Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Allah hepinizden razı olsun. İki cihanda muratlarınıza erdirsin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.
Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh'ten, mezhep imamı Ahmed b. Hanbel'in naklettiği müjdeli, hepimize sevinç verecek bir hadîs-i şerîf...
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki:
Yu'cibu'r-Rabbü min abdihî izâ kâle Rabbi'ğfirlî ve yekûlü alime abdî ennehû lâ yağfiru'z-zûnûbe gayrî.
Sadaka Resûlullâh, fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Allah, Peygamber Efendimiz'in şefaatine erdirsin, Hz. Ali Efendimiz'le cennette buluştursun. Tabii rivayet edenler, kitaba yazanlar, okuyanlar, dinleyenler hep sevap kazanıyorlar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
Yu'cibu'r-Rabbü min abdihî. "Rab kulunu beğenir, kulunun hareketini beğenir."
Yu'cibu, Arapça'da şaşırmak, taaccüb etmek mânasına da gelir ama hayran olmak, beğenmek, sevmek mânasına da gelir. Min harf-i cerriyle Türkçe'ye biraz aykırı gibi görünüyor. Yani Rab, abdinden icab eder yani şaşırır veya memnun olur, sever, hoşlanır mânasına. Min'le kullanılması Türkçe'nin bu mânadaki fiille cümle kurma şekline ters düşebilir.
Arapça'da böyle şeyler vardır. Mesela Arapça'da, denevtü mine'l-bâbi deniliyor; "kapıdan yaklaştım." Yani kapıdan yana yakınlaştım mânasına... Biz, "Kapıya yaklaştım." diyoruz, "-e hali" ile kullanıyoruz. Onlar "-den hali" ile kullanıyorlar. Bunları mâna iyi anlaşılsın diye söylüyorum.
Yu'cibu'r-Rabbü min abdihî izâ kâle Rabbi'ğfirlî. "Kul, ‘Ey Rabbim! Beni mağfiret eyle.' dediği zaman, Rab kulundan memnun olur, hoşnut olur, kulunu beğenir, sever.
Rab, Arapça'da sahip mânasına kullanılıyor. Mesela, rabbü'l-mâl, "mal sahibi"; rabbü'd-dâr, "ev sahibi" gibi doğrudan doğruya mâlik-sahip mânasına kullanılıyor. Yaradanımız, Mevlâmız Allahu Teâlâ hazretleri; her şeyimizle, bütün varlığımızın her şeyiyle, her yönüyle, maddesiyle mânasıyla, her şeyine sahip. Sahibimiz, mâlikimiz, hâlıkımız...
Rab kelimesi bir de terbiye ve ribâ kelimeleriyle ilgili, o kökten gelmiş. Yani bir varlığı basit durumdan alıp, besleyip, geliştirip, yükseltip, olgunlaştırıp ilerletmek mânasına. Tabii o da doğru. Çünkü kâinattaki bütün oluşumları olduran Allahu Teâlâ hazretleridir. Biz küçücük bir bebek iken hatta daha önceden bir hücre iken bizi böyle milyonlarca, milyarlarca hücreden -hatta hücreler de atomlardan meydana geldiğine göre rakamlarla ifade edilemeyecek küçük varlıklardan- Cenâb-ı Mevlâ, Rabbimiz, Yaradanımız yaratmış, geliştirmiş. Doğumdan önce bir gelişme var, bir de doğduktan sonra gelişme var. Küçük bir bebek nerede, yetişkin bir büyük nerede…
Bizi besleyip geliştirdiği için o mânası da doğru! Allahu Teâlâ hazretleri, Rabbü'l-âlemîn'dir, Rabbü'n-nâs'dır, Rabbü külli şey'in ve melîkühû'dur. Biz, "Yâ Rabbi!" deriz veya doğrudan doğruya "Rabbî" deriz. Rabbî kelimesinin sonundaki be şeddeli esre, mütekellim ye'si yani "Benim Rabbim!" mânasına. Benim mânasını ifade eden ye harfi düştüğü halde gene o mânaya gelir.
Yu'cibu'r-Rabbü min abdihî izâ kâle Rabbi'ğfirlî. "‘Ey benim Rabbim! Beni mağfiret eyle.' dediği zaman, Allah öyle diyen kulundan hoşlanır."
