattâ izâ câe ehadehumü’l-mevtü. “Gafil, cahil, imansız, anlamsız, hayatı boşuna geçiren bir insana ölüm geldiği zaman…” Bu zümreden yani imansız, gafil, hayatını zayi etmiş, boşuna harcamış, imtihanı kaybetmiş, iyi değerlendirememiş bir insana, onlardan birisine ölüm geldiği zaman…
O zaman ne yapar?
Uyanır.
Kâle rabbi’r-ciûni. “Yâ Rabbi! Beni bu ölüm anından geriye döndür, âhiret âlemine geçirme, dünya hayatına geriye döndür.” Leallî a’melü sâlihan fî mâ terektü. “Geride bıraktığım o âlemde, inşaallah beni oraya tekrar döndürürsen, salih ameller işlerim, iyi işler yaparım.” der. Kellâ. “Asla!”
Allahu Teâlâ hazretleri onun böyle demesi ihtimalini reddediyor. Yani böyle diyen bir insanın arzusunun kabul edilme ihtimali olmadığını beyan ediyor. Yani ölüm geldiği zaman, tehir olmaz. Ölümden sonra geriye dönüşü olmayan âhiret hayatı başlıyor.
İnnehâ kelimetün hüve kâilühâ. “O bir boş sözdür ki işte o onu söylüyor.”
“Yâ Rabbi! Dünyaya döndür.” diye söylüyor ama…
Ve min verâihim berzehun ilâ yevmi yub’asûne.
Ba’sü ba’de’l-mevt oluncaya kadar… Yani kâinatta ölmüş olan insanlar kıyamet koptuktan sonra… Ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. Ölümden sonra dirilmek de hak ya… İşte o zaman dirilinceye kadar artık aralarında bir berzah vardır. Bir geçit vardır, geçilemez bir mânia, bir set vardır.
O bu lafı söyler ama o sözün kıymeti yoktur. Hatta başka bir âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri böyle diyen insanların durumunu bize bildiriyor ve buyuruyor ki;
“Eğer dünyaya tekrar dönse yine bildiğini okur. Yine eski hayatı gibi yaşar. Yine gafil, yine cahil, yine zalim, yine kâfir, yine müşrik, yine münafık, yine keyfinde zevkinde, yine nefsin şeytanın esiri…”
Osmanlı şairinin; Kara sevdâda yeler, bî-ser ü bî-pây gönül dediği gibi boş arzular ve hayallerin peşinde yine ömrü zayi eder. Yani durum değişmez.
Neden?
Çünkü bu sırrın çözümü İslâm’da! Bu kapının açılmasının anahtarı imanda! İnsan iman ettiği zaman ancak bu meseleyi çözebilir. İmanına göre yaşadığı zaman pişman olmayan bir ömür geçirir. Ve mü’min-i kâmil olarak, amel-i salih işleyerek bir ömür geçirdiği zaman, o zaman âhireti ister. Mevlânâ Celaleddin Rûmî hazretleri gibi ölümünü düğün gibi görür, şeb-i arûs der. “Ah! Hiç olmazsa bu gece Rabbime kavuşsam.” diye ölmeyi her gece temenni eder. “Ölsem de Rabbime kavuşsam.” diye kara toprağa bir gül bahçesine girercesine girer. Aslanlar gibi düşmanın üstüne atılır. Bu, mü’minin şanı, imanlı ve ihlâslı insanın hali.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bize Allahu Teâlâ hazretleri bu dâr-ı dünyada kulluk emrediyor.
Allah’a ibadet ve kulluk etmek nedir?
Allah’ın emirlerini tutmaktır. Çok kolay bir iş, çok basit bir mesele! Herkesin; çobanın, işçinin, cahilin, yaşlının, gencin, kadının, erkeğin, köylünün, şehirlinin… anlayabileceği bir şey! Allah’a itaat etmek, Allah’a isyan etmemek!
