es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve Sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun.
Kura ile açtığım hadis kitabının sayfasından birisi -duyunca herhalde uygularsınız ve memnun olursunuz diye tahmin ediyorum bu hadîs-i şerîfi- Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’ten Deylemî Müsnedü Firdevs’inde kaydetmiş.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyuruyor ki;
من استغفر الله عز وجل سبعين مرة فى دبر كل صلاة غفر له ما اكتسب من الذنوب ، ولم يخرج من الدنيا حتى يرى أزواجه من الحور ومساكنه من القصور.
Men istağferallâhe azze ve celle seb’îne merraten fî dübüri külli salâtin ğufira lehû me’ktesebe mine’z-zünûb ve lem yahruc mine’d-dünyâ hattâ yerâ ezvâcehû mine’l-hûri ve mesâkinehû mine’l-kusûr.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Hadîs-i şerîfin mübarek kelimeleri bunlar. Ben Türkçe’sinin izahını yapayım. Efendimiz bu ifadesinde diyor ki;
Men istağferallâhe azze ve celle seb’îne merraten fî dübüri külli salâtin. “Kim Aziz ve Celil olan Allah’a her namazın arkasından 70 defa istiğfar eylerse; estağfirullah derse…”
“Her namazın arkasından…” dediği Allahu a’lem her farz olan beş vakit namaz demek; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı namazlarının arkasından bir insan 70 defa estağfirullah el-azîm derse...
Ğufira lehû me’ktesebe mine’z-zünûb. “O zamana kadar iktisap etmiş olduğu, bulaşmış, işlemiş olduğu bütün zünubu; zevkleri, günahları mağfiret oluyor.”
Çünkü estağfirullah demek “Yâ Rabbi! Ben affımı, mağfiretimi istiyorum.” demek. Allah duaları kabul edicidir. Tabi namaz kılınca da insan temizleniyor; bunlar benim izahım ve hadîs-i şerîften de anladığım.
Biliyorsunuz insan abdest alınca günahlardan temizleniyor, namaz kılınca günahlardan bir kere daha temizleniyor. Her namaz -insanın evinin önünden tertemiz suyu olan bir nehir akıyor da içine girip yıkanıyor; terleri, kirleri akıyor gibi- bir su gibidir, günahlardan temizler. Abdest alınca da abdest âzâlarından sular damlarken günahlar af olur. Güzel bir abdest temizliği ile orada biraz günahlar af olduktan sonra, namazı kıldıktan sonra da günahları af olduktan sonra arkasından da tam Allah’ın huzuruna çıkmış -biliyorsunuz, namaz mü’minin mirâcıdır- 70 defa estağfirullah diyor; “Affet beni Allah’ım, ben senden affımı mağfiretimi istiyorum.” diyor. Her namazın arkasından olunca 5x70=350 eder, bir günde 350 defa estağfirullah demiş oluyor.
Bir; Allah onun işlemiş olduğu günahları affeder.
Ve lem yahruc mine’d-dünyâ hattâ yerâ ezvâcehû mine’l-hûri ve mesâkinehû mine’l-kusûr. “Âhir ömründe vefat edeceği, dünyaya veda edeceği, dünyadan çıkıp âhiret âlemine geçeceği zaman hurilerden zevcelerini görmeden ve cennetteki köşkleri, meskenleri hangisiyse o köşkleri görmeden vefat etmez, ayrılmaz.”
Daha henüz canı varken ama artık ölmek üzereyken, tam ruhunu teslim etme anında gözünün önünde huriler ve cennetteki köşkleri görüne görüne öyle vefat eder, diye size Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden güzel bir müjde nakletmiş oluyorum. Allah o güzel şekilde emaneti teslim etmeyi, böyle güzel bir hal ile ruhumuzu teslim etmeyi cümlemize nasip etsin.
Bu vazifeleri de yapalım: Her namazın arkasından 70 defa estağfirullah demek. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh rivayet etmiş, Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş, diye başkalarına da söylersiniz.