Neden hoşlanıyormuş?
Hadîs-i şerîften anlıyoruz ki:
Ve yekûlü. "Ve Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki..." Alime abdî ennehû lâ yağfiru'z-zûnûbe gayrî. "Kulum, -aferin- benden başkasının günahları mağfiret etmediğini bildi." der.
Bu da bir şuurdur, bir idraktir. Çünkü bazı insanlar Allah'ın varlığını, birliğini, hikmetlerini anlayamıyor. Olayların O'nun kudretiyle, hikmetiyle olduğunu anlayamıyor. Çeşitli anlayışsızlıklar, idraksizlikler, bilgisizlikler, cahillikler var ama çok yüksek insanlar! Evet, inkârcılar, haddini bilmezler, tanrıtanımazlar, her şeyi inkâr edenler, nihilistler, ateistler var. Fikir tarihinde; felsefe, tefekkür, düşünce tarihinde çeşitli cereyanlar ilk çağlardan beri mevcut olmuş. Tabiatçılar, panteistler var.
Bunların hepsi bir anlayış ama doğru değil! Doğrusu yeri göğü hikmetle, düzenle, mükemmellikle, güzellikle yaratan Rab!.. Onun için burada "rab" kelimesi kullanılmış. Bu hâle getiren, düzenleyen, geliştiren, büyüten, bu olgun seviyesine ulaştıran yüce Yaradanımız...
Bunu anlayabilmek, Allah'ın da hoşuna gidiyor. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri kullarını bu dünyaya imtihan için göndermiştir. İmtihanın ana noktası da Cenâb-ı Hakk'ın varlığını anlayabilmektir. Her şeyin varlığı insanların alıştığı şekilde, gözünün önünde olmayabiliyor.
Mesela, masanın üstünde, sofrada tabağın içinde elma varsa adam anlıyor; tamam, karşımda masa var, masanın üstünde tabak var, tabağın üstünde elma var. Ama her şey böyle görünmüyor. Mesela elektirik görünmüyor ama elektirik de var. Yer çekimini bir çok insan çağlar boyunca anlayamamışlar da sonradan bazı alimler, fizikçiler bulmuşlar; yer çekimi var.
Bizim yeryüzünde durmamız neden?
Yer bizi kendisine çekiyor, gravite dediğimiz yerçekiminden dolayı biz fezaya dağılıp gitmiyoruz. Halbuki dönen şeylerin merkezkaç kuvveti vardır ama kütlelerin de çekimi vardır. Bunlar hep ileri insanların, alimlerin, fizikçilerin bildiği şeylerdir. Belki hâlâ tahsil görmemiş avamdan insanlar anlayamaz ama bu böyledir.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın varlığını anlamak da biraz yüksek bir duygudur. Bilgin olmak, ârif olmak, sağlam düşünen insan olmak lazım.
İnkâr ediyorsun ama inkârcılık bilime aykırıdır. Çünkü kâinattaki düzeni izah edemezsin, kâinatın nasıl oluştuğunu izah edemezsin. Çünkü hiçbir şey sebepsiz olmuyor. O sebep, asıl sebep... Eski müslüman hakîmler, filozoflar, feylesoflar illet-i ûlâ der; asıl sebep, ilk sebep, varlığın mebdei... Cenâb-ı Mevlâ! O yarattığı için var; O'nu ikrar etmezsen, kabul etmezsen, anlamazsan, kâinatı da anlayamaz, izah edemezsin.
Bunlar felsefe kitaplarında uzun uzun müzâkere edilmiştir. Bizim alimlerimizin bu konulardaki fikirlerinden Avrupalılar da istifade etmişlerdir. Gazzâlî'lerden, İbn Rüşd'lerden, büyük düşünürlerimizden Avrupa çok etkilenmiştir. Onların kendi filozofları söylemiş gibi, kitapların yazdığı pek çok şeyin arkasında, aslında İslâm alimlerinin o konudaki asıl bilgileri vardır.
