es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenler,
Size Avustralya’dan kucak dolusu sevgiler, selamlar...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ebû Hüreyre radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş bu hadîs-i şerîfinde buyurmuşlar ki;.
İnne fî cehenneme vâdiyen testeîzü minhü külle yevmin seb'îne merreten eaddehullâhu li'l-kurrâi'l-mürâîne bi-a'mâlihim ve inne ebgada'l-halka ilallâhi âlimü's-sultâni.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz -Allah şefaatine erdirsin, yolundan ayırmasın, cennette cümlemizi ona komşu eylesin- bu hadîs-i şerîfinde buyurmuşlar ki;
İnne fî cehenneme vâdiyen. "Cehennemde bir vadi vardır ki..." Cehennem, Allah'ın kahrının tecellî ettiği azap diyarı. Orada bir vadi vardır ki... Testeîzü minhü külle yevmin seb'îne merreten. "Cehennem bu vadinin korkunçluğundan, azabının şiddetinden, her gün 70 defa Allah'a sığınır, Allah'a istiâze eyler, ‘Aman yâ Rabbi! Beni koru!' der."
Cehennem, içindeki bu vadiden Allah'a sığınır. Öyle bir vadi, korkunç azapların olduğu öyle bir müthiş yer...
Eaddehullâhu li'l-kurrâi'l-mürâîne bi-a'mâlihim. "Allahu Teâlâ hazretleri bu azap yerini, bu vadiyi, bu korkunç yeri Kur'an'ı okuyup dinden biraz bilgi sahibi olan ama amellerini işlerken riyakârlık ve gösteriş yapan sözde din okumuşlarına, din bilginlerine hazırlamıştır."
Ve inne ebgada'l-halka ilallâhi âlimü's-sultâni. "Ve hiç şüphe yok ki Allah'a insanların en nâhoş geleni, Allah'ın en sevmediği kişi... Âlimü's-sultân. "Sultanın alimidir." Sultanın yanına giren, onun yanında bulunan, ona dalkavukluk yapan alimdir, alim taslağıdır.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Cehennem Allah'ın kahrının, gazabının, azabının, ikâbının ve suçlulara cezasının verildiği korkunç bir yer! Korkunçluğu, Allah'ın kudreti kadar korkunç... Allah kudretiyle, Allah düşmanlarını, kâfirleri cezalandırmak için bir azap diyarı hazırlamış. Artık gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin aklına, hayaline sığmayacak korkunç ve ebedî azaplar orada var.
Cehennemin de azapları türlü türlü, çeşit çeşit, derece derece... Daha fazla, daha fazla olan yerleri var. "Bir vadisi var ki burada mürâî alimler, amellerini riyakârlıkla yapan, sözde din alimleri, okumuşlar azaplandırılacak." buyuruyor.
Neden?
Çünkü, Allahu Teâlâ hazretleri alimlerden ahd ü misak almıştır ki hakkı söyleyecekler, hakkı söylemekten çekinmeyecekler. Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini kullara tebliğ edecekler, onları günahlardan sakındıracaklar; güzel, salih amellere ve erdemli, faziletli işlere teşvik edecekler.
Alim, yol gösterici bir ışıktır, nurdur. Alimin vazifesi, onun kadar okumamış, onun kadar dinî hususları bilmeyen insanlara, Allah'ın rızası yollarını öğretmek, Allah'ın razı geldiği işleri yaptırmaktır. Alimin görevi bu...
Bu görevi yapacak başka bir meslek yok! Doktor; hastayı tedavi eder. Dişçi; diş çeker, diş tamir eder. Mühendis; mühendisliğini yapar, tamir eder. Ziraatçi; ekin eker. İşte çeşitli insanların uğraşları, meslekleri arasında en önemli meslek, peygamberân-ı izâmın, o mübarek vazifeli kullarının görevini devam ettiren, açıklayan insanlar; alimler! Onun için onların hakkı söylemekten geri durmaması lazım! Hakkı söylemekten vazgeçmemesi veya hakkı saklamaması lazım!
