es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah hepinizden razı olsun. Sevdiği razı olduğu kul olup öyle yaşayıp huzuruna öyle varmayı nasip eylesin. İki cihan saadetine erdirsin.
Bugün kur'a ile açılan hadîs-i şerîf kitabı sayfası, Râmûz'un 440. sayfası. İlimle ilgili dört tane hadîs-i şerif var. Demek ki sohbetimizdeki ağırlıklı konu, ilim konusu olacak.
Birinci hadîs-i şerîfi okuyorum. Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş. İbnü'n-Neccâr kitabında kaydetmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlar:
Men kâne fî talebi'l-ilm, kâneti'l-cennetü fî talebihî ve men kâne fî talebi'l-ma'sıyeti, kâneti'n-nâru fî talebihî.
"Kim ilim talebi peşinde olursa ilim öğrenme yolunda, onu elde etmek için çalışma uğrunda niyetini, gayretini sarf ediyor olursa cennet de onu ister, cennet de onun peşine düşer, cennet de onu talep eder, onun isteğinde olur. 'Bu kul cennete gelsin, girsin.' diye o kulu ister. Kim de isyan, günah peşinde olursa onu yapmaya, onu elde etmeye uğraşırsa gayretini, himmetini, düşüncesini oraya sarf ederse cehennem de onun peşine düşer, onu ister.
Demek ki müslüman olarak Allah'ın rızasına erenlerin gittiği yer olan cenneti, rızası yurdunu, nimetlerin ve ebedî saadetin olduğu yer olan cenneti düşündüğümüze, istediğimize göre, cehenneme düşmekten Allah'a sığındığımıza göre biz cenneti istiyoruz. Bir de cennet bizi isterse o iki taraflı istek daha da hoş bir şey olur. Cennet bizi talep edecek; "Yâ Rabbi! Şu kulunu cennetine dâhil et." diyecek. Ne kadar güzel bir şey.
O halde hepimiz ilim peşinde olmalıyız. İlim çok önemli. Dünyayı isteyen de ilim öğrenmek zorunda...
"Dünyayı istemek" ne demek?
"Dünyada meslek sahibi olsun, kazanç sahibi olsun, yükselsin, itibarlı bir insan olsun, ilerlesin, gelişsin, rakiplerini geçsin istemek" demek. Bunlar dünyevî amaçlar, bu dünya hayatı ile ilgili istekler. Bunu isteyen de ilme sarılmalı.
İlimle çalışan, bilimsel yöntemleri kullanan, mesleğinde ilmi takip eden, mesleğinin gelişmelerini, dünyanın neresinde olursa olsun meslektaşlarının yaptıklarını dergilerden, kitaplardan, ilmî toplantılardan takip eden ilerler.
Uluslararası sergileri gezmeye giden bir arkadaşımız;
"Çok istifade ediyoruz hocam! Bir sergiye gittiğimiz zaman, orada kendi mesleğimizdeki yeni gelişmeleri görüyoruz, bizim için çok faydalı oluyor." diyordu.
Dünyayı isteyen de ilme sarılmak zorunda ve kendi mesleğinde, kendi dalında ilmî usullerle çalışmak ve ilme eğilmek zorunda.
Meslekler çeşitli ama hepsinin müşterek olarak öğrenmesi gereken bir konu var; o da din, iman, akide konusu. Bir arkadaş bana sordu, bir kardeşimizin boş zamanı varmış; biraz ilmî kitaplar okumak istiyormuş. "Mesleği nedir?" diye sordum. Tabi hangi meslekte olursa olsun, mutlaka okumalı.
Bu hafta İstanbul'un fethi münasebetiyle Fatih Sultan Muhammed hân-ı cennet-mekân'ı anlatırken, özellikleri, hususiyetleri, meziyetleri ve diğer insanlardan farklarından bahsederken, en çarpıcı olan yerlerden birisi de çok kitap okuması ve bir de çok dil bilmesi idi. Muhtelif dilleri biliyor. Fethettikleri ülkelerde yaşayan insanların dillerini bilen bir kimse. Arapça, Farsça, Rumca, Lâtince, Yunanca dillerini biliyor. Daha fazla dil bildiğini söyleyenler de var.
Kütüphanesinden bize pek çok yabancı dilde kitap intikal etmiş. Demek ki okuyordu. Hocalarından bir kısmının yabancı hocalar olduğunu biliyoruz. Dünyayı çok iyi takip etmiş. Coğrafyaya dair eserleri var. Dünyanın neresinde ne var, öğrenmiş.
Tarihi iyi takip etmiş. Eski devletleri yönetenlerin hangi hataları yaptığını, hangilerinin ne sebeplerle başarı kazandıklarını incelemiş, okumuş. Onun için müstesna bir padişah, başkalarına benzemeyen bir padişah ve başkalarının yapamadığı kadar büyük işleri başarmış. Başkalarının nâil olamadığı kadar büyük şöhrete ermiş.
Yabancılardan bir kısmının da söylediğine göre, cihanın gelmiş geçmiş en büyük cihangir devlet adamı, hükümdarı ki "İskenderler bile geride kalmış." diyenler var.