İtaat etmek için Allah’ın emirlerini, ahkâmını bilmek lazım! Kur’ân-ı Kerîm ne buyuruyor? Dîn-i mübîn-i İslâm bizden neyi istiyor? Hayatı nasıl geçirmeli, nasıl hareket etmeliyiz? Hayattaki tehlikeler nelerdir? Bu hayatta başarısız olmanın sebepleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm dini başarısızlığın, aldanmanın da sebeplerini söylüyor. İnsanı nelerin aldattığını beyan ediyor.
Hayât-ı dünya insanı aldatır. Keyifler, zevkler, eğlenceler, gazinolar, pavyonlar, kumarhaneler, sahiller, paralar, pullar, bankalardaki hesaplar, birikmiş servetler, köşkler, saraylar, havuzlar, bahçeler, salkım salkım meyveler… İşte bunlar insanları aldatır. Dünya aldatır, dünyanın kendisi aldatıcıdır. Çünkü dünyaya baktığı ve sevdiği zaman gönlü ona takılır, onunla oyalanır.
Hocamız rahmetullahi aleyh Mehmed Zahid Kotku Efendi hazretlerinin çok söylediği bir söz vardı. Ben dedim ki;
“Bir yerde çok güzel manzaralı bir arsa varmış.”
Hocamız rahmetullahi aleyh o zaman gözümün içine bakmış ve şöyle bir mısra söylemişti:
Fâni dünya hoştur amma
Âkıbet mevt olmasa.
Yani bu fâni dünya hoştur ama arkasında ölüm var. Ölümden sonra bir de Mahkeme-i Kübrâ var. Öyle olmasa o zaman kâfirler, imansızlar, inançsızlar, gayrimüslimler gibi… Acaba Havai adasına mı yoksa Florida sahillerine mi gitse; Miami’de mi tatil geçirse; kış sporları mı yapsa, yazın denizde kayak mı yapsa; diye keyfine bakacak… Fâni dünya hoştur ama arkası ölüm. Ölümden sonra da hesap, Mahkeme-i Kübrâ… İnsanı terleten ve hiçbir noktası boş kalmayan bir imtihan...
“Hayatını, gençliğini, sıhhatini nasıl geçirdin? Paranı nereden kazandın ve nereye harcadın?” vs. Bunlar çok önemli!
Muhterem kardeşlerim!
“Dünyanın en güzel yeri, hocam size göre neresi, çok gezdiniz?” diye soracak olursanız… En güzel yeri Haremeyn-i Şerifeyn; Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere! Dünyanın en güzel yeri! Çünkü burada hakikaten ibadetlerin tatlı tatlı ve çok yoğun bir duygusal birikim içinde yapılması mümkün oluyor. Şahane oluyor.
Onun için Allahu Teâlâ hazretleri bizi Haremeyn-i Şerifeyn’den ayırmasın.
Bir insana serbest olarak sorulsa, “Sana imkân veriyoruz, dünyanın neresinde oturmak istersin? Dağ başlarını mı, orman kenarlarını mı istersin? Nehir mi geçsin arazinden, yoksa adada mı olmak istersin? Hangi manzaralı yeri istersin?” derse insanın, “Mekke-i Mükerreme’yi ve Medîne-i Münevvere’yi arzu ederiz.” demesi lazım!
Efendimiz orada dünyaya gelmişler ve Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini insanlara bildirmek için çırpınmışlar. İnsanları kurtarmak için çalışmışlar, imana davet etmişler. Küfre saplanmamalarını, onun felaket olduğunu beyan etmişler. Putları kırmalarını söylemişler.
Biz onları tarih kitaplarından okuyunca diyoruz ki, “Bu Araplar cahiliye devrinde putlar yapmışlar, tapıyorlarmış. Vah vah! Ne kadar iptidai bir zihniyet!” Dünyanın başka yerlerini de biliyoruz. Hindistan’da çeşit çeşit putlar, Çin’de putlar, Afrika’da putlar, Mısır’da putlar, Batı’da putlar…
Ama insanoğlu yirminci yüzyılda da içinde ve gözünün önünde bir takım mânevî putlar olduğunu göremiyor maalesef. Eskiyi ayıplıyor ama kendisi de ayıpladığı durumun içinde... Mesela dünya bir put, kimisi dünyaya tapıyor. Mevki makam bir put, mevkiye makama tapıyor. Kimisi paraya tapıyor. Evliyâullahın ayakları altına aldığı, “Taptığınız ayağımın altında.” dediği para pul, altın gümüş, kazanç, gelir… Kimisi ona tapıyor. Kimisi alkışı seviyor. Kimisi nefsinin esiri ve kulu yani nefsine tapıyor. Kimisi şeytanın esiri ve kulu yani şeytanın karşısında el pençe divan durmuş. O melun, kuyruklu, boynuzlu şeytan emrediyor, emrettiğini anında yapıyor, bir dediğini iki etmiyor.
