Sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun.
Allah nice cumalara eşlerinizle, çoluk çocuğunuzla, sevdiklerinizle sıhhat âfiyet üzere, sevdiği, razı olduğu kullar olarak eriştirsin. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet olunduğuna göre şöyle buyurmuşlar:
إِنَّ فِي جَهَنَّمَ وَادِيًا تَسْتَعِيذُ مِنْهُ كُلَّ يَوْمٍ سَبْعِينُ مَرَّةً أَعَدَّهُ الله لِلْقُرَّاءِ الْمُرَائِينَ بِأَعْمَالِهِمْ وَإِنْ أَبْغَضَ الْخَلْقِ إِلَى اللّٰهِ عَالِمُ السُّلْطَانِ
İnne fî cehenneme vâdiyen testeîzü minhü külle yevmin seb’îne merreten eaddehû li’l-kurrâi’l-mürâîne bi-a’mâlihim ve inne ebğada’l-halkı ila’llâhi âlimü’s-sultân.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
İlk hadîs-i şerîfin mübarek metnini okudum, açıklamasına geçiyorum:
İnne fî cehenneme vâdiyen. “Cehennemde bir vadi vardır ki...”
Cehennemin içinde, cehennemin ateşleri, azapları arasında, çevresine göre daha derin olan, daha çukur bir vadi... Nasıl dağların arasında vadi varsa, yarık, çukur, aşağıda...
“Cehennemin içinde bir vadi vardır ki…”
Testeîzü minhü külle yevmin seb’îne merreten. “Cehennem bile ondan korkar da, her gün yetmiş defa ondan Allah’a sığınır. ‘Aman bunun şerrinden beni koru ya Rabbî!’ diye cehennemin kendisi bile, kendi içindeki bu dehşetli, müthiş, korkunç vadiden Allah’a sığınır.”
Tabi bu ifade çok önemli. Cehennem zaten Allah’ın azap yurdu, azap etmek istediği kullarını, cezalandırmak istediği suçlu kulları; âsi, kâfir, müşrik, münafık, zâlim, kâtil, fâsık, fâcir kulları cezalandırmak için hazırladığı bir azap yurdu. Ama onun da içinde öyle yerler var ki azabı öbür taraflarından çok daha fazla şiddetli oluyor.
İşte bu cehennemin içinde bir vadi vardır ki cehennem bile ondan Allah’a sığınır. Günde yetmiş defa; “Aman yâ Rabbi! Bunun şerrinden beni koru. Aman yâ Rabbî! Bunun şerrinden sana sığınırım!" diye cehennem bile ondan Allah’a sığınır. Meraklanılacak bir şey.
Eaddehû li’l-kurrâi’l-mürâîne bia’mâlihim.
Allah bu yeri hangi cezalı, suçlu kullar için hazırlamıştır?
Allah bu azap vadisini kimler için hazırlamıştır?
Onun cevabı bu okuduğum kısımda geliyor:
Li’l-kurrâi’l-mürâîne bi-a’mâlihim. “Amelleriyle mürâîlik yapan kurrâ için hazırlamıştır.”
Tabi buradaki kelimeleri izah edeceğim:
Kurrâ ne demek?
Kurrâ kelimesi hemze ile, kârî kelimesinin çoğuludur, kârî’ler demek.
Kârî de ne demek?
“Okuyan” demek.
Umumiyetle Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okuyan, ezbere okuyan, ezberlemiş olan kimselere kâr î denilir, mukrî denilir if’al babından, ism-i fâil sîgası olarak.
Tabi İslâm’da en önemli şey, İslâm'ı bilmek Kur’an’ı bilmekle olduğu için, Kur’an okuyanlar önem kazanıyor ve değerli oluyor. Alim olmak için mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’i iyi incelemek lazım.
Avrupa’da müslüman olmuş kardeşler var. Irk olarak Alman olduğu halde, başka milletten olduğu halde sonradan müslüman olmuş.
Bu mübarekler, İslâm’a ilgi duyup müslüman olanlar, İslâm’ı kökünden tam anlamak için, doğru anlamak için, hemen Arapça öğrenmeye kalkışırlar. Ve kendi ülkelerinde neşredilmiş İslâm’la ilgili kitaplara itimat etmezler. ‘Bunlar belki gayrimüslimler tarafından hazırlanmıştır. Belki gerçekleri aksettirmiyordur, belki kasıtlıdır. Belki kötüleyici mahiyette garazkârâne yazılmıştır.’ diye itimat etmezler. Kendileri Arap ülkelerine giderler... ‘Madem müslüman olduk, İslâm'ı derinden tanımak için gidelim, Arapça öğrenelim!’ derler.
Mısır’da okurlar, başka bir İslâm ülkesinde okurlar, Arapça’yı güzelce öğrenirler, Kur’ân-ı Kerîm’e çok çalışırlar.”
Bu doğru bir yoldur. Keşke hepimiz böyle yapsak. Biz tabi elhamdülillah, anneden babadan müslümanız, doğuştan müslümanız. Fakat bunun bir tehlikesi var: Doğuştan müslüman olduğumuz için İslâm ile kendimizi âşina, dost, tanışık bildiğimizden, pek çok kimse İslâm’ı merak edip de derinlemesine çalışmaya gitmiyor.
Halbuki “Madem ben müslümanım; o halde İslâm'ı tam öğrenmeliyim. Madem Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelâmı, ben Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi çalışmalıyım!” demeli. Her şeyden evvel; İngilizce’den, Fransızca’dan, Almanca’dan, diğer batı dillerinden, diğer tahsillerden önce herkes güzelce Arapça öğrenmeli.