Yetişme tarzı çok büyük alim hocalardan. Küçük yaşından itibaren çocuklukla, oyunla, futbolla, geziyle vesaire ile ömrünü zayi etmemiş. Küçük yaşında padişah olmuş. Ondan sonra bir ara vermiş. Ondan sonra babası vefat ettiği için, 19 yaşında kesin olarak padişahlık tahtına oturmuş. Üç sene sonra da, 22 yaşında İstanbul'u fetheylemiş.
Özellikleri ne?
En mühim özelliği çok kitap okuması, ilmi sevmesi, ilim adamlarıyla beraber olması, ilim adamları tarafından yetiştirilmesi, ilim adamlarıyla istişare etmesi, çevresinde ilim adamlarını bulundurması; kitap okuması, yabancı dil bilmesi. Bunlar onbeşinci yüzyılda, kaç asır önce.
Fatih'i sevenler, Fatih'in milletinin mensupları, fatihlerin yetiştiği milletin mensupları olan bizler de, aynı şekilde çok okumalıyız, çok dil bilmeliyiz, dünyayı çok iyi takip etmeliyiz. Bu çok önemli.
Dünyayı isteyen de ilim öğrenecek, âhireti isteyen de ilim öğrenecek. Çünkü âhiret ilimleri de bilgi ister, atmakla, tutmakla olmaz.
"Benim kafama göre böyle."
Senin kafanın benim nazarımda hiç kıymeti yok. Kur'ân-ı Kerîm ne söylüyor, sen onu söyle! Peygamber Efendimiz ne buyurmuş, önce onu anlamaya çalış. Ya senin kafan yamuksa, ya doğru düzgün düşünemiyorsa, çalışmıyorsa, doğruyu aksettirmiyorsa.
Aynalar insana görüntü verir. Ayna düz olmadığı zaman yamuk görüntü verir; şişman insanı zayıf gösterir, zayıf insanı şişman gösterir, yuvarlak kafayı uzun gösterir; görüntüyü çarpıtır. Ayna ama düz olması şartı var. Akıl ama akıl akl-ı selîm olmazsa, iyi çalışmazsa, gerçekleri gösteremez.
Dinî konularda atıp tutuyor, farzları çiğniyor, sünnetleri çiğniyor. Ulemâyı hiçe sayıyor; sanki kendisinden önce İslâm'la ilgilenen, İslâm'ı derinlemesine inceleyen büyük alimler yokmuş gibi hareket ediyor. Onları okumak lüzumunu duymuyor.
Avrupalı bir zât müslüman olmuş, kendisiyle konuşan bir kimseye;
"Siz İslâm medeniyeti mensupları, çok büyük adamlar, dâhiler yetiştirmişsiniz. Bu dâhilerin kitaplarını okuyun! Bak ben şimdi Endülüs İslâm dünyasının yetiştirdiği falanca büyük alimi okuyorum." demiş.
Ötekisi adını bile bilmiyor. Müslüman olan Avrupalı kim dâhi anlamış, onun eserini okuyor. Berikinin hiç haberi yok.
Amerikalılar Osmanlı'nın esaslarını uyguluyorlar. İbn Haldun'u okuyorlar, Mukaddime'sinin içindeki bilimsel gerçekleri göz önünde bulundurup ona göre hareket ediyorlar.
Bizimkiler; "İbn Haldun da kim?" diyorlar. Zaten eski bir İslâmî isim oldu mu hemen defterden siliyorlar.
Gazetelerde yazılmış, çok çok üzüldüm: Bandırma'ya giden gemilerden birisinin adı Akşemseddin'miş, silmişler. Akşemseddin, Fatih'i Fatih yapan büyük zât. Fatih kuşatmayı bırakacakken, sırf Akşemseddin tutmuş;
"Devam edeceksin padişahım! Bırakmayacaksın! Fetih müyesser olacak!" demiş.
Çok büyük bir alim, çok zarif bir insan. Fatih'in; karşısında el pençe divan durduğu kimse. Fatih'i yetiştiren kimse. O Akşemseddin'in kadr u kıymetini bilmeyen bir millet.
Şimdi ben, dünyanın muhtelif yerlerini gezen ve tanıyan bir kardeşiniz olarak, Doğu'yu da gördüm, Batı'yı da gördüm, Amerika'yı da gördüm; Avrupa ülkelerinde de bulundum, Ortadoğu ülkelerinde de bulundum. Bizim yarı aydınlar çok mutaassıp, çok tutucu insanlar. Dünyadan haberleri yok.
Amerika'da, üniversitelerde ders veren bazı profesörler de televizyonda söylediler. Birisi ısrarla devrimleri konu edip ona soru sorunca, gayet ciddi bir zât;
"Devrimler bilgisiz insanların elinde kalmıştır. Onları yorumlamak, anlamak durumunda olmayan insanların elinde kalmıştır." dedi.
Mûsikînin inceliği nerede, davulun vurması nerede? Arada çok büyük fark var. Birisi çok ses çıkarıyor ama davula vurmak herhalde bir sanat eseri değil. Mûsikîde davulla bir sanat şaheseri ortaya konmaz.
Onun için âhireti isteyen de ilme çalışacak, dünyayı isteyen de ilme çalışacak, ülkeyi iyileştirmek, yükseltmek isteyen de ilme çalışacak. Bilimle taban tabana zıt bir anlayışla ne yönetim olur ne ilerleme olur ne yükselme olur.
