es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Size Kopenhag’dan cuma konuşması yapıyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin bir kaç hadîs-i şerîfini, o gül bahçesinden bir demet size sunacağım, inşaallah...
Birinci hadîs-i şerîf, münafıkların yaptıkları gıybetlere karşı mü’minlerin takınması gereken durumla ilgili…
Hadîs-i şerîfin metnini okuyorum;
مَنْ حَمَى مُؤْمِنًا مِنْ مُنَافِقٍ يَغْتَابُ بِهِ بَعَثَ اللَّهُ مَلَكًا يَحْمِي لَحْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ وَمَنْ رَمَى مُسْلِمًا بِشَيْءٍ يُرِيدُ شَيْنَهُ بِهِ حَبَسَهُ اللَّهُ عَلَى جِسْرِ جَهَنَّمَ حَتَّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ
Men hamâ mü’minen min münâfikın yağtâbü bihî beasa’llâhu meleken yahmî lahmehû yevme’l-kıyâmeti min nâri cehenneme ve men remâ müslimen bi-şeyin yürîdü şeynehû bi-hî habesehu’llâhu alâ cisri cehenneme hattâ yehruce mimmâ kâle.
Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud, Taberânî, çok sevdiğim Abdullah b. Mübarek ve İbn Ebi’d-Dünyâ gibi kaynakların yazdığı bir hadîs-i şerîf.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Men hamâ mü’minen min münafıkîn yağtâbü bihî. “Gıybet eden bir münafığa karşı bir mü’mini himaye eden, koruyan, müdafaa eden bir müslümana Allah, kıyâmet gününde onun vücudunu, etini cehennem ateşinin zararından himaye eden, koruyan bir melek yaratır, vazifelendirir, o da onu korur.”
“Kim bir müslümana onu kötülemek maksadıyla ayıplayacak, karalayacak bir şeyi, yanlış, doğru olmayan bir sıfatı iftira olarak atarsa Allah onu söylediklerini geri alıncaya, söylediklerinden vazgeçinceye kadar, cehennemin köprüsü üzerinde hapseder, durdurur.”
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İnsanlar arasında dargınlıklara, düşmanlıklara sebep olan, toplumun huzurunu bozan hastalıklardan birisi de gıybet hastalığıdır.
Gıybet; bir müslümanın, bir insanın olmadığı yerde, onun gıyabında, aleyhine bir şeyler söylemektir. Doğru bile olsa onun aleyhinde konuşmaması lazım gelirken, kusurunu söylemek ve onu gıybet etmek. Bu günahtır. Bunu yapmamak lazım! Kimsenin arkasından konuşmamak lazım!..
Söyleyecekse ilk önce gidip ona söylemeli; “Bak kardeşim, senin şöyle bir kusurunu gördüm, mümkünse bunu düzelt! Bu hatalı, şu âyete aykırı, bu hadise aykırı bunu yapma!” demeli, ikisi arasında kalmalı... Onun olmadığı yerde arkasından çekiştirmek çok ayıp, bunu yapmamak lazım!..
Birisi böyle yaptığı zaman, öteki mü’minin, hakkında konuşulan mü’mini savunması lazım! O söylenen kusur o arkadaşta olsa bile onu savunması, himaye etmesi, gıybeti engellemesi lazım!..
“Kim bir müslümanı bir münafığın gıybetine karşı korursa, himaye ederse Allah da onun cehennem ateşine mâruz kalmasından, vücudunun ateşte yanmasından korumak için, ona bir melek görevlendirecek.”
Demek ki bir kere gıybet etmemeliyiz, dilimize sahip olmalıyız, bir müslümanın aleyhine konuşmamalıyız.
Demek ki ilk önce böyle kusurları, günahları, iftirayı, yalanı söylememek lazım!