Mesela kan deverânını yani insanın vücudunda kan damarları olup da kanın devrettiğini, kalpten ciğere, ciğerden kalbe, kalpten vücuda, vücuttan tekrar kalbe - büyük dolaşım, küçük dolaşım diyoruz- bunu Avrupalılar, İspanyalı müslüman alimlerden öğrendiler. Ondan sonra bir isim söylediler, "Falanca buldu." Halbuki müslümanlar bulmuştu.
Amerika'yı da ilk önce müslümanlar buldu. Gemilerle nice defalar gittiler geldiler, haber getirdiler, coğrafya kitaplarına yazdılar. Kristof Kolomb da İspanya kraliçesinin huzuruna çıktı, "Müslümanlar gidip geliyorlar, biz de gidelim." dedi. Günlerce süren yolculuk esnasında gemide isyan çıktığı zaman, "Müslümanlar doğru söylerler, yalan söylemezler. Kitaplarına yazmışlar, böyle bir yer var, sabredin. Bir zaman gelecek, bu deniz bitecek, karaya ulaşacağız..." diye teselli verdiğini onların kitapları yazıyor.
Amerika'ya gittikleri zaman orada hazır yerleşmiş insanlar buldular. Oralarda Arap yazısıyla yazılı paralar bulundu; bunların hepsi saklanıyor. "Amerika'yı Kristof Kolomb keşfetti." diyorlar; yanlış. "Kan deverânını Harvey buldu." diyorlar; yanlış. Yani saklıyorlar, gizliyorlar.
Eskiden çiçek aşısını bilmiyorlardı. Ülkelerinde çiçek hastalığı salgını oluyordu ve bir şehre geldiği zaman şehrin büyük kısmını -üçte birini veya yarısını- alıp götürüyordu. Çiçek hastalığından kurtulamıyorlardı, çok bulaşıcı bir hastalıktı, ölüyorlardı. Ama o zaman Osmanlılar'da, Kafkasya'da yaşlı hacı teyzeler çiçek aşısı yapıyorlardı. Çocukların kollarını cırt cırt çiziyorlardı ve bu hastalık ölüm getiren bir salgın olmuyordu. Gözde körlük, yüzde çukurluk meydana getiren korkunç bir hastalık olmuyordu. Çok hafif geçiyordu, bitiyordu.
Dediler ki; "Çiçek aşısını Edvard Jener buldu."
Hayır! Müslümanlardan öğrendiler. Hatta Fransa'da papazlar ayağa kalktı; "Siz müslüman âdetlerini buraya sokuyorsunuz, olur mu öyle şey!" diye ama sonunda hepsi kabul etti. İngiltere kraliçesi ilk önce mahkumlar üzerinde uygulattırdı; "Dur bakalım, şu müslümanların âdeti nasılmış." diye. Sonra ahali taassupla reddederken kendi çocuklarını aşılattı.
Her şey tam söylenmiyor. Büyük alimlerimizden çok istifade etmişler. Onların fikirlerini okumuşlar. Hâlâ okuyorlar. Hatta müslüman olmuş bir Amerikalı bizim arkadaşlara demiş ki;
"Siz kendi medeniyetinizin tarihini iyi okuyun. Sizin medeniyetinizin dairesinde, çağları ve hudutları içinde çok büyük insanlar, çok büyük mütefekkirler yetişmiş. Ben onları okuyorum, siz de okuyun."
Batılı bir müslüman olmuş kişi, paslı ama gevşek ve Müslümanlığın kıymetinden haberdar olmayan bilgisiz bir müslümana nasihat etmiş, demiş ki;
"Büyüklerinizi okuyun. Ben, İmam Şâtibî'yi okuyorum, hayranım."
Ama ötekisi İmam Şâtibî'yi bilmiyor.
Türkiye'de de kaç kişi bilir İmam Şâtibî'yi?
Elhamdülillah İmam-Hatip Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri, İlâhiyat Fakülteleri; İslâm'ı bilen, eski yazıyı bilen, Osmanlıca'yı bilen, tarihi bilen insanların yetişmesine sebep oldu. Onlar biraz yüzümüzü güldürdüler. Halkımız koyu cahillikten kurtuldu. Yoksa onlar da İspanya'daki vesairedeki gibi olacaklar, unutacaklar, kendi değerlerini bilemeyeceklerdi.