Allah şeytanın şerrinden herkesi korusun. Temenni ediyoruz ki herkes cennete girsin, dünyada kimse cehenneme düşmesin ama insanların içinde cennete girecekler, bir siyah sığır derisi üzerindeki tek beyaz bir kıl kadar az…
Bu neyi gösteriyor?
İnsanların büyük bir kısmının, kahir bir ekseriyetinin, çok büyük bir çoğunluğunun gerçekleri göremediğini gösteriyor. Hem insanlar, “Bu kadar akıllıyız.” diyor, bu kadar âlet yapıyor, dünyada bu kadar kendisine refah ve rahat yaşam sağlıyor, fezalara, göklere cihazlar gönderiyor, denizlerin dibine dalıyor, mağaraların içine giriyor, yerin altını kazıyor, servetleri çıkartıyor, kıymetli madenleri, maddeleri, taşları çıkartıyor ama… Bu kadar akıllı insan Rabbini bulamıyor, Rabbine kulluk edemiyor ve âhiretini mahvediyor; çok büyük bir yanlışlık.
Mü’min olanları tebrik ediyorum. Tebrik ederim ki gerçeği görmüşler. Müslüman olanlar, elhamdülillah iman yolunda yürüyorlar. Tabi mü’min olan deyince… İman da umumi mânası ile inanmak…
“Ben inanıyorum ki şu şöyle…”
İnanmanın da doğru olması lazım! Yanlış bir şeye inanıyorsak kıymeti yok.
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.
İslâm’dan başka bir sürü bâtıl gruplar ve insanlar var. Onlar da ellerini yüzlerini yıkıyorlar, duş alıyorlar, şampuanlar kullanıyorlar; vücutlarını, saçlarını tertemiz yıkıyorlar. Artık bu, asrın ve çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası oldu. Her gün yıkanmak, giyinmek, donanmak, taranmak… Kokular, spreyler; koltuk altları, kasık araları… Saçlarının parlaklığı, vücudun güzel kokularla donanması…
Her şeyi yapıyorlar ama Allahu Teâlâ hazretleri gerçekleri görmeyi ve doğru imana sahip olmayı nasip etsin.
Yani inanç… Adama; “Git, müslüman ol. Allah’ın emirlerini tut.” diyorsun.
“Ben de inanç sahibiyim. Ben de Allah’ın varlığına inanıyorum. Tamam, kardeşim. Ben de inançlıyım.” diyor.
Yetmez! Sanıyor ki inançlı olması yetecek. Çevresinden, bizim ilerici gazetelerden bazı şeyler de duymuştur. Dini bilmeyip de ibadetten kaytarmak isteyen kıvırtıcı adamlar, “Canım, kalbin temiz oldu mu yeter.” falan diyorlar. Adam diyor ki; “Benim kalbim temiz.”
Nereden belli?
Kalbinin temizliği, insanın hareketlerinden, davranışlarından, amaçlarından, hayatta yöneldiği gayelerden belli olacak. Başkasını aldatmakla kalp temiz olur mu? “Kalbim temiz” diyen insanların hepsini tıkın bir kışlaya. Teker teker hayatlarını inceleyin. Yaptıkları faaliyetleri konu komşuya, ailesine sorun bakalım; kalbi, niyeti ne kadar temizmiş? Onların hepsi kuru laf!
İnsan mü’min olacak! Mü’min-i kâmil olacak! Müslüman olacak! Lâ ilâhe illallah diyecek, Allah’tan gayriye tapmayacak. Allah’tan gayriye tapmamak derken; nefse de, şeytana da, dünyaya da, paraya da, mevkiye makama da tapmayacak, hakkı söyleyecek.
