es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak dünyanın ve âhiretin hayırlarına cümlenizi erdirsin. Dünya ve âhiretin şerlerinden cümlenizi korusun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Neseî'nin ve İbn Hibbân'ın, Hâkim'in rivayet eylediği bir hadîs-i şerîfte buyuruyor ki:
Ene zaîmün limen âmene bî ve esleme ve hâcere bi-beytin fî rabadı'l-cenneh ve bi-beytin fî vasatı'l-cenneti ve bi-beytin fî a'lâ gurafi'l-cenneti. Ve ene zaîmün limen âmene bî ve esleme ve câhede fî sebîlillâhi bi-beytin fî rabadı'l-cenneti ve bi-beytin fî vasatı'l-cenneti ve bi-beytin fî a'lâ gurafi'l-cenneti. Fe-men feale zâlike lem yeda' li'l-hayri matleben ve lâ mine'ş-şerri mehreben yemûtü haysü şâe en yemûte.
Bu hadîs-i şerîf Fudâlet'übnü Ubeyd radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyuruyor ki:
Ene zaîmün limen âmene bî. "Bana, ben Muhammed-i Mustafâ'ya iman eden, İslâm'a giren ve hicret eden kimseye ben kefilim ki Allah onu cennetin kenar bahçelerinde gecelettirecek, ev bark sahibi edecek."
Orada, cennetin rabad denilen şehirlerin kenarlarındaki bahçeli yerler gibi yerlerinde bir evi, Allah'ın ona mükâfat olarak vermesine yahut orada bir ev sahibi olmasına, gecelemesine kefilim.
Bâte-yebîtü, gecelemek mânasına. Tabii insan kendi evinde yatar, kalkar, geceler. İkisi de aynı noktaya geliyor. Eğer bir insan Peygamber Efendimiz'e iman ederse, İslâm'a girerse ve hicret ederse, Allah ona cennetin şurasında veya burasında bir ev nasip edecek; ben buna kefilim.
Bi-beytin fî rabadı'l-cenneh. "Cennetin banliyöleri, kenar kısımları." Ve bi-beytin fî vasatı'l-cenneh. "Veya cennetin orta yeri ki Firdevs-i Âlâ'nın olduğu yerdir, orada bir ev verecek." Veyahut... Ve bi-beytin fî a'lâ gurafi'l-cenneh. "Cennetin en yüksek köşklerinin birisinde geceleyeceğine ben kefilim."
Yani böyle bir kimse cennete girecek.
Ne yapması gerekiyormuş?
Limen âmene bî. "Bana iman ederse."
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i, yeri göğü ve Hz. Âdem'i yani insanoğlunu yaratan Rabbü'l-âlemîn, Allahu Teâlâ hazretleri göndermiştir. Hz. Âdem'den beri insanlara doğru yolu gösterecek salih kimseler, yüksek şahsiyetler, mübarek insanları peygamber olarak gönderen Allah tarafından, âhir zaman peygamberi olarak gönderilmiş Muhammed-i Mustafâ hazretlerine inanıyoruz.
Amentü billâh ve âmentü bi-Resûlillâh. Peygamber Efendimiz Allah'ın resûlüdür. Cenâb-ı Hak, hiç umulmayan bir ortamda, bilimsel imkânları olmayan ve yaşam şartları gayr-i müsait olan; su, bitki, ekin vs. olmayan kum çölleri arasında... Çeşitli mahrumiyetlerin olduğu, insanların dünyanın öbür yerlerindeki kadar medenî imkânları hazırlayamadıkları cahiliye devri ortamından; öyle bir zarif, öyle bir edib, öyle bir kâmil, öyle bir mübarek, öyle bir güzel kimseyi peygamber göndermiş ki hiç şek şüphe yok ki Allah'ın peygamberidir. Çünkü ortamından alacağı hiçbir şey yok...
