es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh
Allah’ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Allah nice mübarek günlere, aylara, yıllara, gecelere, kandillere erdirsin. Dünya ve âhiret saadetine cümlenizi nâil eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den Abdullah b. Ömer radıyallahu anh’ın rivayet ettiği ve hadis alimi Deylemî’nin Müsnedü’l-Firdevs adlı kitabına kaydettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki;
والذى بعثنى بالحق ليكونن بعدى فترة فى أمتى يبتغى فيها المال من غير حله ويسفك فيها الدماء ويستبدل بها الشعر من القرآن .
Vellezî beasenî bi’l-hakki le-yekûnenne ba’dî fetretün fî ümmetî yübteğâ fîhe’l-mâlü min ğayri hıllihî ve yüsfekü fîhe’ddimâu ve yüstebdelü bihe’şşi’ru mine’l-Kur’ân.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz istikbalde, kendisinin zamanından sonra Ümmet-i Muhammed’in üzerinde, içinde olacak bazı olayları haber vermiştir. Allah evveli âhiri, geçmişi geleceği bildiği için, sevgili kulu Muhammed-i Mustafâ’sına bildirdiği için, Peygamber Efendimiz de ibret olsun, tedbir alalım, dikkat edelim diye bize bildirmiştir.
لَا يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَيْبَ إِلَّا اللَّهُ .
Lâ ya’lemü men fi’ssemâvâti ve’l-arzi’l-ğaybe illallâh. “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.”
Ama Allah kime ihsân etmişse, bildirdikleri bilirler. Peygamberlere mucizeler vermiştir, evliyâlara da kerametler vermiştir.
. كرامات الأولياء حق
Kerâmâtü’l-evliyâi hakkun. “Allah’ın evliyâsının kerameti de haktır”, olağanüstü olaylardır; onlar da bilirler.
Nasıl bilir, kendiliğinden mi?
Hayır, Allah bildirdiği için biliyor. Allah bildirmişse bilir, öğretirse öğrenir.
Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz;
Vellezî beasenî bi’l-hakkı. “Beni hak bir görevle, hak peygamberlik vazifesi ile insanlara Allah’ın emirlerini ileteyim diye görevlendirerek peygamber tayin etmiş, seçmiş ve insanlığa göndermiş olana and olsun ki...”
Allah’a and içiyor, “vallahi” demiş oluyor, yemin ediyor. “Kendisini Allah’ın gönderdiği” cümlesi ile yemin ediyor.
Onu peygamber gönderen Allah... Allah Peygamber Efendimiz’i elbette kendi emirlerini tebliğ etmek için âhir zaman peygamberi olarak, hakkı tebliğ etsin diye, Kur’an’ı bildirsin diye, Allah’ın emirlerini, yasaklarını kullara tebliğ eylesin diye göndermiştir.
“Beni hak ile ba’s edene, gönderene and olsun ki le-yekûnenne ba’dî fetretün fî ümmetî benden sonra mutlaka ve mutlaka ümmetimde bir fetret olacak.”
Fetret devri ne demek?
Bir gevşeme devri... Osmanlılarda da Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki savaştan sonra devlet bir şaşırdı, cihat işleri aksadı, fütûhât bir asır geriledi, çok ziyanlar, zararlar oldu. İki müslüman, hatta aynı ırktan iki ordunun çarpışması bir fetrete sebep oldu.
Peygamber Efendimiz de Hz. İsa’dan sonra uzunca zaman devam eden bir fetret devresinden sonra peygamber gönderildi. Yani peygambersiz, bulanık, karışık gevşeme devresi...
Peygamber Efendimiz de bu kelimeyi kullanıyor. “Benden sonra ümmetimin içinde bir gevşeme, bir boşluk, bir fütur olacak.” diyor. Nasıl bir fütur, bu füturun şartlarını söylüyor:
Yübteğâ fîhe’l-mâlü min ğayri hıllihî. “İleride, benden sonra, Asr-ı Saadet geçtikten sonra gelecek bu gevşeme devresinde, İslâm’dan uzaklaşma devresinde, mal helal olmayan kaynaklardan kazanılmaya çalışılacak, oradan elde edilecek. O devirde helal olmayan yerlerden, haram yerlerden, rüşvetle, hırsızlıkla, aldatmakla, zulümle; Allah’ın yasak kıldığı çeşitli gayrimeşru kazanç yollarıyla mal kazanılmaya başlayacak.”