İkinci hadîs-i şerîf yine tevbe ve istiğfarla da ilgili. Yine Deylemî, Enes radıyallâhu anh’ten rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki;
من استبطأ الرزق فليكثر من التكبير ، ومن كثر همه وغمه فليكثر من الاستغفار.
Men istebtae’r-rızka fe’l-yüksir mine’t-tekbîr ve men kesure hemmuhû ve gammuhû fe’l-yüksir mine’l-istiğfâr.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu ikinci hadîs-i şerîfin mânası, meâli nedir?
Men istebtae’r-rızk. “Kim kendisinin alnına yazılmış kısmeti olan rızkın geciktiği kanaatine gelirse, o kanıda olursa, geciktiğini düşünürse ‘Allah benim rızkımı yazmıştı ama elimde bir şey yok, bugünkü rızkım gecikti…’ filan gibi bir endişelenme olursa, rızkının geciktiği kanaatine sürüklenirse, kendisi heyecanlanır acele eder de öyle bir kanaate gelirse…”
Ne yapsın?
Fe’l-yüksir mine’t-tekbîr. “Allahu Ekber demeyi, tekbir getirmeyi çoğaltsın!”
Allahu Ekber, Allahu Ekber…
Bizim bayramlarda okuduğumuz tekbir ne kadar güzel! İstanbul’un Fethi’nde gaziler öyle tekbir getire getire tahakkuk ettirmişler.
Allahu Ekber Allahu Ekber lâ ilâhe illallah huvallâhü ekber Allahu Ekber ve lillâhi’l-hamd.
Bunun içinde kaç tane tekbir var?! Ne güzel bir ibare, paragraf, fıkra?!
Demek ki “Hâlâ rızkım gelmedi yahu, ne olacak benim halim?!..” filan diye rızkının gecikmesinden endişe ediyorsa tekbiri çok getirsin!
Ve men kesure hemmuhû ve gammuhû. “Tasaları, gamları, üzüntüleri çok olan kimse de ‘Bugün çok efkârlıyım, çok dertliyim, çok gamlıyım, içim çok sıkılıyor; aman…’”
Büyüklerimiz; rahmetli annelerimiz, anneannelerimiz; “Üf, demek doğru değil! Üf, deyince şeytan gelir, insana şeytanı çağırmak…” derdi, Allahu Teâlâ hazretleri hepsine, cümle mevtâmıza şu mübarek Cuma gününde rahmet eylesin, nur içinde yatsınlar…
Bir insan; “Aman bugün derdim çok, çok sıkıntılar bastı, hafakanlar bastı, bir sürü üzücü olaylarla da karşılaştım, canım çok sıkılıyor…” diyorsa; hemmi ve gammı üzüntüleri ve tasaları çoğalmış ise o ne yapsın?
Fe’l-yüksir mine’l-istiğfâr. “Estağfirullah demeyi çok yapsın!”
Estağfirullah; demek ki insanın gamını, kederini, tasasını, iç sıkıntısını, üzüntüsünü izale ediyor. Öyle bir mânevî gücü var.
Tabi bu üzüntüleri insana veren; neşelendiren de üzen de, yaşatan da öldüren de, yükselten de alçaltan da Allahu Teâlâ hazretleridir. Bir insan Allah’ı bilir, Allah’ı zikrederse… Allah’ı zikretmek, tevbe ederek zikretmek, istiğfar getirerek, tekbir getirerek zikretmek; bunların hepsi zikrin çeşitleridir.
Allah’ı zikredeni Allah da zikreder, Kur’ân-ı Kerîm de öyle buyurmuş:
Bismillahirrahmanirrahim
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ
Fezkurûnî ezkurküm. “Ey kullarım! Siz beni zikredin, ben de o zaman sizi zikrederim, zikredeyim. Siz zikredin ki ben de zikredeyim!” buyurmuş.
Onun için bunların çok faydası var.
Demek ki sizlere bu cuma gününde tevbe ve istiğfarın çok getirilmesini tavsiye eden bir hadîs-i şerîfi okuduk. Faydası; insanın kederinin, gamının, tasasının dağılması.