Yetiştiği çevredeki bütün gayr-i müsait şartlara rağmen son derece güzel ahlâklı. Toplumunun hiç tanımadığı, bilmediği bir tarz, şekil... Son derece doğru sözlü, güvenilen, Muhammed el-Emîn diye lakap kazanmış olan... Son derece merhametli; yetimleri, dulları, fakirleri, zayıfları son derece kollayan, gözeten... Kadınların, kızların haklarını korumak hususunda her türlü tavsiyeyi yapan... Geçmiş ümmetlerin, Hz. Âdem aleyhisselam zamanından kendi zamanına kadar yaşamış milletlerin, tarihlere geçmemiş, bilinmeyen olaylarını, hallerini teferruatıyla anlatan... Kendisinden sonraki istikbale ait olayları da, gelecek zamanın olaylarını da bir bir bildiren... Ulûm-ı evvelîn ve âhirîne sahip bir müstesna, mübarek insan...
Evet, o Allah'ın resûlü!.. Kimse onu yetiştirmedi; mektep medresede tahsil görmedi. Ümmî olduğu, yazı yazmadığı, hocası olmadığı halde, toplumunda onun bahsettiği konuları bilmek şöyle dursun, kullandığı kelimeleri bile anlamakta zorluk çekiyorlar, "Bu ne demek yâ Resûlallah?" diye soruyorlar.
Toplumundan bu kadar ayrı, bu kadar değişik... Çünkü seyyidü'l-evvelîn ve'l-âhirîn, "geçmişin ve geleceğin efendisi" olan bir insan zuhur ediyor ve bütün cihanı sarsan büyük gerçekleri söylüyor. Allah'ın birliğini ve putlara tapılmayacağını söylüyor. Herkesin çeşit çeşit, yalan yanlış, sapık inançları yaşadığı dünyada;
"Hayır bu putlara tapılmaz! Allahu Teâlâ hazretleri, yeri göğü yaratan, âlemlerin Rabbi'dir. Hiçbir şey O'na denk olamaz. İnsanın aklı, idraki O'nu ihata edemez, kavrayamaz. Ama O her şeyi görür, bilir. Her yerde hâzır ve nâzırdır." diyor.
Böyle mücerredi kavrayabilen, gözle görülmeyen, aklın en ince, en yüksek dereceleri ile idrak edilebilecek gerçekleri söyleyebilen bir kimse olarak, karşımıza Cenâb-ı Hak göndermiş; âhir zaman peygamberine inanıyoruz, müslümanların hepsi inanıyor.
Müslüman olmayan milletlerden de pek çok kimse, incelediği zaman; "Ne büyüksün yâ Muhammed!" diyorlar. Meşhur filozof Voltaire, meşhur siyaset adamı Prens Bismark, meşhur edib Frederich Von Goethe; yaşayanlardan, gelip göçenlerden nice nice insanlar, Peygamber Efendimiz'in büyüklüğünü anlıyorlar.
"Ne büyüksün ki, on dört asır önceden insan haklarını, kadın haklarını ne kadar güzel ortaya koymuşsun!" diye Avrupalı filozoflar hayranlıklarını dile getiriyorlar.
Elhamdülillâh, biz ona inanmışlar zümresindeyiz! Birinci şartı sağlamışız. Peygamber Efendimiz, "Muhakkak o mükâfatı kazanacaksınız, şunlar şunlar olursa..." diye kefil oluyor.
Birinci şartı, "Kim bana inanırsa..."
Ve esleme. "Ve İslâm olursa..."
İslâm olmak ne demek?
İslâm dinine girmek, kendisini Allah'a teslim etmek demek. Âlemlerin Rabbi'nin rubûbiyyet, vahdâniyyet, ehadiyyet ve samediyyetini anlayıp "Ben O'nun kuluyum, O'na kulluk edeceğim!" demek... Bunu elhamdülillah severek biliyoruz. Bunun böyle olduğunu, cihanın en yüksek filozofları söylüyorlar.
Bu dünya, bir acayip dünyadır. En derin alimler, en büyük filozoflar, en büyük mütefekkirler; en yüksek tahsili yapmış, en ileri milletlerin en olgun fertleri Allah'ın varlığını, birliğini söylüyor. Ama bazen de Allah'ın varlığını ve her şeyi inkâr ediyor. Ateist, Tanrı'nın varlığına bile inanmıyor. O halde; "Şu kâinatta her şey bir sebeple olur." diyen bilimin de karşısında...
Kâinat da bir sebeple olduğuna göre, kâinatı halk eden sebep nedir? Eski İslâm âlimlerinin illet-i ûlâ dedikleri, kâinatın ilk yaratılması nedir?