Ve yüsfekü fîhe’ddimâu. “Bu fetret devrinde yine haksız yere çok kanlar dökülecek; kâtillikler olacak, çarpışmalar, vuruşmalar, çatışmalar olacak...”
Ve yüstebdelü bihe’şşi’ru mine’l-Kur’ân. “O devirde Kur’an’ın yerine millet şiiri tercih edecek, şiir okuyacak. Kur’an’ı kenara bırakacak da şiirle meşgul olacak. Kur’an yerine şiir geçecek, Kur’an’a şiir bedel tutulacak.” buyuruyor.
Bunların hepsi çok kötü şeyler tabii... Haramdan mal kazanmak çok kötü, Allah’ın cezalandıracağı çok yanlış bir şey... Yiyen de hayrını görmez. Böyle haramdan mal kazanılan toplum da bir çöküş içinde demektir, o da kötü bir şey...
Haksız yere kanlar dökülecek. Demek ki insanlar Allah’tan korkmayacaklar, cana kıymaktan çekinmeyecekler. Birbirlerine saldıracaklar, vuracaklar, kıracaklar. Kan davası, yol kesme, haydutluk, hırsızlık, çeşitli şekillerle müslüman müslümanın kanını dökemez, olmaz, haram!.. Ama döküyor, öldürüyor, kâtillik yapıyor.
Neden?
Allah korkusu kalmıyor, fetret devri çünkü... Haramdan mal alıyor, neden? Çünkü Allah’tan korkmuyor. Hesabının sorulacağını, âhirette burnundan fitil fitil geleceğini, hatta dünyada da haramdan bir kârı olmayacağını düşünmüyor. Kur’an’ı bırakıyor da millet şiirle, edebiyatla, boş şeylerle, lehviyatla, eğlencelerle, keyifli şeylerle meşgul oluyor.
Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelâmı, Allah’ın emirleri var içinde, ciddi bir iş; onu herkesin öğrenmesi lazım! Allah’ın kelâmını öğrenmek her müslümanın boynunun borcu, farzlardan önce farz... Allah’ın emirlerini öğrenecek de emrini tutacak; yasaklarını öğrenecek de yasaklarından kaçacak.
“Müslümanım” diyor, İslâm’dan hiç haberi yok...
Haramdan kazanıldığı zaman mal hayır etmez. Âhirette Allah haram yiyeni mutlaka cehenneme atar, cayır cayır cehennemde yakar. Ama dünyada da hayır görmez; ya çocuğunda, ya malında, ya evinde, ya ailesinde ya kendi vücudunda haramdan dolayı bir zarar olur. Amansız hastalığa tutulur, yangın olur, işyeri yanar, hırsız girer, bir zararı olur.
Bunun bir misali olarak kardeşlerimizden birisinin hatırasını dinledik. İbretli geldi, hepimiz “Allah Allah” dedik. Size de bilgi olarak, bu hadîs-i şerîften misal olsun diye anlatayım. Yani haramdan mal kazanılınca hem âhirette cezası olacak ama dünyada da faydası olmayacak, zararı olacak.
Burada [Avustralya’da] hocalık yapan bir kardeşimiz bir zaman Türkiye’de bizim talebemizdi. Ben [onu] buraya [Avustralya’ya] hocalık yapsın, İslâm’ın emirlerini öğretsin, İslâm’ın yayılmasına vesile olsun, diye göndermiştim.
Allah rahmet eylesin, Ârif Nihat Asya’nın ne kadar güzel bir şiiri var:
Yürü: Hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Ne güzel bir söz! Rahmetli aynı zamanda Mevlevî dervişi idi. Kendisiyle tanışmıştık, şerefyâb olmuştuk. Çok güzel söylemiş. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaş, 22 yaş; insanın genç olduğu bir zaman.
