es-Selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den İbn Asâkir ve Tayâlisî Huzeyfe radıyallahu anh’ten rivayet etmişler ki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir mübarek hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlar;
سيأتي عليكم زمان لا يكون فيه شيء أعز من ثلاث درهم حلال أو أخ يستأنس به أو سنة يعمل بها
Se-ye’ti aleyküm zemanün lâ yekûnu fî-hi şey’ün e’azzü min-selâsin dirhemün halâlün ev ehun yüste’nesü bi-hî ev sünnetün yu’melü bi-hâ.
Sadaka Resûlullah fî-mâ-kâl ev ke-mâ-kâl.
Bu hadîs-i şerîfi izahla başlayalım sohbetimize.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
Se-ye’tî aleyküm. “Sizin üzerinize gelecek”, zemânün, “bir zaman.”
Yani asırlar, çağlar geçecek, zaman ilerleyecek, böyle bir devre, böyle şeylerin olduğu bir zamana ulaşacaksınız. Peygamber Efendimiz, olacak şeyi, kendi zamanından ileriyi anlatıyor.
Diyor ki; o zamanda, lâ yekûnu fî-hi şey’ün e’azzü min-selasin. “Şu üç şeyden daha kıymetli, daha izzetli, daha değerli bir şey olmayacak.”
E’azzü izzetli demek, kıymetli mânasına gelir ama bir de Arapça’da azze’l-meta’u fi’s-sûki, derler, yani pazarda meta azaldı, nadirleşti, bulunmuyor, arıyorsun, arıyorsun yok o. Mâna burada daha bariz olarak görülüyor, yani şu üç şeyden daha nadir, daha az bulunur ve kıymetli şey olmaz; o zamanda azalacak, bunlar kolay kolay bulunmayacak.
Bir, dirhemün halâlün. Bu azalan kolay bulunmayan şeylerden birincisi, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfinde söylediği “helâl dirhem”, dinar ve dirhem o zamanın parasının ismi, o devrin parasının ismi ama mânayı umumî olarak anlamamız lazım. Türkiye için para birimi liradır, Amerika için dolardır, Fransa için franktır, dirhemün halâlün demek, helâl para, dirhem. Demek ki zaman geçince insanlar helâl para kazanma yollarından uzaklaşacaklar ve helâl para kazanan, parası helâl olan insan azalacak. Bu bir üzücü durum çünkü İslâm geldiği zaman toplumda büyük bir değişiklik meydana geldi. Herkes çok büyük bir heyecana yükseldi, çok büyük aşkla, şevk ile Allah’ın Kitabı’nı baş tâcı etti, Peygamber Efendimiz’in sünnetini rehber eyledi, toplum değişti, güzel bir ahlâk geldi. Ceziretü’l-Arab’dan şirk ve küfür sürüldü, çıkartıldı.
İslâm dört bir tarafa yayıldı. Hatta rahmetle anıyorum, Allah şefaatine erdirsin o mübarek mücahitlerin, Ukbetü’bnü Nâfi Afrika’yı boydan boya geçiyor ki -ne kadar büyük bir mesafe- o zamanın vasıtaları ile ne kadar muazzam bir iş. Mısır’ı, Libya’yı, Tunus’u, Cezayir’i, Fas’ı geçiyor, Atlas okyanusuna ulaşıyor ve devesini durdurmuyor, devesini sürüyor suyun içine, denizin içine. Atlas okyanusuna deve gittikten sonra, suyun içinde ellerini kaldırıp Allah’a dua ediyor;
“Yâ Rabbi benim karşıma maalesef bu deniz çıktı. Eğer karşıma bu denizi çıkartmasaydın Senin dinini daha uzaklara kadar götürürdüm, götürmek niyetindeydim.” diye.
O zamanın mücahitlerdeki, İslâm’ı yaymak isteyen insanlardaki aşka, şevke, azme bakın ki kıtalar aşılıyor. Bir nefeste ancak okyanuslarda duruluyor, orada da durulmayacak belki ama o zamanın vasıtalarıyla oraları geçmek, o çağlarda mümkün olmadığı için, elini kaldırıyor;
“Yâ Rabbi kusurumu affet bu kadar yapabildim.”
O mübarekler, o mücahitler… Acaba bizim hâlimiz nice olacak?
Bu arada kendi kendimize sormalıyız; “Onlar İslâm için bu kadar çalışmışlar, biz İslâm için ne yapıyoruz?” diye, kendi kendimize şöyle bir muhasebe yapmalıyız, kendi durumumuzu ölçmeliyiz.