Öyle kardeşlerimiz var ki hakkı söylemek için hayatı zehir oluyor. Hakkı söylemiş, hayatı zehir olmuş ama hakkı söylemekten geri durmamış; alnı açık… Tarihte de böyle. En zalim kimselerin karşısında hak sözü söylemişler. Hakkı söylemekten, hakkı işlemekten geri durmamak lazım! Zalime “dur” demek, mazlumun yardımına koşmak lazım!
Allah’a ibadet sadece namaz demek değildir. İbadetlerin çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi, ibadetinin her çeşidinde, Allah’a itaatin her yönünde başarılı eylesin. Her hususta Allah’a itaat etmeyi, emrini tutmayı, yasaklarından kaçınmayı nasip eylesin.
Biz, “İbadetler sadece namazdan ibaret değildir.” diyoruz ya bu, bazı namazsız bî-namazların hoşuna gidiyor. Diyorlar ki; “Tamam! İbadet sadece namazdan ibaret değildir.” O zaman kendisine bir pay çıkartıyor, dikleniyor, oturduğu yerden doğruluyor. “Tamam! Bak, bu hoca iyi hoca.” diyor. Eğer hoca kendisinin keyfine uygun konuşmuşsa iyi hoca oluyor. Keyfine uygun konuşmadığı zaman, “Bu hoca yobaz, gerici, tutucu, müsamahasız, hoşgörüsüz, katı, kökten dinci vs.” diyorlar. Halbuki öyle değil!
Bakın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den, Buhârî ve Müslim gibi iki şahane hadis kaynağında yer alan, Hz. Aişe anamız radıyallahu teâlâ anhâ’nın bir hadîs-i şerîfini okumak istiyorum. İbadet konusunda kardeşlerim Peygamber Efendimiz’in davranışını anlasın diye...
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّهَا قَالَتْ: كَانَ يَقُومُ مِنَ اللَّيْلِ حَتَّى تَتَفَطَّرَ قَدَمَاهُ ، قَالَتْ عَائِشَةُ: لِمَ تَصْنَعُ هَذَا يَا رَسُولَ اللهِ، وَقَدْ غَفَرَ اللهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ، قَالَ: « أَفَلَا أَحَبُّ أَنْ أَكُونَ عَبْدًا شَكُورًا
An Âişete ennehâ kâlet; kâne yekûmu mine’l-leyli hattâ tetefettara kademâhu, kâlet Âişetü; lime tasneu hâzâ yâ Resûlallah, ve kad ğaferallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhere, kâle: Efelâ ehabbu en ekûne abden şekûrâ.
An Âişete ennehâ kâlet. “Aişe-i Sıddîka, Peygamber Efendimiz’in zevce-i salihası buyurdu ki…” “Peygamber Efendimiz geceleri namaz kılmaya kalkardı; ayakları şişinceye, rahatsız oluncaya kadar...”
Ayakta durunca tabii insan, “üf yoruldum” demeye başlar. Çocuk imtihanda biraz ayakta durduğu zaman ayağını değiştirmeye başlar. Veyahut sırada bir yere gireceksiniz, çıkacaksınız; stadyumdan bilet alacak, içeri girecek de futbol maçı seyredecek. Bir yere para ödeyecek veya bankadan parasını çekecek... Kuyrukta ayakta fazla durduğu zaman insan bilir; “Ah! Ayaklarıma kara sular indi. Ayaklarım ağardı.” filan der.
Peygamber Efendimiz geceleri namaz kılmaya kalkardı. Hattâ tetefettara kademâhu. “Ayakları şişinceye kadar…” Ayakları rahatsız oluncaya, acıyıncaya, patlayıncaya kadar...
Fe kultü lehû. Aişe-i Sıddîka validemiz, “Ben ona bir keresinde dedim ki…” diyor.
“Allahu Teâlâ hazretleri seni sevmiş. Senin gelmiş, geçmiş, gelecek bütün günahlarını bağışlamış olduğunu Fetih suresinde bildirmiş iken sen niye böyle yapıyorsun?”