Bizimkiler yaz tatillerini boşa geçirmeyelim, eğlenceyle geçirmeyelim, ilim öğrenelim diye; tefsir okunsun, hadis okunsun, fıkıh öğrenilsin, bilmeyen gençler namaz kılmayı öğrensin diye deniz kenarında bir yer tutmuşlar. Gençler, aynı yaşta insanlar toplanmışlar. Genç hocalar da “İşte namaz şöyle kılınır. Hadisler böyle, âyetler böyle...” diye tatil zamanında deniz kenarında dinini güzel bir şekilde öğretiyor. Ne güzel, ne iyi bir şey...
Bu gibi şeyleri Avustralya hükümeti burada gençlere bedava yapıyor. Tahsisat veriyor, teşvik ediyor, derneklere yardımcı oluyor. Bizimkiler kendiliklerinden yapmışlar. Bizim vakıflarımız, derneklerimiz yapmış; sebep olanlardan Allah razı olsun...
Orada deniz kenarında yerleşmişler. Kimsesiz, hazine arazisi, taşlık, kayalık, evsiz barksız bir yer... Oraya gitmişler, çadır kurmuşlar. Tabiatla başbaşa, mahrumiyetli ama tatlı bir hayat... Gençler bunu biliyorlar.
Onların bulunduğu mıntıkada komşu arazi birisinin bağıymış. Bizim kardeşlerimiz müslüman, mütedeyyin; kimsenin malına yan bakmaz, kimsenin malını ağzına atmaz, yemez, yutmaz müslüman çocuklar. Ama bağın sahibi iftira etmiş, “Benim bağımdan üzümleri çalıyor bu gençler!” diye şikayet etmiş. Yok öyle bir şey, kesinlikle yapmazlar. Aç kalırlar ama yine yapmazlar. Zan üzerine, tahmin üzerine veya yapmasınlar diye engellemek için, “Orada durmasınlar, böyle bir iftira atayım da gitsinler. Neme lazım, bağım emniyette olsun!” diye jandarmaya şikayet etmiş. “Burada işte şöyle faaliyetler oluyor, böyle faaliyetler oluyor... Bağımdan üzümleri çalıyorlar!” diye kimbilir nasıl yalanlar söyledi...
“Hâlbuki bir üzüm almayız. Haram olduğu için almayız. Zaten bizim tanıdığımız kardeşlerimizin babaları var; onların bağları var, sepet sepet getiriyorlar. Bir ihtiyacımız yok. Kıtlık, yokluk da yok.” diyor.
“Jandarma geldi, etrafı çevirdi, ‘Bakalım siz aldınız mı almadınız mı?’ diye sorgu sual açacak tabii...” diyor.
Şu Allah’ın hikmetli işine bakın ki gelen jandarma bir girmiş bu şikayetçinin bağına, “Biz jandarmayız, ne olacak...” diye bütün üzümleri koparmışlar, harap etmişler. Sonra da bizim arkadaşların bir şey yapmadığı anlaşılmış ama bağın sahibi korktuğuna fazlasıyla uğramış, üzümleri daha çok berbat olmuş.
Kim bir kuyu kazarsa kazdığı kuyuya kendisi düşer. Kim haram lokma yerse burnundan fitil fitil gelir. Bu bir kesin kâidedir. Benim ömrüm boyunca tecrübelerle, misallerle öğrendiğim bir husustur. Size de kesin olarak söylüyorum, kalın harflerle böyle yazılsın, başlık atılsın diye söylüyorum:
Haram mal dünyada da fayda vermez; insanı sonunda hapse götürür, mahkemeye götürür, yüce divana götürür. Ya hastalık olur, ya çoluk çocuğuna tesir eder, ya evinde yangın olur, ya işyerine hırsız girer, bir şey olur. Tecrübeler çok, belki sizin de bildiğiniz çok misaller vardır.
Müslüman haram yemez ama bir gün gelecek fetret olacak, o zaman bazı insanlar haramdan mal kazanacak.
Neden?
İslâm öğretilmediği için...
İslâm toplumun ilacıdır. İlaç verilmezse o zaman haşerat çoğalır. İnsanları terbiye etmezseniz insanlar terbiyesiz olur. Terbiye edilmeyen toplum terbiyesiz olur. Dindar yetiştirilmeyen toplum dinsiz olur. Allah’tan korkmayan toplum kanundan da korkmaz, hiçbir şeyden korkmaz; fırsatını buldu mu her türlü haramı irtikâb eder. İslâm dünyadaki hayatın da mutlu, düzenli ve güzel olması için şarttır.