İslâm böyle yayıldı ve insanlar helâl lokma yemeye, dürüst insan olmaya, edepli, ahlâklı, zarif, kâmil, Allah’tan korkan, müttakî, salih insanlar olmaya döndüler ve kazançlarından zekât, sadaka verdiler, hayırlar yaptılar, hükümdarlardan para kabul etmediler, gelen paraları anında fakirlere dağıttılar. İslâm tarihinde böyle şahane olaylar, şahane ahlâk davranışları, yüksek fazilet âbidesi olacak çok göz kamaştırıcı güzel olaylar meydana geldi. Dağdaki çoban da haram yemiyordu, sürünün kuzusunu satmıyordu, satıp koyup da “kurt yedi” demiyordu, şehirdeki tüccar da dürüst davranıyordu. Herkes İslâmî ahlâka göre hareket ediyordu, bu yaygın idi.
“Sonradan bunlar değişecek…” diye Peygamber Efendimiz bildiriyor. Bir zaman gelecek helâl lokma bulunmaz, çok nadir bulunur, ender ele geçer bir meta hâline gelecek demiş oluyor bu hadîs-i şerîfte. Peygamber Efendimiz ashabın ümitsizlik içinde olduğu, müşriklerin kendilerine hunharca saldırdığı, işkenceler yapıp öldürdüğü, müslümanların mazlum ve mağdur olduğu Mekke devrinde bile diyordu ki;
“Sabredin, Allah yardım edecek ve bu İslâm dini yayılacak, kisraların, kayserlerin diyarları, müslümanların eline geçecek.”
Müşrikler hayret ediyorlardı. Alay etmek istiyorlardı; “Şunlara bak kendi varlıklarını korumaktan âciz, nelerden bahsediyor, kisraların yani Sâsânî İmparatorluğu’nun, kayserlerin yani Bizans imparatorunun saraylarını alacaklarmış.” gibi söylemlerde bulunuyorlardı, inanamıyorlardı ama öyle oldu işte.
İslâm öyle dünyanın her yerine yayılacak demiş oluyor Efendimiz hadîs-i şerîfinde ve bir zaman gelecek helâl dirhem bulmak mümkün olmayacak veyahut helâl dirhem çok az bulunacak, helâl para, helâl kazanç az bulunacak.
Hâlbuki zor mu helâlinden kazanmak?
Zor değil, zor değil ama mesela Ahmed-i Yesevî Efendimiz Pîr-i Türkistan, mübarek evliyâullah büyüğümüz ne yaparmış, kaşık yontarmış, kendisi de çarşıya pazara gitmezmiş, merkebinin sepetine, küfesine yaptığı kaşıkları koyarmış, merkebini dehlermiş, çarşıda kaşıkları alanlar, bakanlar, beğenenler, parasını sepetine koyarlarmış. Merkep geri döndüğünde kaşıkların parasını alır, yani helâlinden kendisi elinin emeğini yermiş, bir de fukarâya, dervişlere, tekkesindeki misafirlere, yoksullara onunla hayır hasenât yaparmış, yedirirmiş.
Yunus Emre’nin biliyoruz ilahîlerinde, “didiş kazan ye yedir” diye söylediği şeyleri, gayrete gel, kalk çalış çabala kazan, kendin de helâlinden ye başkasına da yedir. Başkasına da yedirmek, ikram etmek, ziyafet çekmek, yoksulun imdadına yetişmek, sadaka vermek, hayır vermek, o devirde çok yaygın. Şimdi elinin emeği ile geçinmek, helâl kazanç olur, dürüst tüccar çalışır.
Peygamber Efendimiz’in müjdesi var “Dürüst tüccar, doğru sözlü, dürüst hareket eden, ticaretine hile katmayan tüccar Arş-ı âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek.” Çok yüksek mertebelere çıkacak, âhirette çok rahat edecek. Ticareti düzgün yapar, haram, hile katmaz, dürüst davranır.
Alışverişin nasıl yapılacağına dair teferruatlı bilgiler kitaplarda var. Bizim bu hadis kitaplarında da var hatta levha hâlinde kardeşlerimiz bastırmışlar, en hayırlı kazanç Etyabü’l-kesb yani kazancın en temizi, en hoşu şu tüccarın kazancıdır ki şöyle hareket eder, haram yemez, yalan söylemez vesaire diye şartlarını bildiriyor Peygamber Efendimiz.
Evet, ticaret yapar kazanır, ziraat yapar kazanır, sanat yapar kazanır. Hayırlı hizmet eder, hayıra matuf, kendisine yükletilmiş el-emru fevka’l-edeb devlet hizmetleri, memuriyetler, âmme hizmetleri onları dürüst yapar, hakkıyla yapar, sevapları kazanabilir, kazancı da temiz olur.
Peki, haram kazanç nasıl oluyor?