Zaten bizim medeniyetimizin, mazimizin, tarihimizin temel direklerinden birisi, ana köklerinden birisi, Arap diliyle açılan o engin hazinedir. Onları bilmek için o kitapları, o bilgileri kazanmak için mutlaka Arapça öğrenmek lazım geliyor.
Onun için bizim de Arapça’yı öğrenmemiz lazım ve su gibi Arapça konuşabilmemiz lazım. Komşularımızın bir kısmı Arap olduğundan, özel olarak bu sebeple de Arapça öğrenmemiz lazım.
Mesela ben genç olsaydım aynı zamanda Yunanca öğrenmeye, Bulgarca öğrenemeye de kalkardım. Onlara da heves ederdim, Kafkas dillerine de heves ederdim. Çünkü onlar da komşularımız. Bunun gibi Arapça’yı da, zaten komşularımızın bir kısmı Arap olduğundan öğrenmemiz lazım.
Tarihimizin içinde Arapça’nın ve Arapça ile yazılmış eserlerin kütüphanelerimizde ve mazimizde büyük yeri olduğundan, Arapça’yı da öğrenmeyi isterdim. Elhamdülillah Allah bize nasip etti de buradan Arapça’sından okuyup dilimizin döndüğünce anlatıyoruz. Çok şükürler olsun, mutluyuz, memnunuz. Herkese de tavsiye ederiz.
Tabi Kur’ân-ı Kerîm’i iyi bilmek, alimlik alâmeti ama kurrâ-i kirâm, asâletli, soylu hafız efendiler, Kur’an’ı bilen, iyi okuyan mübarek efendiler çok kıymetli kimseler. Bunlar alimler. Çünkü bütün İslâmî ilimlerin temeli, kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir, hadîs-i şerîflerdir. Tabi onları öğrenmek lazım ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz burada buyuruyor ki;
“Allah o azap vadisini, kurrâlar için hazırlamıştır.”
Ama nasıl kurrâlar?
el-Mürâîne bi-a’mâlihim. “İşledikleri ibadetlerde, yaptıkları amellerde, icraatta, mürâîlik, riyakârlık yapan alimler için hazırlamıştır.”
İlmin Allah rızası için olması lazım. Alimin Allah rızası için konuşması lazım, Allah rızası için amel etmesi, ibadet etmesi, icraat yapması lazım. Her şeyin Allah rızası için olması lazım. Eğer riyakârlıkla olursa, gösteriş için olursa, dünyevî menfaat celbi için olursa, Allah o zaman sevmez ve bunları en büyük şekilde, büyük cezalara, belalara, azaplara mâruz bırakır. Bu hadîs-i şerîf de onu gösteriyor.
Mürâî din alimleri, mürâî kârîler için, Kur’an okuyanlar, Kur’an alimleri için Allah bu azap vadisini hazırlamıştır. Öyle korkunç bir azap vadisi ki cehennem bile günde yetmiş defa ondan Allah’a ilticâ ediyor, sığınıyor. Hadîs-i şerîfin devamı da konuyu biraz daha açıklığa kavuşturuyor.
Ve inne ebğada’l-halkı ila’llâhi âlimü’s-sultân. “Allah’a en sevimsiz gelen, mahlukatı içinde Allah’ın en buğz ettiği, kızdığı varlıklar, sultanın alimleridir. Sultanın yanına yanaşıp ona dalkavukluk yapan, ‘Onun elinde olan imkânları, hazineleri, malı, mülkü alırım! Biraz da bana hediye verir, câize verir, atiyye verir, bahşiş verir.’ diye onun etrafından dolaşan alimlerdir.” diye Peygamber Efendimiz ayrıca bildiriyor.
Tabi muhterem kardeşlerim, biliyorsunuz, İslâm’ın da temeli ilimdir. Dünyadaki başarıların da kaynağı ilim. Âhiretin mükâfâtlarını almak, cennete girmenin de sebebi, ilim. İnsan alim olmalı, ilme değer vermeli!
Biz müslümanlar hepimiz, ilme sımsıkı sarılmalıyız; çünkü ilim İslâm’ın canıdır, damarıdır, direğidir, can damarıdır, son derece kıymetlidir. Bu önemli, alim de onun için çok önemli ve çok değerli bir kimse oluyor. Kur’an’ı bilen insanlar, İslâm’ı bilen insanlar çok değerli oluyor.
Bir de yönetici kadro var, yöneticiler var. Toplulukların başına toplum tarafından getirilmiş veya yönetim sistemlerine göre babadan oğula, başka şekillerle geçmiş insanlar bulunuyor. Topluluğu onlar yönetiyor, son söz onların oluyor. Onlara “sultan” deniliyor, “hükümdar” deniliyor, “kraliçe” deniliyor, “kral” deniliyor, “başkan” deniliyor, “reisicumhur” deniliyor, “cumhurbaşkanı” deniliyor, “diktatör” deniliyor. Bir toplumun başında olan kimse.
Toplumun başında olan kimse ve toplumu yönetmek için kurulmuş olan devlet mekanizması, aslında toplumun yararınadır. Toplumu idare etmek, toplumun menfaatlerini korumak, toplumu geliştirmek içindir.
Binâenaleyh onun doğru bilgilerle bilgilenmesi lazım, doğru bilgilere göre icraat yapması lazım. Devletin doğru bilgileri alıp değerlendirip doğru bilgilerle çalışması lazım.