"Eski devirlerin eski dinlere mensup alimleri de kendi yanlarında bildikleri esrarı, mâlumâtı, bilgileri insanlardan saklamasınlar!" diye Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyet-i kerîme var. Onlar hakkında âyetler indiği gibi, bu ümmetin de din ilimlerini bilen insanları mert olmalı, hakkı söylemekte, yazmakta cesur olmalı. Kendisine bir şey sorulduğu zaman hakkı söylemekte veyahut sorulmasa bile yanlış bir iş yapanın karşısına çıkıp, "Bunu yanlış yapıyorsun aziz kardeşim! Böyle yaparsan âhiretin mahvolur, Allah'ın kahrına, gazabına uğrarsın!" demekten geri durmamalı. Nasihatten, vaazdan, irşattan geri durmamalı. Haksızlığın karşısına ilk önce onlar çıkmalı, hakkı onlar tebliğ etmeli. Onu yapmadıkları zaman…
Bunu neden yapmazlar?
Çeşitli sebepleri olabilir ama dünya menfaatleri ellerinden kaçacak diye yapmazlar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz zamanında bazı kimseler arkadaşlarına, yakınlarına, "Bu peygamber hak peygamberdir, bu din hak dindir." diye söylüyorlardı.
"E niye girmiyorsun bu dine?"
"Kardeşim bize falanca yerden varidat geliyor. Şimdi ben bu dine girersem, bu varidat kesilir." diyordu. Yani menfaat kesilmesine ve bir takım imkânların elden çıkmasına sebep olabiliyor.
Ya da bazı zengin, nüfuzlu, güçlü, kuvvetli, tesirli insanların yanına yaklaşıyorlar, onlara gösteriş yapıyorlar. Kendilerini alim, fazıl, namazlı niyazlı, oruçlu, ibadetli gösteriyorlar, riyakârlık yapıyorlar. Hakkı söylemiyorlar, dalkavukluk ediyorlar ve yaptıkları yanlış işlere, "Uygundur efendim, münasiptir efendim, isabet buyurdunuz efendim!" gibi uygun olmayan laflar söylüyorlar.
Mesela Firavun'un etrafında, onu destekleyen bir sürü dalkavuk vardı ve Firavun'a destek oluyorlardı, yardımcı oluyorlardı. Onlara âlü Fir'avn "Âl-i Firavun" deniyordu. Sülalesi demek değil, avanesi, takımı demek... Firavun tek başına olsa çok tesiri olmayacak ama avanesi ile takımıyla bir millî mafya, bir devlet mafyası oluyor. Ondan sonra insanlara yanlış şeyler söylüyorlar, zorla yaptırıyorlar, yapmayanları öldürüyorlar.
Firavun gördüğü bir rüya üzerine Benî İsrâil'in doğan bütün erkek çocuklarını öldürüyor. Korkunç cinayetler dizisi... Mâsum mâsum bebekler, yavrucuklar öldürülüyor.
İşte böyle nüfuzlu insanların yanına yanaşıp onların parasından, pulundan, hazinesinden, servetinden, caizesinden, atıfetinden, hediyesinden istifade ediyorlar. Mesela, edebiyat kitaplarında yazar, şairin birisi diyor ki;
"Ben seni methetmezdim ama ey hükümdar! Ne yapayım ki evde çoluk çocuk var!"
Edebiyat kitaplarında böyle şiirler nakledilir. Geçim için... Ondan bir kese altın alacağım, bağış, bahşiş alacağım diye ciğeri beş para etmeyen insanı göklere çıkartır.
Hadîs-i şerîfin ikinci bölümünde, konuyu daha da açıklayıcı bir ifadesi var, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in;
"Mahlukâtı içinde en çok sevmediği, en buğzettiği, Allah'a en sevimsiz gelen kulları hangileridir?"
"Âlimü's-sultân. ‘Sultanın alimi.'"
Sultanın yanında duruyor ama hakkı söylemiyor, dalkavukluk yapıyor, menfaat celbediyor. O da;
"Ne yapayım, benim yanımdaki alim böyle dedi." diye kendi hatasını anlamıyor. Veyahut onu halka karşı yanında destekçi gösteriyor.
