es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun.
Size bu mübarek günde, Danimarka’dan hitap ediyorum. Danimarka’daki arkadaşlarımızın arasındayız. Az önce buradaki Türk ve İslâm eserlerini [sergileyen] bir müzeyi, bir koleksiyonu, kıymetli eserlerini toplayan bir şahsın biriktirdiği eserlerden meydana gelen sergiyi gezdik. Çok güzel İslâm eserleri gördük.
Türkiye’den, İran’dan ve Türk Moğol İmparatorluğu’nun sahası olan Hint mıntıkalarından toplanmış, her birisi bir mücevher kadar kıymetli olan eserleri gördük. Bir basit şahıs, zengin bir kimse, meraklı bir kimse toplamış, devlet yardım etmiş.
Çok güzel eserler, bizim eserlerimiz, bizim diyarımızın eserleri; satılma yoluyla, kaçırılma yoluyla, herhangi bir şekilde buralara gelmiş. Tabii bu bizim için çok acı bir şey. İki bakımdan acı. Biz kendi ecdadımızın güzel eserlerini koruyamıyoruz. Hatta camilerin mihrapları, minberleri, kabirlerin kabir taşları çalınmış getirilmiş. Bunun normal yollarla alınması mümkün değil çünkü orası kabrin sahibinin; kimse alamaz, almamalı. Çini panolar, duvarlardaki büyük panolar alınmış. Bu sadece bizim gördüğümüz bir sergi. Avrupa’nın büyük şehirleri, başşehirleri, Amerika’nın büyük şehirleri, müzeleri hep bizim eserlerimizle dolu.
Buna iki bakımdan “acı” dedim.
Bir; biz kendi eserlerimizi koruyamıyoruz, böyle elden gidiyor. Bizim ülkemiz fakirleşiyor, bizim eserlerimiz kaçırılıyor; buraları zenginleşiyor, kıymetleniyor.
İkinci bir husus da; bu eserleri birileri gayrimeşru yollarla topluyorlar, ediniyorlar, para karşılığında yabancılara satıyorlar. O da ayrı bir felaket, fecaat... Bazı kimselerde bir hamiyet-i dîniye, bir hamiyet-i milliye, millî servetini koruma [hassasiyeti] yok. Çocuklarımızı, halkımızı kendi değerlerini koruyacak şuurda yetiştirmek lazım. O da ayrı bir husus.
Danimarka’dan size söylemek istediğim hadîs-i şerîflere geçmeden önce [söyleyeceğim] ikinci bir husus: Dün arkadaşlarım bana dediler ki;
“Danimarka’nın nüfusu 4,5 milyon kadar. Fakat o kadar ilgileniyor ki dış dünyayla...”
Mesela Danimarka neresi, Güney Afrika neresi?
“Güney Afrika’yla ilgileniyor.” dediler.
Ben oradan düşündüm. Biz ki üç kıtaya hakim olmuş, büyük bir Devlet-i Aliyye’nin geriye kalan evlatları, torunlarıyız; burnumuzun dibindeki yerlerle, bir zamanlar bizim eyaletimiz olan yerlerle ilgilenmemişiz. Bunlar Danimarka’dan ta Güney Afrika’yla ilgileniyor. Almanya’dan ta Güney Amerika’yla ilgileniyor, kutuplarla ilgileniyor. Mesela güney kutbunda araziler var. Yani buzlar var, buzların altında araziler var ama güney kutbundaki arazilere Ruslar gitmişler, bayrak dikmişler, “Burası benim!” İngilizler bayrak dikmişler, “Burası benim!” demişler. Başka milletler bayrak dikmişler, “Burası benim!” demişler.