Haram kazanç aldatmakla oluyor, vazifeyi iyi yapmamakla oluyor, gayrimeşru yollarla kazanmakla oluyor, rüşvetle oluyor, hırsızlıkla oluyor, eksik tartmakla oluyor vesaire yollarla oluyor. Kötüler cezalandırılmadığı için, onlar yükselip mersedeslerle gezdiğinden, sahillerde, villalarda yaşadığından, dürüst insan da borcunun taksitini ödeyemediğinden, enflasyona ezildiğinden, tüccar bütün sene çalışıp da sermayesini bile koruyamaz duruma geldiğinden. Tabii o zaman başka yollara sapıyorlar. İşte repo denilen korkunç faiz, aldatmaca, hile, gasp gibi çeşitli gayrimeşru yollarla paralar helâlliğini kaybediyor veyahut insanların gayriahlâkî davranışlarıyla ticaret bile yapsa, imalatını hileli yaptığından veyahut Allah’ın “çalışmayın” dediği zamanda çalışıp “yapın” dediği ibadetleri ihmal ettiğinden haramlaşıyor. O zaman dirhemi, helâl, aziz bir meta oluyor, yani helâl lokma azalıyor.
Biz bu ihtardan, bu ikazdan, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu zarif hadîs-i şerîfinden kendimize hangi dersi çıkartacağız?
Birincisi, acaba ben kazancımı nerden sağlıyorum? Nasıl geçiniyorum? Boğazımdan yediğim lokma Allah’ın rızasına uygun, helâl bir lokma mı? İşim helâl bir iş mi? Allah’ın sevdiği bir iş mi yoksa Allah’ın yasakladığı haram maddeler mi satıyorum? Haram işler mi yapıyorum?
“Allah’ın istemediği yollardan kazanıyorum.” diye ilk önce kazancının şeklini, kârının menşeini düşünmesi lazım, bu bir. İlk düşüneceğimiz şey bu, eğer hatalı durum varsa, derhal helâl kazancın yollarına dönmesi lazım; çünkü bir insan haram lokma yedi mi, haram lokma ile vücudunda mutlaka bir şey meydana gelir, “Vücuduna fayda verir bir et biter.” diyor rivayetlerde. Ona da cehennem ateşi yakışır yani cehenneme mutlaka girer demek.
Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz komşudan gelen tabaktan bir lokma aldıktan sonra onun şüpheli veya haram olduğunu anladığı için kusarak çıkartmış diye meşhur bir rivayeti hepimiz biliyoruz.
Demek ki lokmamızın helâl olmasına çok dikkat edeceğiz, özellikle tasavvufta büyükleri yani evliyâullahın nasıl evliyâ olduklarını bize işaret yoluyla anlatırken diyorlar ki; “Bu yolun temeli helâl lokmadır. Haram lokma boğazdan girdi mi kalpte feyiz olmaz, kalp kararır katılaşır, ondan sonra insanın ayağı kayar gider.” Çok görüyorum, böyle iyi bildiğimiz insanlara bakıyorum ayağı kaymış gitmiş.
Neden?
Haram lokma yiyor, artık gönlü doğru çalışmaz duruma geliyor, kalbi kararıyor, taşlaşıyor, ondan sonra yavaş yavaş daha da çukurlara düşüyor, batağın içine daha çok batıyor, sonunda çok perişan, çok iğrenç, çok sakınılacak, çekinilecek, korkulacak, ibretlik bir duruma düşebiliyor. Aman hepimiz lokmanın helâl olmasına dikkat edelim, kazancımıza dikkat edelim, haramların her çeşidinden kaçınalım, haramların listesini yapalım.
Neler haramdır? Hangi maddeler, maddenin kendisi dolayısıyla haramdır?
Mesela içki haramdır, domuz eti haramdır; mesela bilmem şu hayvanların etleri yenilmez. Bunları öğreneceğiz, bir de helâl mal bize kazanç yolu yanlış olduğu zaman, madde temiz olmakla beraber, kazanç yolu ters olduğundan haramlaşır. Kazancın meşru olmasına, gayrimeşru olmamasına, günah yollarından olmamasına dikkat edeceğiz. Haramları sıralayacağız, çoluk çocuğumuza öncelikle öğreteceğiz, “Evladım bak sakın ha haram yeme, sonra dünya ve âhiretin mahvolur.” diye, ilk önce bunları çocuklarımıza öğreteceğiz, kendimiz de öğreneceğiz.
Ne kadar güzel, eski hanımlar beylerini sabahleyin işe uğurlarken, “Aman efendi, bize helâl lokma getir, biz çok para istemiyoruz, helâl istiyoruz, çoluk çocuğumuza haram lokma kazanıp haram getirme…” diye tembih ederlermiş, kocalarına nasihat ederlermiş. “Ben altın, gümüş, bilezik, yüzük, kolye, bronş, elmas, yakut istemiyorum, helâl istiyorum.” diye bildirirlermiş, bu bir.
İkinci az bulunan şey, böyle zamanın bozulduğu ilerdeki devreleri anlatıyor Peygamber Efendimiz. O zaman az bulunan ikinci şey;
Ev ehun yüste’nesü bi-hî. “Kendisiyle oturup kalkılacak, ünsiyet edilecek bir dost çok az olacak.”