Bu da alimlere bağlı. Alimlerle devlet yöneticilerinin işbirliğine bağlı. Bu ikisi güzel olursa devleti alimlerin nasihatleriyle yönetirlerse yöneticiler, devlet ileriye gider, yükselir, başarıdan başarıya koşar. Tarihte böyle olmuştur. Kendi tarihimizde de böyledir.
Mesela Osmanlı tarihinde, ilme kıymet verildiği, değer verildiği zamanlarda, mesela Fatih'in zamanında, eski bir çağı kapatmış, yeni bir çağı açmışız. Çok büyük icatlar yapılmış; havan topları vesaire... İstanbul’un fethinde kullanılan çeşitli usulleri biliyorsunuz.
Demek ki ilimle yönetim beraber olduğu zaman ne kadar büyük başarılar kazanıldığı, tarihte de görülüyor, bugün de görülüyor. Tabi bizim gibi Avrupa’yı, dünyayı gezen insanlar da, başka kardeşlerimiz de bunları görüyorlar; bu güzel.
Bir de aksini düşünelim:
Yönetim ilimden uzak, kaba saba, bilgisiz olursa o zaman ne olur?
Uçağın pilot kabinesine, uçağı yönetmeyi bilmeyen bir insan geçtiğini düşünün. Otobüsün direksiyonuna, şoförlük ehliyeti olmayan birisinin geçtiğini düşünün. Trenin makinisti rahatsızlandığı için trenin başına bu işi hiç anlamayan bir kimsenin geçtiğini düşünün. Bir gemide kaptana bir şey olduğu için kaptanlıktan anlamayan, tecrübesiz birinin kaptan köşküne geçip yönetimi ele aldığını düşünün. Ne kadar büyük felaketler olur. Toplum felakete gider.
İslâm’da bir önemli husus var: Sonucu itibariyle çok insanı zarara uğratan suçlar, daha büyük suçtur, cezaları daha fazladır. Sonucu itibariyle mevzî kalan, az insanı zarara uğratan hatalar, suçlar, günahlar da, ona göre nispeten daha küçük suçlar, günahlar sayılır.
Alim eğer dalkavuk olursa, hakkı hayrı söylemezse, sultanın da yanına yanaşırsa, sultan da ona itimat edecek, bir şey sanacak; “Bu biliyor.” diye ona güvenecek, onun sözünü uygulayacak olursa; o da yalan yanlış söyleyince, toplum helâk olur. Gemi karaya oturur, tren çarpışır, uçak düşer, otobüs uçurumdan yuvarlanır.
Onun için bu alimin suçu ve cezası çok büyük oluyor. Böyle insanlar; cehennemin bile bir günde yetmiş defa Allah’a sığındığı o korkunç azap yerine atılıyor. Yöneticileri de şaşırttığı için, gerçeği söylemediği için, asıl yapması gereken görevi yapmadığı için böyle oluyor. Bu çok önemli.
Bu hadîs-i şerîften iki sonuç çıkar, mü’min kardeşlerim!
1. Yöneticiler gerçek alimlere kulak vermeli, gerçek alimlerden doğru bilgileri almaya çalışmalıdır. Dalkavuklardan yakasını sıyırmalıdır. Onlara yüz vermemelidir. İlmiyle menfaat temin etmek isteyen insanların, kötü huylu bilginlerin bu kötülüklerine fırsat vermemelidir.
2. Dini bilen, Kur’an’ı bilen alimler de hakkı söylemelidir. Mürâîlik, riyâkârlık yapmamalıdır. Kendisini helâk ettiği gibi bir de toplumu yöneten insanların yanına yanaşıp, onları da ifsâd edip, kandırıp, yanlış yollara sevk edip, toplumu felâkete götürmemelidir.
Tabi böyle kötü niyetli olan bir insan; menfaat hırsıyla gözü dönmüş, Allah’tan korkmuyor, yalan yanlış şeylerle, dalkavuklukla maddî menfaat, mevki makam, para pul teminine çalışıyor. O kendisi nasihati biraz zor dinler de, o zaman başka alimlere de, onun yaptığı yanlışlıkları yerinde, zamanında ortaya dökmek ve anlatmak; “Aman buna kanmayın, bunun söylediği yanlıştır!” diye gerçekleri ifade etmek düşüyor.
Alimlere Allah kolaylık versin, yöneticilere de basîret versin, ilimle yönetim bir arada çalışsın ve insanlar mutlu olsun. Ülkemiz, başka ülkeler, herkes, her yönden doğru istikamete giderek, dünya ve âhiret saadetini sağlamaya gayret etsin.
Birinci hadîs-i şerîf bu. Önemli bir konu, her zaman için geçerli, bugün için de geçerli, gelecek için de geçerli bir hadîs-i şerîf.
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Abdullah b. Ca’fer radıyallahu anh’ten Deylemî’nin rivayet ettiğine göre buyurmuş ki;
إِنَّ قَوْمًا أَحَبُّوا قَوْمًا حَتَّى هَلَكُوا فِي حُبِّهِمْ، فَلَا تَكُونُوا مِثْلَهُمْ؛ وَإِنَّ قَوْمًا أَبْغَضُوا قَوْمًا حَتَّى هَلَكُوا فِي بُغْضِهِمْ، فَلَا تَكُونُوا مِثْلَهُمْ
İnne kavmen ehabbû kavmen hattâ helekû fî hubbihim fe lâ tekûnû mislehüm ve inne kavmen ebğadû kavmen hattâ helekû fî buğdihim fe lâ tekûnû mislehüm.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu ikinci hadîs-i şerîfte diyor ki;
İnne kavmen. “Bir kavim, bir topluluk, bir grup insan.” Ehabbû kavmen. “Bir başka grup insanları sevdiler. Bir kavim bir kavmi sevdi.”