İkincisi böyle bir yalan, iftira, böyle bir söz söylenildiği zaman, hemen karalanmak istenen kimseyi korumak lazım ve karalamak isteyen kimseyi de susturmak lazım!.. Bunun maddî mânevî, dünyevî uhrevî faydaları çok... Toplum bir zarara uğramayacak, kişi de âhirette böyle güzel davranışının, toplumu huzursuzluğa sevkedecek bir şeyi egellemenin mükâfatını alacak.
“Aksine, bir müslümanı karalamak için, gözden düşürmek için bir iftira atarsa, müslüman bile olsa cennete giremeyecek, cehennemin köprüsü olan sıratta durdurulacak ve o sözünden dönünceye kadar orada hapsedilecek.” diye bildiriliyor.
Allahu Teâlâ hazretleri mü’minler arasındaki muhabbeti arttırsın... Müslümanlar, mü’minler kardeştir, bütün insanlar kardeştir. Müslüman, bütün insanların iyiliğini ister. Hatta mü’min olmayanın bile dalâletten, günahtan, küfürden, inançsızlıktan, şirkten kurtulmasını, doğru yola gelmesini ister de onun için çalışır. Bir müslüman bu kadar iyi niyetlidir, herkese karşı çok iyi niyeti vardır. Onun için kötülük kaynaklarını kapatması lazım, toplumun birliğini beraberliğini bozacak her şeyden kaçınması lazım...
Birinci hadîs-i şerîfi tamamlamadan önce de bir şey söyleyeyim;
Şeytan, insanının günahları işlemesi için o günahları zevkli ve tatlı gösterir. Seve seve, tatlı tatlı, güle oynaya yapmasını sağlamak için onları süsler, allar, pullar, tatlılaştırır, seve seve yaptırır. Onun için insanlara dedikodu tatlı gelir, kapı eşiğinde veyahut toplantılarda birilerini çekiştirmek, İslâm böyle şeyleri uygun görmüyor. İnsanın böyle şeylerden zevk alması şeytanın bir oyunudur. Günah olan zevkli olsa bile mü’min eline, diline sahip olacak, günah olan şeyi yapmayacak, yanlış işe kaymayacak, kendisini tutacak...
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum:
مَنْ خَافَ اللهَ أَخَافَ اللهُ مِنْهُ كُلَّ شَيْءٍ وَمَنْ لَمْ يَخَفِ اللهَ خَافَ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ.
Men hâfellâhe ehâfellâhu minhu külle şey’in ve men lem yehafillâhe ehafehullahu [hâfe] min külli şey’
Abdullah b. Ömer ve diğer râvilerden rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîf. İlâhî bir kanunu bildiriyor. Allahu Teâlâ hazretlerinin kullara nasıl davrandığını, nasıl muamele ettiğini gösteren bir hadîs-i şerîf.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz diyor ki;
Men hâfellâh “Kim Allah’tan korkarsa” ehâfellâhu minhu külle şey’in “Allah her şeyi ondan korkutur, herkes ondan çekinir, ona hürmet eder, saygı duyar, onun heybeti başkalarının kalbine, aklına çöker.”
Mesela bir kimse Peygamber Efendimiz’i görünce tir tir titrerdi, bir ay uzaklıktaki mesafadeki düşmanın yüreği hoplardı. Allahu Teâlâ hazretleri öyle bir heybet vermişti. Halbuki sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz insanların en güzeliydi, en nurlusuydu, en tatlısıydı, en merhametlisiydi. Ama Allah’tan çok korktuğu için Allah da herkesi ondan korkutuyor, herkes ona karşı saygı duyuyordu.
Bir mü’min Allah’tan niye korkar?
Allah güzel olduğuna göre, her şeyi güzel olduğuna göre, “Lütfu, kahrı güzel, neylerse güzel eyler.” dediğimize göre, insan Allah’tan niçin korkar?
Allah’ın rızasına aykırı bir iş yapıp rızasını kaybetmekten, kahrına uğramaktan, lütfundan mahrum kalmaktan, rahmetinden uzak düşmekten korkar. Bu korku normal ve tabii...