İlimle ilgili birinci hadîs-i şerîf bu. İlim talep edene cennet kendisi talip oluyor, istiyor. Günahı talep edenin, günahın peşinde koşanın da cehennem peşine düşüyor, istiyor.
Cennetlik olmak isteyen ilme çalışacak.
Onun için ilmi çok seviyorum. Bana soru soran bütün talebelerime, ihvanıma, kardeşlerime ilim yolunda ilerlemesini tavsiye ediyorum. Mümkünse asistanlık yapmasını, doktora yapmasını, kendi mesleğinde ilerlemesini, yükselmesini; mümkünse yurtdışına gitmesini, yabancı dilleri öğrenmesini tavsiye ediyorum; "Ufku açılsın." diye. Yoksa küfleniyor. Böyle önüne bakan, sağı solu görmeyen insanlar çok geride kalıyorlar.
İkinci hadîs-i şerîf, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor: yine Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ten. Bu sefer İbn Sinnî isimli alim rivayet etmiş.
Men kâne lehû ilmün fe'l-yetesaddak min ilmihî ve men kâne lehû mâlün fe'l-yetesaddak min mâlihî.
Bu da kısa bir hadîs-i şerîf. Bunların hepsi hatırda kalabilecek büyük esaslar, temel bilgiler. İnsanın hayatına ışık tutan, yön veren nasihatler.
Men kâne lehû ilmün. "Kimin ilmi varsa, bilgisi varsa." Fe'l-yetesaddak min ilmihî. "İlminden sadaka versin."
"İlminden sadaka vermek" ne demek?
"İlmini anlatmak, bildiğini başkalarına öğretmek, ilmini ortaya koymak" demek.
Yazacaksa yazacak. Tabi yazmak için yazılacak, konuşacaksa konuşmak için yer lazım. Sesini duyurmak için radyo lazım. Bunlar ilmin çok önemi araçları olduğu için radyo çok önemli diyoruz. Kardeşlerimize çok ısrarla söylüyorz; teşvikte bulunuyoruz: “Aman! Her türlü fedakarlığı, desteği yapın!”
Şimdi bu devirde birisine yiyecek bir şey versen dudağını kıvırır. Ne olacak yani herkes yiyecek, giyecek bir şey buluyor. Refah seviyesi Türkiye’de yüksek.
Ama radyomuz gelişecek bilimsel bakımdan halkımıza gerçekleri söyleyeceğiz, faydalı olacağız. Dünya ve ahiretlerini kurtarmaya çalışacağız. Yanlıkşıkları dile getireceğiz.
İlmin sadakası nedir?
İlmi anlatmaktır. Anlatmak için kimse gelmiyor. Ben öyle iyi kıymetli hocalar biliyorum; "Hocam! Talebe olarak kimse gelmiyor." diyor, ben üzülüyorum. "Ben gelince, başkaları da gider." diye "Vaktim olsa ben geleceğim, seni dinleyeceğim!" diyorum,
Kimse gitmiyor.
Neden?
Ağır geliyor. Onun dili biraz anlaşılmaz oluyor veya kulağı iyi duymuyor. Veyahut ötekisinin zamanı olmuyor. İşte bu güçlükleri aşacak çareler bulmak lazım.
Çare ne?
Radyo. İnsan çalışırken radyodan bir şeyler öğrenebiliyor. Radyoyu koyuyor tezgâhına, bir taraftan çalışıyor bir taraftan radyodan bizim anlattıklarımızı duyuyor. Hem eli çalışıyor hem kulağı dinliyor hem aklı, gönlü doluyor.
"Kimin ilmi varsa ilminden sadaka versin; ilmini anlatsın, öğretsin!"
Öğretmenin vasıtası, öğretmenin ileri yolu nedir?
Mekteptir, mekândır, radyodur, televizyondur, dergidir, gazetedir, toplantıdır, konferanstır, seminerdir. Çeşitli adlarla, çeşitli şekillerde bilgilendirmeler.
Ve men kâne lehû mâlün fe'l-yetesaddak min mâlihî. "Kimin malı varsa, o da malından sadaka versin!"
Demek ki malı olan, malını İslâm'ın hizmetine koyacak, verecek; fakirler o maldan istifade edecek, o para ile o malla yapılması gereken hizmetler yapılacak.
Bugün yirminci yüzyılda, şu bizim yaşadığımız yıllarda bir kaç tane savaş gördük. Çeçenistan'daki savaşı gördük, Bosna savaşını gördük, Sırplar'ın Kosova'daki katliamlarını gördük, Irak harbini gördük. Keşmir’i gördük. Yani pek çok savaş görüyoruz.
Bu savaşlarda aletleri, cihazları, teçhizatı üstün olan ordu, zahmetsiz galibiyet kazanıyor. Bombayı uzaktan sallıyor, köyleri yakıyor, yıkıyor; köylü oradan kaçtıktan sonra geliyor, orayı zapt ediyor. Bu sefer daha ilerideki köyü bombalıyor, oradaki insanları kaçırıyor. Orayı zapt ediyor, başkasının ülkesini istila ediyor.