Ben hatırlıyorum; İmam-Hatip Okulları ilk kurulduğu zaman münazaralarda, bilgi yarışmalarında hep birinci oluyorlardı. Eskiden İstanbul'un meşhur bir valisi vardı, Fahrettin Kerim Gökay diye; hem vali hem belediye başkanıydı. Boyu küçük diye karikatürlerde öyle çizilirdi ama profesördü; yüksek, bilgili bir kimseydi. Altın saat verdiğini hatırlıyorum. Şimdi profesör olan bazı kardeşlerimiz o zaman İmam-Hatip Okulu'nda öğrenci olmuşlardı. Ateş gibi, gayet güzel öğrencilik yapıp başarılı oluyorlardı. İmam-Hatip Okulları ve Yüksek İslâm Enstitüleri, iki fakülte bitiren çok çok değerli ve faydalı insanlar yetiştirdi. Çok büyük bir hizmet, çok değerli, çok faydalı, milletimizin yüzünü güldüren müesseseler idi.
Dünyada umûmiyetle reklamı, yayını, propogandayı elinde bulunduranlar gerçekleri saklayabiliyorlar veya çarpıtabiliyorlar. Kendilerini göklere çıkartıp haddinden ve layık olduklarından çok fazla hayranlık celbediyorlar. Ya da iyileri çok kötüleyip onları yerin dibine batırıyorlar ama işin aslı öyle değil.
Yurt dışına çıkan, Amerika'da, İngiltere'de okuyan, Almanya'da doktora yapan, bizim tanıdığımız kardeşlerimiz var. Onlar oralarda dünyayı Türkiye'nin dar çerçevesinin dışında, ayrı manzaradan gördükleri, dünyanın başka yerlerinden gelmiş başka müslümanlarla da oralarda tanıştıkları, Avrupa'yı da tanıdıkları için; orada da yüksek tahsil yaptıklarından İslâm'ın hak din olduğunu, çok güzel olduğunu, Avrupalılar'ın bile beğendiğini; beğenenlerden çok cesur ve durumu müsait olanların müslüman olduğunu; bazılarının da bazı bağlardan, engellerden dolayı hak din olduğunu kabul etmekle beraber Müslümanlığa fiilen adım atıp girmediklerini gördüler. İslâm'ın kıymetini öyle anladılar.
Amerika'da bizim arkadaşlara bir papaz demiş ki;
"Biz biliyoruz, evet İslâm hak dindir. Hz. Muhammed hak peygamberdir ama ne yapalım, bu ülkenin şartlarına göre biz de hizmeti böyle götürüyoruz."
Bütün bunları niçin söylüyoruz?
Bazı insanlar, Allah'ın varlığını, birliğini anlayamıyor ama anlayamaması onların kusurları. Anlayanlar, derin derin düşünüp bulanlar da var. Atasözümüz, "Arayan Mevlâsını da bulur, belasını da." demiş.
Bizim ülkemizde de tarihte kerametleri zahir, evliyâullah, bütün cihanın hayran olduğu nice mübarek insanlar var. Mevlânâlar, Yunuslar gibi uluslararası büyük müslümanlar var, şöhretler var.
Evliyâullahın kerametlerini herkes biliyor. İşte onlar Mevlâsını, Rabbini bulup kavuşmuş, O'nun sevgisini, rızasını kazanmış insanlar oluyorlar. O da yüksek bir idrak işte. İdrak edebilenler var, edemeyenler var. Arayanlar var, aramayanlar var. Aradığını bulanlar, bulduğuna kavuşanlar da var.
Allahu Teâlâ hazretleri mârifetli olanı, mârifetullaha sahip olanı seviyor. Burada da buyuruyor ki;
"Kulum benden başkasının günahını affedici olmadığını bildi, aferin!" diyor ve kulunu beğeniyor, seviyor. Halbuki kul suçlu da, suçlu olduğu için;
Rabbiğfirlî. "Yâ Rabbi! Benim günahım var, beni mağfiret eyle, affeyle!" diyor.
Allah onun günahına bakmıyor da, kendisinin Rab olduğunu anlayıp kendi dergâhına yönelmesine, kendisinden af dilemesine bakarak onu seviyor, ondan hoşnut oluyor, beğeniyor. Bu çok önemli! Bazı insanlar bu önemli noktayı kavrayamıyorlar.