Bir insan rızkının genişlemesini istiyorsa da çok Allahu Ekber diyecek, tekbiri çok getirecek.
Bir de her namazın arkasından birinci hadiste nasıl geçmişti?
Bir insan 70 defa tevbe istiğfar ederse; estağfirullah el-azîm derse Allah o zamana kadar işlemiş olduğu günahlarını affeder, öleceği zaman da âhiretteki hurilerden zevcelerini ve cennetteki köşklerini, oturacağı köşkleri görmeden dünyadan ayrılmaz. Ayrılırken onları görür. İkisi de hepimiz için birer mânevî ilaç gibi. Bunları kullanın!
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Üçüncü hadîs-i şerîfe geçiyorum.
من استرجع عند المصيبة جبر الله مصيبته وأحسن عقباه وجعل له خلفا صالحا يرضاء.
Men isterce‘a inde’l-musîbeti ceberallâhu musîbetehû ve ahsene ukbâhu ve ce‘ale lehû halefen sâlihan yerdâu.
Bu üçüncü hadîs-i şerîf İbn Abbas radıyallâhu anh’ten.
Demin iki hadîs-i şerîfte güzel şeyler öğrendik. İnşaallah tekbiri ve istiğfarı çok yaparsınız.
Burada da bir başka konuyu bize bildirmiş oluyor. Şifa tavsiyesi mahiyetinde, bu da güzel:
Men isterce‘a inde’l-musîbeti. “Başına bir üzücü olay, canını sıkan musibet geldiği zaman; malına, sıhhatine, çoluğuna çocuğuna, ticaretine, yaşantısına, bir musibet gelen bir insan eğer innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn derse…”
Men isterce‘a ne demek?
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn demek.
Bunun mânası ne?
Bu sözü söylemek çok güzel, bu Kur’ân-ı Kerîm’de tavsiye ediliyor:
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Ellezîne izâ esâbethüm musîbetün kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. diye Kur’ân-ı Kerîm’de böyle denilmesi tavsiye ediliyor. Hadîs-i şerîfte de şimdi karşımıza gelmiş oldu.
Bunun anlamı ne? Bunu söyleyen insan ne olur?
Ceberallâhu musîbetehû. “Allah o musibetin yarasını sarar.”
Cebere; bir yarayı sarmak, bir kırık kemiği doğrulsun diye sarmak demektir. Mesela insanın ayağı kırılıyor, eli, bileği kırılıyor. Sarmaya Arapça’da “cebretmek” derler.
Ceberallâhu musîbetehû. “Allah o musibetin kendisine verdiği kırıklığı sarar, şifaya götürür. Kırıklığı kalmaz, iyi olur!” demek.
Yarasını sarar, Allah onun musibetten hâsıl olan o yarasını sarar.
Ve ahsene ukbâhu. “İşin sonunu da onun için iyi eder, hayır eder.”
Musibet musibettir, kötüdür; ama arkasını, sonunu hayır eder. Allah, o musibete uğrayan innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn diyen insanın yarasını sarar, sonra da işin sonucunu, âkıbetini güzel yapar, öyle dedi diye sonucu güzel olur.
Ce‘ale lehû halefen sâlihan. “Bu musibetin de arkasından ona salih bir durum, güzel bir durum, iyi bir hal nasip eder, verir, halk eder, halini iyiye tebdil eder.”
Yerdâhu. “Kendisinin memnun olacağı, hoşnut olacağı ‘Oh! Elhamdülillah rahata erdim.’ diye hoşnut, razı olacağı bir durumu o musibetin yerine ikame eder. Musibet gider, yerine hoşnut olacağı, razı olacağı bir hoş hal, salih durum, iyi bir durum kendisine nasip olur.”
Bu sözü söylemek o kadar önemli.
Bu sözün anlamını açıklayalım.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn
Bir müslüman, -Kur’ân-ı Kerîm’in emriyle, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi ile- musibetle karşılaştığı zaman bu sözü söylüyor.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn ne demek?