Mesela Azerbaycan ülkesinin topraklarının %30, %40 bölümü böyle alındı. Aynı şekilde Bosna toprak kaybetti.
Yugoslavya dağıldığı zaman Almanlar yardım ettiler, Slovenya'yı Yugoslavya'dan ayırdılar. Çünkü orası Yugoslavya'nın gelişmiş kısmıydı, zengin kısmıydı. Ötekilerden de dinî yönden farklıydı. Onlar katolikti, Almanlarla uyuşuyordu, ama ötekiler ortodoks idi. Almanya orada teknik gücüne dayanarak Yugoslavya'dan Slovenya'yı kopardı. Biraz çarpışmak istediler, baktılar ki Almanya'nın desteklediği Slovenya'yı halledemeyecekler; geri çekildiler. Slovenya istiklâlini kazandı, Yugoslavya'dan koptu.
Aynı şekilde Hırvatistan da yine katoliklikten dolayı İtalya'nın, Almanya'nın desteğini aldı. Sırplar onlarla da biraz çarpıştılar ama baktılar ki onları da yiyip yutamayacaklar; onlara da istiklâlini verdiler, çekildiler.
İlmi olan ilmin sadakasını verecek, ilim öğretecek; malı olan da malını verecek. Allah yoluna, din yoluna, hayır yoluna, hasenât yoluna, hayırlı işlerin yapılması için o da malını verecek. Herkesin ilmi olmaz, ilim adamı olmak kolay değil. Ömrü harcıyorsunuz, yıllar geçiyor; o zaman birikince insan hatırlı bir ilim adamı oluyor.
Herkes ilim adamı olamaz ama ilim adamını destekleyebilir, parasını o yolda sarf edebilir. Yetişmiş bir insanın güzel faaliyetler yapmasına yardımcı olabilir. "Tamam kardeşim! Senin her türlü bilgin, müktesebatın var; benim de param var, ben de paramla seni destekleyeyim!" der. "İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur." derler. İlimle para bir araya geldiği zaman, çok büyük güçler, kuvvetler, hamleler, atılımlar, gelişmeler, yükselmeler, ilerlemeler olur.
Hem para var hem ilim var. Böyle ülkelerin dünya ve âhireti mâmur olur. Onun için bu iki şeye sahip olan insanlar, kendi sahip oldukları şey ne ise onu verecekler, hak yola harcayacaklar, vakfedecekler, sarfedecekler. İlmi olan ilmini verecek, malı olan malını verecek. Herkes nesi varsa onu verecek ki ortada eser meydana gelsin. "Milletimiz yükselsin." diye böyle çalışmalar yapmak lazım.
İbn Abbas radıyallahu anh'ten Taberânî radıyallahu anh rivayet etmiş, Ebû Hüreyre'den Tirmizî rivayet etmiş, hasen, sahih olduğunu beyan etmiş. Daha başka kaynaklar da kaydetmişler. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
Men keteme ilmen ya'lemühû ülcime yevme'l-kıyâmeti bi-licâmin min nâr.
Bu hadîs-i şerîf de demin söz arasında ihtar ettiğim bir hususu gösteriyor.
Men keteme ilmen ya'lemühû. "Kim bildiği bir ilmi saklar, söylemezse." Ülcime. "Ağzına gem vurulur." Yevme'l-kıyâmeti. "Kıyamet gününde." Bi-licâmin min nâr. "Ateşten bir gemle, ateşten bir dizginle ağzı gemlenir, ağzı dizginlenir."
"Sen bu ağzınla mı ilmi sakladın, kapattın, ilmi öğretmedin, kendi yanında tuttun, bilgiyi kimseye vermedin, cimrilik yaptın? Hadi bakalım!" denir, ağzına, atın ağzına gem takıldığı gibi ateşten bir gem takılır.
Başına dizgin takılıyor da, ağzın içine de gem dediğimiz bir demir takılıyor. İki dudağının arasından. Dizgini çektiği zaman o demir çekiliyor. Ağzın iki kenarı çekildiği için atın dudaklarının kenarı acıdığından başını geri kasıyor, koşamıyor. Yani ata gem vurmak, yavaşlaması için bir çare. Yavaşlamasını sağlayacak bir şey bu.
Kimler ilmi saklar, niye saklar?
Bazen bazı şeyleri bilen insanlar; "Sırf ben bilici olayım, başkası öğrenirse benim tek kişiliğim kalmaz, eşsizliğim, emsalsizliğim, yegâneliğim kalmaz." diye saklıyor, öğretmiyor.
Halbuki bu, İslâm'da günah. Bildiği güzel bilgileri etrafına anlatması lazım. Anlatmadığı takdirde dünyada, âhirette böyle cezaya uğrar. Onun için mesela Peygamber Efendimiz'in söylediği sözleri, bildiğini, duyduğunu söylemek istemeyen bazı insanlar, bazı mübarek insanlar; "Belki kelimelerini tam hatırlayamam, söyleyemem!" diye çekinen insanlar, ömrünün sonuna doğru; "'Belki cümleyi tam hatırlayamam.' diye çekiniyorum ama ben bunu söylemeden ölürsem âhirette azap görürüm." diye çekindikleri için duyduklarını anlatmışlar.