Bakın bu da çok önemli. İslâm, müslümanlar arasında samimi bir kardeşlik meydana getiriyor, din kardeşliği meydana getiriyor, birbirini seviyorlar, birbirlerini evlerine davet ediyorlar, sahâbe-i kirâmın hayatını görüyoruz. Peygamber Efendimiz onları ayrıca kardeş etmiş muhacirle, ensarı. Birbirlerinin evlerine ziyarete gidiyorlar, birbirlerine fedakârlıkta bulunuyorlar, hadîs-i şerîfler var. Allah için bir âhiret kardeşi edinen ne kadar büyük sevaplar kazanır.
Bunları biz böyle uzun uzun geçtiğimiz sohbetlerde vurguluyoruz, anlatıyoruz.
Tasavvuf neden kıymetli?
Çünkü insanlar âhiret kardeşi oluyor, dünyevî menfaat üzerine değil, âhiret sevabı üzerine samimi, hasbî Allah rızasına dayalı bir kardeşlik meydana geliyor, ihvan oluyor, kardeş oluyor, fedakârlık yapıyor.
Şimdi burada böyle kardeşlerimizle oturuyoruz. “Allah razı olsun” diyorlar kardeşlerimiz bana.
“Allah razı olsun hocam, siz geldiniz mi burada kardeşlerimiz arasında bir bağlılık, bir topluluk, bir muhabbet ziyadeleşmesi oluyor.”
Evet, yani ne büyük bir nimettir insanın içine katıldığı bir muhabbetli arkadaş topluluğu olması, hatta bir tane bile oturup kalkıp konuşabileceği, samimi, derdini açabileceği, dertleşeceği bir kardeşinin olması çok önemlidir, hem dünyevî bakımdan hem uhrevî bakımdan önemlidir, hem ruh sağlığı bakımından önemlidir. İnsan arkadaşsız olursa, toplumda kendisine arkadaş bulamazsa, yalnızlıktan bunalıma düşer.
Ruh sağlığı bakımından da önemlidir, maddî bakımdan da önemlidir. Arkadaş insanın hasta olduğu zaman yardımına koşar, yapamadığı işlerde destek olur, zor işlerde yanına gelir, elle gelen düğün bayram dedikleri gibi o zaman hoş, güzel şeyler yapılır. Yani himmetli, samimi, dindar, aldatmayan, iyiliksever, Allah’tan korkan, salih bir arkadaş çok kıymetlidir, yani ağırlığı kadar altındır, mücevherdir, son derece kıymetlidir.
Eskiden vardı. Böyle birbirleriyle kardeş olmuş insanların kardeşliklerini açın İmam Gazzâlî’nin İhyâ’sını, kardeşlik bölümünü okursunuz, hayran kalırsınız.
“Kardeşlikte en aşağı mertebe kardeşinin ihtiyacını karşılamandır, hizmetçin gibi evinde barındırdığın bir yetim gibi asgarî arkadaşlık, en aşağı arkadaşlık şartı arkadaşının ihtiyacını görmendir.” diyor, İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, “Orta derecesi neyin varsa kardeşinle bölüşmendir, yüksek derecesi de yemeyip yedirmen, giymeyip giydirmendir. Onun ihtiyacını öne alman, kendin sabretmendir.” diyor ki biz en aşağısını bile bu devirde etrafımıza baktığımız zaman, kardeşler arasında, müslümanlar arasında görmüyoruz. Gayet resmî, gayet soğuk, Alman usûlü, Fransız usûlü, İngiliz usûlü ahbaplık diye böyle isimlendiriyorlar, herkes parasını kendi veriyor. Onların örfleri âdetleri başka.
İslâm’ın kardeşlik anlayışı çok başka, çok kıymetli. Onun önemini Almanlar bile anlamışlar da Almanlarla değil Türklerle komşuluk yapıyorlarmış.
“Niye yapıyorsunuz?” deyince;
“Bunların birbirlerine muhabbeti çok hoşuma gidiyor, bizim Almanlar arasında böyle muhabbeti göremiyoruz onun için seviyorum.” diyormuş, bazılarını böyle duyuyoruz.
Ünsiyet edilecek arkadaş Allah’ın büyük bir ikramıdır ve bu da tasavvufta olunca, tasavvufî kardeşlik olunca dînî temele dayanıyor, mânevî oluyor o daha da güzel oluyor. Böyle boynu bükük Yunus gibi, Mevlânâ gibi, Hacı Bayram gibi böyle mübarek bir kardeşi veyahut onların devrinde, onların etrafındaki insanlar gibi, ne kadar güzel.
Böyle arkadaşları olanlara ne mutlu. Olmayanlara da Allah böyle arkadaşlar nasip etsin. Peki, o devir öyle ama ilerideki devir gelince, böyle arkadaşlar niye azalacak?