Biz çok geri kalmışız. Tabii bu geri kalışın çok sebepleri var ama bir, içimizdeki millî birlik, beraberlik nasıl olmuşsa bu işleri ayarlayacak seviyeye gelmemiş. Bir de birbirimizle uğraşıyoruz. Yöneticilerin veya yüksek mevkilere gelmiş insanların bir kısmı, maalesef şu bizim sahip olduğumuz şeylerden haberdar değiller. İçteki küçük çatışmalarla, çekişmelerle uğraşılıyor. Müslüman halkımızın başörtüsüyle, namazıyla, İmam-Hatip okuluyla, uğraşılıyor. Müslüman halkımız aslî hüviyetlerinden, hürriyetlerinden, insan haklarından mahrum bir durumda tutulmak isteniyor. Dünya halkı ne kadar başkalaşmış, dünyadan haberleri yok. Bu da çok önemli bir husus. Bu bakımdan size biraz bu hususları anlatan bir-iki hadîs-i şerîf okumak istiyorum.
Birisi Abdullah b. Mes’ûd radıyallahu anhümâ’dan. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin bu hadisini, Ahmed b. Hanbel yani Hanbelî mezhebinin kurucusu, aynı zamanda büyük bir hadis alimi olan -önemli bir hadis alimi, mezhep kurucusu- mübarek, fıkıh mezhebi imamı Müsned’inde rivayet etmiş.
ما ظهر فى قوم الربا والزنا إلا أحلوا بأنفسهم عقاب الله
Mâ zahara fî kavmini’r-ribâ ve’z-zinâ illâ ehallev bi-enfüsihim ikâbe’llâh.
[Bir kavimde faiz ve zina ortaya çıkarsa o kavme mensup olanlar kendilerine Allah’ın cezasının gelmesine sebep olurlar.]
Bu, mânevî kâideyi, bir ilâhî hakikati gösteren bir hadîs-i şerîf. O bakımdan okumayı uygun gördüm.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
Mâ zahara fî kavmin. “Bir kavmin içinde, er-Ribâ ve’z-zinâ, faiz ve zina zâhir olursa, ortaya çıkarsa, uygulanmaya, işlenmeye başlanırsa; bu günahlar yapılmaya, irtikab edilmeye başlanırsa.” İllâ ehallev bi-enfüsihim ikâbe’llâh. “Bu herifler, böyle yapan insanlar, kendilerine Allah’ın cezasının, belasının, kahrının gelmesine yol açmış olurlar. Müstehak olmuş olurlar, kendilerine böyle bir azabı hazırlamış olurlar. Gelmesini meşrulaştırmış, vacib kılmış olurlar.”
Bunun üzerinde biraz durmak istiyorum.
Bizim ecdadımızın hayatı incelenirse, mübarek büyüklerimiz, o Orta Asya’dan gelen, o hadisleri çok iyi bilen, tasavvufun içinde yoğrulmuş, Yunus Emre gibi, Horasan erenleri gibi kimseler, Orta Asya’daki o Ahmed-i Yesevî hazretlerinin mübarek dervişleri, işaret üzerine Anadolu’ya gelen o mübarek dervişler... Yani Anadolu’yu onlara borçluyuz. Şimdi millet tasavvufun aleyhinde. Yani Anadolu onların hürmetine, onların gayretleriyle, onların mânevî çalışmalarıyla hem maddî bakımdan fethedilmiş hem mânevî bakımdan aydınlatılmış. Onlar sadece Anadolu’ya değil, dünyanın başka yerlerine de, Asya’nın puta tapılan, Buda’ya tapılan, şirk içinde olan kavimlerinin arasına da yayılmışlar. Oralara da İslâm’ı götürmüşler. Hindistan’a götürmüşler.
Bugün gördüğümüz o muhteşem sanat eserleri... Hindistan kıta gibi çok büyük bir ülke, oralara Timur’un çocukları, Babür Şah’ın neslinden gelen insanlar gitmişler, büyük imparatorluk kurmuşlar. Hindistan’a hâkim olmuşlar. Çok büyük sanat eserleri, muhteşem eserler ortaya konulmuş. Dünyanın harikası sayılabilecek mimarî eserler, ince ince kıymetli sanat eserleri, el sanatları, nakışlar, minyatürler, çeşit çeşit mücevherlerle süslü çok kıymetli şeyler meydana getirilmiş. Yani her tarafa yayılmışlar.