Cenâb-ı Hak, ne kadar günahkâr olursa olsun kul tevbe etti mi, mağfiret diledi mi hoşnut olur, sever.
Onun için, ey hayatında çeşitli hataları yapmış olan kardeşlerim! Evet, hata yapmamak daha iyi, keşke melek gibi yaşasaydık, melek gibi çocukluğumuz, delikanlılığımız olsaydı, melek gibi bir evliliğimiz, melek gibi bir olgunluk çağımız olsaydı; pür-nûr bir ihtiyar olsaydık... Ama öyle olmuyor.
İnsanoğlunun çeşitli hataları, kızgınlıkları, kusurları, dargınlıkları, günahları oluyor. Anasına isyan ediyor, kardeşiyle darılıyor, babasına evlatlık yapmıyor, hanımına sadâkat göstermiyor veyahut evlâdına babalık vazifesini yapmıyor, eve gelmiyor, kumara, içkiye parayı yatırıyor, kadıncağızı dövüyor... Bunlar olabiliyor, hayatta görülüyor; iyi şeyler değil ama görülebiliyor.
Pekiyi, hata etmiş olan bir insan ne olacak? Battı mı, mahv mı oldu?
Hayır! Tevbe ederse, hatasını anlarsa, Allah'a yönelirse, mağfiret dilerse Allah affediyor. Ey hata işlemiş olan kardeşlerim, bunu bilin ve ümitsizliğe düşmeyin. Hatta ümitsizliğe düşmek haram! "Allah artık beni affetmez." demek haram.
Küçüklüğümüzde Erenköy'de deniz kenarına gitmiştik. Feylesof gibi birisi vardı, derin derin konuşuyordu. Çocukluğumda ondan duymuştum, diyordu ki:
"Allah beni affetmez, çok günahım var…"
Böyle bir söz söylemek hiç doğru değil. Çünkü Allah'ın kimi affedip affetmeyeceği kulun kararlaştıracağı bir mesele değil. Bilakis Allah Kur'ân-ı Kerîm'de günahları affedeceğini bildiriyor; kendisini bileni, kendisine inananı, kendisine iman edeni seviyor.
Kendisini bulamayan o kadar dangalak, o kadar cahil, o kadar uzak...
Pekiyi bu nimetleri sana kim veriyor? Bu hayatı kim verdi? Öldükten sonra kimin huzuruna gideceksin?
Bunları düşünmeyene de, "Sen imtihanı kazanamadın." diyor. Ona layık olduğu muameleyi yapıyor.
Hatta Enes radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş, bu konuyu bir yönden daha tamamlayacak bir diğer hadîs-i şerîf;
Yu'azzebü'l-müznibûne fî'n-nâr alâ kaderi noksâni îmânihim.
Bu hadîs-i şerîfi farklılığı anlayarak zihninize alın, hafızanıza nakşedin. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Yu'azzebu'l-müznibûne fî'n-nâr. "Günahkârlar, günah zenb işlemiş olanlar, müznib kullar cehennem ateşinde azaba uğratılırlar, azaplarını, cezalarını çekerler, görürler."
Bundan sonrası ilginç!
Alâ kaderi noksâni îmânihim. Peygamber Efendimiz, günahlarından dolayı demiyor da;
"İmanlarındaki noksanlıklarından dolayı, o miktara göre, noksanlığın derecesine göre azabı az veya çok olur, ondan azap görürler." diyor.
İmanın olması önemli, asıl felaket imanın noksanlığı... Bunu herkesin anlaması lazım!
Eğitimler çok çeşitli. Rusya'da öyle eğitim vardı ki; "Din afyondur, dinlerin aslı esası yoktur, Tanrı yoktur." diyor, hepsini siliyordu. Bunlar mektepte okutulan şeylerdi. Onların dinsizliği, Tanrı tanımamaları, komünistliği, ateistliği, inkârcılığı, olumsuzluğu çeşitli kitaplarla, propagandalarla, telkinlerle ve çalışmalarla başka ülkelere de sıçrıyordu.