Melbourne’deki üniversiteli kardeşlerimiz beni toplantılarına çağırdılar. Üniversite idaresi bizim buradaki [Avustralya’daki] müslüman kardeşlerimize yardımcı oluyor, mescit açıveriyor. “Aman sizin adediniz çoğalsın!” diyor. Çünkü ötekiler iyi değil. İdare müslümanların İslâm terbiyesi görmemiş öteki öğrencilerden çok farklı olduğunu görüyor; teşvik ediyor, “Aman sizin sayınız artsın! Buyurun, derneğinizi destekliyorum.” diyor, malî yardım yapıyor, mescit açıyor.
Neden?
Çünkü çocuk müslüman oldu mu dersine çalışıyor, birinci oluyor. Çocuk müslüman oldu mu uyuşturucu kullanmıyor, düzensiz iş yapmıyor, saygılı oluyor. İslâm olunca insan müeddeb oluyor, hocasına saygılı oluyor. Topluma yararlı oluyor. Çalışkan oluyor. Dürüst oluyor. Hırsızlık yapmıyor.
İslâm gittiği zaman [kötü] şeyler oluyor... Kan dökülmesi İslâm gittiği için oluyor. Haram yenilmesi İslâmî terbiye olmadığından oluyor. Milletin Kur’an’ı bırakması ondan oluyor.
Hâlbuki Kur’an’ı okusa; Kur’ân-ı Kerîm insanı yetiştirir, Kur’ân-ı Kerîm insanı doğru yola çeker. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan insanın gözleri yaşarır. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan insan hizaya gelir. Kur’ân-ı Kerîm hidayet rehberidir çünkü...
İşte onlar olmadığı için; Kur’an öğretilmediği, din öğretilmediği için, haram-helal öğretilmediği, haram-helal fikri verilmediği için bu kötülükler oluyor.
Bunların verilmemesi ilericilik değil, çağdaşlık değil; çağdışılık!.. Ben şimdi Avustralya'dayım. Daha önce Almanya'daydım, daha evvelki sene Amerika'ya gittim. Her tarafı biliyorum. Bu ileri toplumlar bizden çok daha fazla dinlerine bağlı...
Muhterem kardeşlerim!
Bu ileri toplumlar vallahi Türkiye’den dinlerine daha bağlı!.. Kiliseleri var. Din adamlarına saygıları var. Din adamlarının toplantıları var. Kiliselerin kreşleri var, ilkokulları var, ortaokulları var, üniversiteleri var, geniş geniş kolejleri var... Pahalı yerlerde paralı, yüksek, güzel eğitim yapan müesseseleri var... Hastaneleri var, her türlü teşkilatları var.
Neden?
Dindar toplum, dine bağlı toplum, onun için...
Kendilerini ilerici sananlar, devrimci sananlar, dine karşı olanlar çok yanlış hareket ediyorlar. Dünyayı bilmiyorlar, ileri toplumları bilmiyorlar, Batı’yı bilmiyorlar. “Batıcıyız” diyorlar, Batı’ya karar verdiriyorlar, “Batı”nın ne olduğunu bilmiyorlar.
Ben içlerindeyim, görüyorum. Üniversite hocasıyım, inceliyorum, hayret ediyorum. Toplumu dindarlığa çekmeye çalışıyorlar. Çünkü dindarlıktan ayrıldığı zaman [insanların/toplumun] esrarkeş olduğunu biliyorlar, felakete uğradıklarını biliyorlar. Bu toplumları ilerleten, bu toplumlarda hayır yapan, iyilik yapan insanların büyük çoğunluğu dinî duygularla yapıyor.
Onun için din giderse her türlü felaket gelir; her türlü toplumsal, kişisel, ahlâkî hastalık gelir, toplum batar.
Bu hadîs-i şerîften ne anlıyoruz?
Demek ki böyle şeyler olacakmış.
Olacakmış ama bu sadece bir haber mi?