İnnâ lillâh. Biz Allah’ın kullarıyız. Bizi yaratan O, yaşatan O; varlığımızı, kudretimizi, kuvvetimizi, melekelerimizi, kabiliyetlerimizi, hislerimizi, âzâmızı, aklımızı, fikrimizi her şeyimizi veren O, her şeyimiz O’nun, O’ndan. Biz O‘nun kullarıyız.
İnnâ ileyhi râciûn. O’nun kulu olduğumuza göre “O’ndan tarafayız Biz O’nun huzuruna döneceğiz. Şimdi dünya hayatında imtihan için bulunuyoruz, sonunda O’na döneceğiz.
Ve ileyna turce‘ûn. Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de bütün insanlara hitaben böyle buyuruyor.
İnsan Allah’tan, dinden, imandan, ibadetten ne kadar kaçsa nereye gidecek?
Yine Allah’ın huzuruna gidecek! Yani kaçan kâfir de olsa, müşrik de, dinsiz de, ateist de olsa, inançsız da olsa ne olursa o da Allah’ın huzuruna çıkacak, mü’min de... Şöyle bir düşünelim: Allah’ın huzuruna kaçkın, kaçmış, kaçak bir kul olarak, yakalanmış, suçlu, âsî, mücrim, yüzü kara, mahcup mu gelmek iyi yoksa Allah’a aşk ve şevk ile kavuşmak aşkıyla yaşamış, Allah’a kavuşmayı isteyerek hareket etmiş, şehit olmuş gazi olmuş, hüsn-i hâtimeyle, âhirete göçmüş Allah’ın sevdiği bir kulu olarak mı Allah’ın huzuruna çıkmak iyi?
Elbette Allah’ın huzuruna âsî, mücrim, eli kolu bağlı, yüzü kara, suçlu çıkmak kötü bir durum, onu hiç kimse istemez. Ama fiilen Allah’ın emirlerine âsî olunca sonuç itibariyle öyle olmuş oluyor. Âsî kul olmuş, Allah’tan kaçmış oluyor, ibadet kaçkını, namaz-niyaz kaçkını oluyor, din iman düşmanı oluyor.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. “Biz Allah’ın yarattığı kullarız. Kendi başımıza bir şeyimiz yok ki! Her şeyimiz Allah’tan! Dilerse felç eder, dilerse yok eder, öldürür, dilerse yaşatır, dilerse hoş hallere erdirir, dilerse musibetlere, felaketlere uğratır... Biz O’na döneceğiz.”
O’na dönmenin sorumluluğunu, O’nun huzuruna varacağımızın heyecanını şimdiden taşımalıyız, hareketlerimize dikkat etmeliyiz. İnsan sorumluluğunu bilmeli, kulluğunun sorumluluğunu idrak etmeli. Allah’a karşı kulluk görevleri olduğunu, teşekkür borcu, şükür borcu, Allah’ın yarattıklarına hamdetmesi, kendisine verdiklerine hamdetmesi, şükretmesi gerektiğini unutmamalı, onu hatırında tutmalı.
Başına musibet geliyor.
Bunu kim nasip etti?
Allah, çünkü mukadderatı alnına yazan, takdir buyuran Allahu Teâlâ hazretleri.
“Musibet iyi kullara gelir mi? Niye bana geliyor?”
Gelir! En büyük musibetler peygamberlere gelmiş. İmtihandır, derecesi artsın diye gelir. Bu musibeti kaderine, alnına Allah’ın yazdığını bilip sabredecek. “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun huzuruna varacağım, dünyadaki imtihanımdan hesaba çekileceğim, aman imtihanı kaybetmeyeyim, musibet geldi diye yoldan, raydan çıkmayayım, âsî olmayayım, karşı gelmeyeyim, rızasızlık, sabırsızlık göstermeyeyim, edepsizlik etmeyeyim…” diye düşünmesi lazım.
Bunun da sözünü söylemesi lazım; İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. Bu hatırlama sözü.