Mesela Afganistan'a da sıçramıştı. Çünkü Afganistan'dan bazı insanlar gidiyor, Moskova'da tahsil görüyordu. O fikirleri aldılar, Afganistan'a ulaştırdılar. Babrak Karmal gibi yöneticiler geldi geçti; Afganistan'ı felakete sürükleyen insanlar...
Çeşitli ülkelerde o akımlara kapılmış insanlar oluyor.
Mesela Fransa'da meşhur filozof Roger Garaudy ilk önce sosyalist olmuş, komünist olmuş ama onu da iyice tanıdıktan ve o konuda kitap yazdıktan sonra, İslâm'ın hak din olduğunu anlayıp İslâm'a gelmiş.
İmanın noksanlık derecesine göre, noksanlığının miktarına göre cehennemde günahkârlar azap görüyor.
Biraz da işin şu yönünü hatırlatalım:
İnsan günahı neden işliyor?
Günah işlediği sırada, insanın imanı içinde durmuyor. O anda iman ona hâkim değil, başının üzerinde... Günahı işliyor, ondan sonra aklı başına geliyor. Aslında o hırsızlığı, o şiddeti, o zulmü, o haksızlığı, o günahı işlemeyi imanı engelleyecekti ama o anda iman gidiyor. O anda imandan sıyrılıyor, daha doğrusu iman ondan çıkıp gidiyor; o günahı işliyor. Ondan sonra aklı başına geliyor. Ondan dolayı da âhirette cezasını çekiyor.
Eğer, "Affet beni yâ Rabbi! Hata ettim." derse, Allah'ı bilip de, iman edip de affını dilerse, Allah affedince, o zaman günah siliniyor. Oradan da işin mahiyetini anlayabiliriz.
Onun için imanınızı sağlam tutmaya çok dikkat edin. İslâm'a sımsıkı sarılın. Yunus Emre'nin sözü var;
"Eğer beni öldürseler, yaksalar, küllerimi havaya savursalar, yine küllerimin zerreleri bile, ‘Yâ Rabbi, ben seni istiyorum, ben seni istiyorum.' der."
Onun gibi âşık-ı sâdık olmak, sadakatli müslüman olmak lazım! Sadâkatsiz, dönek, vefasız olmamak lazım. İmanın hak olduğunu, Allah'ın varlığını, birliğini, Peygamber Efendimiz'in hak peygamber olduğunu anladıktan sonra.
Ateşten hendekler yapmışlar da eski ümmetleri ateşten hendeklere atmışlar. Çeşitli işkencelere uğratmışlar, kitaplar yazıyor.
Zekeriyya aleyhisselam'ı testereyle biçmişler, şehid etmişler. Yahya aleyhisselam'ı şehit etmişler...
İnsanın canı gitse bile, imandan vazgeçmemesi lazım. Şehidin çok kıymeti var, şehit olarak ölmek de çok büyük bir nimet. Çünkü;
Yeşfeu'ş-şehîdü fî seb'îne min ehli beytihî yevme'l-kıyâmeh. "Kıyamet gününde şehit kendi ailesinden, yakınlarından, akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecek."
Şefaat haktır. Peygamber Efendimiz'in şefaati haktır, gerçektir, muhakkak olacaktır. Şehitlerin şefaati haktır, gerçektir, âhirette muhakkak vukû bulacaktır. Alimlerin, mürşid-i kâmillerin, üstadların şefaati haktır; olacak, muhakkak olacak. Allahu Teâlâ hazretleri sevgili kullarının şefaatini kabul edip günahkârlardan dilediklerini, layık olanları afv u mağfiret edecek.
Bu kadar uzun uzun, dikkatle üzerinde durduk; imanınıza sahip olun! İman; bir büyük, kıymetli cevherdir. Bu cevherin hırsızları çoktur; o cevheri, çok kıymetli olduğu için elinden almak isterler. Kadrini kıymetini bilmeyen insanın elinden de çeker alırlar. Onun için o cevheri herhangi bir iman hırsızına kaptırmamak lazım!
İmanı iyi muhafaza etmek; kalbinin derinliklerinde saklamak; aklının, kafasının en derin, en güzel, en sağlam yerine yerleştirmek ve çok önemli olduğunu bilmek lazım! İslâm'ın bir kurtuluş reçetesi olduğunu bilmek, sımsıkı sarılmak lazım!