Anadolumuz da böylece oralardan gelen mü’min insanların gayretleriyle, fedakârlıklarıyla ve güzel ahlâklarıyla fethedilmiş. Yani kılıçla değil, ahlâkı güzel olduğu için müslüman olmuş. Osmanlıları’n ilk fütuhâtını sağlayan o gazilerin, Evrenos beylerin, Mihaloğulları vesairenin “Kimdi bu adamlar?” diye kökenleri araştırıldığı zaman, bir kalenin tekfuru... Yani bir kalenin hâkimi olan hıristiyan bir insanmış ama İslâm’ın güzelliğini anlamış, İslâm için çalışmış, İslâm’ın yayılması için İslâm’ın emrine girmiş, ömrünü öyle geçirmiş. Anadolu’ya, Balkanlar’a İslâm’ı yaymışlar. Balkanlar’daki öbür kavimler İslâm’la müşerref olmuş. İşte bu Arnavutlar, Bulgarlar, Bulgarlar’ın içindeki diğer çeşit çeşit kavimler, kabileler müslüman olmuş.
Burada Allah’ın bu yardımına mazhar olmalarının bir sebebi var: Bunların Allah yolunda yürüyen eren olması, ricâlullah olması, evliyâullah olması. Allahu Teâlâ hazretleri onların ihlâslarına göre, amel-i salihlerine göre, kalplerinin temizliğine göre, ahlâklarının güzelliklerine göre onlara yardım ediyor, fütuhât veriyor. Başka insanların idaresinde olan yerleri onlara veriyor. “Ey kullarım! Ben sizi seviyorum, siz mü’min, ahlâklı, merhametli, iyi kullarsınız; alın bu diyarları onlardan aldım, size verdim.” diye Allah veriyor. Fütuhâtı nasip eden Allah celle celâlüh.
Bunun sebebi ne?
Dindarlık, ihlâs, iman, irfan, bu gibi güzel şeyler. Bunların bir kısmını şimdi bizim dinleyicilerimizin bir kısmı bile belki nedir bilmezler. İrfan kelimesinin anlamının derinliğini bilmez. İrfanın tasavvuf olduğunu bilmez, mârifetullah demek olduğunu, onunla eşdeğer bir kelime olduğunu bilmez. İlim, irfan diye kullanır ama mârifetullah olduğunu, yani tasavvuf olduğunu, tasavvufî çalışmalarla, zikirle, halvetlerle, çileler çekerek kazanıldığını bilmez.
Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri bir kavim dindar olduğu zaman onlara fütuhât veriyor, füyûzât veriyor, ikram ediyor, lütfediyor. İslâm’ın başından beri böyle. Tarihin içinden beri böyle. Hangi kavimde salih kimseler yaşamışsa Allah onlara yardım etmiş; hangi kavimde cebbarlar, zalimler hâkim olmuşsa Allah onları ibret-i âlem için tepe taklak eylemiş. İşte Firavun saltanatıyla beraber, işte arkada bıraktığı büyük mâbedler, piramitler tepe taklak olmuş. Allah mazlum mü’minleri galip eylemiş. Musa aleyhisselam ve kavmini, orada köle durumunda olan insanları üstün eylemiş. Oraların hâkimi olan cebbar, saltanatının sahibi olan Firavun’u kahreylemiş, yok eylemiş. Babil’de öyle; İbrahim aleyhisselam’ın zamanında onları yok eylemiş. Tarihte de böyle. Hz. İsa aleyhisselam’ın, havârîlerin o mazlum hallerini, ondan sonra Roma’da arslanlara parçalatıldıklarını düşünün. Ondan sonra nasıl Roma’ya, Fransa’ya, Avrupa’ya hâkim olduklarını düşünün. Ondan sonra da tabii onların diyarlarını Allah müslümanlara vermiş.
Yani tarih boyunca tekerrür eden bir durum var: Allah zalimleri pâyidar etmiyor. Mazlumları ve ihlâslıları, ârifleri ve mü’minleri pâyidar ediyor. Ötekilerin saltanatlarını, imkânlarını, mülklerini bunlara devrediyor. Yeryüzünü salihlerin emrine veriyor. Sonradan onlar bozulunca, onlar da devriliyorlar. Onlar da eğer Allah’ın yolunda yürümezlerse Allah onlardan da sevgisini, nusretini, yardımını, izzetini, şevketini, rahmetini çekiyor. Ondan sonra onlar da Allah’ın gazabına, kahrına uğruyorlar.