Başka bir hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuştu ki;
Efdalü'l-cihâdi kelimetü hakkin inde sultânin câirin. "Cihadın en üstünü, en faziletlisi, en kıymetlisi, zalim bir hükümdarın huzurunda, ona hak sözü söylemek, nasihat etmektir."
Çünkü tehlike var! Ama o cihadın en faziletlisi oluyor. Tehlike olsa da, ona hakkı dobra dobra söylemiş oluyor; "Yapma böyle, etme böyle!" demiş oluyor.
Özellikle alimlerin bu hususta son derece medenî cesaret sahibi olması, hakkı söylemekten geri durmaması, başka hesap yapmaması lazım! "Bu benim takımımdan. Bu benim grubumdan. Bu benim zümremden. Bu benim sevdiğim kimse. Bu benim akrabam, bu benim yakınım..." gibi veyahut "Ben buna bunu söylersem üzülür, kızar, darılır, küser. Aramızdaki bağlar kopar, menfaatim zedelenir." gibi hesaplar yapmayacak. Tek hesabı, "Ben Allah'ın rızasını nasıl kazanabilirim? Allah'ın rızası nasıl hareket etmemi icap ettiriyor?" olacak. "Hakkı söylemem lazım! Hakkı söylemekten geri durursam olmaz!" diye hakkı söylemeye kalkışması lazım!
Bu büyük bir fazilettir. Hatırlarım; Kennedy öldürüldükten sonra, Türkiye'ye belki hayatında da gelmiştir, ne zaman basıldığını şu anda hatırlayamayacağım. Türkçe'ye Fazîlet Mücâdelesi diye bir kitabı terceme edilmişti. O kitapta çok akıcı bir şekilde olaylar anlatılmış. Amerika'nın siyasî tarihinde birtakım kimselerin çok önemli günlerde, çok önemli çıkışlar yapması ve o önemli çıkışlar dolayısıyla bir takım yanlışların engellenmesi, bir takım güzel işlerin başlatılması anlatılıyordu.
Faziletin hâkim olması için, erdemlilik için cesur bir atılım yapıyor, muhalifler çok olsa da hak sözü söylüyor, bir yanlışlığı engelliyor. Dilerdik ve temenni ederdik ki Kennedy'den önce, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfini bilen alimler tarafından buna benzer kitaplar toplansın, yazılsın, herkes bilsin. İnsan mühim bir olayla karşılaştığı zaman elini vicdanına koyacak, hak bildiği sözü söyleyecek. Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruluyor ki:
"Eğer hakkı söylemek sizin kendinizin, anne-babanızın, akrabanızın aleyhinde bile olsa; söylediğiniz zaman ondan kendiniz zarar görecek bile olsanız, adaletle hareket etmeyi Allah size emrediyor; adaletli olun!"
Kur'an'ın ve hadîs-i şerîfin tavsiyesi böyle. Peygamber Efendimiz, dalkavukçu alimleri Allah'ın sevmediğini, Allah'ın en sevmediği insanların bunlar olduğunu bildiriyor. Çünkü hakkı onlar söyleyeceklerdi. Onlar söylemeyince başka kim söylesin?..
Bugünkü hayatımıza bu hadîs-i şerîfin ışığıyla bakacak olursak... Fikir yazıları yazan yazarların; üniversite üstadlarının, hocalarının; Diyanet teşkilatındaki muhterem din adamlarının, başkanın, müftülerin, vaizlerin; Millî Eğitim'deki muhterem öğreticilerin, öğretmenlerin, muallimlerin hepsinin hakkı söylemesi lazım! Elini vicdanına koyup hakkı söylemesi, hakkı söylemekten susmaması, geri durmaması lazım!
İkinci hadîs-i şerîf, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den Huzeyfe radıyallahu anh tarafından rivayet edilmiş. Hangi Huzeyfe olduğu hakkında daha geniş bilgi burada görünmüyor. Allah şefaatine erdirsin. Bu hadîs-i şerîfinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
İnne fî mâli'r-racüli fitneten ve fî zevcetihî fitneten ve fî veledihî.