Maalesef eğitim farkları insanları tarihî değerlerimizden uzaklaştırıyor. Tarihte denenmiş, beğenilmiş kıymetlerimizi harcattırıyor.
Kütüphanemde Osmanlı tarihini anlatan ciltlerle kitaplar, çok kıymetli araştırmalar var. İslâm tarihiyle ilgili ciltlerle eserler var.
İslâm insanı mükemmel insan, insân-ı kâmil yapıyor. Palavra değil, lafla değil, dışı süslü içi kirli değil, içi kokmuş değil, dışı parlak kalbi fesat insan değil, ütülü pantolon giymiş, papyon kravat takmış da hazineyi soyup soğana çevirenler gibi değil...
İşte İslâm ülkelerinin hâl-i pür-melâli, işte üzüntü verici halleri... Maalesef ahaliler sömürülüyor. Bazı insanlar büyük haksızlıklar yapıyor.
O haksızlıkların hesabı bu dünyada kim tarafından ne zaman sorulacak? Âhirete mi kaldı?
Bazen çalan çaldığıyla kalıyor. Allah müslümanları her türlü şerlerden ve şerlilerden korusun. Bir de şuur sahibi eylesin.
Kötü yöneticiler ve haydutlar, hırsızlar, çeteler olunca, aynı zamanda İslâm'ı doğru düzgün yaşamak, uygulamak da zor hâle geliyor. Baskılar oluyor. İnsanlar dininin, vicdanının razı geldiği, düşündüğü, kararlaştırdığı şekilde uygulayamaz duruma düşebiliyor.
Allah bizi dünyada ve âhirette her türlü hayırlara erdirsin ve yine dünyada ve âhirette her türlü şerden korusun.
Bir hadîs-i şerîf daha...
Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinden rivayet olmuş:
Yadhaküllâhu ilâ selâsetin.
"Allah üç zümreye, şu anlatılacak üç durumda olanlara güler yani hoşnut olur, onları sever:
1. el-Kavmü izâ saffû fi's-salâh. "Namaz kılmak için insanlar saf bağladıkları zaman."
Cenâb-ı Hakk'ın divanına, dergâhına yönelip saf bağladılar; Allah sever, güler.
Gülmek ne zaman oluyor?
Sevince oluyor... Cenâb-ı Mevlâ o kullarına güler, sever.
Namazı kılmak iki şekilde olur; ya evinde kılarsın ya da gidip camide cemaatle kılarsın. Cemaatle, eğer mahalle camiinde kılarsan 27 kat sevap... Cuma namazı kılınan camide kılınırsa, 50 kat sevap... Dağın başında kılarsa, onun da sevabı fazla...
Namazları cemaatle kılın! Camiler, minareler mahzun olmasın! Tıklım tıklım dolsun! Herkes namazını kılsın, sevabını kazansın, dinini de öğrensin.
2. Ve ile'r-racüli yükâtilü verâe ashâbih. "Ve arkadaşlarının ötesinde cihat eden adama."
Mücahit kişiye, kahraman kişiye de Allah güler. Yani arkadaşları geride kalmış, bu daha ileriye gitmiş; düşmandan korkmuyor, cihat etmeye devam ediyor. Cesur ve arkadaşlarından da ilerde... Onu da sever.
İnsan herhalde sağına, soluna bakar; beraber saldırmayı düşünür. Tek başına etrafını düşman çevirmiş bir vaziyette olmaktan herkes çekinir ama bu aslan gibi atılmış. Allah onu da sever, iki.
3. Ve ile'r-racüli yekûmu fî sevâdi'l-leyl. "Ve geceleyin kalkıp, gecenin karanlığında uykusunu bırakıp kalkan kişiye de güler, sever."
O neden kalktı?
Abdest alıp namaz kılmak için kalktı. Geceleyin kalkmaktan murat, gece namazına kalkmak demektir. Kıyâmül-leyl demek, "teheccüd namazı kılmak" demek.
O da önemli! Çünkü insan, bu derin tefekkürleri, ince mânaları düşüne düşüne bulur. Geceleyin namaz kılıp, zikredip düşündüğü zaman da çok feyizli olur ve sonuçta çok güzel düşer.