Buradan “kavim” sözünden anlayacağımız, bir “ırk” demek değil. İranlı, Afganlı, Hintli, Türk, Kürt veya Avrupalı, Yunan, Bulgar. O mânaya değil.
Kavmen; “bir grup insan, insan topluluğu, bazı insanlar” demek.
“Bazı insanlar, bazı insanları sevdiler ama ifrat derecesinde sevdiler.”
Hattâ helekû fî hubbihim. “Sonunda bu sevgileri yüzünden helâke uğradılar.” Felâ tekûnû mislehüm. “Sakın siz onlar gibi olmayın!” Ve inne kavmen. “Yine bir takım insanlar.” Ebğadû kavmen. “Bazı insanlara kızdılar, buğz ettiler, düşman gözüyle baktılar, kin tuttular.” Hattâ helekû fî buğdihim. “Onlara olan kızgınlıkları yüzünden helâk oldular.” Felâ tekûnû mislehüm. “Sakın bunlar gibi de olmayın.”
Burada misal yok, “bazı insanlar” deniliyor. Bu insanların kimler olduğunu, hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bildirmemiş. Kimi ima ettiğini de biz şu anda bu okumamızla anlayamıyoruz. İma edilen kimdir, anlayamıyoruz. Ama ehabbû dedi, ebğadû dedi. Tarihte olmuş misalleri düşünerek Peygamber Efendimiz’in söylediğini anlıyoruz.
O zaman biz de Peygamber Efendimiz’den önceki tarihi göz önünden geçirelim, bir misal bulmaya çalışalım.
İnne kavmen ehabbû kavmen. “Bazı insanlar, bazı insanları sevdiler.” Hattâ helekû fî hubbihim. “O sevgi yüzünde helâk oldular.”
Hafızamızdan misal çıkarmaya çalışalım:
Mesela Mısırlıların içinde, Firavun’un yaşadığı zamanda, Firavun’u ve onun yöneticilerini bazı insanlar sevdi. Tabi sevmese etrafında toplanmaz. “Bu bizim takım, bizim devlet, bizden olan kimseler” der, ondan etrafında toplanır. İnsanlar sevmediği insanların yanından uzaklaşır. Ama onun etrafında toplandılar.
Biz Mısır’a gittiğimiz zaman, çeşitli eski şehirleri gördük, harabeleri gördük. Koca koca mâbetler yapmışlar. Koca koca binalar. Tarihte uzun yıllar devam eden, asırlar boyu devam eden bâtıl medeniyetler. Ananelerini seviyorlar, eskileri seviyorlar, belki papazlarını seviyorlar, rahiplerini seviyorlar. Menfis Mâbedi’nde veyahut ehramların olduğu Kahire’deki yerde tapınakları filan var.
Kavim, rahiplerini seviyor ki onların sözünü dinliyor. Ama yanlış bir sevgi. O sevgide ifrat derecede bağlılık gösteriyorlar. Sonra kendilerine ikazcılar geldiği halde, peygamber geldiği halde; -mesela Musa aleyhisselam, Harun aleyhisselam geldi, onlara gerçekleri anlattı ama Firavun’un tarafını tuttular. Sevgileri yanlış istikâmette oldu.- Firavun'un tarafını tuttular, hak yolu tutmadılar, hak yolu temsil eden kimseleri tutmadılar. Onları hor gördüler; derken, bu Firavun’un taraftarlığından dolayı helâk oldular.
Düşünelim Nemrud’un kavmi de böyle. Düşünelim Nuh aleyhisselam’ın kavmi de böyle.
Nuh aleyhisselam onları hak yola çağırdıkça;
“Aman, sakın ha!” diyorlar. “Tapınaklarınızı, putlarınızı bırakmayın! Putlarınıza vefalı olun, aman dininizi terk etmeyin! Bu yeni gelen adamların –‘yeni gelen adamlar’ dediği peygamberler- söylediklerinden dolayı asırlardır atalarınızın tapındığı putları bırakmayın, atalarınızın yolundan ayrılmayın!” diyorlardı.
Bu bir taassup. Gerçek değil, sadece hissî, indî. Sevgiden dolayı bir tarafı tutuyorlar ama Allah’ın sevmediği tarafı tutuyorlar. Allah’a karşı geliyorlar, Allah’ın peygamberlerine karşı geliyorlar; helâk oluyorlar.
Bunun aksi de var. Bazıları bazı insanları sevmiyorlar. Diyelim ki Kureyş kavmi, Peygamber Efendimiz İslâm'ı getirdiği zaman, müslüman olan ashabını sevmediler. İşkence ettiler, kimisini şehit eylediler. Peygamber Efendimiz'i Mekke-i Mükerreme’den çıkardılar, buğz ettiler. Sonra hepsi bu inatlarında, kızgınlıklarında, kinlerinde helâk oldular.
Demek ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle olmamayı da tavsiye ediyor. Bundan çıkan sonuç çok güzel; Peygamber Efendimiz'in tavsiye-i nebeviyyesi çok önemli. İnsanların eski alışkanlıklarla veyahut kendilerinden önceki insanların tutturmuş olduğu yanlış istikametlerde inat ederek, onlara lüzumsuz bir bağlılık göstererek yeni ortaya çıkan gerçekleri, yenilikleri, doğruları, doğruluğu anlaşılmış olan hususları reddetmemeleri lazım. Onların karşısına çıkmaması, onlara düşman gözüyle bakmaması lazım.