Burada veledihî'de bitiyor, kenarda ve fî veledihî fitneten diye açıklaması var ama zaten ifadeden anlaşılıyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"Muhakkak, kesin ki kişinin, adamın..."
Racül, adam demek ama kastedilen kişi demek, insan demek... Cinsiyet önemli değil, cinsiyet kastedilmiyor. Arapça'da böyle adam dediği, umûmî anlatıldığı zaman, o hükmün içine erkek de girer, hanım da girer.
"Kişinin, adamın malında bir fitne vardır; eşinde, hanımında bir fitne vardır ve evlâdında, çoluk çocuğunda bir fitne vardır."
Fitne; Arapça'da, bir şeyin nasıl olduğunu sınamak için onu imtihana tâbi tutmak demek. "Malında fitne vardır." demek; malına bir olay olacak, o olayın karşısında kişinin tutumu değerlendirilecek. Kişi böylece sınanıyor, bu karşılaştığı olay dolayısıyla imtihan oluyor. Onun davranışına göre Allah ona ya sevap verecek, ya da "Sen imtihanı kaybettin!" diyecek; o da ceza çekecek.
"Malında fitne vardır." demek, kişinin malında Allah bazı olaylar meydana getirir, mâlî varlığında, maddî varlığında zararlar, hasarlar meydana gelebilir.
Bunlar niçindir?
İmtihan içindir, kaderin cilvesidir, Allah'ın onu imtihan etmesidir.
Ne yapacak o zaman o kişi?
Bunun kaderin bir cilvesi olduğunu bilecek, kadere isyan etmeyecek, Allah'a karşı gelmeyecek, sabredecek. Sabreden mükâfat, ecir, sevap alır. Sonra da o imtihanı başardığı zaman, Allah onu taltif eder, daha çok mal mülk sahibi yapar.
Mesela Eyyüb aleyhisselam, peygamberler içinde çok varlıklı imiş. Çoluk çocuğu, ailesi çok geniş imiş. Sıhhati yerinde bir mübarek zât imiş. Allahu Teâlâ hazretleri bir imtihan vermiş, malı mülkü gitmiş. Bir imtihan vermiş, çoluk çocuğu hepsi helâk olmuş. Bir imtihan gelmiş, yıllar yılı uzun ve elemli hastalıklara mâruz olmuş ama sabretmiş. Sonunda, Cenâb-ı Hak büyük mükâfatlar vermiş; sıhhat vermiş, âfiyet vermiş yine evlat, çoluk çocuk, mal mülk vermiş. Eyyüb aleyhisselam'ın sabrı Kur'ân-ı Kerîm'de övülüyor.
Demek ki kişinin -erkek olsun, kadın olsun- malından ilâhî imtihanlar olabilir. Sonra...
Ve fî zevcetihî. "Hanımı dolayısıyla imtihanlar olur."
Hanımı hastalanabilir. Mesela benim tanıdıklarımdan bazı kimseler vardı, hanımı yıllarca felçli, yatakta yattı. Adamcağız hastaya baktı; çok hizmet etti, güzel hizmet etti, sabretti. Sonra zevcesi vefat etti ama o çok sevap kazandı. İşte bu, hastalıkla gelen bir imtihan... Bazen hanımı huysuz olur; sabredecek, aile yuvasında geçim olacak. Bazen daha başka meseleler, sıkıntılar olabilir.
Ve fî veledihî. "Çocuğundan dolayı da bir fitne vardır."
Bakarsın çocuğu hastalanır, bakarsın çocuğuna bir musibet gelir, bakarsın çocuğu iyi evlatlık yapmaz, kalkar, evi terk eder, gider. Böyle şeyler olabiliyor.
Mesela, Peygamber çocuklarından Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen, Nuh aleyhisselam'ın çocuğu babasının peygamberliğine inanmamış, kâfir olarak ölmüş. Korkunç bir olay! Babasının hem de Allah'ın en sevdiği ulü'l-azm, yüksek rütbeli peygamberlerden olan babasının tebligatına, irşadâtına, ikazâtına kulak asmamış evlat; sonra Nuh tufanında helâk olmuş.
"Gel evladım, etme, gemiye bin!"
"Ben bir dağa tırmanırım, tufandan kendimi kurtarırım." demiş.