“Ben Allah’ın kuluyum, ben O’nun huzuruna döneceğim, ben O’nun her şeyini severim; Kaderini severim, hayrını severim… Musibet gelirse ne yapalım? Bu da imtihandır, diye sabrederim, hükmüne rızam vardır, Kur’ân-ı Kerîm’ini severim, Peygamber-i zîşânını severim, ahkâmını severim, haramlarının haram olmasını isabetli bulurum, kaçınırım, severim. Bu hükmün böyle olmasını severim. Haram oluşuna rıza gösteririm, helallerin helal oluşuna şükrederim, sevinirim. Her şeyine sevinirim, her şeyine rıza gösteririm.”
Kulun, Allah’a kulluk eden bir müslümanın, mü’minin en yüksek ruhsal durumu nedir?
Rıza makamıdır, razı olmaktır! Allah’tan hoşnut ve razı.
“Razıyım yâ Rabbi! Neylersen güzel eylersin, biliyorum, razıyım yâ Rabbi!..” demek çok iyi bir durum ve böyle bir insanın ruh kuvveti, metaneti çok fazla olur, böyle bir kimseyi kimse alt edemez, kimse böyle inanan, böyle düşünen bir mübarek, ihlâslı, imanı sağlam insanın sırtını yere getiremez.
Bu insan bunalıma düşmez, intihar etmez, sabr-ı cemîl gösterir, sevap kazanır, toplumu birbirine karıştırmaz, feryâd ü figân edip hem kendisini hem başkalarını üzmez. Her şey güzel olur.
Kim gibi güzel olur?
Yunus Emre gibi olur, Mevlânâ gibi olur, o ârif, kâmil, imanın inceliklerini bilen, zarif, edib kullar gibi olur.
Onun için biz de bu üçüncü hadîs-i şerîften hissemizi alalım: Hayatın, mukadderâtın, kaderin cilveleri vardır, insan bazen iyi olaylarla karşılaşır, bazen de hoşuna gitmeyen olaylar başına gelir. Mesela hasta olur, ağrısı sızısı olur, dişi ağrır, başı ağrır, kulağı ağrır, midesi ağrır… Sancılanır, kıvranır. Romatizmaları rutubetten azar… Çoluk çocuğunun başına bir şey gelir… Başarısızlık, iş hayatında bir terslik, arıza, kaza…
Bunların hepsi hayatın cilvesi!
Her insan her başına gelen musibetten intihara kalksa dünyada insan kalmaz! İntihar haram, isyan haram, kadere rıza göstermemek edepsizlik! Allah’a karşı gelmek zalimlerin, firavunların, azılı kâfirlerin işi. İyi bir mü’min tabi öyle bir şey yapmayacak!
Onun için innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn sözünü öğrenelim, alışalım ve musibetli anlarda bunu söyleyelim. İnsan rahatlar. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn. O zaman olayları sabr-ı cemîl ile karşılar.
Sabr-ı cemîl ne demek?
Güzel bir sabırla, zarif, sakin, hoş bir sabırla olayları karşılar, ortalığı velveleye vermez. Onurlu, hürmetli, izzetli bir kimse olur.
Bizim bir göz muayene işimiz vardı. Hastaneye, çok sevdiğimiz bir göz mütehassısı doçent dostumuza gittik. Oradan çıktık; hastanenin avlusu karmakarışık, bir feryat figan… Bir de baktık ki Doğu’lu yaşlıca bir kadın saçını başını yoluyor, göğsünü bağrını yırtmış kendisini yerden yere atıyor. Hastanede herkes etrafına toplanmış, kendi şivesiyle ağıtlar söylüyor, herhalde hastası öldü veyahut bir acı haber aldı... Ortalığı velveleye veriyor. Kendi kendime;
“Gideyim de şu hanıma ‘Hanım, böyle yapma. Bu yaptığın İslâm’da yok, sabr-ı cemîl göster.’ diyeyim.” dedim ama fırsat olmadı, durum müsait olmadı.
Peygamber Efendimiz buna benzer bir şekilde feza’ ve ceza’ gösteren, taşkınlık yapan bir kadının yanına gitmiş. Demiş ki;
“Hanım, Allah’ın kaderine sabret!”
“Sen benim başıma neler geldiğini, musibetimin ne kadar büyük olduğunu, felaketimin ne kadar tahammül edilmez olduğunu biliyor musun?..”