O soruyu cevapsız bırakmış oluyorlar. Kâinatın evvelini düşünmemiş oluyorlar. Bir bilimsel muhakeme tarzını reddetmiş ve kâinatı izah edememiş oluyorlar. Yerin göğün nizamının nereden geldiğini ve bu düzenin bozulmadan nasıl böyle muntazaman yürüdüğünün sebebini anlayamamış oluyorlar. Hiçbir şeyi anlamamış oluyorlar.
Binaenaleyh maalesef bazı insanlar, -Rusya'da resmen devlet de desteklemiş- "Dinler afyondur." diye inkâra başlamışlar. Yeri göğü yaratan Allahu Teâlâ hazretlerine de, dinlere de, mukaddes kitaplara da dil uzatmışlar. Böyle kimseler çıkmış.
Ama ne olmuş?
Perişan olmuşlar.
Sonuç?
Sonuçta ellerine geçen sıfır; intihar etmişler, delirmişler. Saplandıkları bataktan kendilerini kurtaramadıkları ve çıkmaza girip geri dönemedikleri için hayatları mahvolmuş. En son demlerinde, yanlışlıklarını bazıları anlamış, dönmeye çalışmış; dönebilen dönmüş, dönemeyen dönememiş.
Ama işin gerçeği nedir?
Yeri göğü, makro kosmos ve mikro kosmos yani büyük evrende ve küçük atom âleminde bu düzeni, bu matematiksel düzeni kuran, fizik ve kimya kanunlarını koyan, yeri göğü bu kadar güzel, bu kadar hikmetli, bu kadar yüksek mükemmellikte yaratan bir âlemlerin Rabbi'ni biz kabul ediyoruz, elhamdülillah. Doğru olan budur. Batı'nın en ileri devletlerinin, en ileri mütefekkirleri kabul ediyorlar, bazı nasipsizler kabul etmiyor, ne yapalım!
Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan.
Kurbağanın vıraklamasından temiz suya ne zarar gelir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Birtakım densizlerin bu çeşit görüşleri, kendi cehaletlerinin ilanıdır.
Cümle cihan halkı, yeri göğü yaratan bir yüce varlığın olduğunu kahir ekseriyetle kabul ediyor ama yeri göğü yaratan, âlemlerinin Rabbi'nin tasavvurunda hata ediyorlar. Kimisi bir heykel yapıp onun karşısına geçiyor. Kimisi aya tapıyor, kimisi güneşe tapıyor... Biz onların yanlışlığını da anlamışız, elhamdülillah, çok şükür...
Demek ki ikinci kademede de Allah bizi nasiplendirmiş. Hem Peygamber Efendimiz'e inanmışız hem de İslâm olmuşuz. Peygamber Efendimiz cennete gireceğine kefil oluyor. Bu iki şart tamam...
Ve hâcera. "Bir de hicret etmişse..."
Hicret etmek ne demek?
Bir beldeyi, anavatanını, diyarını bırakıp dininin selâmeti için, dinine hizmet için kalkıp bir başka diyara göçmek... Arapça, göçen kimseye muhâcir, İngilizce'de emigrant deniliyor.
Bugün dünyada bir yerden bir yere göçenler, çok kere iktisadî sebeplerle göç ediyorlar. Bundan 30 yıl önce Avustralya'dan yetkililer gelmişler Türkiye'ye... "Ülkemize buyurun, işçi lazım! Sizi götürürüz, iş buluruz." diye ilanlar vermişler. Samsun'dan, Yozgat'tan, Adana'dan, Antalya'dan bazı kardeşlerimiz kalkmışlar, "pekiyi" demişler, bu diyarlara gelmişler...
Bu, bir iktisadî sebeple hicret... Buraya gelen bu kardeşlerimize vatandaşlık vermişler, emigrant diyorlar. Bunlar hem Avustralya vatandaşı hem Türk vatandaşı olarak rahat rahat istedikleri yere gidiyorlar.
Bizim Türkiye'den tanıdıklarımız vardı, Almanya'ya gelmek istemişlerdi; Almanya vize vermedi. Halbuki her türlü güzel şarta sahip, vize verilmesi gereken kimselerdi; vize vermedi. Ama Avustralyalı kardeşimiz, elindeki Avustralya belgesi ile İsveç'e gidiyor, vize gerekmiyor; Almanya'ya gidiyor, vize gerekmiyor; İngiltere'ye gidiyor, Kanada'ya gidiyor, vize gerekmiyor. Güzel bir imkân…
Peygamber Efendimiz'in bahsettiği hicret hangisi?