Niye bu kadar yıpratıyorsun kendini? Niye ayaklarını acıtacak, şişirecek kadar?.. Ovuşturmaya “masaj” diyorlar ya… Ovuşturup o ağrıyı gidermeye, rahatlattırmaya sebep olacak kadar niye ayakta duruyorsun?
“Çok şükreden bir kul niye olmayayım?”
Madem Allah beni bu kadar sevmiş, madem Allahu Teâlâ bana Makam-ı Mahmud’u ihsan eylemiş, niye bu kadar ibadet etmeyeyim?
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Tarih kitaplarını ben okurum. Eski insanların hayat tarzlarından, yaşam tarzlarından bizim yaşamımız çok farklı; çok rahatlamış durumdayız. Üretimin fazlalığından dolayı mahsul bol, kıtlık yok, açlık yok ama bizim ülkelerde; Afrika falan hariç. Yiyoruz, içiyoruz…
Dünyanın yine fakir yerleri var. O da insanlığın yüz karası tabii. İnsanlar Hz. Âdem’den kardeş! Ama kardeşinin aç kalmasına, ölmesine bir şey demiyor. Kendisi beri tarafta patlayıncaya kadar yiyor.
Yemen’de, Somali’de insanlar açlıktan ölüyor. Afrika’da kırılıyorlar…
Eski insanlar çeşitli mahrumiyetler içinde iken, biz yaşayan insanları veya benim sözümü dinleyen kimseler, şimdi rahat içinde, müreffeh yaşıyorlar. Bol bol yiyorlar, içiyorlar; nimetin kıymetini bilmiyorlar. Elimizde çok büyük nimetler var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Efelâ ekûnu abden şekûrâ. “Çok şükredici bir kul niye olmayayım?”
“Allah madem beni bu kadar mânevî makam bakımından yükseltmiş, bu kadar habibullah eylemiş, seyidü’l-evvelîne ve’l-âhirîn eylemiş, niye ben çok şükredici bir kul olmayayım?” diye sabahlara kadar ibadet ediyor.
Burada ilerici kardeşlerimize biraz sataştık, biraz da iltifat edelim.
Peygamber Efendimiz sadece namaz mı kılardı? Yani vakti namazda mı geçerdi?
Diyorlar ki; “İslâm insanı uyuşturmuştur, tasavvuf insanı uyuşturuyor, miskin ediyor, bir lokma bir ekmeğe razı…”
Hayır! Kesinlikle yalan, yanlış! Hiç öyle olmamıştır, tarih boyunca da öyle olmamıştır.
Cihadı yapanlar, bütün çalışmayı yapanlar erbâb-ı tasavvuftur, dervişlerdir ama hakları yeniliyor. Peygamber Efendimiz geceleri sabahlara kadar, ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Bu, farz olmayan, aşkından, şevkinden, muhabbetullahtan dolayı isteye isteye kılınan namaz. Gözünün bebeği namazı bırakamadığı için uykusunu bırakıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz sabaha kadar ibadet ediyor ama ömrü, yaptığı icraat itibariyle dünyanın en hayırlı insanı...
Yaptığı işlerin sonuçları itibarıyla insanlığa en büyük faydayı sağlamış olan kimdir?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir.
İnsanlığa en büyük zararı vermiş kimseler kimler?
Kötü âdetler çıkaranlar. Dinamiti bulan, Alfred Nobel… Adam sonradan bakmış, dinamitin bomba yapımında kullanıldığını görmüş, “Eyvah, benim icadım insanlığın tahribine kullanılıyor. Yazık!..” demiş. Pişman olmuş, pişmanlığından dolayı Nobel mükâfatları konmuş filan deniliyor.
Yani insanlar bir şeyler yapıyor ama yaptıkları şeylere devam edildiği zaman öteki insanlar kâr mı ediyor, zarar mı?
Tüm insanlığı kurtaran Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. Bütün insanlık için hayırlı işler yaptı. Peki, bu mânevî bir şey. İyi bir örnek olmuş, insanlar iyi şeyler yapıyorlar. Ama kendi hayatında da boş durmamış; dullara bakmış, yetimleri gözetmiş, hasta ziyaret etmiş, sadaka vermiş, elindekini sabaha çıkartmamış, sabah eline geleni akşama bırakmamış, dağıtmış, toplumuyla yiyeceklerini paylaşmış...