İlerlemenin sebebi nedir?
İlim, irfan, ahlâk, adalet... böyle hep tatlı, güzel şeyler. Toplumu kurtaran, insanları dünyada âhirette aziz ve bahtiyar eyleyen, mutlu eden şeyler.
Kavimlerin, toplumların yıkılmasının, yok olmasının sebebi ne?
O da kavmin bozulması, kötü huylara, hırsızlığa, zinaya, haksız kazançlara yönelmesi.
Bunları biz atalarımızdan, dedelerimizden, mübarek büyüklerimizden duymuşuzdur. Kanımıza, iliğimize işlemiştik, biz bunları biliriz. Haram yememek, zulmetmemek lazım diye örfümüzde, âdetimizde vardır. Garibanlara yardım etmek vardır. Evimizin kapısına geleni boş çevirmemek, yardımcı olmak vardır. Tanımadığımız kimseyi tanrı misafiri diye alıp ağırlamak vardır, misafir etmek vardır. Yani İslâm’dan aldığımız güzel huyları hep örf, âdet haline getirmişizdir. Kötü huylardan da sakınmışız, onların kötü olduğunu nesillere öğretmişiz.
İşte bu hadîs-i şerîfte bunu öğreniyoruz: “Eğer bir kavmin içinde riba ve zina çoğalırsa, -ribâ, faiz demek; zina da gayrimeşru, nikâhsız muameleler demek- Allah’ın ikabı, cezası, belası, kahrı, tabiat afetleri dediğimiz şeyler, felaketler, hastalıklar o kavme gelir.” diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Abdullah b. Mes’ûd’un rivayet ettiğine göre.
Tabii biz bu hadîs-i şerîfi niçin okuyoruz.
Bir İslâm toplumuyduk biz; İslâm’ı temsil eden, kıtalara İslâm’ı götüren, anlatan, her yeri camilerle dolduran mübarek bir kavim, mübarek ecdadın torunlarıyız, şehitlerin, gazilerin torunlarıyız, ezanların okunduğu diyarların çocuklarıyız. “Bu ezanlar ebedî bizim yurdumuzun üstünde söylenmeli, okunmalı.” diye İstiklal marşımıza yazmışız, büyüklerimiz yazmış, alkışlar içinde mecliste kabul edilmiş. Şimdi ezana düşman, İslâm’a düşman, tasavvufa düşman, ahlâka düşman...
Bakın burada ne var?
Riba var; haksız kazanç. Birisi bedavadan zenginlik elde etmiş. Zenginliğinin üstüne zenginlik katıyor, sırf parasından dolayı kazanç sağlıyor. Haksız kazanç sağlıyor. Öbür tarafta inliyor.
Ne olacak?
Haklı kazanç olacak, alın teriyle kazanmak olacak. İnsanların haklarına, hukuklarına riayet edilecek.
“Zenginlerin kendi öz malının içinde fakirin hakkı var.” diyen bir dinin mensuplarıyız biz.
وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Ve fî emvâlihim hakkun li’s-sâili ve’l-mahrûm. Bu çok önemli bir husus. Bunu anlayan anlar, bunun ne kadar kıymetli olduğunu bilir. Zengin kendisi kazanmış, uğraşmış. Tabii helalinden kazanmışsa kazancı makbul bir kazançtır; değilse hırsızlıktır, günahtır, haramdır. Helalinden kazandığı malında bile fakirin hakkı var, yani zekât. O fakire bir miktar yardım etmeli. Namaz gibi, hac gibi, oruç gibi bir farz bu; zenginin fakire zekâtını vermesi bir vecibe, Allah’ın farzlarından, emirlerinden bir emir. Böyle yapmıyor da parasına para katıyor, parasını faizle veriyor. Faizli parayı kim alıyor? Muhtaç olan insan alıyor. O da inleye inleye -zaten parasız- zenginin parasına para katmak için çalışıyor.