Haber bile olsa biz bundan tedbirimizi, ibretimizi almalıyız: Dinimize sarılmalıyız. Allah’tan korkmalıyız. Çocuklarımızı Allah’tan korkan insanlar olarak yetiştirmeliyiz. Kur’an’ı baş tâcı etmeliyiz. Ahlâklı toplum kurmak için herkes elinden gelen bütün gayreti göstermeli, önüne koymalı; boş durmamalı, “Neme lazım, beni ilgilendirmez!” dememeli! Çünkü toplumlar kişilerin güzel faaliyetleriyle ilerler. Kişiler güzel faaliyet yapmayınca ortaya güzellik çıkmaz.
Peygamber Efendimiz Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre buyurmuşlar ki;
وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إِنَّ مَثَلَ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ القطعة من الذهب ينفخ عليها صاحبها فلم تتغير ولم تنقص وَالَّذِي نَفْسي بِيَدِهِ إِنَّ مَثَلَ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ النَّحْلَةَ أَكَلَتْ طَيِّبًا وَوَضَعَتْ طَيِّبًا وَوَقَعَتْ فَلَمْ تُكْسرْ وَلَمْ تفْسدْ .
Vellezî nefsü Muhammedin bi-yedihî inne mesele’l-mü’mini ke-meseli’l-kıt’ati mine’zzeheb yenfuhu aleyhâ sâhibuhâ fe-lem teteğayyer ve lem tenkus. Vellezî nefsî bi-yedihî inne mesele’l-mü’mini ke-meseli’nnahleti ekelet tayyiben ve vadaat tayyiben ve vakaat felem tüksir ve lem tüfsid.
Ne kadar tatlı... Keşke bunu yazsanız, ezberleseniz!
“Şu Muhammed’in canı elinde olana yemin olsun ki...”
Kendisinin adını, kendi mübarek diliyle telaffuz ederek söylüyor: “Şu Muhammed’in nefsi, canı elinde olan Rabbü’l-âlemîn Mevlâma yemin olsun ki...” demek istiyor yani.
Vellezî nefsü Muhammedin bi-yedihî. “Muhammed’in nefsi elinde olana and olsun, yemin olsun ki, inne mesele’l-mü’mini mü’minin misali, ke-meseli’l-kıt’ati mine’zzeheb altından bir parçaya benzer. Mü’min bir altın parçasına benzer.”
Eğri olsun, buruşuk olsun, toprak altından çıksın, levha olsun, kırık olsun, dökük olsun, her neyse... “Altından bir parçaya benzer.” Zeheb, Arapça’da altın demek. “Altından bir parçaya benzer.”
Nasıl olur altın, nasıl bir madendir?
Soy madendir, soylu madendir. Öyle okside olmaz, küflenmez, bozulmaz.
Yenfuhu aleyhâ sâhibuhâ. “O altının sahibi, üzerine körükle üfler, ateşte eritir, fe-lem teteğayyer altın bozulmaz.”
Altın yine sapsarı durur. Hatta içinde katışıkları varsa o ayrılır, sâfîleşir.
Lem teteğayyer. “Altınlığı bozulmaz.” Ve lem tenkus. “Miktarı da azalmaz.”
Başka madenleri ateşte, fırında erittiğin zaman ne olur?
Cürûfu ayrılır, azalır. Altın sâfî olduğundan hiçbir şey olmaz. Ne eksilir, ne bozulur. Pırıl pırıl altındır. Yıllarca toprağın altında durur, bozulmaz. Ama bakır dursa, bakır kırmızıyken yemyeşil olur. Kurşun dursa bozulur, gümüş dursa bozulur... Ama altın bozulmaz. Altın onun için kıymetli, onun için mücevher yapılıyor.
“Muhammed’in canı, nefsi elinde olan âlemlerin Rabbi Mevlâma yemin ederim ki mü’min bir altın parçası gibidir. Sahibi onu potaya koyup da körükle üflediği halde, kızdırıp erittiği halde ne bozulur ne de eksilir.”
Mü’min böyledir. Maddesi altın gibi olduğundan hiçbir zor şart altında, erise, ezilse, ne olursa olsun bozulmaz. Müslüman sâfî, tertemiz, işte bu altın gibidir. Peygamber Efendimiz müslümanı altına benzetiyor.
Allah sizi altın gibi müslümanlar eylesin.
İkinci bir söz daha ekliyor hadîs-i şerîfine Efendimiz:
Vellezî nefsî bi-yedihî. “Nefsim elinde olana yemin olsun ki...”