Çünkü ahlâk bozulacak, arkadaşlık ahlâkı bozulacak, toplumun ahlâkı da bozulacak, herkes menfaatperest olacak, demek ki kötüleşecek. O zaman böyle gidip de konuşulacak kimse kalmayacak, ahlâkın düşkünlüğünden oluyor böyle bir durum, bu yokluk, bu azlık, bu nadirlik. Ahlâk bozuluyor, insanlar bozuluyor, dost kalmıyor, dostluk kalmıyor, mertlik kalmıyor, güzel ahlâk kalmıyor. O zaman örgü ören dediği gibi zor bir durum meydana geliyor.
Bundan ne gibi bir ders çıkartacağız?
Eğer bizim böyle samimi, candan kardeşlerimiz varsa kıymetini bilelim. Kardeşler, kardeşlerinin kıymetini bilsin, çünkü dünyanın başka yerinde böyle güzel şeyler bulunmuyor, bu bizim dinimizin, medeniyetimizin, tarihimizin, ecdadımızın bize hazırladığı bir nimet. Ne mutlu ki böyle samimi kardeşlerimiz var. Hasta olduğumuz zaman başucumuzda bekliyorlar, işimizi yapıveriyorlar, koşturuyorlar, dünyanın başka bir yerinde, Türkiye’deki sadakati, vefayı arkadaşlar arasında göremezsiniz. O arkadaşı için hapse giriyor, ben suç işlemeyi meziyet olarak göstermek istemem ama yani onun çekeceği şeyi o çekmesin diye, her türlü fedakârlığa katlanıyor, onu kurtaracağım diye öne atılıyor, kendisini tehlikeye atıyor filan. Yani samimi kardeşlik bizim bu örfümüzde var. Bunun azalması, ahlâkın düşmesinden, bozulmasından oluyor.
Ahlâk niye bozulmuş?
Din gevşeyince, ahlâk bozulmuş. Ahlâkın temeli, dayandığı temel, beton sağlam.
Temel nedir?
Dindir. O olmadığı zaman çamur üstüne bir bina yaparsın, hemen batar, eğilir, yamulur, çatlar, gider. Çürük araziye yapılan bina payidar olmaz, devam etmez, yıkılır, gider. Din gittiği için, dinin önemi çok büyük, o gittiği zaman arkadaşlık da gidiyor. Hiç tahmin etmiyordum Avrupa ülkelerini gezmeden önce, şimdi bana başka yanlış haberler geliyordu, İngilizler dinsizleşmiş, yüzde doksanı ateist gibi sözler duyuyordum, oralara gitmiş kimselerden. Biz o zaman gitmemiştik, küçüktük. Şimdi bakıyorum, ya onların gördüğü zamandan sonra durum değişti, ya onlar iyi görmediler. Dinlerine, kiliselerin din adamlarına çok saygılı, çok bağlı, çok canlı bir dînî hayat var. Kadınlar dindar, yaşlılar dindar, çocuklar dindar, kiliseye gidiyorlar, ilahîler öğreniyorlar. Kilise cıvıl cıvıl cumartesileri, pazarları, tatilleri esaslarını ortaya koymuşlar. Pazar günü herkes kiliseye gidecek.
Bizler yapabiliyor muyuz? Camiye müdavim, muntazam olarak, böyle onu bir vazife bilerek giden kaç müslüman var? Ne yapıyor?
Gevşek duruyorlar. Biz böyle toplumu, dînî bakımdan onlar kadar kavrayamamışız. Toplum dinden uzak yaşıyor. Uzak yaşayınca da başka şeylerle kendisini tatmin etmeye yöneliyor, içkiyle, kumarla, çeşitli şeylerle kendisini oyalamaya çalışıyor. Boşluk boş durmuyor, dinle dolduramadığınız boşluk, başka kötü şeylerle doluyor. O zaman kötü alışkanlıklara kayıyor, uyuşturucuya, meyhaneye, kumara kayıyor. Çocuklar kendilerini kötü yollara çeken salonlara, diskoteklere kayıyorlar. O zaman sonuç daha kötü oluyor. Bunların hepsinin nazar-ı dikkate alınması lazım.
Bu ülkelerde benim gördüğüm, mesela Batı ülkelerinde toplumun hiçbir kesimini din müesseseleri hedeflerinin dışında tutmuyorlar. Çocuklar için ayrı hedefleri var, bebekler için hedefleri var, kadınlar için hedefler var, yaşlılar için hedefler var. Hepsi çalışıyor, amacına uygun olarak her kesime yönelik faaliyetler devam ediyor ve bakıyorsunuz kilisede yaşlılar da var, gençler de var. Evlenen gelinle damat da kiliseye gidiyor, çocuklar da kiliseye gidiyor, küçük okul çocukları cumartesi pazarları gidiyorlar. İşte orada ilahî öğreteceğiz, dînî ilahîler korosu vesaire, derken daha başka faaliyetler. Kiliselerin imkânları geniş, arazileri geniş, idman imkânları var, daha başka insanları çekici, oyalayıcı, güzel faaliyetleri yapabilecek imkânları var.