İktisadî sebeplerle yapılan hicret, nihayet dünyevî bir hicrettir. Bir de dini için yapılan hicret var. Peygamber Efendimiz'in asr-ı saadetine gidip o zamanı düşünecek, hatırlayacak olursak... Peygamber Efendimiz bizzat kendisi hicret etti, biraz da geç hicret etti. Müslümanların çoğunu daha önceden gönderdi, "Siz önden gidin!" diye müsaade etti.
Müslümanlar Kureyş'in dinî baskılarından, zalimliklerinden kurtulmak için muhtelif yerlere göçtüler. Habeşistan'a göçtüler orada denediler. Kureyşliler oraya adam gönderip onları taciz ettiler, rahatsız ettiler.
"Bu göçmenleri bize gönderin, geri verin, teslim edin, cezalandıralım!" dediler.
Sonra Medine'nin Evs ve Hazrec kabilesinden müslümanları, Mekke'ye hac münasebetiyle geldikleri zaman, Akabe'de Peygamber Efendimiz'i davet ettiler;
"Yâ Resûlallah! Bizim şehrimize buyur. Biz seni baş tâcı ederiz. Seni kendimizi ve mallarımızı koruduğumuz gibi koruruz." diye söz verdiler.
Peygamber Efendimiz'in ashabından Es'ad b. Zürâre, Mus'ab b. Umeyr ve daha başka sahabîler öncü olarak gittiler. En son Peygamber Efendimiz kaldı. Ebû Bekr-i Sıddîk;
"Ne zaman gideceğiz yâ Resûlallah! Develeri hazırlayayım mı?" diye soruyordu.
Peygamber Efendimiz;
"Ben ilâhî müsaadeyi, Allah'ın emrini bekliyorum!" diyordu.
Nihayet Allahu Teâlâ hazretleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e hicret emrini bildirince, o meşhur mâcerâlı yolculuk başladı. Önce Sevr mağarasında saklanarak, 13-14 günde Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicret ettiler.
Medineliler de yüksek tepelerde, Mekke yolunun göründüğü yerlerde, yolunu gözlüyorlardı. Seniyyetü'l-Vedâ denilen yerden Peygamber Efendimiz'i görünce, damların üstünde bekleyenler; "İşte geliyor!" diye başladılar ilâhiler söylemeye.
İşte Peygamber Efendimiz'in hicreti!..
Peygamber Efendimiz, bütün müslümanların yanına gelmesini, İslâm'ın Medine'de toplanmasını istedi. O zaman herkesin hicret etmesi lazımdı. Hicret edenlerin çok büyük mükâfatları olacaktı. Peygamber Efendimiz bundan bahsediyor, buna işaret buyuruyor.
"Kim bana iman eder, müslüman olur, kendisini Allah'a teslim eder ve hicret ederse... Yani Resûlullah'ın emrettiği şekilde yanına gelip İslâm birliğini teşkil eder, kuvvetlendirirse... Böyle bir kimseye mevkiine, takvâsına, diyanetinin salâbetine, aşkının, şevkinin, hissiyatının, edebinin derecesine göre, Cenâb-ı Mevlâ cennetin bir yerinde ev bark sahibi olmayı nasip edecek, bir köşk verecek." diye Peygamber Efendimiz kefil oluyor.
Bu hicret şimdi nasıl olacak?
Mekke-i Mükerreme müslümanlar tarafından fetholunduğu zaman, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki:
"Artık fetihten sonra hicret yoktur! Hicretin asıl kıymetli olduğu zaman fetihten önceydi. Mekke fetholununca, asıl hicret kapanmış oldu. Bundan sonra hicret mânevî bir hicret olarak, Allah'ın yasak kıldığı, haram kıldığı şeyleri bırakmak, Allah'ın emrettiği şeylere yönelmek, oraya gitmek yani haramlardan helallere, sevaplara hicret etmektir."
Dünyada bazen tarihi tekerrür sandıracak olaylar da cereyan ediyor. Bazen mü'minler bulundukları beldelerde rahat yaşarlarken, rahat yaşama imkânlarını kaybediyorlar. Zalimlerin baskıları artıyor. O zaman bir yerden bir yere göçmeleri, hicret etmeleri gerekiyor. Çünkü orada dinlerini, Allah'ın emri vechiyle yaşamaları mümkün olmuyor.