"Evladım, bugün bu selden, tufandan kurtuluş yok! Gel gemiye gir, iman et!"
"Yok!" derken dalgalar gelmiş, çocuğu almış, götürmüş.
Bir imtihan işte... Peygamberin oğlu ona iman etmemiş, işte misali. Hanımı iman etmemiş, o da Nuh aleyhisselam'ın karısı... Lût aleyhisselam'ın karısı da öyle. Böyle de olabiliyor yani kâfir oluyor, aleyhte çalışıyor.
Buna mukabil Kur'ân-ı Kerîm'den güzel misalleri zikredelim:
Musa aleyhisselam zamanındaki Firavun'un karısı, Musa aleyhisselam'a iman etmiş, mü'min-i kâmil olmuş hatta Firavun onu işkence ile şehit etmiş. Cennetlik olduğunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bildiriyor. Adı da Âsiye. Ama bu Âsiye, elif'in üzerine med konarak yazılıyor. Ayn'la, sad'la yazılan Âsıye olsa, o başka mânaya gelir. Firavun onun ellerini, ayaklarını bağlamış, işkence etmiş. İşkence esnasında şehit olmuş, cennetlik. Ama işte, Allah'ın imtihanı...
Burada ne ders çıkacak bize?
İnsanın hayatı her zaman dümdüz, aynı biçimde gitmez; bu hayatın cilvesi. Gecesi gündüzü olduğu gibi, yazı kışı olduğu gibi, iklimler olduğu gibi, olayların da acısı tatlısı olur, üzücüsü, sevindiricisi olur. Zaten hayatın tümü bir imtihandır. Bu tüm hayat imtihanının içinde acı olaylar da ikinci bir fitnedir, ikinci bir imtihandır.
Fitnedir çünkü bu olayın karşısında kişi başarılı bir tutum sürdüremezse, günaha girer, imtihanı kaybeder. Allah'ın huzurunda imtihanı kaybetmek de, çok kötü sonuçlara götürür insanı.
Mesela, geçen gün arkadaşlarla konuşuyorduk. Kızcağızın birisi;
"Hocam, ben üç yıldır iyi müslüman oldum, Allah'ın emirlerini tutmaya çalışıyorum. Kur'an okuyorum, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymaya çalışıyorum. Allah "örtün" dedi diye başımı örtüyorum, manto giyiyorum. En büyük muhaliflerimden birisi, kendi öz babam ve kendi öz annem... Hocam, başımı örtmeyeyim, manto giymeyeyim diye başörtümü parça parça yırtıyorlar, mantomu cart curt makasla kesiyorlar. Dayak ata ata sağımı solumu morartıyorlar. Komşular bana acıyor, ‘Şikayet et!' diyorlar. Babamı mı şikayet edeceğim?" diyor.
Şu medeniyetsizliğe, şu tahammülsüzlüğe bakın. Hoşgörü hoşgörü diyen ilerici yazarlar buyursunlar, gelsinler buna bir şey söylesinler.
Bir insan, bir evlat başını örttü diye dövülür mü?
Daha madalya vermek lazım! "Aferin, sen gençliğin çapkınlıklarına kapılmamışsın, günaha dalmamışsın. Tertemiz, mâsum, melek gibi kalmışsın. Başını örtüyorsun, dindarsın, aferin. Delikanlılık, kavak yelleri başında esmiyor, aferin sana!" diye mükâfat vermek lazım gelirken... Al sana bir imtihan! Evden bir ayrılmış, gittiği yerde de rahat bırakmıyorlar diye duyuyoruz. Bunlar çok büyük zulüm, çok büyük zulüm; hem de Allah'a karşı gelmek. Çünkü Allah, "Örtünün!" diyor, o da inatla açmasını istiyor.
Demek ki hayat böyle imtihanlı oluyor. Dininin, imanının gereğini yapmasa, hiçbir şey olmayacak, rahat olacak. Ama dininin icabını yapınca, başına çeşitli sıkıntılar geliyor.
Bir açıklama yapayım: Dininin icabını yapmayan insanlar dünyada mutlu mu yaşıyorlar?