Allah korkusu her türlü hayrın kaynağıdır, dürüst hareket etmenin esası, kaynağıdır. Bir insan Allah’tan korktu mu doğru söyler, yanlış söylemez. Allah’tan korktuğu için, hesaba çekileceğini bildiği için günah işlemekten, yalan söylemekten, hakkı söylememekten, Kur’an’ın ve sünnetin emirlerine]aykırı iş yapmaktan kaçınır. Allah korkusu onun için hikmetin kaynağıdır, başıdır. İnsan Allah’tan korkarsa her sözü ölçülü, bilge, hakîm, mütefekkir, feylesof bir insan olur. Onun için Allah korkusu insanın yüreğinde yer etmeli! Seven insan aynı zamanda korkan insandır; sevgilisinin, sevdiğinin lütfundan mahrum kalmaya, dîdarından uzak kalmaya korkar.
Bir insan Allah’tan korktu mu Allah ona heybet veriyor.
Neden?
Adam dürüst, paraya aldanmıyor, hakkı söylüyor, hiç kimseden korkmuyor, hapisten, idamdan, cezadan korkmuyor, yalnız Allah’tan korkuyor; onun için her şeyi doğru düzgün söylüyor. O zaman kötü insanlar ondan korkar. “Allah Allah! Bu dürüst adam, sağı solu belli olmaz, neme lazım, biz bunun karşısında ayağımızı denk alalım, ciddi olalım, dikkatli olalım, hata yapmamaya gayret edelim!” filan derler.
Bu, Allah’ın ilâhî bir kanunu. Sadece insanlar üzerinde değil, başka mahluklar üzerinde de Allah, O’nun korkusunu yerleştirir.
İlginç bir hadîs-i şerîf daha önceki yıllarda konuşmamda anlatmıştım. Abdullah b. Ömer’in bir çöl aslanının üzerine cesaretle nasıl yürüdüğünü, aslanı kulağından tutup, yoldan nasıl çekip, kışalayıp, dehleyip yolu serbest hale getirdiğini anlatmıştım.
Medine’de herkes dışarı çıkmaktan korkuyormuş. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah radıyallahu anhuma sormuş;
“Ne bekleşiyorsunuz burada?”
Demişler ki;
“Medine’den ayrılacağız, kabilemize, yerimize, yurdumuza gideceğiz ama baksana ilerde bir yırtıcı çöl hayvanı, aslan gözle görünüyor, saldırır diye gidemiyoruz.”
Onun üzerine Abdullah b. Ömer onun yanına kadar yürümüş, aslan ona bir şey yapmıyor... Kulağından tutmuş, sürüklemiş, kışalamış. Ondan sonra da insanların yanına gelmiş, demiş ki;
“Buyurun, yolu serbest hale getirdim, geçin! Sadaka resûlullâh Resûlullah ne kadar hikmetli, ne kadar doğru buyurmuş. Ondan duymuştum ki; ‘Bir insan Allah’tan korkarsa, her şey ondan korkar.’ demişlerdi.”
Ama Allah’tan korkmazsa... Şimdi bu hadîs-i şerîfin devamına geçiyor;
Ve men lem yehâfillâhe. “Kim Allah’tan korkmazsa...”
Allah’tan korkmayan ne yapar?
Günah işler, Allah’ı düşünmez, cezayı düşünmez, âhireti düşünmez, mahkeme-i kübrâyı düşünmez. Dünya menfaati için, keyfi için, zevki için, nefsi için, şeytana uyduğu için, kötü, zararlı şeyler yapar. O zaman, ehâfehullâhu min külli şey’in “Allah onu her şeyden korkan, korkak, ürkek bir insan haline getirir, endişeli olur.”
Adam sağında, solunda, arkasında, “pat” diye bir ses gelse hemen döner:
“Eyvah beni vuracaklar mı, eyvah bir şey olacak mı?..”
Biliyoruz, çete reisleri de böyle heyecandan şeker hastası olurlarmış, gerilimlere düşerlermiş.