Aklını kullanmalı, mutaassıp ve tutucu olmamalı.
Burada da demin birinci hadis-i şerifte söylediğimiz gibi ilim insana rehber olacak. Bir insan çıkıyor; “Ben Peygamberim.” diyor, bir gerçek getiriyor. İnsan yeni gelen şeyi aklıyla, mantığıyla ölçecek, ondan sonra hakkın, aklın, mantığın tarafını tutacak. Peygamber Efendimiz daima aklın tarafını tutmayı tavsiye ediyor. Tabi akıl deyince bazıları diyecek ki;
“Tamam, Hocaefendi vaazında çok iyi söyledi, tamam, aklı tutalım!”
Ama aklın da çeşitleri var. Meyhaneye gidip de kendisini içkiye kaptırmış olan insanın da bir aklı, bir mantığı, bir felsefesi var. Kumarhaneye gidip de bütün maaşını oraya yatırıp çoluk çocuğunu aç bırakan insanın da bir mantığı, bir düşüncesi, bir felsefesi var.
Her akıl, makbul akıl değil. Makbul olan akıl, akl-ı selîmdir. Bilimsel araştırmalarla doğruluğu kabul edilmiş olan gerçekler olmalı.
“Tamam, hoca aklı tavsiye ediyor. Falanca ilim adamı da şöyle söylemiş, o halde hemen onun peşinden gidelim!” diye birden acele etmemek lazım.
Belki o peşinden gittikleri, aklını beğendikleri insan da hata etmiştir. Bakın tarih boyunca bir sürü filozof çıkmış, bir sürü felsefî mektep, ekol ortaya atmış. Sonra da onların yanlışlığı anlaşılmış. Hatta Fizik, Kimya konusunda bazıları bazı çalışmalar yapmışlar, bazı şeyleri gerçek sanmışlar. Ama sonradan onların yanlışlığı anlaşılmış.
Demek ki aklın; akl-ı selîm olduğunu düşünmek lazım. Selamette olan bir akıl, mutaassıp değil, yanlış değil, saplantılı değil, gerçeği temsil eden, ilmi temsil eden bir akıl olması lazım. Peygamber Efendimiz onu tavsiye etmiştir. Aklın, vicdanın, mantığın tarafını tutmayı tavsiye etmiştir. Körü körüne bir tarafı tutup kör olarak; “Ben bu taraftan doğmuşum, binâenaleyh böyle yapmalıyım.” diye, herkes böyle mutaassıp tutuculuk içinde olsaydı, o zaman ilim hayatında, toplum hayatında, dünyada hiçbir gelişme olmazdı. Bereket versin, gerçekleri görüp anlayıp hemen ona uyan insanlar var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, panayırlara gelen kabilelere gerçekleri anlattı. Kabilelere, gruplara, hac yapmaya gelen insanlara; “Ben Allah'ın peygamberiyim. Allah bana kitap indirdi, görev verdi.” diye anlattı ama herkes kabul edemedi.
Herkes gerçekleri anlayıp teslim olamıyor. Ama Medine’nin mübarek insanları, Ensar, Peygamber Efendimiz’in doğru söylediğini görüp kabul ettiler. Peygamber Efendimiz’i bağırlarına bastılar:
“Yâ Resûlallah! Bizim şehrimize gel, biz seni bağrımıza basarız. Kendimizi koruduğumuz gibi, çoluk çocuğumuzu, malımızı mülkümüzü koruduğumuz gibi seni koruruz yâ Resûlallah!” dediler ve korudular.
Tarihe “Ensar” olarak geçtiler. Muhâcirleri bağırlarına bastılar. Mekke’den oraya gidenlere çok yardımlar yaptılar. Nice sevaplar kazandılar. Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretlerinin methine mazhar oldular.
Demek ki sevgi; gözleri kör edip de seveni helâke götürecek derecede yanlış işler yapmaya sevk etmemeli. Yanlış bir kızgınlık da gözleri kör edip insanı helâke götürecek bir dereceye gelmemeli.
O halde Peygamber Efendimiz’in başka bir hadîs-i şerîfindeki bir tavsiyesini her zaman uygulamaya çalışmalıyız:
“Sevdiğini ölçülü bir şekilde sev; belki bir zaman gelir, o sevgi biter. Sevilmeyecek bir insan olduğu anlaşılır, hatalı olduğu anlaşılır.”
Ona aşırı bir takım imkanlar sağlarsan, yanlış olduğu anlaşıldığı zaman artık iş işten geçmiş olabilir. Doğru sanıp mevki ve makam verirsin. Fakat sonradan bir de bakarsın ki; “Eyvah, keşke vermeseydim, bu onları kötü yola kullanıyor! Ben bunu sevdiğim için böyle yaptım. Hay Allah, hiç de buna layık değilmiş! Meğer beni kandırmış!” diye insan pişmanlık duyar ama iş işten geçmiş olur.
Demek ki her şeyi dikkatli, ihtiyatlı, ölçülü yapmak lazım. Sevgide ve kinde, kızmakta, sevmekte ve sevmemekte aşırılığa gitmemek lazım. Yanlışlara düşmemeye çalışmak lazım.
Peygamber Efendimiz;
Fe lâ tekûnû mislehüm. “Sakın böyle yapanlar gibi; körü körüne seven, körü körüne kızanlar gibi olmayın!” diye tavsiyede bulunuyor.
Bu sayfada çıkan hadîs-i şerîflerden, nasihatlerden ikincisi bu.