Hayır! Onlara da Allah başka imtihan veriyor, çeşit çeşit sorunları var.
Dünyanın müslüman olmayan ülkelerinde felaket, musibet, dert, bela yok mu?
Daha beter! Afrika'da açlık, Güney Amerika, Orta Amerika ülkelerinde karışıklıklar, Asya'da çeşitli musibetler, felaketler...
Herkese her zaman felaket, musibet geliyor.
Ne yapmak lazım?
Hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk'a kulluk edebinde yanlışlık, taşkınlık, terslik yapmamak lazım! İyi kul olmak lazım! Felaket gelince de sabredip geçmesi için güzel güzel çalışmak, dua etmek lazım! Safa gelince şükredip Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâlar etmek lazım! Dinî görevlerini, hayrât ü hasenâtını yapmak lazım! Bu bir tesellidir. En büyük belalar, imtihanlar, meşakkatler, sıkıntılar peygamberlere gelmiştir. Zaten Peygamber Efendimiz de;
Eşeddü'l-belâyâ ale'l-enbiyâi. "En büyük belalar, musibetler, beliyyeler peygamberlere gelmiştir." diye buyuruyor.
Dağına göre kar... Onun için Allah onlara çok büyük sıkıntılar veriyor. Demek ki iyi insan olduğu halde insan, hiç sıkıntıya uğramayacak, rahat yaşayacak gibi bir şey yok. Herkes imtihan oluyor bu dünyada; sabreden ve şükreden kazanıyor. Şaşırmayan, azmayan, isyan etmeyen kazanıyor. İsyan eden kaybediyor.
Allah bize yolunda güzelce yürüyen, edepli, ârif, fazıl, kâmil, müeddeb kullarından olmayı nasip eylesin.
Üçüncü hadîs-i şerîf sahih kaynakların, mesela Müslim'in, Ahmed b. Hanbel'in Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf... Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz;
İnne kulûbe Benî Âdeme küllehâ beyne isbeayni min esâbii'r-Rahmâni ke- kalbin vâhidin yusarrifühâ haysü yeşâü. Allâhümme musarrife'l-kulûbi sarrif kulûbenâ ilâ tâaike!
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Hiç şüphe edilmesin, muhakkak ki Âdemoğullarının, bütün insanların gönülleri, kalpleri, düşünceleri, iç dünyaları, akılları, fikirleri, hepsi..." Beyne isbeayni min esâbii'r-Rahmâni. "Rahman olan Allahu Teâlâ hazretlerinin parmaklarının iki parmağı arasındadır." Ke-kalbin vâhidin. "Tek bir kişinin gönlü gibidir."
Kişilerin çokluğu, insanların sayısının milyarları bulması, onların gönüllerinin Allah tarafından tasarrufunda bir meşakkat ortaya çıkarmaz. Bir kişinin kalbini döndürmek, fikriyatını değiştirmek gibi bütün Âdemoğullarının gönüllerinin hepsi Cenâb-ı Mevlâ'nın parmaklarının iki parmağı arasındadır.
Burada Cenâb-ı Hakk'ın parmakları deniliyor. Hani, "Bu işte falancanın parmağı var!" diyoruz. Parmak kelimesini Türkçe'de böyle bir mânada kullanıyoruz. Cenâb-ı Mevlâ isterse, kaderin bir tasarrufu olarak şöyle yapar, isterse böyle yapar; kişilerin gönlünü istediği tarafa çevirir, fikrini o tarafa döndürür, aklını o tarafa yöneltir; onu sevdirir, onu yaptırır. Kişilerin gönüllerinin hepsi Cenâb-ı Mevlâ'nın elindedir. Sevmeleri, kızmaları, bir şeyi istemeleri, istememeleri, bir şeye yönelmeleri, yönelmemeleri hepsi Cenâb-ı Mevlâ'nın tasarrufundadır.
Bunu dedikten sonra Efendimiz dua ediyor;
Allâhümme musarrife'l-kulûbi. "Ey gönülleri istediği tarafa çeviren Rabbim!" Sarrif kulûbenâ ilâ tâatike. "Yâ Rabbi! Bizim gönüllerimizi sana itaat tarafına, sana kulluk etmek tarafına çevir."