İslâm bunu uygun görmemiş. Bunun ölçüleri var; ne yaparsa faiz olur, ne yapmazsa faiz olmaz diye kitaplarda yazılmış. Onun için faizle parasını çoğaltmaya çalışmayacak, zekât verecek. Zekât verdiği zaman malı artırıyor. Sonra zina ile vakit geçirmeyecek; nikâh olacak, evladının sahibi olacak, evladını kollayacak, yetiştirecek, terbiye edecek. Baba olarak, anne olarak çocuğuna sahip olacak.
Bunlara riayet etmediği zaman ne oluyor?
Allah’ın cezası bir kavme geliyor, kahra, gazaba uğruyor.
O halde ne yapmamız lazım?
Zinadan kaçınmamız lazım. Ribâdan kaçınmamız lazım. Malımızla yapmamız gereken dinî ödevlerimizi, zekâtlarımızı, sadakalarımızı vermemiz lazım. Helal yollarla, meşru yollarla, evlenerek, tertemiz yuvalar kurarak evlat sahibi olmaya çalışmamız lazım.
Diğer bir hadîs-i şerîfi bunun arkasından eklemek istiyorum. Onu da Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ rivayet etmiş. Yani Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın oğlu olan o mübarek Abdullah rivayet etmiş. O da bir Abdullah, dört Abdullah’tan birisi. Diyor ki Peygamber Efendimiz;
ما سخط الله على أمة إلا غلا سعرها وأكسد أسواقها وأكثر فسادها واشتد جور سلطانها فعند ذلك لا يزكى أغنياؤها ولا يعف سلطانها ولا يصلى فقراؤها.
Mâ sahita’llâhu azze ve celle alâ ümmetin illâ ğalâ sa’ruhâ ve eksede esvâkuhâ ve eksere fesâdühâ ve’ştedde cevru sultânihâ fe-inde zâlike lâ yüzekkî ağniyâuhâ velâ ye’uffu sultânühâ velâ yüsallî fukarâuhâ.
[Allah bir kavme kızdı mı, gazap etti mi çarşıda kesat olur; o ülkenin, o kavmin fesadı çoğalır; sultanının zalimliği de artar. Böyle olunca artık, zenginlerde kalp katılığı olduğu için malının zekâtını vermez; yöneticileri namuslu olmaz; fakirleri de namaz kılmaz, ibadet etmez duruma düşer.]
Yine bir bozuk toplumu tasvir ediyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
Mâ sahita’llâhu azze ve celle alâ ümmetin. “Allah bir kavme kızdı mı, gazap etti mi…”
Bizim hayatta asıl dikkat etmemiz gereken Allah’ın rızasını kazanmak. Allah bir gazap etti mi neler olurmuş, burada okuyalım ve ibretle düşünelim.
İllâ ğalâ sa’ruhâ. “Allah bir kavme gazap ederse onların fiyatları pahalılaşır, fiyatlar yükselir.”
İhtiyaç maddeleri, insanların çarşıdan, pazardan gittikleri şeyler ucuz olursa, halk ucuz ucuz alır, rahat rahat geçinir. Ama Allah bir kavme kızdı mı fiyatlar yükselir, kimse ihtiyaçlarını kolay kolay alamaz, ateş pahası olur. Tuttuğu şey elini yakar.
Ondan sonra?
Ve eksede esvâkuhâ veyahut ükside esvâkuhâ.
Esvâk, sûk’lar yani çarşı pazarlar demek.
“Çarşıda kesat olur.”
“İşleri kesat gitmek.” deniliyor ya, yani çarşı pazarları da kesata uğrar. Tüccar da kâr etmez, fiyatlar da pahalanır. Yani ticaret bereketli güzel bir meslek ama ondan da hayır ve bereket kalmaz çünkü Allah kızdı. Kazançlar da azalır.
Ve üksire fesâdühâ. “Ve o ülkenin, o kavmin fesadı çoğalır.” Ve’ştedde cevru sultânihâ. “Sultanının zalimliği de artar.”
Allah Allah... Allah bir kavme gazap etti mi neler oluyor... Fiyatlar artıyor, ticaret kesata gidiyor, toplum bozukluğa uğruyor, yöneticilerin cevri artıyor.