Tabi o da bir sorumluluk duygusu. Böylece Peygamber Efendimiz'den, onun neler söylediği, hadîs-i şerîfleri; kavlî, fiilî, takrirî hadîs-i şerîfleri bize kadar nice nice ciltlerle eserler, kitaplar halinde ulaşmış.
Bir müslüman ilmi saklamayacak, öğretecek. Kabiliyetli insanları gözleyecek. Ve hatta belki kendisi zenginse varlıklıysa onu çağıracak. İmâm-ı Âzam rahimehullah -Allah makamını âlâ eylesin- ders verirmiş, nice insan onun dersini dinlermiş. İmam Ebû Yusuf da o zaman bir genç delikanlıyken, çırakmış. Kuyumcu dükkânına gidermiş, orada kuyumcu çıraklığı yaparmış. Meslek öğrenecek, para kazanacak, harçlık alacak; annesi öyle istermiş.
İmam-ı Âzam, bakmış bu genç çok zeki, anlayışlı bir talebe. Ona;
"Senin o kuyumcu dükkânına girip de alacağın para neyse ondan daha fazlasını ben sana vereyim, sen benim derslerime devam et!" demiş.
Ondan sonra o zât çok büyük bir alim olmuş. İcabında hoca kabiliyetli öğrenciyi kendisi seçmeli; "Benim ilmimi ancak bu çabuk kavrar, anlar. Bunu ben talebe alayım!" diye o yanına almalı. Böyle kabiliyetli bir kimseyi gören bir zengin de, onu desteklesin! Hani insan malından sadaka verecek ya en hayırlı sadaka, ilim öğrenen insanlara verilen sadakadır.
"Tamam, kardeşim! Al yavrum, oğlum, kızım! Sen buyur, bu hocanın derslerine devam et, ben senin harçlığını vereyim! Sen benim dükkânımda çalışacak olsaydın, ne kadar vereceksem daha fazlasını vereyim!" diyebilir.
Çünkü en iyi öğrenme yollarından birisi alimin yanına gidip ondan öğrenmektir.
Ben Ankara'da da söylerdim. Güzel vaiz kardeşlerimiz vardı. Bazı zengin dostlarımız da vardı, bana soruyorlardı:
"'Biraz piyasayı öğrensin.' diye çocuğumu bu yaz tatilinde Mercedes yedek parçaları satan dükkâna vermek istiyorum. Ne dersiniz?"
Ben de;
"Çocuğunu İmam Hatip'e göndermişsin; onun mesleği Mercedes yedek parçacılığı değil. Sen onu şu vaizin hizmetine ver. O vaiz kaç camiye gidiyorsa onunla beraber gezsin, ondan ilim öğrensin!" diyordum.
Bu güzel bir yol. Bakın bu Osmanlılar'ın, Fatih'i yetiştiren toplumun usulü de bu idi. Genç çocuğun başına hocalar tayin ediyorlar, hocaların nezaretinde sorumluluk veriyorlar. Sancak beyi oluyor. Altı yaşında, sekiz yaşında, 10 yaşında, 12 yaşında yönetim bilimini öğreniyor. Ama yanında olgun hocaları var, feylesof, hakîm, bilge insanlar var. Böylece çocuk, yaşlı insanların yanında durmaktan ciddiyeti öğreniyor, hayatı çabuk anlıyor.
Padişahların çoğu çok büyük işler yapmışlar ve padişahlar çok genç yaşta vefat etmişler. Mesela Çelebi Sultan Mehmed, Osmanlı'nın Yıldırım'dan sonra dağılan birliğini derlemiş, toparlamış, nice fütuhat yapmış; 30 küsür yaşında, 32 yaşında vefat etmiş. Çünkü genç yaşında tahta geçmiş. Bereketli bir ömür sürmüş. 24 sefer yapmış. Büyük ordu, büyük askerî harekât... Balkanlar'da vesairede kısa ömrü içinde nice nice çalışmalar yapmış.
Fatih de öyle. 49 yaşında vefat etmiş, 27 sefer yapmış. 380 cami yapmış, 300 küsur kale, kasaba ve şehir almış. Bir ülkenin alanını 900.000 kilometrekareden, 2.500.000 kilometrekareye çıkarmış. Böyle çalışmalar yapmışlar.
Büyük bir alimin yanında insanlar iyi yetişiyor. Alimlerin söz sahibi olduğu ülkeler gelişiyor. Alimlerin horlandığı, itildiği, hapsedildiği ülkeler batıyor.
Ben bu Uzakdoğu ülkelerini inceliyorum, duyuyorum. Ortadoğu ülkelerinde duyuyorum: Bir zalim yönetime geçiyor ve o yönetimde doğru sözü söyleyen, dosdoğru konuşan insanlar makbul olmuyor. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Onları yakalıyor, hemen hapse tıkıyor. Yani ilk hedef alimler oluyor. Böyle toplumlar batar.
Alimlerin sözünün dinlendiği, ilmin hâkim olduğu, bilimsel düşüncenin hâkim olduğu ülkeler gelişir.
Tabi ilimlerin çeşitleri var. Şerefleri farklı, dereceleri farklı, sevapları farklı ama hepsi güzel. Her ilmin öğrenilmesi lazım. Öğrenilmiş ilmin de başkalarına öğretilmesi lazım. Üstatların ve alimlerin ilmini kendisiyle mezara götürmemesi lazım, saklamaması lazım.