Sana isyan tarafına çevirme, şeytana uydurma, dünyaya kaptırma, aldatma, yanıltma da sana güzel kulluk etmenin en doğru yol olduğunu anlayıp sana güzel kulluk etmemizi bizlere nasîb ü müyesser eyle!
Her şeyin Allah'ın elinde olduğunu söyledikten sonra, Allah'a iltica ediyor; "Yâ Rabbi! Bize yardım eyle!" demek istiyor. "Bizim gönlümüzü senin istediğin işleri yapmak tarafına çevir de sana güzelce kulluk edelim!"
Bazı insanlar akşam oldu mu patlayacak gibi olur, bir eğlence ister.
"İlle gideyim, nerede eğleneyim? Kahveye mi gideyim, gazinoya mı gideyim, bara mı gideyim, pavyona mı gideyim, gece kulübüne mi gideyim? Boğaziçi'ne mi gideyim, Çamlıca'ya mı çıkayım?" der.
Artık hangi şehirde ise o şehrin merkezine, eğlencenin çok olduğu, eğlence yerlerinin ışıklarının ışıl ışıl yandığı, döndüğü, kırmızı yeşil ışıkların aldatıcı pırıltıların; cazibeli, davetkâr, teşvikkâr şeylerin "gel bana" diye çağırdığı şeyi ister.
Kimise de oraları hiç sevmiyor, gidiyor, camide ibadet etmeyi seviyor. "Elhamdülillâh, çok şükür yâ Rabbi! Yatsı namazını camide cemaatle kıldım. Sabah namazını da inşaallah kaçırmam, camide kılarım!" diyor.
Bir insan yatsı namazını, sabah namazını camide kılarsa, bütün gecesini ihyâ etmiş gibi, bütün gündüzünü ihyâ etmiş gibi sevap alır. "Ne güzel yaptım, çok şükür... Şimdi gidip güzelce istirahat edebilirim." diye kimisi namazı seviyor.
Mesela orucu seviyor, "Ah on bir ayın sultanı Ramazan gelse de, yine o teravihleri kılsak da, tekbirler, salât ü selâmlar getirsek de, gecemiz böyle feyizli geçse..." diyor.
"Kur'ân-ı Kerîm okuyabilsem, ah şunu bir ezberleyebilsem. Ah paramın zekâtını uygun bir yere verebilsem, birkaç fakiri sevindirebilsem. Ah çocuğumu iyi müslüman yetiştirebilsem."
Geçen gün lisan imtihanına gittik. Benim de mesleğimi sordular. Ben de, "Buradakilere bildiğim dinî bilgileri öğretmek durumundayım. Benim profesörlüğüm şuydu." dedim.
"Yirminci yüzyılda gençler senin bu bilgilerini ne yapacaklar?" diyor.
"Öyle değil! Bizim ailelerin hepsi çocuklarını namazlı, niyazlı, ibadetli yetiştirmek isterler. Bizim için öyle değil, çok mühim. Anneler babalar çocuklarının aşk ile şevk ile Kur'an öğrenmesini, harfleri öğrenmesini isterler; hoca tutarlar, küçük yaşta öğretirler. Dinlerini, imanlarını öğretmek babanın ve annenin vazifesidir diye evlatlarını iyi müslüman yetiştirmeye çalışırlar." dedim.
Evet, öyle. Allahu Teâlâ hazretleri bize sevdiği şeyleri yapmayı sevdirsin, onu yapmakta da bize tevfîkini refîk eylesin. Onu yapalım! Hakkı hak olarak görüp, anlayıp o tarafa gitmeyi hakkı tutmayı nasip etsin. Batılı batıl olarak görüp, onun yanlışlığını, kötülüğünü anlayıp ondan sakınmayı, çekinmeyi nasip etsin.
Bazı insanlar kanıyorlar, batılı hak sanıyorlar, yanlış yola samimi olarak gidiyorlar. Ben burada Volongog'da bir Budist mâbedine ibret olsun diye gittim. Arkadaşlar dediler ki;
"Görün burada, bakın kaç bin dönüm araziye ne kadar büyük mâbetler yaptı budistler! Güney yarımkürenin en büyük budist mâbedini yaptılar. Koca arazi, kocaman binalar, kocaman Buda heykelleri."