Burada ismini söylemedi, “Benim nefsim” dedi bu sefer. “Nefsim elinde olana yemin olsun ki; yani canım, hayatım, ruhum -nefs, o mânalara gelen bir kelime- elinde olan Allah’a yemin olsun ki...”
Bir de ikinci yemin yapıyor sözünün ortasında. İkinci bir cümleye de yine yeminle başlıyor. Ortasında da yemin var. İşin önemine binâen...
İnne mesele’l-mü’mini ke-meseli’nnahleh.
Mü’min bir de neye benzer?
“Bal arısına benzer.”
Nahle, noktasız “ha” ile. Eğer noktalı “hı” ile olsaydı, o zaman hurma ağacı demek olurdu. Nahle, arı demek. Kur’ân-ı Kerîm’de de Sûretün-Nahl var. Allahu Teâlâ hazretleri arıya kabiliyet vermiş, emreylemiş: “Her ağaçtan çiçekleri dolaş, malzemeyi topla da bal yap!” diye onu anlatan âyet var. Burada da nahle, tekili...
“Mü’min bir arıya benzer.”
Arının vasfı nedir?
Ekelet tayyiben. “Arı güzel şey yer.”
Çiçekten çiçeğe dolaşır, çiçeğin içine burnunu, hortumunu sokar, çiçeğin dibindeki balını çeker alır.
Biz de küçükken, arsalarda ballı baba diye eflâtun, pembemsi çiçekler olurdu, onların dibini emdiğimiz zaman ağzımıza tat gelirdi. Çiçeğin dibinde tat var. Arılar da gelirdi aynı çiçeğe...
“Tatlı şey yer arı.”
Tayyib ne demek?
İyi, hoş, güzel demek.
“Tayyib, güzel şey yer. Yediği şey iyidir.”
“Bir de hocam, madem arının böyle güzel şey yediğini söyledin, bir de güzel şey yemeyen bir başka mahlûk söylesene.”
Arıya benzeyen bir başka mahlûk; sinek. Sinek ne yapar? Leşe konar. Hadi... Onun yediğine bak, arının yediğine bak...
Ekelet tayyiben. “Arı hoş, güzel, temiz şey yer, ve vadaat tayyiben o yediğinden sonra da bal yapar.”
Ortaya çıkardığı, koyduğu şey de baldır, o da güzeldir. Güzel bir şey ortaya koyar.
Müslüman böyledir işte...
Lem tüksir veyahut lem teksir de olabilir. Bu “s” de “sin” ile, peltek “se” ile olsa mâna başka olur. Lem teksir. “Kırmaz.”
Neyi kırmaz?
Bindiği dalı, çiçeğin sapını kırmaz. Çiçek bir eğilir, arı içine konduğu zaman bir sallanır. O da memnun olur.
Hatta arıları çiçek davet ediyor. Bilseniz, mânevî bakımdan görseniz; arıları çiçek davet ediyor. Yalvarıyor arılara “Ne olur gel!” diye. Çünkü arı geldiği zaman arıdan istifade ediyor çiçek de... Ücret olarak ona balını veriyor. Çiçek tozlarını arı alıyor, öteki çiçeğe götürüyor; böylece tozlaşma dediğimiz çiçeklerin üremesi, meyvelerin olması için gerekli bir olay, tohumlama, aşılama olayı meydana geliyor. O da arıyı seviyor.
Arı çiçeğin dalına konar. Sapı uzun bile olsa çiçek sallanır ama kırılmaz. Arı kırmaz. Arı güzel yer, hoş malzeme yer. Hoş malzeme çıkartır ortaya. İmalâtı bal, o da hoş. Kırmaz; yani bindiği dalı, çiçeğin sapını kırmaz.
Ve lem tüfsid. “Bozmaz.”
Fesada uğratmaz, berbat etmez, kirletmez.
İşte mü’min böyledir. Ne mutlu mü’min olanlara!
Mü’min altın gibidir. Hiçbir hal, hiçbir olay, hiçbir vukuat, hiçbir tesir onun altınlığını bozmaz. Som altın, pırıl pırıl, her yerde, her zaman...
Mü’min arı gibidir. Güzel yer, ortaya güzel eser koyar. Kırmaz, bozmaz.