Ama dinî ilimler çok önemli. Çünkü dinî ilim, bir insanı dindarlıkta ilerletiyor, ihlâslı bir dindar yapıyor. İhlâslı bir insan da hayırlı işler yapıyor; kötülüğe kullanabilir. Bu bakımdan insanın ahlâken dürüst olması, alimin ahlâklı olması çok önemli bir husus. Tabi bu bakımdan dinî ilimler öncelik kazanıyor.
Bu sayfada bu hususta bir hadîs-i şerîf daha var, onu da okuyalım:
Bu da Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'den rivayet edilmiş. Hâkim rahimehullah'ın Müstedrek'inde, tarihinde yazılmış:
Men ketebe annî ilmen ev hadîsen lem yezel yüktebü lehü'l-ecri mâ bakıye zâlike'l-ilmü evi'l-hadîs.
Men ketebe annî ilmen. "Kim benden duyduğu bir ilmi yazarsa bir ilim, bir bilgi yazarsa." Ev hadisen. "Veyahut söylediğim bir sözü yazarsa." Lem yezel yüktebü lehü'l-ecr. "Ona daima sevap yazılıp durur." Mâ bakıye zâlike'l-ilmü evi'l-hadîs. "Bu ilim durdukça, bu hadîs-i şerîf ortada dolaştıkça, o yazan kimseye sevap yazılmaya devam eder durur, ecir yazılır durur."
Demek ki ilmin yayıcılarının, yazıcılarının, kitap yazanların, yazarın, hocaların büyük sevapları var. O kitaplar okunduğu, öğrenildiği, öğretildiği müddetçe, zaman boyu devamlı olarak onların ecirleri yazılır durur, sevgili kardeşlerim!
Mesela hadîs-i şerîf öğrenmişse… Bu hususta yine bu sayfada bir hadîs-i şerîf var. Abdulah b. Amr ibnü'l-Âs radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Men ketebe annî erbaîne hadîsen recâe en yuğfera'llâhu lehû gafara lehû ve a'tâhü sevâbe'ş-şühedâ'. "Kim benden duyduğu kırk hadisi yazarsa benden duyduğu şeyler arasından kırk tane hadis yazarsa günahları afv u mağfiret olur."
"Bir kimse sevabını Allah'tan bekleyerek, mağfiret olunmayı umarak böyle kırk hadis yazarsa"
Gafara lehû. "Allah onun günahlarını mağfiret eder." Ve a'tâhü sevâbe'ş-şühedâ'. "Ve ona şehitlerin sevabı gibi sevap verir."
Demek ki öğrenecek, yazacak, tespit edecek, kitap haline getirecek ve yayınlayacak; onlar da dinlenecek, öğrenilecek, uygulanacak. Onun için zamanımızda ve eski devirlerde bu 40 rakamını duyup "Yüzlerce, binlerce hadîs-i şerîfi okuyamıyorum, yazamıyorum, nakledemiyorum; bari 40 tanesini yazayım da bu mükâfata nâil olayım!" diye 40 hadis toplayanlar çok olmuştur. Çeşitli konulara göre veyahut "40 tane olsun da hangi konuda olursa olsun." diye düşünerek, muhtelif konuları ihtiva eden kitaplar yazılmıştır.
Siz de hadîs-i şerîfleri öğrenirseniz yazarsanız başkalarına söylerseniz çoluk çocuğunuza öğretirseniz size de o sevap verilecek demektir. Onun için can kulağıyla dinleyin ve bu hadîs-i şerîfleri çoluk çocuğunuza öğretin ki ona göre hareket etsinler.
Yine bir başka müjdeli hadîs-i şerîfe geçiyoruz. Ebû Mûsâ el-Eş'arî radıyallahu anh'ten alınan rivayeti İmam Taberânî radıyallahu anh kitabına yazmış:
Men kâne lehû amelün ya'melühû fe-şağalehû anhü maradün ev seferun fe-innehû yüktebü lehû sâlihu mâ kâne ya'mel ve hüve sahîhun mukim.
Men kâne lehû amelün ya'melühû. "Kimin âdet edindiği, işlediği bir güzel ibadeti, ameli varsa."
Misalle anlatıldığı zaman hatırda kolay kalır. Farz edelim geceleyin kalkıyordu, teheccüd namazı kılıyordu. Veyahut her yatsıdan sonra çoluk çocuğunu topluyordu, üç tane hadis okuyorlardı, beş tane âyet okuyorlardı. İşlediği bir hayırlı, sevaplı iş var.
"Kimin böyle bir sevaplı işi varsa"
Fe-şağalehû anhü maradun ev seferun. "Bu âdet edindiği işi bir hastalık geldiği için ya da yolculuğa çıktığı için yapamamışsa bu durumlar ona engel olmuşsa…"
Yolcu, ne yapsın? Veya hasta, baygın, yatakta.. O evvelce yaptığı güzel şeyi yapamadı. O zaman ne olur?
Fe-innehû yüktebü lehû sâlihu mâ kâne ya'melü ve hüve sahîhun mukim. "O adam sağlıklı iken, sıhhatteyken, evindeyken, rahatı huzuru tamam olduğu sıralarda o yapageldiği iyi şeyleri yapıyormuş gibi ona sevap yazılır."