Neden?
“Her an bir hücuma uğrayabilirim!” diye her şeyden korkuyor. Ama Allah’tan korktu mu; her şey ondan korkuyor, o kimseden korkmuyor, sırf Allah’tan korkuyor. Allah’tan korkmadı mı; bu sefer her şeyden korkan, ürken, endişe eden bir kimse haline gelir. Bu da hayatı zehir eder. Hayat biraz serazat yaşamak içindir, gönlünce, keyfince, muradınca yaşamak içindir. Her an korkular içinde olan bir insanın hayatı zehir olur.
Mesela deniliyor ki;
“Bir insanın unutması da bir nimettir.”
Çünkü insan unuttuğu için her an cehennemi hatırlamıyor, âhiret azaplarını hatırına getirmediği için rahat uyuyor. Eğer insanoğlu âhirette ne kadar büyük bir hesaba çekileceğini; cezalı, günahkâr insanlar için ne kadar büyük azaplar hazırlanmış olduğunu bilseydi, ağzının tadı kalmazdı. Kendisine cehennemden bir sahne rüyasında gösterilse, aklını oynatır, artık bir daha hayatta yüzü gülmez; veyahut cennetteki bir nimeti görse, dünyaya metelik vermez, hep onu ister. Devamlı korku da insanı hasta eder, doktorların söylediği bir husus; hayattan hiç bir tat almaz, hiç bir şey yapmaz.
Demek ki hayatta hepimizin iyi müslüman olarak sadece Allah’ın rızasını düşünmesi lazım, sadece Allah’tan korkması lazım, Allah’tan gayriden korkmaması lazım!..
Bizim Abdülaziz Hocamız rahmetullahi aleyh, Hocamız Mehmed Zahid Efendi kaddesallahu sırrahu’l-aziz’in arkadaşı ve ondan önceki selefi; mübarek, dermiş ki;
“Biz Allah’tan korkmayanlardan korkarız; insan Allah’tan korkmadı mı, onun âkıbeti fena olur da onun için üzülürüz. Ölecek gidecek, fena durumlara düşecek, yazık olacak ona diye korkarız.” dermiş.
Onun için bizim, Allah korkusunu zihnimize yerleştirmemiz lazım! Allah’ı bildi mi insan, hem Allah’ı sever hem de Allah’tan korkar. Sever, çünkü her türlü güzelliği yaratan Allah... Yerleri, gökleri, çayırları, çimenleri, çiçekleri, meyveleri, nimetleri, hikmetleri, ibretleri yaratan Allah... Her şeyi güzel olduğu için müslüman Allah’ı sever. İyi bir mutasavvıf, iyi bir sûfî, ârif bir kimse her şeye baktığı zaman zevkten zevke, halden hâle geçer, çok memnun olur. Her şeyde bir ibret görür, bir güzellik görür, her şeyde Allah’ın güzelliğini temaşa eder.
Bir korku tarafı olacak bir de; “Allah’ın bu güzel lütuflarından mahrum olurum; Allah’a âsi olursam, Rabbim bana itâb ederse, sorgu sual ederse, ‘Ey kulum, ben sana bu kadar nimeti verdiğim halde niye böyle yaptın?’ diye sorarsa, mahcup olurum.” diye korkar.
Korkuyu içimize yerleştirmeliyiz. Allah’tan korkarak, Allah’ı severek, sevgiyle karışık bir korku, tatlı bir korku ile yaşamalıyız, yalnız Allah’tan korkmalıyız.
Onun için hakkı söylemekten geri durmamalıyız. Maddî menfaat hesabı yapıp da, hilâf-ı hakîkat sözler söylememeliyiz. Bazısı bir işi sağlamak için veya kendisini kurtarmak için bazı şeyler söylüyor, yanlış söylüyor veya doğruyu söylemiyor, kıvırttırıyor, lafı yuvarlıyor veyahut iyi insanlara kötü diyor, kötü insanlara eyvallah ediyor veya dalkavukluk ediyor, baş eğiyor... Bunların hiç birisi doğru değil. Allah bunların hepsinin hesabını sorar. Kim yanlış iş yaparsa, Allah o yanlış iş yapana yanlış yaptığı işi sorar.