Bizim bunlardan yoksun oluşumuz doğru değil. Sadece ezan oku, namaz kıldır, ondan sonra dînî hizmet bitti. Böyle şey olmaz, din bu değil! Böyle olmaması lazım, din her şeyin temeli olduğundan, insanı kavraması lazım. İnsanın içinde kendisini sevk eden, bir güzel duygu hâline gelmesi lazım. Bir müfettiş, bir murakıp, bir saik hâline, sebep hâline gelmesi lazım. Her şeyi Allah’tan korkarak, âhireti, sonunu düşünerek, sevabı umarak, cenneti isteyerek, cehennemden sakınarak yapması lazım insanın. Bu da eğitimle olur.
Bizim halkla, din müessesemizin bağlantıları çok zayıf, ben bunu görüyorum. Din zayıf olunca, ahlâk zayıf oluyor, ahlâk zayıf olunca arkadaşlık yapacak insanlar kalmıyor, herkes birbirini aldatıyor. Herkes birbirinin aleyhinde, kimse kimseyi sevmiyor, sevmeyi öğrenmiyor. Din sevmeyi de öğretiyor. Hele tasavvuf. Hele bizim dinimizde, bizim tarihimizde, bizim Yunus’umuz, bizim Mevlânâ’mız -kaddesallahu ervahahum-, o büyüklerimiz sevgiyi ne kadar güzel işlemişler, ne kadar güzel öğretmişler insanlarımıza. Şimdi insanlarımız da sevgi olmayınca, herkes birbirinin kuyusunu kazıyor.
Nerede böyle hakkı işleyen dürüst insanlar? Haksızlığın karşısına çıkan insanlar nerede? O eski mert insanlar nerede? O, vatanını sevip vatanı için güzel çalışma yapan insanlar hani?
Bunların olması lazım ama bunlar da lafla, edebiyatla olmuyor. Bunun ruhsal temelleri var, bu temel de işte din.
Bizimkiler dinden korktukları için gerici diye onu engelleyince, bu sefer arkasından çok büyük toplumsal zararlar ortaya çıkıyor. Demek ki zaman bozulduğu zaman, helâl lokma kalmayacak. Zaman bozulduğu zaman arkadaşlık yapılmayacak. Bir samimi, muhlis, tatlı dost da bulunmayacak.
Ev sünnetün yu’melü bi-hâ. Az olacak şeylerden birisi de “kendisi icra olunan bir sünnet de kalmayacak.”
Dinin temeli nedir?
Her zaman söylüyorum, hep hadisleri okuyoruz, hadislere alıştırmaya çalışıyoruz kardeşlerimizi, radyoyla, televizyonla, dergilerimizle, gazetelerimizle, kitaplarımızla;
“Aman, dini doğru öğrenmek istiyorsanız sünnet-i seniyyeye sarılacaksınız.”
Herkes bir laf söylüyor, dini bazıları da saptırmaya çalışıyor. Saptırmaya çalışanların karşısında dinin ne olduğunu, doğruyu, Allah’ın rızasını, Peygamber Efendimiz’in yolunu öğrenmenin çaresi, sünnet-i seniyyeye sarılmak, her şeyi sünnete uygun yapmak. Sünnete uygun yapan cenneti bulur, sünnete aykırı bid’at iş yapan hatta dînî bir şeyi yapıyorum sanarak bile.
Çünkü Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde öyle insanlar var ki dinsel bir takım işler yapıyorlar, âdetler, merasimler ama onların dinle ilgisi yok. Ben bir din adamı olarak bakıyorum, acıyorum ve korkuyorum.
Gelir misin öyle bir yere?
Katiyen, Allah saklasın, Allah beni bulaştırmasın.
Neden?
Yanlış, fikir olarak yanlış, uygulama olarak yanlış, sonuç olarak yanlış. Bid’at. Dinle aslı yok, esası yok vesaire.
Bunların düzeltilmesi nasıl olacak?
Sünnetin öğretilmesiyle olacak. Çünkü dünyada şimdiye kadar pek çok inanç yaşamış, pek çok kültür, medeniyet, toplum, her kafadan bir ses çıkmış, onların kalıntıları var. Bizim Anadolu’muzda dahi, halkı tanıyanlar bilirler. Ta Etililer’den kalma âdetler var, onların izleri var. Kolay değil. Toplumun Şamanizm’den kalma âdetleri var. Başka dinlerin mensuplarından bulaşmış yanlışlıklar var.