"Görelim bakalım!" dedik, gittik. Orada birisi Buda heykelinin önünde eğildi, secde etti. Tüylerim diken diken oldu, çok üzüldüm. Nihayet o elle yapılmış bir şey. O malzeme daha önce biliyoruz ki dağda bir odundu veya toprağın altında bir madendi. Onu heykel haline getirdiler. Onun karşısına geçiyor, secde ediyor. Aman Allah'ım!
Ama o kendisinin doğru yaptığını sanıyor. Yanlış olduğunu düşünse yapmaz; doğru yaptığını sanıyor. Hatta onun için mücadele veriyor, onun için para veriyor. O kadar parayı boş yere harcar mı insan? Trilyonlar, Avustralya doları ile milyarlarca para harcanarak yapılıyor orası.
O paralar fakir bir millete verilse ihyâ olur. Somali'ye verilse, Somali kalkınır, güzel bir ülke olur. İnsanlar ne kadar boş şeyleri, yanlış şeyleri doğru sanıp oraya para harcıyorlar, emek sarfediyorlar, ömürlerini boşa geçiriyorlar. Paraları boş yere harcıyor, havaya sarfediyorlar. Öbür tarafta kardeşleri açlıktan, susuzluktan ölürken, hastalıktan kıvranırken onlar böyle yanlış işler yapıyorlar.
Bu neden oluyor?
Hakkı görememekten, doğruyu sezememekten, kültürsüzlükten, bilgisizlikten, ilimsizlikten...
Benim hayret ettiğim başka bir şey daha var. Dünyanın okumuş, mürekkep yalamış milletleri var. Uzaya mekik gönderen, füze yapan, bomba yapan gelişmiş ülkeler var. Al Japonya'yı, al Hindistan'ı, al Amerika'yı, al Avrupa ülkelerini vs... Bakıyoruz onların da inançlarında, itikatlarında yanlışlıklar yapılageliyor. Gelenektir diye yapılıyor.
Allah bizi yanlışa saplamasın. Bizi yanlış amaçlara koşturarak, ömrü tüketip sonunda pişman olanlardan etmesin.
Cenâb-ı Hak bizi sevdiği dinde yaratmış. Sevdiği dinde yaşayıp huzuruna sevdiği dine sahip mü'min kullar olarak varmayı nasip eylesin. Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin.
Türkiye için de tehlikeler var ama dış ülkedeki kardeşlerim daha büyük tehlikede. Çünkü yabancı dinlerin, inançların, örflerin, âdetlerin içinde; bize çok günah, çok yanlış, çok ayıp olan şeylerin rahatlıkla yapıldığı yerlerde yaşıyorlar.
Burada yetişen kardeşlerimizin çocukları ne olacak?
Bu günahlara alışırlar da, bunları hoş ve mâzur görürlerse olmaz! Bunların dinî bakımdan güzel yetiştirilmeleri, eğitilmeleri lazım! Çok dua edelim birbirimize, tam böyle yardımlaşma zamanıdır.
Eğitim en önemli iş. Eğitim müesseselerine çok kuvvet vermeliyiz. Yaygın eğitim için radyo, televizyon, gazete, dergiler çok önemli. Teşkilatlı eğitim için, örgün eğitim için de ilkokuldan üniversiteye kadar çeşitli kuruluşlar, müesseseler, enstitüler, okullar, meslek okulları çok önemli.
Dergiler, gazete, radyo, televizyon, okullar, eğitim müesseseleri, mektepler; bir insanın iyiyi, doğruyu, gerçeği görmesi için öğrenim yaptığı, bir şeyler öğrendiği her müessese, her mekân çok önemli...
Eğitime çok önem vermeliyiz. Bu hususta hepinizin olanca gayreti sarfetmenizi diliyorum, rica ediyorum.
Allah hepinizden razı olsun.
Allah hepinize hayırları yapmayı nasip eylesin. Hepinizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.