Onun için insanın yanlış iş yapmamaya çok dikkat etmesi lazım, ayağını denk alması lazım, sözünü söylemesi lazım!.. Hele bir insan herkesin ağzına baktığı alim bir kimse ise “Hoca” diye tanınmışsa o insanın ağzından yanlış söz hiç çıkmamalı, hilâf-ı hakîkat, Kur’an’a, âyete aykırı söz çıkmamalı!.. Bir münafığın medhi çıkmamalı. O kimse bir mü’minin hakkını savunmalı!..
Müslümana gıybet edildiği zaman ne yapmak gerektiğini, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz söylüyor. O kimse müslümandan yana tavrını koyacak!..
“Ben böyle yaparsam işlerim aksar, şirketlerim bozulur...”
Böyle saçma hesap olmaz! Bu Allah’ın sevmediği bir hesaptır, yanlış bir hesaptır, sonu ters tarafa çıkar. Mü’min Allah’tan korkacak, hakkı söyleyecek!..
Bizim büyüklerimiz, yanlış bir iş yapan kimseye;
“Sen Allah’tan korkmaz mısın?.. Yarın rûz-ı mahşerde hesap var, mahkeme-i kübrâda Allah’ın huzurunda ne söyleyeceksin? Allah’tan korkmuyor musun?..” derlerdi.
Hitap edecekleri zaman;
“Bre, Allah’tan korkmaz, halktan utanmaz!” derlerdi.
Çünkü halk da hakkı anlar, halk âriftir; belki çok tahsilli değildir ama mü’minin ferasetiyle anlar. Onun için “Allah’tan korkmuyor musun, halktan utanmıyor musun?” derlerdi.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim,
Allah’a yalvaralım; kimde kötü huy varsa, o kötü huyları izale etsin. Hayat imtihanlarla doludur, insanın karşısına çeşitli durumlar gelir, o durumlarda her şey olabilir. Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Mü’min kusur işleyebilir, hata işleyebilir, yanlış söz söyleyebilir, yanlış hareket edebilir, ama mü’min daima doğru söyler.”
Hz. Bilâl-i Habeşî radıyallahu anh’a;
“Dininden dön! ‘Allah bir’ deme, İslâm’ı bırak, şirke dön, küfre dön!..” diye tazyik ediyorlardı.
Adamacağız köle, maddî imkanı yok, zayıf bir kimse... Ayrıca Habeşistan kökenli, Mekke’ye oradan gelmiş, garip bir kimse, baskı yapıyorlar. O da bu işkenceye rağmen daima ne diyordu;
“Ehad... Ehad... Ehad... Allah bir tektir, bir tektir, bir tektir!”
Hakkı söylemekten dönmek, hakkın gayrı söz söylemek mü’mine yakışmaz; hakkı söyleyecek!
“Ben korkuyorum...”
Korksan da hakkı söyleyeceksin! Çünkü herkes senin ağzına bakıyor, onun için hakkı söyleyeceksin!..
Hakkı söylemezse, o zaman Allah’tan korkmuyor. Allah’tan korkmadığı zaman da Allah onu her türlü tehlikeye mâruz bıraktırır, her türlü tehlikeden korkar. Gecesi gündüzü vehimle, korkuyla, titremekle, dalavereyle geçer. Böyle şey olmaz.
Allahu Teâlâ hazretleri herkese güzel huylar versin... Kötü huyları olanları da kötü huylardan temizlesin...
Üçüncü bir hadîs-i şerîfi eklemek istiyorum;
مَنْ خَرَجَ يَطْلُبُ بَابًا مِنَ الْعِلْمِ لِيَرُدَّ بِهِ بِاطِلاً مِنْ حَقٍّ أَوْ ضَلَالَةً مِنْ هُدًى كَانَ كَعِبَادَةِ مُتَعَبِّدٍ أَرْبَعِينَ عَاماً.