Bizim toplumları, bizim toplumların yöneticilerini düşünün. Milyarları yutmak için… Deve ne kadar büyük bir mahlûktur, bir de üzerinde semeri, hamudu vardır; deveyi kuyruğundan tutup hamuduyla yutuyor.
Bre gözünü toprak doldurasıca! Bu kadar parayı ne yapacaksın?
Keyif yapacak; keyfin de haddi hududu yok. Uçağa atlayıp Kongo ormanlarında cumartesi pazar arslan avlayıp pazartesi günü işine gelenler var. Bir tarafta millet açlıktan kırılıyor, öbür taraftan millet keyfinden, cebindeki paranın tahrikinden, dürtüklemesinden ne yapacağını şaşırıyor. Peygamber Efendimiz öyle yapmadı.
Onun idaresi nasıl? Zamane idarecileri nasıl?
Toplumların çektiği; yetiştirdikleri insanları müslüman yetiştirmemelerinden… Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz geceleri sabahlara kadar ibadet ederdi ama toplumu da yönetirdi. Medine devletinin, İslâm devletinin başkanıydı. Elçi kabul eder, elçi gönderirdi. Kanun, nizam koyar, çarşı pazarı dolaşır, tartıyı, ölçüyü kontrol ederdi. Topluma faydalı, insanlara yararlı bir şekilde ömrünü geçirmişti.
Geceleri de sabaha kadar ibadet ederdi. Hem dünyaya hem âhirete, hem şahsî sevap kazanmasına hem de toplumun fayda görmesine yarayacak işler yapardı.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi İslâm’ı doğru anlamaya muvaffak eylesin. Doğru düzgün anlayıp doğru düzgün uygulamaya muvaffak eylesin.
İbadetin zevkini almaya, ibadetin zevkinden mahrum kalmamaya çalışın. İbadeti sevmeye çalışın. Çünkü Peygamber Efendimiz namaz için, “gözümün bebeği” derdi. Namaz, gözünüzün bebeği olsun. Namazdan zevk almayı anlayın, öğrenin. Arapça öğrenin, dinimizi öğrenin, ibadetin zevkine varın. Geceleri gözyaşları içinde, secdeler içinde Allah’a ibadet edin, gündüzleri de insanlığın hizmetine koşun.
Tabii sen kendi kendine diyebilirsin ki; “Ben böyle yapıyorum. Kendim şahsen ibadet ediyorum. Gündüz de çoluk çocuğumun rızkını kazanmak için çalışıyorum.”
Doğru, güzel. Bir bu iş var, insanın iyi bir insan olması… Bir de toplumu düzeltmesi, topluma faydalı olması var. Toplumda birisi yanlış bir iş yapıyorsa bir de onu engellemek lazım.
Mesela bir gemiye binmişsiniz, birisi geminin altını deliyor. Deldirtmezsiniz çünkü gemi batar. Gemi batınca hepiniz zarar görürsünüz. Devlet gemisini de, vatanı da kimsenin delmeye, bölmeye, parçalamaya, yıkmaya hakkı olmadığı için toplumsal görevler de var. Onları da güzel yapmak lazım! O hususta şuursuz olmamak lazım! Sabahtan akşama işinin peşinde, tarlada sabanının arkasında, öküzün peşinde ömür geçirmemek lazım! Toplumda zararlı insanların zarar yapmaması için de çalışmak lazım! Topluma yararlı işler yapmaya da çalışmak lazım! Mevlâsıyla da baş başa kaldığı zaman gözyaşları içinde, ibadetini de aşk ile şevk ile yapmak lazım!
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize hakkı hak olarak görmeyi, onu işlemeyi ve bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı nasip etsin. Kulluğunu yani her yönden hayatı sürerken O’na itaat ederek, ibadet ederek yaşamayı nasip eylesin. Kulluğuna aykırı işler yaptırmasın, isyan ettirmesin. Nefse, şeytana kul, dünyaya esir eylemesin. Âhireti unutturmasın. Rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.