Gelelim bir başka hadîs-i şerîfe:
Huzeyfe radıyallahu anh’ten Taberânî rivayet eylemiş. Bu üçüncü hadîs-i şerîf kısa:
إِنَّ فِي مَالِ الرَّجُلِ فِتْنَةً، وَفِي زَوْجَتِهِ فِتْنَةً وَوَلَدِهِ
İnne fî mâli’r-racüli fitneten ve fî zevcetihi fitneten ve veledihî.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu üçüncü hadîs-i şerîfte şöyle diyor:
İnne fî mâli’r-racüli fitneten. “Hiç şüphe yok ki kişinin malında bir fitne vardır.” Ve fî zevcetihî fitneten. “Hanımında fitne vardır.” Ve veledihî. “Çocuğunda fitne vardır."
Biliyorsunuz, fitne esas itibariyle “imtihan” demek. İnsanın başına gelip de; “Acaba nasıl hareket edecek bakalım?” diye Allah'ın insanın başına musallat ettiği bir olay, bir hadise, bir oluş. İşte ona “fitne” derler. Çünkü kişi onunla imtihan olunuyor. Çünkü onu gönderen Allah’tır.
İnsanın malında fitne vardır.
İnsan bazen malından dolayı imtihan oluyor. Birisi gelir sadaka, zekât ister veyahut karşısına haram para imkânı çıkar veyahut daha başka şekillerle malında bir hastalık olur, bir ârıza olur. “O malını kaybetmekten dolayı Allah’a karşı kulun tavrı nasıl olacak?” diye, insan malıyla imtihan olur.
Malı, imtihan konusu.
Ya malın çokluğundan imtihan olur, ya azlığından imtihan olur, ya malın helâk olmasından imtihan olur.
Mesela çok mal verdi;
“Bakalım zenginliğinin gereğini yaptı mı?”
Az mal verdi;
“Bakalım fakirliğe tahammül edip yanlış yola sapmadan, namusunu koruyarak yaşayabildi mi?”
Veyahut malına bir telef geldi;
“Bakalım Allah’ın kaderine tahammül gösteriyor mu?” diye imtihan edilmiş olur.
مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْقَدَرِ
Men âmene bil-kaderi, emine mine’l-keder. “Kadere iman eden, kederlerden emin olur.”
“E ne yapalım Hak’tan geldi, sabredeyim!” diye sabredebiliyor mu? Çok olduğu zaman şükredebiliyor mu? İnsanın malı bir imtihan konusudur.
İnsan, malından kendisine yönelecek çeşitli deneyimleri, denemeleri, Allah’ın imtihanlarını, sınamasını bilmeli ve ona göre, Allah'ın istediği şekilde hareket etmek üzere uyanık bulunmalı! Çok mal verdiyse zekatını vermeli, şükrünü eda etmeli. Vermemişse sabretmesini bilmeli, helalinden kazanmaya çalışmalı. Malına herhangi bir telefât gelirse, Allah’tan geldiğini bilmeli:
“Veren Allah, alan Allah.” demeli, kulluğuna gölge düşürmemeli! Yiğitliğinin şanına leke sürmemeli!
Zevcesinde de imtihan olur. Zevcesi hastalanır. Öyle kimseler duyuyorum ki evlenmiş, yıllardan beri zevcesi yatalak, ona vefalı, senelerce ona bakıyor. Bu bir imtihan, zevcesini Allah öyle yapmış. Adam da mert mi mert; zevcesine yıllardır hizmet ediyor, “Bu, Allah’ın imtihanı.” diyor. Mesela böyle olabilir.
Veyahut daha başka şekillerde zevcesi yönünden kendisine bir imtihan gelebilir. Onlara karşı da insan dikkatli olmalı, hazırlıklı olmalı. Mesela bazen hanımından yana bir kötülük gelebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bildiriliyor:
Nuh aleyhisselam'ın karısı, Nuh aleyhisselam’a iman edenlerden değil. Nuh tufanında helâk olanlardan. Lut aleyhisselam’ın karısı Lut aleyhisselam’ın peygamberliğini anlayıp da ona tâbi olanlardan değil ve sonunda helâk olanlardan. Allah’ın hikmeti. Peygamber karısı olduğu halde, peygambere layık zevcelik yapamamış. O da, o peygamberin imtihanı. O da onu bilip ona göre davranması lazım.
Böyle olabilir. İnsanların başına çeşitli olaylar gelebilir.
Bizim Ebü’l-Hasen-i Harakânî Efendimiz hazretleri, büyük evliyâullahtan. Çok büyük sûfî, şeyh. Kars’ta da kabri olduğu söyleniyor. İhvanından bir grup, kendisini ziyarete gitmiş, kapıyı çalmışlar. İçeriden bir kızgın kadın sesi;
“Kim o?” diye bağırmış.
“Efendi hazretlerini ziyarete gelmiştik.” demişler.
“Evde yok, gelmedi, ormana gitti.” demiş, bir sürü bağırmış.
Zavallılar, kapının dışındaki misafirler, birbirlerine bakmışlar.
“Allah Allah! Bu ne biçim kadın. Nasıl bağırıp azarlıyor?” filan diye köşede beklemişler.
Az sonra Şeyh Efendi gelmiş.
Demişler ki;
“Böyle bir şey oldu.”
“Eh, ona sabrımızdan dolayı Allah bize kerametler ihsan etti.” diye buyurmuş.
Demek ki onun imtihanı o zevce. Fitnesi o. Sabrettiği için büyük mertebe buluyor.