Mesela Pakistan ve Hindistan'ın bölünmesi, Pakistan'ın ortaya çıkması esnasında yüzbinlerce insan çok büyük zararlar görmüş, öldürülmüşler. Çünkü Hint tarafında kalanları Hintliler tepelemiş, göçmek isteyenler yollarda zayiata uğramışlar. Büyük muhaceretler olmuş. "Pakistan, İslâm devleti oldu, oraya gidelim!" diye yola çıkanlar, yollarda ne mâcerâlarla karşılaşmışlar.
Osmanlı Devleti de Balkanlar'dan çekildikten sonra, orada kalan kardeşlerimiz ne kadar sıkıntı çektiler. Onların bir kısmı Anadolu'dan oraya yerleştirilmiş idi. Bir kısmı da oranın ahalisinden müslüman olanlar idi. Muhtelif yerlerden aileler ve birçok kardeşlerimiz oraya yerleştirildiler. Sonra bir kısmı da, oradaki kardeşler müslüman oldu ve asırlarca İslâm diyarı olarak yaşadı. Altı asır, yedi asır müslüman olarak yaşadı. Ondan sonra işte hunharlıklar, gaddarlıklar, cinayetler, çeşitli entrikalar yapıldı. Osmanlı idaresi oralardan çekilince, kalanlar çok sıkıntı çektiler.
O sıkıntı içinde, "İlle komünist olacaksın!" diye baskılar yapıldığı zaman, bir kısmı dinlerini korumak, kurtarmak için mecburen Balkanlar'dan Türkiye'ye geldiler, göç ettiler. O da bir hicret... Çocuklarına bakacak imkânları yoktu, "Evlatlarımız asker olsun. Oralarda çok sıkıntı çektiler, burayı korusunlar!" diye orduya teslim ettiler. Onların bir kısmı general oldular, paşa oldular. Kafkasya'dan gelenler, Balkanlar'dan gelenler ordunun başında görev aldılar.
Benim temennim, oralardan gelen aileler çocuklarına oraları öğretmeliydi, anlatmalıydı. O çocuklar da oraları gönüllerinden çıkarmamalıydı. Oralara hizmet etmenin aşkıyla, şevkiyle hareket etmeliydi. Bizim bir Balkan politikamız, Kafkasya politikamız olmalıydı. "Oralara nasıl hizmet ederiz? Oralarda onların arasında kalmış olan kardeşlerimizi nasıl koruruz? Nasıl hunharlığa, gaddarlığa uğramalarını engelleyebiliriz?" diye çareler aranması lazımdı.
Bulgaristan'da katliamlar oldu. Bosna'da yüzbinlerce kardeşimiz katliamlara uğradı. Toplu mezarlar açılıyor, görüyoruz. Kosova yakın tarihin en büyük katliamına, en hunhar, en gaddar, en zalim saldırısına uğradı. Çoluk çocuk, kadın tanımadan boğazlarından keserek öldürdüler.
Kafkaslar'da Çeçenler'in geçtiğimiz yıllardaki kahramanca müdafaaları hatırımızda... Yani hicret dediğimiz olay, her zaman başımıza gelebiliyor. İnsanların dinini, hayatını, ırzını, namusunu korumak için bazen göç etmesi, erimemesi, kaybolmaması gerekiyor. Kalsa bile kaldığı memlekette görevli olarak kalması gerekiyor. Allah'ın dinini savunması zor iş ama Cenâb-ı Peygamber tekeffül ediyor:
"Ben, bana iman eden, müslüman olan ve hicret eden -yanıma gelip de benimle İslâm'ın gelişmesi için çarpışan- kimseye ya cennetin bir münasip kenar kısmında ya orta yerinde ya da en yüksek, en kıymetli yerinde Allah'ın bir ev vermesine -oralarda gecelemesine, yatıp kalkmasına, oralara sahip olacak mükâfatı almasına- kefilim!" buyuruyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi Peygamber Efendimiz'e bağlı, İslâm'a sımsıkı sarılan, şuurlu müslüman eylesin. Gerektiği zaman hizmet için hicret etmeyi veyahut hizmetin kalmadığı yerde dinini korumak için daha iyi dindarâne yaşayabileceği yere göçmeyi, her ne yapmak gerekiyorsa onu yapmayı, her türlü fedakârlığı yapmayı nasip etsin...