Kadın bağırıp çağırmaya devam etmiş. Peygamber Efendimiz yanından yürümüş gitmiş. Arkadan gelenler demişler ki;
“Ey kadın, seninle konuşan bu zâtın kim olduğunu bilemedin mi?”
“Bilmedim.” demiş.
“Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’di!..”
“Yaa, eyvah! öyle mi?!”
Üzüntüsünü unutmuş, edepsizliğinden mahcup olmuş, Peygamber Efendimiz’in arkasından koşmuş:
“Yâ Resûlallah! Özür dilerim. Senin olduğunu bilemedim. Başka bir insan, sıradan bir insan sandım ondan söyledim…”
Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki;
الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَى
es-Sabru inde’s-sadmeti’l-ûlâ. “Sabır, darbe ilk geldiği zaman gösterilir, sevabı o zaman alınır. İnsan ilk anda kendisini tutmaya dikkat etmelidir. Böyle feryâd ü figân etmemelidir!” buyurmuş.
Demek ki sakin olacağız! Ne yapalım? Hayatta insanın başına neler geliyor?.. Biz hayatta insanın başına neler gelir diye etrafımıza baktığımız zaman çok misaller görüyoruz.
Çeçenistan olayları geçtiğimiz yıllarda gözümüzün önünde cereyan etti. Gözümüzün önünde, kulağımızla her gün acı haberleri duyduk, televizyonlarda seyrettik. Bosna-Hersek olayları… Şimdi de Kosova, Sancak, Arnavutluk olayları! Bir sürü üzücü şeylerle karşılaştık. Böyle olaylarla insan karşılaşabiliyor.
Ne yapması lazım?
Bunlara hazırlıklı olması lazım! Ben bunları düşündüğüm için bir de kardeşlerime karşı hizmet arzusu ile onları hayata yetiştirmek için Hanım derneklerimize rica ettim: “Aman hanımlarımızı yetiştirelim. İlkyardım kursları açalım. Araba kazası oldu, yaralılar var. Kadın çıktı; çocuğu yaralı, kocası yaralı…”
Ne yapacak?
O da feryad u figân etse, bayılsa yardımcılar gelinceye kadar dağın başında kim yardım edecek. Metîn olması lazım!
Bizim Kadın-Aile derneklerimizde ilkyardım kursları tertipledik. Çok rağbet gördü. Kardeşlerimiz ilkyardım kitabı yazdılar, yayımladılar.
Kaza olursa ne yapmak lazım? Kanama olursa nasıl bağlamak lazım? Yarayı nasıl sarmak lazım? Nasıl davranmak lazım?.. Çeşitli güzel şeyler. Bunların hepsini bilmek gerekiyor.
Ben burada bakıyorum: Biz sabah namazına gidiyoruz, Avustralyalı kadınlar idman yapmak için caddelerde koşturuyorlar. Biz ikindi namazına gidiyoruz; onlar işten çıkmışlar, caddelerde koşturuyorlar. Vücutlarını geliştirmek için yeşil sahalarda idman yapıyorlar. Boyuna yürüyen, koşan, çalışan, vücudunu çalıştıran insanlar görüyorum. Çok aşırı bir idman merakı var. Bunlar vücudunun, sıhhatinin tam yüksek seviyede olması için çok dikkat ediyorlar.
Bizim üşeneceğimiz, tembellik edeceğimiz kadar, aşırı diyebileceğimiz kadar fazla miktarda yürüyüş, koşu… Eşofmanını, şortunu veyahut idman kıyafetini giyen yollarda koşturuyor. Bizimkilere para versen yaptırmazsın! Ama hepsi sıhhatli; oturması, kalkması, yürümesi, sırtına çantayı aldığı zaman dağlara çıkması, çayırlarda çimenlerde kamp kurması… Hepsine alışkınlar. Yüzmeyi biliyorlar, gezmeyi biliyorlar, tırmanmayı biliyorlar; halatla dağlara tırmanmayı her şeyi öğreniyorlar. Hayat bu! Hayatta insana her şey lazım olur. Karşısına musibet de gelir. Onların karşısında ruhen de hazır olmak lazım, musibetin darbesi geldiği zaman yıkılmamak, metîn olmak, karşı tedbir almak lazım…
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn da derse Allah onun musibetinin yarasını sarar, işinin akıbetini hayreder, iyi eyler ve ondan sonra ona iyi bir hal nasip eder. Razı olacağı, hoş olacağı, iyi olacağı bir razı durum nasip eder.