Fe-inde zâlike lâ yüzekkî ağniyâuhâ. “Ve lâ ye‘uffu sultânühâ -velâ ye‘iffu da olabilir, fiil o şekilde de okunabilir.- “Sultanı iffetli olmaz.”
Yöneticileri namuslu olmaz. Haramla, haksız şekilde kendi zenginliğini artırmaya çalışır.
Ve lâ yüsallî fukarâuhâ.
Fakirleri de bozulur.
“Fakirleri de namaz kılmaz, ibadet etmez duruma düşer.”
İşte bu, bir toplumun Allah’ın kahrına, gazabına uğradığının sonuçlarıdır, manzarasıdır. Yani manzara böyle oldu mu, Allah gazap etmiş de o toplumun işleri hep sarpa sarmış, bozulmuş demektir.
Bunun çaresi nedir?
Bunun çaresi; Allah’ın rızasını kazanmaktır, Allah’ın kızgınlığından kurtulmaktır, Allah’ın sevdiği kullar haline gelmektir.
Hemen düşüneceğiz;
Allah kimleri sever? Ne yaparsak sever? Ne yapmamız lazım? Allah’ın kızgınlığından kurtulmak için nasıl düzelmemiz lazım?
Tabii bu da bilgi gerektiriyor. Bilgisiz İslâm olmuyor.
Onun için Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten bir hadîs-i şerîfi daha okuyarak sohbetimi sonuçlandırmak istiyorum:
مَا عُبِدَ الله بِشَيْءٍ أَفْضَلَ مِنْ فِقْهٍ فِي دِينٍ وَلفَقِيهٌ واحد أَشَدُّ عَلَى الشَّيْطَانِ مِنْ أَلْفٍ عابد ولكل شيء عماد وعماد هذا الدين الفقه.
Mâ ubide’llâhu bi-şey’in efdale min fıkhin fi’d-dîni ve le-fakîhün vâhidün eşeddü ale’ş-şeytâni min elfi âbidin ve li-külli şey’in imâdün ve imâdü haze’d-dîni el-fıkhu.
[Dinde bilgili olmak, anlayışlı olmak, doğru dinî bilgilere sahip olmaktan bir başka yolla, daha güzel, daha faziletli bir şekilde ibadet edilememiştir. Dinî bilgisi yüksek fakih kimse, şeytana karşı bin tane cahil ibadet eden insandan daha müessir olur, daha şiddetli olur. Herşeyin bir direği vardır; bu dinin direği de fıkıhtır.]
Sadaka Resûlullah.
Bu sonuncu hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre buyuruyor ki;
“Dinde bilgili olmak, anlayışlı olmak, doğru dinî bilgilere sahip olmaktan bir başka yolla, daha güzel, daha faziletli bir şekilde ibadet edilememiştir.”
Allah’a ibadetin en güzel yolu, en faziletli yolu dini iyi bilmektir, dinî ahkâmı iyi bilmektir, dinde fakih olmaktır, dinin inceliklerini iyi ayırmaktır. Böyle önüne gelenin konuşması değil de, dini çok derinden bilen, derin alimlerin o bilgilerini herkese öğretmesidir. Herkesin de o bilgilere göre yaşamasıdır. Bundan başka bir şekille Allah’a ibadet edilmez. Ediliyor sanılır ama isyan edilir.Allah’a güzel ibadet etmek için dinin doğru anlaşılması lazım.
Ve le-fakîhun vâhidün eşeddü ale’ş-şeytâni min elfi âbidin. “Bir tane dinî bilgisi yüksek, hakiki İslâm alimi, mübarek, evliyâ, salih bir alim kimse, fakih kimse, şeytana bin tane cahil ibadet eden insandan daha müessir olur, daha şiddetli olur.”
Şeytanı def eder, oraya hayrı getirir. Bin tane bilgisiz insan “Allah’a ibadet ediyorum.” der, yalan yanlış şeyler yapar. Ama bir tane dini iyi bilen bir insan “Yaptığınız yanlış, işin doğrusu bu.” der, doğruyu gösterir.