Bazı güzel kardeşlerimizi duyuyoruz ki bazı diyarlara İslâm'ı öğretmek için gidiyorlar. Gittikleri yerlerde de; "Bir daha anamın babamın yanına, Türkiye'ye de gitmeyeceğim. Gözüm orada da kalmayacak. Ölürsem burada vazife başında öleyim!" diye pasaportlarını iptal edip yırtıp oralarda kalıyorlar ve güzel hizmetler yapıyorlar, yapmak istiyorlar.
Ne güzel! O da bir hicret! Anadolu'yu bırakıyor, tehlikeli bir mıntıkaya hizmet yapmak için gitmiş oluyor. Ne kadar güzel! Fedakârca, kahramanca bir davranış!..
Fe-men feale zâlike. "Kim bu söylediğimi yaparsa..."
Peygamber Efendimiz'e inanıp müslüman olacak. İcabında yerini terk edecek, icabında kahramanca direnecek, savaşacak.
Lem yeda' li'l-hayri matlebâ ve lâ mine'ş-şerri mehrebâ. "Hayırlardan yapılmadık, Talep edilen, istenilen, temenni edilen hiçbir şeyi geride bırakmamış olur. şerlerden de kaçınılmamış bir şey bırakmamış olur."
Böyle bir kimse istenilecek her şeyi istemiş sayılır; istenmeyecek, kaçılacak her kötü durumdan da kaçmış sayılır.
Yemûtü haysü şâe en yemût. "Artık nerede isterse, orada vefat etsin!"
Her hayrı elde etmiş, her şerden kaçmış olur, ömrü nerede sona ererse, orada âhirete irtihal eylesin.
Hayır nedir?
Allah'ın rızasını kazanmak, mükâfatına ermektir.
Şer nedir?
Dininin, imanının zaafa uğraması, kulluğunun kötü olmasıdır. Bir hileye, bir tuzağa, şeytanın bir oyununa kapılmasıdır. Şeytana uyması, nefse uyması, dünyaya kapılmasıdır.
"Böyle yapan bir kimse, bunların hepsinden sıyrılmış olur. Artık temenni edilen her şeyi de elinden geldiğince yapmış olur." diyor.
Cenâb-ı Hak bizleri Peygamber Efendimiz'e aşk ile, sıdk ile, sadâkat ile vefa gösterenlerden, bağlı olanlardan eylesin...
Evet, o bir çölde yetişti ama âlemlerin sultanı, seyyidü'l-evvelîne ve'l-âhirîn... Bunu anlamak için hayatını okumak lazım! Nasıl fedakârca yaşadığını, nasıl iyiliklerle ömrünü geçirdiğini, nasıl lüksten kaçtığını anlamak lazım!
Müslüman hatunlardan birisi, kendisine bir yatak getiriyor da;
"Yâ Resûlallah! Çok kuru yerde yatıyorsun. Sana bir yatak hazırladım, buyur, bundan sonra bunda yat!" diyor.
Peygamber Efendimiz bir gece o yatakta yatıyor. Ertesi gün bir de uyanıyor ki çok rahat uyumuş. Uykudan, rahatlıktan dolayı gece teheccüd namazına kalkamamış. Diyor ki;
"Bu yatağı alın götürün! Çünkü bu yatak çok rahat. Ben burada yatarken bu gece teheccüde kalkamadım. Bu kadar rahat iyi değil!"
Efendimiz yatağı geri göndertiyor.
Bir güzel elbise hediye etmişler; "Giy yâ Resûlallah" diye... Üstüne giymiş, çok yakışmış. Yeşil renkli çok da güzel bir elbise imiş. Hemen sahabîden birisi gelmiş;
"Yâ Resûlallah! Bu gömleğini bana versene!" demiş.
Peygamber Efendimiz;
"Pekiyi..." demiş, çıkartmış, vermiş. Daha sırtında ısınmamış, uzun boylu durmamış; hemen çıkartmış vermiş. "Vermem!" demiyor.