Onun için bunların hepsini yapmaya çalışmalı. Namazı cemaatle kılmaya çalışmalı. İslâm'a hizmette en önde gitmeli, geride kalmamalı. Savaş olursa, savaşta da düşmandan kaçmamalı, aslanlar gibi cihat etmeli. Geceleyin de kalkıp Mevlâsına tazarrû ve niyaz eylemeli.
Üçüncü hadîs-i şerîf...
Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Neseî, Taberânî, Beyhâkî gibi kaynaklarda, Ukbet'übnü Âmir radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş:
Yu'cibu Rabbüke min râî ğanemin fî re'si şaziyyeti bi-cebelin yüezzinü li's-salâti ve yusallî fe-yekûlü'llâhu azze ve celle: Unzurû ilâ abdî hâzâ yüezzinü ve yukîmü li's-salâh, yehâfu minnî, kad ğafertü li-abdî ve edhaltühü'l-cenneh.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Yu'cibu Rabbüke. "Senin Rabbin beğenir."
Kimi beğenir?
Min râî ğanemin. "Senin Rabbin, koyun güden bir çobanı beğenir." diye hitap ediyor. Fî re'si şaziyyeti bi-cebelin. "Dağda, bir yüksek mıntıkada…"
Şaziyye, çoğulu şazâyâ diye geliyor; el-mahallü'l-mürtefi' mânasına kullanılıyor. Nadir kelime olduğu için Arapça bilen kardeşlerimize bilgi vermiş olalım. Tı'ya benzeyen zı ile, noktalı ze ile...
Bir dağda, bir yüksek yerin başında koyun güden bir kimseyi Allah sever, ondan hoşnut olur.
Ne yapıyor o şahıs?
Yüezzinü li's-salâti ve yusallî. "Namaz için dağın başında ezan okuyor..."
Köyde, kasabada, şehirde değil! Koyunları var... Mecbur, koyunlara bakacak bir çoban lazım.
Namaz için yüksek sesle ezan okuyor;
Ve yusallî. "Sonra namaz kılıyor."
Fe yekûlüllâhu azze ve celle. "Aziz ve Celil olan Allahu Teâlâ hazretleri onun böyle yapması üzerine buyurur ki..." Ünzurû ilâ abdî hâzâ. "Benim şu kuluma bakın." Yüezzinü. "Ezan okuyor." Ve yukîmü li's-salâh. "Ve namazı güzelce kılıyor." Yehâfu minnî. "Benden korktuğu için."
Kimse görmediği halde; gösteriş yok... Namaz vakti gelince, "Aman namazımı geçirmeyeyim, namazımı kılayım." diye emrimi tutmak için, benden korkarak bu ibadetini yapıyor.
Kad ğafartü li-abdî. "Ben bu kulumu mağfiret ettim." Ve edhaltühü'l-cenneh. "Ve onu cennetime dahil eyledim, cennetlik eyledim."
Allahu Teâlâ böyle der.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İnsanın işi olabilir, çeşitli şartları olabilir, bunu da unutmayın. Ezan okuduğunuz zaman, sizin görmediğiniz varlıklar sizin yanınıza gelir. Dağ başında yalnız kıldığınız namaz, yalnız değildir. O ezanı duyarlar. Hatta meleklerden ayrı dağlar, taşlar, ağaçlar, topraklar... Hepsi kıyamet gününde, ezanı okuyana şahit olacaklar; "Bu kul ezan okudu." diye.
Çok sevap kazanır.
Onun için dağda bayırda, kırda şehirde, köyde kasabada, yaylada mezraada, neredeyseniz Allah'a karşı kulluk vazifenizi güzel yapın. Namaz dinin direğidir, namazlarınızı ihmal etmeyin. Dininize sımsıkı sarılın; İslâm çok güzel bir din!
Aman imtihanları kaybetmeyin!
Allah yardımcınız, yardımcımız olsun. Cenâb-ı Hak tevfîkini cümlemize refîk eylesin. Cümlemizi yolunda daim, zikrinde kâim, ibadetine müdavim eylesin. Allah gönüllerinizin muratlarını sizlere lütfuyla, keremiyle bahşeylesin, ihsan eylesin, ikram eylesin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!