Men harace yetlubü bâben mine’l-ilmi liyerudde bihî bâtılen min hakkın ev dalâleten min hüden kâne keibâdeti müteabbidin erbaîne âmen.
İbn Mes’ud radıyallahu anhuma’dan rivayet edilmiş, müjdeli bir hadîs-i şerîf... Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Men harace. “Kim ki çıkar...”
Nereden çıkacak?
“Bir insan kabilesinden, yurdundan, yerinden, evinden barkından çıktı...”
Niçin?
Yetlubü bâben mine’l-ilm “İlimden bir bölüm öğrenmek isteğiyle, bir şey öğreneyim...”
İnsanlar bütün ilimleri öğrenemez. İlimler sonsuzdur, insanın aklı da yetmez, ömrü de yetmez. Ama bir bölümü öğrenebilir, herkes bir konuda mütehassıs oluyor.
Hatta bazen insan, bir mesleğin bir parçasını öğrenmek için uzun seyahatler yapıyor. Adamın fabrikası var, fabrikasında bir sıkıntısı var, bir sorunu var... O sorunu çözmek için, bir şeyi anlamak için kalkıyor, Almanya’daki bir fuara geliyor. Orada kendi cinsinden, kendi fabrikasının yaptığı işi yapan bir iş yerine gidiyor. Orayı inceliyor, görüyor, çözüyor, memleketine geliyor, fabrikasını güzel çalıştırıyor.
“İlimden bir bölüm öğrenmek için bir insan yerinden, yurdundan çıkarsa...”
Tabii ilimler çeşitli, ben fabrika misalini verdim, ama asıl o önemli değil, Peygamber Efendimiz;
Li-yerudde bihî bâtılen min hakkı. “Bu öğrendiği ilimle bir batılı reddedip, batıl olduğunu anlatıp, hakkı ortaya çıkarmak, hakkın üzerine çökmüş yanlışlığı kaldırmak, hakkı ızhar etmek, bâtılı def etmek için ilim öğrenirse...”
Başka?.
Ev dalâleten min hüden. “Bir sapıklığı ortadan kaldırmak için, hidayeti öğretmek için...”
Hidayet ne?
Doğru yol
“Hidayetin önüne çıkmış olan, hidayetin tanınmasını, bilinmesini, doğru yolun bilinmesini, tanınmasını engelleyen bir dalâleti, bir sapıklığı anlatıp, ‘Bakın bu sapıklıktır, yanlışlıktır, sapkınlıktır, saplantıdır, gayr-i ilmîdir, yalandır, yanlıştır.’ diye doğru yolu göstermek, yanlışlığı anlatmak için, ilimden bir bölüm öğrenmeye niyet ederek, insan yerinden, yurdundan, evinden, barkından çıkarsa...”
Bu çıkışını iyi niyetle yapıyor, gurbete gidiyor, bir şeyler öğrenecek, dine yardımcı olacak, hidayetin, doğru yolun açıklanmasını sağlayacak, hakkın, gerçeğin öğrenilmesini sağlayacak, batılın reddedilmesini, dalâletin ortadan kalkmasını sağlayacak...
O zaman, kâne ke-ibâdeti müteabbidin erbaîne âmen. “40 yıl yana yakına, aşk ile şevk ile göz yaşıyla ibadet eden bir âbidin ibadeti kadar bu insan sevap alır.”
Demek ki bu hadîs-i şerîfte ilmin de ana gayeleri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bize işaret buyurulmuş oluyor. İnsan ilmi fiyaka satmak için, kendisine alkış toplamak için, mevki sağlamak için, dünya menfaati sağlamak için öğrenmez.
İlim niçin öğrenilir?
Batılı reddetmek, dalâleti ortadan kaldırmak, sapıklığı engellemek, gerçeği anlatmak için öğrenilir.