"Dur bakalım! Ne oluyorsun. Ben daha yeni giydim. Bu zamanda böyle bir olay olsa, istenen kimse; Bana da birisi hediye etti, veremem!" der.
Efendimiz; "Pekiyi..." dedi, verdi. O sahabîye gittiler;
"Yâhu, ayıp ettin. Resûlullah giyseydi biraz!" dediler.
"Ben vefat edince bununla sarınayım da, kabrimde Resûlullah'ın gömleği içinde yatayım, diye temenni ettim." dedi.
Resûlullah Efendimiz işte öyle cömert, ümmetine öyle şefkatli idi.
Lekad câeküm Resûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsun aleyküm bi'l-mü'minîne raûfün rahîm.
Tevbe sûresinde bildiriliyor:
Öyle merhametli, öyle şefkatli, ümmetini korumaya kollamaya o kadar dikkatli idi. O bize bu kadar sevgi ve şefkat gösteriyor.
Süleyman Çelebi'nin Mevlîd-i şerîf'ini okuyoruz biz ama her tarafını okumuyoruz. Camideki zamanın ayarına, verdiği imkâna göre biraz başından, biraz ortasından, biraz sonundan okuyoruz. Mevlid kitabının okumadığımız güzel, şâheser başka beyitleri de var.
Peygamber Efendimiz küçükken, daha beşikte iken bir şeyler söylüyormuş. Kulağını yanaştırıp bakmışlar, "Ümmetim... Ümmetim..." diyormuş. Süleyman Çelebi bu rivayeti okuduğu için Mevlid'inde diyor ki:
Ol beşikte diler idi ümmetin,
O Resûlullah daha beşikte iken Cenâb-ı Hak'tan ümmetini isterdi. "Yâ Rabbi! Ümmetimi af ve mağfiret eyle!" diye dua ederdi.
Sen kocaldın, terk edersin sünnetin!
O beşikte iken seni düşünüyor; sen ihtiyarladın gittin, hâlâ onun sünnetini uygulamıyorsun, sünnetini terk ediyorsun, diyor.
İyi bir müslümanın Peygamber Efendimiz'in sünnetine göre yaşaması, sünnetini terk edip de bid'at yollara sapmaması lazım!
Bugün, halkın yaşantısına bakın! Yediği içtiği maddelerin haramlığına helalliğine, giyimindeki açıklığa saçıklığa, günaha şöyle bir bakın!.. Sünnet-i seniyyeden, Peygamber Efendimiz'in öğrettiği asıl dinden, asıl İslâm'dan ne kadar ne kadar uzaklaştıklarını, ne kadar ihmalkâr olduklarını üzülerek görebilirsiniz.
İnsanlık umûmiyetle böyle maalesef... Dünyanın her yerinde bir zevkperestlik, kendi zevkine, şehvetine tapınmak, kendi nefsine kul olmak, dünyaya sımsıkı bağlanmak, materyalizme sımsıkı saplanmak... Her yerde maalesef umûmî hastalık bu! O eski faziletler, fedakârlıklar, arkadaşlıklar, hayırseverlikler yine var fakat toplumlar uçuruma doğru gidiyorlar. Çünkü imandan uzaklaşıyorlar. İmandan uzaklaşınca, âhiret inancı olmayınca, insanlar işte o zaman Sırpların yaptığını yapar. Çünkü hesap korkusu yok! İnanç yanlış olunca, çok yanlış işler oluyor.
Cenâb-ı Hak bizi Peygamber Efendimiz'in o güzel, nurlu, pırıl pırıl sünneti yolundan ayırmasın. Allah'ın rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin. Güzel müslüman olmayı nasip eylesin.
Peygamber Efendimiz'e inanmanın gereği, onu tanımak, sünnetine uymaktır. Allah'a teslim olmanın, müslüman olmanın gereği Kur'an'ı okuyup, öğrenip Kur'an yolunda yürümektir. Ondan sonrası hicret edilecek yerde, zamanda, mecburiyette hicret etmesi; hicret edilmeyecek zamanda, yerde, şartlarda, İslâm'ın korunması, müslümanların savunulması, imanın öğretilmesi için olanca gücünü sarfetmesi lazım!..
Allah hepinize kendisinin rızasına uygun yaşamayı nasip eylesin... Rızasını kazanmayı nasip eylesin... Dünyada ve âhirette cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..