Aradan zaman geçmiş. Yine aynı insanlar, aynı mübarek Harakânî hazretlerini ziyarete gitmişler. Yine korka korka kapıya yanaşmışlar. “İçerideki kadın bize bar bar bağıracak mı, bizi azarlayacak mı?” diye kapıyı çalmışlar.
İçerden bir tatlı ses;
“Kim o?” demiş.
“Efendi hazretlerini ziyaret edecektik.” deyince;
“Henüz evde yok, evde değil ama ev müsaittir. Kapıyı açın, sağ taraftaki odaya girin! Dolapta yemek vardır, onları yiyin. Ben sizin yanınıza gelemiyorum, hizmet edemiyorum ama işte buyurun rahatınıza bakın. Abdest alabilirsiniz, su falanca yerdedir.” demiş.
Artık ev sahipliğinin gereği neyse, uzaktan onlara tatlı dille, hoş bir karşılama yapmış.
Efendi hazretleri gelince demişler;
“Efendim biz bu işi anlamadık. Geçen geldiğimizde bir kadın bizi korkunç bir şekilde haşladı, azarladı; çok korktuk. Şimdi de çok tatlı muamele etti.”
“Ha, o eskisi öldü, bu yeni hanım. O eskisi bizim yumağımızı sarıyordu, bu kendi yumağını sarıyor.”
Bundan da maksat ne?
“Eskisine biz sabrediyorduk; sabretmekten dolayı bizim sevabımız artıyordu. Bu şimdi kendisi güzel davranıyor, sevapları kendisi kazanıyor.” demek istiyor.
Bir adamın karısı böyle tatlı dilli, güleç yüzlü, güzel huylu olursa, kadın sevabı kazanır. Hanımının öyle iyi olmasından dolayı, efendi de bir nimete mazhar olmuş olur ama asıl sevabı kadın kendisi kazanıyor.
Demek ki zevcenin kötülüğü, cadalozluğu da bir imtihan olabilir. Hastalığı da bir imtihan olabilir. İnsan çeşitli şekillerde imtihan olur. Hanımın cihetinden de evlilikte imtihanları olabilir.
Ve veledihî. “İnsanın bazen çocuğundan da imtihanı olur.”
Yine hastalık olabilir veya çocuğun serkeşliği olur, vefasızlığı olur, hayırsız evlatlığı olur, itaatsizliği olabilir. Çeşit çeşit durumlar olabilir.
Müslüman ne yapacak?
Her duruma karşı müteyakkız, hazırlıklı olacak.
Malı yönünden bir imtihana uğrayabilir, fitneye mâruz kalabilir. Zevcesi yönünden bir imtihana uğrayabilir, fitneye mâruz kalabilir, imtihana tâbi olabilir. Çoluk çocuğundan imtihana uğrayabilir.
Hepsinde güzel davranmaya çalışmalı, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmalı, Allah'ın sevmediği duruma düşmemeye gayret etmeli. İsyana ve feverana saplanmamalı, ayağını kaydırmamalı!
Üçüncü hadîs-i şerîf de bu oldu.
Sayfadan kısa bir hadîs-i şerîf daha okuyalım. Yine Huzeyfe radıyallahu anh’ten, Taberânî’nin, Hâkim’in, Neseî’nin ve İbn Asâkîr’in eserlerinde bulunan bir hadîs-i şerîf.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor:
إِنَّ قَذْفَ الْـمُحْصَنَةِ لَيَهْدِمُ عَمَل مِائَةِ سَنَةٍ
İnne kazfel-muhsaneti leyehdimü amele mieti senetin. “Evli bir kadına iftira etmek, onun namusuna gölge düşürecek yalan sözler söylemek, yüz senelik ibadeti taati yıkar, mahveder, bitirir."
Biliyorsunuz, muhsana “evli kadın” demek. Aslında hısn Arapça’da “kale” demek.
Türkiye’de bazı yerler vardır, bu isimle isimlendirilmiştir. Mesela Hısn-ı Kehfa, “Hasan Keyf” diyorlar ama aslı Hısn-ı Kehfa’dır. Ondan sonra, Adıyaman'ın eski adı Hısn-ı Mansur’dur.
Demek ki şehrin etrafında kale varmış, ondan dolayı hısn diye adlandırılmış. Muhsana da “kale gibi etrafı korunmaya alınmış” demek oluyor.
Muhsana demek, “evlenmiş de korunmaya mazhar olmuş insan” demek. Evli olan kimse, İslâm fıkhında bu sıfatla anılıyor.
“Artık günah işleyecek bir gedik kalmamış, her yerden korunmuş. Evlenmiş ya, elhamdülillah selamete çıkmış.” demek oluyor.
Bazı insanlar vardır, yuvaları yıkmak için maalesef iftiralarda bulunurlar. Aile saadetini bozarlar, kişileri birbirinden ayırırlar, yuvaları yıkarlar. Yalan sözler söylerler. Evli bir kadına yalan, iftira, gölge düşürecek bir söz söylemek büyük günahlardan birisidir.
Böyle yapan, yuva yıkan, iftira eden insanın cezası nedir?
Yüz senelik ameli hebâen mensûrâ olur. Ömrü berbat olur.
Neden?
O masum insana iftira eylediği için.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Tabii biliyorum ki hiçbir müslüman durup dururken bir başka kimseye iftira etmez. Müslüman akıllıdır, basîretlidir, iftira etmesi düşünülmez. Ama bazı insanlar dedikoduya meraklıdır. Küçük şeyi büyütür, masum bir şeyi yanlış yorumlar. Yalan yanlış yorumlarla aslı esası olmayan şeyler ortaya atabilir. Dedikodu üretir veyahut duyulan sözü yanlış anlar.