Ve li-külli şey’in imâdün. “Her şeyin dayandığı bir direği vardır, temeli vardır.”
Bir çatının yükselebilmesi için bir direk oluyor; bir kemerin, bir kubbenin camide yükselebilmesi için önemli ağırlıkları taşıyan direk olması gerekiyor.
Ve imâdü hâze’d-dîni el-fıkhu. “Bu dinin direği de fıkıhtır.”
İslâm’ı doğru bilmektir. İslâm şeriatini dosdoğru bilmektir. Dosdoğru bilecek, yanlış bilmeyecek, ince bilgileri ayıracak. Şap da şeker de birbirlerine benzer, ikisi de beyaz görünüşlüdür ama birisi zehirdir, birisi şekerdir, tatlıdır. İki görünüşü birbirinden ayırmak lazım. Görünüşe bakmamak lazım, mahiyetini bilmek lazım. Fakih dinin mahiyetini bilir, doğru konuşur. Cahil dinin mahiyetini bilmez, yaptığı iş yanlış olur.
Âhir zamanın, kıyamete yakın zamanın alâmetlerinden birisi nedir?
Alimlerin ortadan çekilip cahillerin söze sahip olmasıdır. Halkın onlara soru sormasıdır. Onların da kendi kafalarından yalan yanlış, eğri büğrü, abuk sabuk, sapık cevaplar vermesidir. Hem kendilerini dalalete düşürmeleri hem de kendilerine soru soranları dalalete düşürmeleridir. Kıyamet alâmetlerinden birisi de budur.
Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim, eğer bizim Allah’ın sevgili kulu olmamız gerekiyorsa, dini doğru bilmemiz lazım. Ana kaynaklarından, Kur’an’dan, hadîs-i şerîften ve salih, büyük alimlerin eserlerinden bilmemiz lazım.
Bakın hadisin kim tarafından rivâyet edildiğini söylüyoruz. Eğer bir mezhebin kurucusu, Ahmed b. Hanbel gibi mübarek bir alim söylemişse “O söylemiş.” diye belirtiyoruz. Veyahut “Bunu dördüncü halife Hz. Ali radıyallahu anh rivayet etmiş.” diyoruz. “Falanca muteber kitapta yazılı.” diyoruz. “Altı sahih hadis kitabında şu okuduğumuz hadîs-i şerîf var.” diyoruz. Yani sağlam kaynaktan öğrenmek lazım.
İnsan yirminci yüzyılda Batı kültürü ile yetiştiği için, dinî bilgileri almadığı için İslâm’ın özünü bilmez. İslâm’ın bazı hükümleri de kendisine tatsız gelebilir.
“Bu İslâm içkiyi niye yasaklamış yani?”
Niye yasaklasın, işte içki içtiği zaman şoför bile arabasını götürüp çarpıyor bir yere, kaza yapıyor. Onun için yasaklıyor. Bundan daha tabiî bir şey olabilir mi?
“Zinayı niye yasaklamış?”
Aile mazbut olsun, çocuğun kimin evladı olduğu belli olsun. Annesi, babası çocuğuna sahip çıksın. Çocuk annesiz, babasız ortada kalmasın. Toplum düzenli olsun. İnsanlar birbirlerine yardım eden güzel aile birimleri halinde oluşsun, yaşasınlar, toplum da kuvvetli olsun diye.
Her şeyin bir hikmeti, sebebi var. İşte bunların bilinmesi lazım.
Eğer toplumda işler ters gitmeye başlıyorsa, fiyatlar pahalıysa -bizim memlekette de pahalı- ticaretler fenaya gidiyorsa, toplum fesada gidiyorsa, zenginler zekâtını vermiyorsa, fakirler namaz kılmıyorsa, elinde güç kuvvet olan insanlar iffetli, namuslu davranmıyorlarsa; bu neyin alameti?
Allah’ın kahrının alameti.
Allah’ın kahrından kurtulmak için, lütfuna, rahmetine ermek için ne yapmak lazım?