O halde kişisel, ailevî, toplumsal sıkıntılarınız varsa, innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûnu çok söyleyin.
Bu üçüncü hadîs-i şerîfte Efendimiz’den üç güzel tavsiye.
İbn Abbas radıyallâhu anhümâ’dan, İmam Beyhakî rivayet etmiş:
مَنِ اسْتَعْمَلَ عَامِلاً مِنَ الْمُسْلِمِينَ وَهُوَ يَعْلَمُ أَنَّ مِنْهُمْ أَوْلَى بِذَلِكَ مِنْهُ وَأَعْلَمُ بِكِتَابِ اللهِ وَسُنَّةِ نَبِيِّهِ صَلَّى الله عَلَيه وسَلَّم فَقَدْ خَانَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَجَمِيعَ الْمُسْلِمِينَ.
Men ista‘mele âmilen mine’l-müslimîne ve hüve ya‘lemu enne minhüm evlâ bi-zâlike minhü ve a‘leme bi-kitâbillâhi ve sünneti nebiyyihî sallallahu aleyhi ve sellem fe-kad hânallahe ve resûlehû ve cemîa’l-müslimîn.
Çok ilginç bir konu. Çok yüksek bir İslâmî kuralı gösteriyor.
İşin başına ehil olanı seçmediği için! Öteki adam daha salahiyetli, biliyor; onu getirmiyor. Onun için bütün insanlar iş yaptıracak insanları seçerken bu kuralı iş yerlerinde duvarlarına, akıllarına, alınlarına yazsınlar, defterlerinin ilk sayfasına yazsınlar. En salahiyetli insanı seçecek!
Yalnız, Peygamber Efendimiz salahiyetin yanında iki şey daha söylüyor:
Enne minhüm evlâ bi-zâlike minhü. “Bu işte daha salahiyetli, daha evlâ, daha bilgili!”
Birincisi; mütehassıs, bu birinci vasıf.
Ve a‘lemü bi-kitâbillâhi ve sünneti nebiyyihî.
İkincisi; Kur’an’ı daha çok biliyor. Peygamber’in sünnetini daha iyi biliyor.
Ben fakültede kütüphanede çalışırken bir tarih kitabında Osmanlı Devleti’nin kurucusu, rahmetullahi aleyh gazi sıfatını almış o mücahit devlet adamının, Osman Gazi hazretlerinin, oğlu Orhan’a vasiyetlerini gördüm. Çok hoşuma gitti; onu tarih kitabından çıkarttım, neşrettim. Sonra o birçok yerde duvarlara asıldı, kullanıldı; herkes kullandı. Orada çok güzel nasihati var; Osman-ı Gâzî’nin oğlu Orhan-ı Gâzî’ye nasihatleri. Diyor ki;
“Aman evladım! Sakın ha devlet işlerine dini bilmeyen, ibadetini yapmayan, Allah’a itaatli olmayan, Resûlü’ne sevgili olmayan insanları tayin etme. Çünkü sana vefa göstermez. Sana vefası olsaydı Yaradan’ına vefa gösterirdi, Peygamberi’ne vefa gösterirdi. Yaradan’ına vefa göstermiyor, Peygamberi’ne vefa göstermiyor, vefasız bir insan demek ki. Onu işin başına sen geçireceksin, rüşvet alacak, halkı ezecek, yanlış iş yapacak. Allah’tan korkmuyor, sorumluluk duygusu taşımıyor, mahkeme-i kübrâyı düşünmüyor…”
Böyle bir insan deveyi hamutuyla yutar, hazineyi hortumlar, bitirir.