Müslümanın, birisinin namusuna gölge düşürecek bir sözü söylemekten son derece sakınması lazım. Bütün müslümanların bu hususta dikkatli olması lazım. Büyük günahlardan birisi olduğu için bu hususu da, sayfada karşımıza çıktığı için okumuş oluyoruz.
Şimdi dört hadîs-i şerîf olduğuna göre, bir hadîs-i şerîf daha okuyarak sohbetimizi kapatalım. Aynı sayfada bildiğiniz bir hadîs-i şerîf. Sonunda dua olduğu için biz de o duayı okuyarak sohbetimizi kapatırız.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
إِنَّ قُلُوبَ بَنِي آدَمَ كُلَّهَا بَيْنِ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمٰنِ، كَقَلْبٍ وَاحِدٍ يُصَرِّفهُ حَيْثُ يَشَاءُ. اللّٰهُمَّ مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا عَلَى طَاعَتِكَ
İnne kulûbe benî Âdeme küllehâ beyne isbaîne min esâbii’r-rahmân, ke-kalbi vâhidin yasrifühû haysü yeşâ' Allâhümme musarrife’l-kulûb, sarrif kulûbenâ alâ tâatik!
Ahmed b. Hanbel'de, Müslim'de, Dârekutnî’de Abdullah b. Amr İbnü’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiş olan bir hadîs-i şerîf.
İnne kulûbe benî Âdeme küllehâ beyne isbaîne min esâbii’r-rahmân. “Bütün insanların hepsinin iç âlemleri, vicdanları, gönülleri, kalpleri Allah’ın iki parmağı arasındadır. Rahmân’ın parmaklarından ikisi arasındadır.” Ke-kalbi vâhidin. “Bir kişinin kalbi gibidir."
Bunları yönetmek, kişilerin çokluğu Allahu Teâlâ hazretlerine asla zor gelmez.
“Bütün insanların kalpleri onun parmaklarından, iki parmağının arasındadır.”
Yasrifühû haysü yeşâ.' “Gönlü, nereye isterse o tarafa döndürür, o tarafa çevirir.”
Sevdirir, ısındırır, birleştirir; insanlar arasında sevgiler meydana getirir.
Gönüllere hâkim olan Allah’tır. Gönülleri bir istikamete, bir fikre, bir fikir etrafında toplanmaya sevk ediyor. Kâdir’dir.
Bir kısım insanlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e azılı düşmanlar idiler. Ondan sonra hepsi müslüman oldular ve İslâm için cihad eylediler, nice ülkeler fetheylediler, İslâm yolunda şehid oldular.
Kalpteki bu değişiklik, insanların kafasındaki, aklındaki, gönlündeki bu değişiklik neredendir?
Allah’tandır.
Onun için Peygamber Efendimiz bunu beyan ettikten sonra buyuruyor ki;
Allâhümme musarrife’l-kulûb. “Ey Allah'ım! Ey kalpleri istediği istikamete çeviren Rabbim!” Sarrif kulûbenâ alâ tâatik. “Bizim kalplerimizi, bizlerin kalplerini sana ibadet ve taat yönüne çevir. Gönüllerimizi sana ibadet, güzel kulluk yapmak tarafına doğru yönelt!”
Hadîs-i şerîfin sonunda; “Biz onları sevelim, o yola kayalım, o tarafı sevelim, o yolda çalışalım.” diye gönlünün hayırları, iyilikleri sevmesini, o tarafa meyletmesini Allah’tan istemiş.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Tabi şimdi ülkemizde gönüllerin birlik ve beraberliği, hayra meyletmesi, hayrı işlemesi çok önem kesbediyor.
Mühim bir ülkeyiz, büyük bir ülkeyiz. İnsanlarımızın arasında çeşit çeşit sıkıntılar, fitneler, fesatlar var. Ayrıcalıklar, ayırımlar, tefrikalar var, tehlikeler var. Tabi biz de bu hadîs-i şerîften görüyoruz ki Allahu Teâlâ hazretleri Kâdir’dir, her şeyi dilediği gibi yapmaya gücü yeter.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in burada belirttiği gibi, Allahu Teâlâ hazretleri gönüllerimizi hayra, ibadete, imana, ihlâsa, güzel şeylere döndürsün.
Güzel şeyleri yapmayı kendimize ülkü edinelim, onları sevelim. Hayatımızı boş şeylerle geçirmekten kendimizi çekelim, kurtaralım. Allah yoluna dönelim, Allah’ın dinine hizmet edelim. Cenneti kazanacak işler yapalım. İnsanlara mutluluk götürecek, hayır götürecek işler yapalım.
Hem kendimiz, hem çevremizdekiler, hem ülkemiz, hem başka insanları sevindirecek, Allah’ın rızası istikametine yönlendirecek çalışmalar yapalım da Allah bizi dünya ve âhirette aziz ve bahtiyar eylesin. Sizin kalplerinizi, bizim kalplerimizi rızası yoluna çevirsin. Etrafımızdaki cahillerin, gafillerin, fâsıkların, fâcirlerin, zalimlerin, müşriklerin, münafıkların da kalplerini imana döndürsün, İslâm’a döndürsün. Onlara da kör gözlerini açıp gerçekleri görmeyi nasip etsin. Kalpleri dilediği gibi istediği istikametine çevirebildiğine göre inşaallah dilerse hepsi olur.
El birliği ile çalışalım; beldelerimizi dünyanın en ileri, en temiz, en nezih, en güzel diyarları hâline getirelim.
Allah hepinizden razı olsun. İki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!