Allah’ın yoluna dönmek, dinine dönmek lazım. Evliyâullah ecdadımızın hayatına bakmak lazım. Bizim de o yola dönmemiz, namuslu olmamız lazım. Herkesin helal lokma yemesi lazım. Kimsenin hakkını çiğnememesi lazım. Adaletle hareket etmesi lazım. Güzel ahlâklı olması lazım. Bunların hepsi kitaplarımızda, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde var.
Şimdi ben şunu çok net olarak gözlüyorum, itiraf edeyim: Türkiye’nin %99.9’u Kur’ân-ı Kerîm’e saygılı, hakikaten Peygamber Efendimiz’i seviyor, Kur’ân-ı Kerîm’i de seviyor. Meyhanede bir sarhoşun yanına gitsen, Kur’ân-ı Kerîm deyince hemen kendisini derler toparlar, öpüp başının üstüne koyar. Yerde bir yazılı sayfa görse, “Aman, bu âyet midir?” diye öpüp başına koyar. Ondan sonra yüksek bir yere kaldırır. Bu tamam. Fakat bu kuru sevginin arkasında dini iyi bilmesi lazım. Bir de Allah’ın hükmüne teslim olması lazım.
İslâm ne demek?
Allah’a teslim olmak demek. Zaten “teslim olmak” kökünden geliyor. Allah’ın hükmüne teslim olacak.
“Ben onu kabul etmem. Ben içki içmeden duramam. Ben afyon yutmadan duramam. Ben şu günahı işlemeden edemem, alışmışım…”
Alışmışsın ama o şekilde gidersen sonun ya hastane olur, ya esrarkeş olmak olur, ya hapishane olur, ya da genç yaşında yıpranırsın...
Herkesin Allah’ın yoluna dönmesi lazım.
Tabii müslüman olmayan böyle bir şeyi önemli görmeyebilir. Ama %99.9’u müslüman olan bir ülkede bu çok önemlidir.
O halde iyi insanların, yani Kur’an’a ve hadise inanan insanların, Kur’an’ın ve hadisin ahkâmını bilip ona dönmesi lazım. Kendisi kusur işliyorsa kusurundan vazgeçmesi lazım. Başkaları kusur işliyorsa, Kur’an’a uymuyorlarsa, Peygamber Efendimiz’in sünnetine aykırı davranıyorlarsa onları ikaz etmesi lazım.
Yine de bazı insanlar İslâm’ı istemeyebilir.
O zaman ne var?
Memleketin kâhir ekseriyeti, %99.9’u müslüman olduğuna göre, o, istediği başka ülkeye gitsin, yani nereyi istiyorsa... Hudutlar açık, kendi inançsızlığına, ahlâksızlığına uygun bir diyara gitsin, orada yaşasın. Ama bizim ülkemizde, ecdadımızın “Allah Allah...” diye fethettiği, ezanların okunduğu, mübarek ecdadımızın, şehitlerin kanlarıyla sulanmış olan… Hâlen de savunulması için her gün... İtfaiyeci erimiz, bakıyoruz hanımı başörtülü, mazbut bir aile. Falanca yerde şehit olan asteğmenimiz veya erimiz veya komutanımız, bakıyoruz hanımı başörtülü... Hâlâ onların canlarıyla, mallarıyla, çalışmasıyla şeydeyiz. Onun için tekrar tertemiz iman yoluna dönmemiz lazım. Allah’ın yardımı o zaman olacaktır.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi hakkı hak olarak görmeyi, ona uymayı nasip eylesin; bâtılı bâtıl olarak görüp ondan sakınmayı, korunmayı, kurtulmayı, uzak durmayı nasip eylesin. Batıla, yanlışa, hatalıya, kusurluya, dinsizliğe, imansızlığa, zulme destek vermemeyi, payanda olmamayı, bilerek, bilmeyerek onların tarafında yer almaktan uzak durmayı Allah hepimize ilham eylesin. Herkes hakkı görsün, hakka uysun, Allah’ın rızasını kazansın. Allah cümlemizi sevsin. Beldelerimize de rahmetiyle tecelli eylesin; kahrından, gazabından cümlemizi uzak eylesin. İki cihan saadetine mazhar eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!