Yapamadığı halde, mazeretinden dolayı yapamadığı için Cenâb-ı Hak yapmış gibi sevap verir.
"Hasta, yapamadı."
Olsun, Allah yine sevap verir.
Yolculuğa çıktı, yapamadı. İşte yolculuğun sıkıntıları, binek, eşyanın indirilmesi, beklemek, o vasıtadan o vasıtaya gitmek, koşuşturmak, yorulmak, bitkin düşmek...
Tamam, olsun, Allahu Teâlâ hazretleri yapmış gibi sevap ihsân ediyor.
Bunlar bu konuda, bu sayfadaki hadîs-i şeriflerden bazıları. Bunlar altı tane oldu. Okuduklarım yedi tane olsun, rakam tek olsun. "Allah tektir, teki sever." diye hadîs-i şerîf var, sonuncu hadîs-i şerîfi okuyayım.
Semüre radıyallahu anh isimli sahabîden, Taberânî rivayet etmiş, başka kaynaklarda da var.
Men keteme gâllen fe-hüve mislühû ve men câmea'l-müşrike ve sekene meahû fe-innehû mislühû.
Burada izah etmemiz gereken bazı kelimeler var.
Men keteme gâllen. "Kim gulül yapan bir kimseyi saklarsa..."
Gâllen, "gulül yapan" demek. Gulül mastarının ism-i fâili.
Gulül ne demek?
"Ganimet malını iç etmek, saklamak, çalmak" demek.
İslâm'da harp olduğu zaman toplanan mallar bir yerde bir araya getirilir; beşte biri beytü'l-mâl-i müslimîne ayrılır, beşte dördü gazilerin arasında eşit olarak paylaştırılır.
Ortaya konulmayan bir şey varsa veya bir kimsenin sakladığı bir mal varsa… Mesela çarpışırken adamın cebinde 10 tane altın buldu, kendi cebine indirdi, kimse görmedi veya bir eve girdi, adamın karısının yüzükleri, bilezikleri var, onları cebine attı.
Şimdi bu Kosova, Çeçenistan, Bosna gibi yerlerde böyle olaylar çok oluyor. Evinden kaçan insanların malları, mülkleri, servetleri yağmalanıyor. Eskiden de buna benzer şeyler olmuş olabilir. İslâm'da böyle şey yok. Düzenlilik var, ciddiyet var.
"Kim böyle ganimet malını ortaya koymadan saklamış, çalmışsa, gulül yapmışsa; birisi de gördüğü halde söylememişse."
Fe-hüve mislühû. "O da çalmış gibidir, o da mesuldür."
"Hırsızlık yapanı, saklayanı, ortaya koymayanı, beyan etmeyeni bildiği halde söylemeyen de, o kötülüğü yapmaya vesile olduğu için o kötü adamın cezalandırılmasını engellemiş olduğu için o da onun gibidir; o da ganimetten çalmış gibidir."
Ganimetten çalan bir insan ne olur?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem;
"Bir ayakkabı bağcığı bile çalsa cehennemden, ateşten bir bağ çalmış demektir, ayağına ateşten bağ bağlamış demektir." buyuruyor.
Bir keresinde nida ettirdi, dellâllara bağırttırdı:
"Kimin yanında böyle alınmış bir şey varsa getirsin, ortaya koysun. Ganimet taksimi yapılacak, kimse yanında bir şey bırakmasın!"
Herkes getirdi koydu. Taksimat yapıldı. Neden sonra birisi geldi, herhalde pişmanlık duydu, vicdanı kendisini rahatsız etti. İki tane bağcık getirdi, ayakkabıyı bağlamak için sırım getirdi. Ayağa giyilen çarık vesaire o zamanki şey neyse bağlamak için iki bağcık.
"Yâ Resûlallah! Bunu al." dedi.
Resûlullah Efendimiz;
"Ben çağırdığım zaman söylediğim zaman niye getirmedin? Cehennemden iki tane ateşi elinde bıraktın!" dedi.
Efendimiz iltifat etmedi, "Başında getirecektin." demek istedi. Böyle bir kimseyi saklayan da onun gibidir.
Ve men câmea'l-müşrike. "Kim müşrikle birlikte olursa..."
Câmea, yucâmiü, mucâmaa ve cimâ. "Cem olmak, bir arada olmak" demek. Çeşitli anlamlara geliyor.
Burada; "Müşrikle kim mücâmaa ederse, yani cem olur, bir arada olursa."
Ve sekene meahû fe-innehû mislühû. "Onunla beraber oturursa o da onun gibidir, yani müşrik gibi olur."
Ne yapacak?
Mü'minlerin yanına gelecek.
Eğer anlamı benim verdiğim, ilk düşündüğüm anlam gibi değilse çünkü müzekker gelmiş, müennes gelmemiş. Müennes olarak düşünelim, yani cimanın bir de gayr-i meşrû münasebet mânası var.
"Kim öyle bir şey yaparsa, onun gibidir." demek tabi daha katmerli haydi haydi kötü oluyor. Onu söylese onun müşrik olmasına lüzum yok. O kötü fiili, yani Lût kavminin amelini yaptı mı, insan zaten Lût kavminin cezasını hak ediyor, çok büyük günah işlemiş oluyor.