Bunların hepsinin çaresi sünnettir. Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfleridir, sünnetidir.
Demek ki o kötü zamanın bir belirtisi de ne olacak?
Sünnet yok, uygulanan sünnet yok. Herkes bir başka yolda, herkes sünnete aykırı bir çizgide. Dinin asıl merkezinden uzakta demek, yanlış yolda demek.
Onun için bundan çıkan sonuç nedir?
Aziz ve muhterem kardeşlerim bakın hadis dersleri yaparken kardeşlerimiz ısrar ettiler bir de Kur’an dersleri yapmaya başladık.
Dinimizin iki temeli var.
Bir; Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelamı. Âmenna ve saddaknâ ve Cebrail aleyhisselam’ın, Peygamber Efendimiz’e indirdiği mukaddes kitabımız, Allah’ın en son hitabı, insanlığa gönderdiği en son mukaddes kitabı öteki kitapların da eksikliklerini, yanlışlarını, unutulmuşlarını, tahrifata uğrayan kısımlarını düzelten, insanlığın kurtarıcısı, Allah’ın sağlam ipi Kur’ân-ı Kerîm.
Tamam, bir bunu öğreneceğiz. Biz de Kur’ân-ı Kerîm öğrenme de yanlış bir uygulama: Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, dinleniyor ama anlamadan. Anlanmıyor, anlamaya heveslenmiyor kimse. Kur’ân-ı Kerîmi anlamak için hem üzerinde çalışması lazım hem de bir de İngilizce kadar, Fransızca kadar, Almanca kadar hepimizin, Arapça’yı da sevip Arapça’ya da çalışmamız lazım. Bak ülkemizin komşuları. Ortadoğu’da bulunuyoruz. Arap. Çevremizde Araplar var. Başka ülkeler çevrelerindeki milletlerin dillerini sırf o sebeple öğreniyorlar. Benim çevremde şu var, şunları öğreniyorum diye. Koca bir kültür, koca bir tarih, koca bir mâzi, kütüphaneler dolusu kitaplar.
Arapça’yı mutlaka herkes öğrenecek. Arapça, Kur’an’ın anahtarı. Kur’ân-ı Kerîm de cennetin anahtarı. Bu bir.
Münafıklar, kâfirler, müslümanın Kur’an’ı sevdiğini, saydığını, ona uyduğunu bildiği için İslâm’ı saptırmak, müslümanı kandırmak için oralardan yalan yanlış, yamuk, sapık sözler söyleyip yalan söylüyorlar, şöyle diyorlar, böyle diyorlar. Müslümanı kandırmaya çalışıyorlar. Mesela bir şehirde bir ihtiyar, zavallı bir insan varmış, bana şikâyet ettiler.
“Hocam” dediler, “bu kan kusturuyor, buranın müftüsüne, vaizine, imamlarına. Emekli öğretmenmiş, esip tozuyor.”
Neymiş özelliği, bakalım. Getirin, kitabı var mı?
Var dediler. Baktım ilk sayfasında, 30-40 tane yanlış çıkarttım. Kalemle çizdim daha ilk sayfasını. Anladım ki zırdeli, cahil bir adam. Diyor ki mesela âyet kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in cümlelerine âyet denmesini inkâr ediyor, “Olmaz böyle şey.” diyor. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’de var, Allah o ismi vermiş. Müslümanlar vermiş değil. Peygamber Efendimiz de vermiş değil. Âyetlerde var, o cümlelerinin âyet diye isimlendirilmesi. Ondan haberi yok. Millet de onu bir şey sanıyor. Kitabını da sanki dinin aslını o anlatıyormuş gibi bir edayla isimler falan yazmış, öyle piyasaya sürmüş. Gerçekten bu muymuş diye herkes alacak ama çok cahil.
Ben bir edebiyatçı olarak baktım sayfaya, kitabın baskısına. Acıdım, yazık, kâğıt israfı. Adamın sözlerine, fikirlerine baktım hiç Kur’an’ı bilmiyor, Arapça bilmiyor, âyet olmayan şeye âyet diyor. O kadar cahil ki cahilliğinin farkında değil. Bir de dinin aslı esası benim kitabım gibidir diye bir iddiayla ortaya çıkmış, bunlar çok, böyleleri çoğaldı.
Bu neden?
Halktan. Kabahat biraz halkın, çünkü mârifet iltifata tâbidir derler, yani rağbet olan şey sürüm kazanıyor. Halk rağbet etmese sürüm olmayacak.
Millet yanlışı doğrudan ayırt etmiyor, yanlışı alkışlıyor, yanlışın peşinden gidiyor. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar. O zaman olmuyor.
Bunun çaresi ne?