Tabii insan gerçeği öğrenirse, hakkı öğrenirse, hidayeti, hak yolu, doğru yolu öğrenirse, bu öğrendiğini anlatacak!
“Bu doğrudur, bu yanlıştır! Allah’ın rızası şuradadır, gazabı şöyle yaparsan gelir. Şöyle yaparsan Allah sever; böyle yaparsan kahreder, mahveder. Allah’ın sevdiği kullar şunlardır; mü’min kullardır, doğru kullardır, âbid kullardır, merhametli kullardır, başkasının hakkını yemeyen kullardır... Allah’ın sevmediği kullar da; zalim kullardır, hak yiyen kullardır, zulmeden, ezen, insanları zarara uğratan, ezâ, cefâ veren insanlardır...” diye bunları anlatacak. Bir alim bunları anlatacak ki,toplum düze çıksın, gerçeği bulsun, mutluluğa ulaşsın.
İşte, bak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne kadar güzel teşvikte bulunuyor;
“Kim ilimden bir bölüm öğrenmek için evinden çıkarsa...”
Bu öğrenmekteki maksadı da, hakkı ortaya çıkarmak, batılı reddetmek, bu yanlıştır demek, hidayet yolunu, doğru yolu, hak yolu göstermek, yanlışlık yolundan çevirmek için olursa...
Peki öğrendi, ne olacak?
Öğrendiğini söyleyecek, öğrendiğine göre söz söyleyecek. Alim aktif olacak; canlı, çalışkan, faal olacak, pısırık olmayacak!..
“Efendim, falanca alim; dağ başında bir köşk edinmiş, Ege’nin, Akdeniz’in güzel bir kasabasında bir yazlık almış, orada yaşıyor.”
Bana ne onun ilminden, kendisine yarıyor. Orada keyfine bakıyor, ilimiyle topluma faydalı olmuyor. Öğrenecek, öğrendiğini toplumun istifadesine sunacak ve anlatacak;
“Bakın siz böyle yapıyorsunuz ama bu yanlıştır!” diyecek.
Erbabı, mütehassısı konuşsun; mütehassıs olmayan sussun!
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi alim eylesin, alimleri seven eylesin, ilim yolunda eylesin... Her yaptığı iş ilme, irfana, akla, mantığa uygun olan insanlar olmayı herkese nasip eylesin...
Bir de İbn Abbas radıyallahu anh’ten bir hadîs-i şerîf daha okuyup onunla bitirmek istiyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz -Allah şefaatine cümlemizi erdirsin- tatlı tatlı buyurmuşlar ki;
مَنْ سَرّهُ أَنْ يَكُونَ أَقْوَى النّاسِ فَلْيَتَوَكّلْ عَلَى اللّهِ عزّ و جلّ.
Men serrehû en yekûne ekva’n-nâsi fe’lyetevekkel alellâhi azze ve celle.
Peygamber Efendimiz diyor ki;
“İnsanların en kuvvetlisi olmayı kim istiyorsa...”
Ben istiyorum, siz de istiyorsunuz en kuvvetli olsam diye... Zayıf olmayı kimse istemez, zayıfı ezerler, kuvvetli olmak iyidir.
“İnsanlardan en kuvvetli olmayı kim istiyorsa, aziz ve celîl olan Allah’a tevekkül etsin!”
Allah’a tevekkül ne demek?
Allah’a dayanmak, işini Allah’a ısmarlamak, Allah’tan korkmak, Allah’a dayanıp hakkı söylemekten çekinmemek... Böyle insan en kuvvetli olur.
Neden?
Allahu Teâlâ hazretleri kendisine tevekkül edenleri korur, kuvvetlendirir ve başarıya ulaştırır.
İnsan Allah’a dayanırsa en kuvvetli olur. Tevekkül ederse, Allah ona yardım eder. Mühim olan Allah’a dayanmaktır. Allah’a dayanan başarıdan başarıya koşar.
Allah hepimize yardım eylesin...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..