Onun için bazen bu kelimenin "bir arada olmak" mânası da vardır; zaten kelime anlamı da odur. "Müşrikle ahbaplık eden, onunla beraber düşüp kalkan, beraber olan, onun yanında oturan onun gibidir." demek isteniyor, sanıyorum.
Mü'minleri bulacak, mü'minlerle ahbap olacak. Müşrike, kâfire yardımcı, yardakçı, yâr, yaver, destek, arkadaş olmayacak. Çünkü onun bin bir türlü tehlikesi, zararı vardır. Neredeyse mü'minleri arayıp bulacak...
Onun için insan, isterse müslümanların arasında otursun, bir başka taraftaki kötü insanları tasvip ediyorsa destekliyorsa onları haklı görüyorsa müslümanların arasında otursa bile o sevdiği kimse ile beraber hesaba girer, o hesaba dâhil olur ve onlardan sayılır.
"Kişi sevdiği ile beraberdir."
Kötüyü seviyorsa insanı kötünün yanına götürüverirler. Kötü insanlarla arkadaşlık, ahbaplık bile doğru değildir.
Ama bunun karşısında, iyi insanlarla arkadaşlık, ahbaplık, ibadet sevabı kazandırır. İnsan iyi bir arkadaş edindi mi, mertebesi bir derece yükselir ve bir müslümanla arkadaşlık, ahbaplık ettiği için nice nice hayırlara nâil olur.
Onun için müslümanlar birbirlerini aramalı, bulmalı, hemen irtibat kurulmalı.
Bugün bizi bir yere götürdüler. "Bosnalı kardeşlerimizi görelim." diye Bosnalılar'ın bir camisine gittik. Kimseyi göremedik ama öğrendik ki o civarda Türkler çok oturuyormuş. Ben hemen;
"Aman buraya bir cami kuralım veya gelelim, bunlarla tanışalım." dedim.
Çünkü insanın araması lazım.
"Burada kim var? Benim gibi Allah'ın varlığına, birliğine inanan, mü'min, muvahhid iyi kul var mı?" diye arayıp bulup "Kardeşim! Ben de senin gibiyim! es-Selâmü aleyküm, merhaba!" diye sarılıp muhabbet etmesi lazım.
Mü'minler mü'minlerin kardeşleridir. Kötü insanlarla arkadaşlık, dostluk, yandaşlık yapmaması lazım. Kötülerle yandaşlığın cezaları çok fenadır, çok ağırdır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde;
Ve lâ terkenû ile'llezîne zalemû fe-temessekümü'n-nâr. buyuruyor. "Sakın zulmedenlere, zalimlere meyletmeyiniz, onların tarafını tutmayınız, onlarla beraber olmayınız; gönlünüz onlardan yana olmasın, akmasın, kaymasın, meyletmesin; sonra size cehennem ateşi dokunur, cehenneme düşersiniz!" diye tehdit ediliyor.
Mü'minlerin böyle bir vazifesi de vardır. Mü'min mü'mini bulacak, onunla arkadaşlık kuracak; ötekilerin arasında durmayacak. Çünkü adam müşrik olduğu için puta taptığı için çeşitli günahları işler, onu da alıştırır. Kumara alıştırır, içkiye alıştırır, zinaya alıştırır, afyona alıştırır. Çeşit çeşit kötü şeylere alıştırır.
Allah'ın emrini tutan, yasaklarından kaçan, ibadetleri yapan insan da;
"Aman kardeşim! Bizim dinimizin, imanımızın gereği güzel ahlâklı olmaktır, güzel işleri yapmaktır; gel şunu beraberce yapalım!" der.
Kişi iyi bir arkadaş edinince kurtulur; kötü bir arkadaşa kapılınca da azar, sapar, kayar, gider.
"Kişi refîkinden azar." demiş eskiler.
"Sen kiminle arkadaşlık yaptığını söyle, ben senin kim olduğunu söyleyeyim!" demiş bir zât da. İnsan arkadaşlarıyla ölçülür.
Güvercin güvercinle uçar, şahin şahinle, karga kargayla. Bu iş böyle gider.
Onun için iyi kimseleri seçmek lazım. İyi kimselerle, alim, fâzıl, kâmil, bilge, edepli, terbiyeli, olumlu, hayırlı insanlarla ahbaplık etmek lazım. Hayırsızların yanından süratle kaçmak lazım; aids'ten kaçar gibi, yangından kaçar gibi...
Allah bizi iyi kardeşlerle, arkadaşlarla beraber olmaya muvaffak eylesin. Hak yolda, hak cephede, haktan yana, Cenâb-ı Hakk'ın rızasından yana olmayı nasip etsin.
Şeytandan, günahtan, haramdan, kötü şeylerden yana olmaktan bizi ve çoluk çocuğumuzu, ta kıyamete kadar da nesillerimizi korusun.
Her türlü güzelliği yapmaya bizi muvaffak eylesin, güzelliklere vesile eylesin. Emr-i mâruf, nehy-i münker vazifesini, her türlü kötülüklere engel olma vazifesini de güzelce yapmayı nasip eylesin.
Allah hepinizden razı olsun...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!