Bunun çaresi Kur’an’ın anlamını bilerek ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini okuyarak doğruyu öğrenmek. Önce teslim olacak. İslâm teslim olmak demek. “Kur’an ne diyorsa, Peygamber Efendimiz ne diyorsa kabul edeceğim.” diyecek, ondan sonra kendisini ona göre ayarlayacak. Kendisi bir yol tutturuyor, bir âdet edinmiş, bir hayat tarzına geçmiş, çirkin, pis, hatalı, sonunda pişman olacak, âhir ömründe bin defa pişman olacak bir yol tutturmuş amma şimdi yolunu doğru sanıyor. Kur’an’a, hadise, dine, din adamlarına çatıyor, her şeye çatıyor, mâziye, tarihe çatıyor. Ne Batıyı tanımış. Ben şimdi içinde yaşıyorum, geziyorum uzun zamandır, yakından bakıyorum.
Ben eskiden Batı’da doktora yapanları, Sorbon’dan mezun filan diye, bayağı bir şey sanırdım, onların içyüzlerini öğrendik. Onlara iki çeşit doktora yaptırıyorlar. Öyle Doğu’dan gelenleri, alelacele, çok iyi yetişmeden unvan veriyorlar, gönderiyorlar ama kendi adamlarına çok güzel, sıkarak, ciddî doktora yaptırıyorlar. İki çeşit doktoraları var. Millet bunları bilmiyor, Doğu’yu bilmiyor yani Arapça’yı, Farsça’yı kendi medeniyetimizi, Batı’yı, Batı’nın zihniyetini, Batı’nın emellerini, amaçlarını, siyasetini, siyasetinin gizli taraflarını, karanlık emellerini bilmiyor, ondan sonra...
Neden oluyor bu?
İşte basireti köreldiği, değer hükümleri zelzeleye uğrayıp yıkıldığı, Kur’an’ı bilmediği, hadisi bilmediği için, ecdadı bilmediği için ecdada düşman.
Türk milletinin en büyük düşmanı kim?
Ecdat!
Neredeyse bu noktaya geldi. Böyle şey olur mu? Ecdadımız alim insanlar. Batı’nın, Doğu’nun herkesin istifade ettiği insanlar. Yazdıkları kitapları bugün başka yerlerde ders kitabı olarak okutuyorlar. Arabistan’da bile ders kitabı olarak okutulan, itibar edilen ders kitapları yazmış alimlerimiz var, herkesin kütüphanesinde kitabı bulunan, bütün dünyanın meşhur kütüphanelerinde kitabı bulunan büyük alimlerimiz var. Bunlardan gençliğin haberi yok. Böyle bir gürültü patırtı gidiyor. Bunun önüne geçmeliyiz.
Dinimizi öğreneceğiz. Dinimizi öğrenmek için Arapça çalışmak lazım, Kur’an’ı öğrenmek lazım, hadîs-i şerîfi öğrenmek lazım. Ondan sonra Kur’an ve hadis yolunda yürüyen hakîkî alimleri dinlemek lazım. Alim taslaklarının ortaya çıkıp da yalancı pehlivan gibi peşkeş çekenleri anlamak lazım.
Nasıl anlar?
Hakkı bilirse anlar. Hz. Ali Efendimiz buyurmuş ki;
“Adamlara bakarak hakkı anlamaya çalışma!”
“Şu adam şunu diyor, galiba bu haklı…” deme, adamlara bakarak hakkı öğrenmeye çalışma.
“Hakkı ilk önce öğren, kimin hak ehli olduğunu o zaman daha iyi anlarsın.”
Çok çok yüksek bir söz. Hz. Ali radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh çok güzel söylemiş.
Önce hakkı hakikati öğrenecek, o zaman kimin palavracı, kimin gerçekçi olduğu, kimin gerçek alim, kimin yalancı olduğu, kimin memleketini sevdiğini, kimin memleketine düşmanlık ettiğini, kuyusunu kazdığını, kimin kendi temellerini tahrip ettiğini, kimin kendi bindiği dalı kestiğini daha iyi anlayacak.
Allah hepimizi sevdiği kul eylesin. Kur’ân-ı Kerîm’e sımsıkı sarılmayı nasip eylesin. Peygamber Efendimiz’e sarılmayı nasip etsin.
O kötü günler geldi mi nedir bilmiyorum. İnşaallah biz iyi olmaya çalışalım, helâlinden kazanmaya çalışalım, arkadaşlığımızı güzel yapmaya çalışalım, güzel arkadaşlarımız varsa kıymetini bilelim, ihvanlığın kadrini kıymetini bilelim, bir de en son konu sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılalım. Bir sünnetin bile uygulanması insana ne kadar sevap kazandırır. Her işimizin sünnete uygun olması lazım. Allah bize tevfîkini refîk eylesin, bizi Peygamber-i zîşânımız’ın mübarek yolundan, nurlu yolundan ayırmasın sünnetine aşinâ eylesin, yolunda dâim eylesin, âhirette ona komşu eylesin.
es-Selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.