Nasıl olması lazım?
Peygamber Efendimiz; Allah’tan korkan, Allah’ın kitabını ve Peygamber Efendimiz’in sünnetini bilen bir insan olması gerektiğini söylüyor.
Elhamdülillah bizim ülkemiz %99’u müslüman olan bir ülke. Ben; çok salih, çok sorumluluk duygusu taşıyan, Allah’tan çok korkan, devlet malının toplu iğnesini ziyan etmek istemeyen insanlar biliyorum.
Mesela bizim fakültenin rahmetli sekreteri fakülteye yaşlı olarak geldi, hem bizim talebemiz oldu hem fakültede sekreterlik yaptı. Sonra da trafikte bir otomobil çarptı, vasıta çarptı…
Geç vakitlere kadar fakültede çalışmıştı. Sonra vefat ediverdi. Nur içinde yatsın. Çok sevişirdik, aramızda muhabbetimiz iyiydi. Toplu iğneyi düşünürdü, bir kâğıdı düşünürdü. Ben de öyleydim. Alıyorlar, kâğıt israf ediyorlar, devlet malzemesini israf ediyorlar diye bizim ödümüz patlardı. Yüznumarada ellerini yıkıyor, geliyor; dosya kâğıtlarından 10-15 tanesine elini kuruluyor, buruşturup çöpe atıyor. Bize cinayet gibi gelirdi, böyle bir şeyi yaptırmazdık. Duyduğumuz, gördüğümüz zaman da çok fena olurduk. Toplu iğneyi görsek yerden alırdık, atacı görsek, kâğıt tutuşturma teli görsek yerine koyardık… Ve böyle bir insan başka oluyor.
Bizim rahmetli sekreter altılara, yedilere kadar çalışırdı. Ben bazen cumartesi, pazar fakülteye çalışmaya giderdim, onu odasında çalışıyor bulurdum. Mecbur değil! O zamanlar tatil günü. Ama ne yapsın? İyi insan! İşler bitsin diye sorumluluk duygusu taşıyor. Evi de karşıda yakındaydı, gelir çalışırdı.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Onun için bu hadîs-i şerîfi de çok önemli görüyorum.
“Kim müslümanlardan birisini bir memuriyete, bir işin başına tayin ederse ve de ötekiler, müslümanların geride kalanları arasında bu işe bu tayin ettiğinden daha salahiyetli, Allah’ın Kur'an’ını daha iyi bilen, Allah’tan daha çok korkan, Peygamber Efendimiz’in sünnetini daha iyi bilen, Efendimiz’in sünnetine daha sıkı sarılan, tam güzel ahlâklı, tam derviş, tam zarif, kâmil bir insan olduğunu bildiği halde onu tayin etmez de salahiyetsizi tayin ederse Allah’a da, Resûlullah’a da müslümanların hepsine de hıyanet etmiş olur!” diyor.
Demek ki tayin sorumluluğu var. Tayin eden kimse tayin ettiği insanlarda bu vasıfları arayacak. Devlet malını çar çur etmeyen, vazifesini suistimal etmeyen, elindeki kasayı soymayan, suistimal yapmayan insanları tayin etmeye çalışacak.
Belediyede çalışan bir rahmetli dostumuz vardı. İsmi ile söyleyeyim, Kazım Efendi. Allah rahmet eylesin. Beş vakit namazında çok hassas, çok dürüst bir insandı. Bu, şehit ve asker ailelerine vergi olarak yardım parası kesilirdi, onların kuruşunu harcatmazdı.
“Bu şehit ailelerinin, asker ailelerinin…” diye parasını çarçur ettirmezdi. Bana kendi iş sıkıntılarını anlatırdı ama rahmetli ağlardı! “Benden ölünce sonra bu işin başına kimi getirirler? Bu asker ailelerinin hakkına kim riayet eder, korur?!” diye düşününce ağlardı. Allah nur içinde yatırsın. İyi insanlar çoktu. Allah gene onların adetlerini artırsın.
Allahu Teala Hazretleri iki cihan saadetine erdirsin.