Güzelleştirir, bozulanı düzeltir. İnsanların bozduklarını, hatta ifsat ettiklerini ıslah eder. Islah ettiğini burada söylemiyor Peygamber Efendimiz ama ben başka hadîs-i şerîflerinden hatırladığım için söylüyorum;
Mü’min ıslahçıdır, ıslah edicidir, ıslahatçıdır. Mü’min yapıcıdır, acıyıcıdır, affedicidir, merhamet edicidir. Ondan ülkemiz esen kalıyor.
Mü’min bal arısı gibidir. Mü’min som altın gibidir. Allah bizi imandan, İslâm’dan ayırmasın... Verdi; verdiğini almasın...
Yâ ilâhî saklagıl imânımız,
Verelim imân ile tâ cânımız!
Süleyman Çelebi rahmetullahi aleyh Efendimiz’e çok hayranım. Miraç kandilinde de hep ruhu şâd olsun diye dualar eyliyoruz. Ne güzel söylemiş:
Yâ ilâhî saklagıl imânımız. “Yâ Rabbi, imanımızı koru!”
Eskiden emir sigasının sonuna “-gıl, -gil” takısı gelirdi. Emir takısıydı bu. “Saklagil”, sakla demek. Ama emir olduğundan “-gıl” takısı geliyor. Yâ ilâhî saklagıl imânımız. “Ey Mevlam, imanımızı koru, muhafaza et!” Hani “Allah saklasın!” diyoruz. Öyle bir şey olmasın, Allah saklasın, yani korusun demek.
“Yâ Rabbi, imanımızı koru da zarara uğramasın! Kâfirler bizi aldatmasın, kafamızı çelmesin, kalbimizi karartmasın... Şeytan bizi imandan sonra küfre çektirmesin, ayağımızı kaydırmasın da verelim imân ile tâ cânımız, sakla da yâ Rabbi, canımızı mü’min-i kâmil olarak verelim!”
Mü’min nasıl ölecek, muhterem kardeşlerim?
Peygamber Efendimiz’in bildirdiğine göre: Gözünden perdeler kaldırılacak, cennetteki makamlarını görecek... Köşklerini, hizmetçilerini, hûrîlerini, gılmânını görecek... Allah’ın lütfunun kendisine mükâfat olarak verileceğinden memnun, mesrûr [olacak.]
“Miraç nedir?” diye soruyorlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, buyuruyor ki;
“Merdiven gibi nurdan çok güzel bir şeydir. Mü’min vefatı anında onu görür, ona bakar.”
Çünkü oradan o da miraç edecek. O göklere mü’minin ruhu da oradan gidecek. Çok güzel bir şey tabii... Onu görür, cenneti görür, can ata ata gider. Bir gül bahçesine girercesine şehitliğe gider. Kelime-i şehâdet getirerek âhirete mü’min-i kâmil olarak gider.
Allah bizi imandan ayırmasın. Mü’minlik çok güzel. Herhangi bir hileyle, tuzakla, aldatmayla Allah bizi aldananlardan ve imanını kaçıranlardan, elden cevherini çaldıranlardan etmesin...
“Dünyayı gezdiğin zaman en çok ne görüyorsun hocam?” diye bana soracak olursanız:
Dünyada mü’minlerin imanını çalmak için çok tuzakların olduğunu görüyorum. Bu hırsızların, iman hırsızlarının çok zengin, çok kurnaz, çok teşkilâtlı olduğunu görüyorum. Çok teşkilâtlı; ışıklar, reklamlar, tanıtmalar, aldatmalar, propagandalar, neler neler... Hep mü’minin iman cevherini almak için şeytanın ordusu çalışıyor. Şeytan çalışıyor. Mü’minlikten kopartıp kâfirliğe ayağını kaydırsın, mü’minin imanını çalsın diye.
Yâ ilâhî saklagıl imânımız,
Verelim imân ile tâ cânımız!
Allah bizi mü’min-i kâmiller olarak yaşatsın. İslâm’a güzel hizmetler yapmamızı nasip eylesin. Mü’min-i kâmiller olarak ruh teslim etmemizi nasip etsin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varalım; cennetine girelim, cemâlini görelim, rıdvân-ı ekberine erelim...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh