es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı, her güzel şey sizin üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak güzelliklere erdirsin... Dünyada, âhirette aziz ve bahtiyar eylesin. Sevdiklerinizle beraber mutlu olun...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'den üç tane hadîs-i şerîf nakletmek istiyorum. Birinci hadîs-i şerîf Taberânî'den rivayet olunmuş, şöyle;
İn ahbebtüm en yuhibbükümu'llâhu ve feeddû ize'tümintüm ve asdikû izâ haddestüm ve ahsinû civâra men câveraküm.
Bu Peygamber-i Zîşânımız sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'den bizlere bir öğüt. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
İn ahbebtüm. İn edât-ı şart. "Eğer seviyorsanız, severseniz." En yuhibbükümu'llâhu ve rüsûlühû "Allah ve Resulleri'nin sizi sevmesini isterseniz, içinizde böyle bir arzu bulunuyorsa." Feeddû. "Eda ediniz." İze'tümintüm. "Size bir şey emanet olunduğu zaman, emaneti yerli yerine teslim ediniz, veriniz, ödeyiniz; üstüne yatmayınız, iç etmeyiniz, cebinize atmayınız, hak yemeyiniz, emanete hıyanet etmeyiniz!"
Bu bir.
Emaneti yerli yerine vermek, çok şeylere şamildir, çok anlamlara doğru gider;
Bir kere can, vücut bize bir emanettir; onu kullanmak gerekir. Çoluk çocuk bize bir emanettir; eşimiz, ailemiz, onun annesi babası tarafından bize verilmiş emanettir. Bir arkadaşın getirip de, "Şunu muhafaza ediver!" diye verdiği para pul emanettir. Bir iş adamının, "Şu kasanın başına geç, aman burada çalma çırpma olmasın, burayı sen idare et!" diye söylemesi bir emanettir.
Emanet; "bir kimseye güvenip onun sorumluluğuna, onun hıfz u himâyesine, korumasına bir şeyi vermek" [demek.]
Allah'ın ahkâmı, emirleri, yasakları da bir emanettir. Şeriatin kanunları, hükümleri, emirleri, yasakları; onlar da bir emanettir. Allah onları uygulayalım diye bize vermiş. Zayi olunmasın, emanet yerine getirilsin, ihmal olunmasın, çiğnenmesin diye; o da emanettir.
İyi bir mü'min dürüst olur. Dürüst bir insan, bütün bu emanet konularına riayet eder. Kendisine teslim edilen emanetin sahibine verilmesini, zayiata uğratılmamasını, gasbedilmemesini sağlar. Bu büyük bir ahlâk kuralı, çok önemli…
Can da emanettir. Can emanet olduğu için, kişi canına kıyamaz. Çünkü Allah ona o emaneti vermiş. Beden de bir emanet, onu kötü kullanamaz; çünkü hayatı boyunca bu bedeni kullanacak, ondan sonra âhirete göçecek.
Emin olmak, emanete hıyanet etmemek, bize tüm vazifeleri hatırlatan, çok özlü bir öğüt olarak görülüyor. Peygamber-i Zîşânımız sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuş ki;
Û'tîtü cevâmiu'l-kelim. "Cenâb-ı Hak tarafından, çok özlü, çok derin anlamlı sözler söylemek bana ihsan olundu."
Bu öyle bir özlü söz.
Bu sözler, tüm vazifelerimizi bize hatırlatıyor, aklımıza getirtiyor. Yazılsa, duvara asılsa, her zaman gözümüzün önünde, aklımızda dursa keşke her hareketimizi bu nasihate uygun yapsak...
Mesela orduda, ben askerlik yaptığım zamandan hatırlarım. Nöbetçi olduğum gece benim ödüm patlardı, son derece korkardım. Çünkü bir yerdeki bir topun, bir vidası kaybolsa, nöbetçi sorumlu olur, o mahkemeye çıkar.
"Niye sen buna iyi bakmadın?"
Allah saklasın, hiç yapmadığın bir şeyden dolayı başın ağrır. Askerin ihmali olur, başkasının ihmali olur, yaptığı bir suçu başkasına atmak için hazırlanmış tezgâh olabilir. Çok önemli...
O zavallı erler, vatanın evlatları subaylara emanettir. Onları korumak kollamak komutanın vazifesidir. Vatan orduya emanettir; vazife, korunacak, böldürtülmeyecek veya millî menfaatler satılmayacak, çiğnetilmeyecek. O kadar geniş; herkese görevini hatırlatıyor. "Görevini iyi yap, dürüst ol!" demek.
Ve asdikû izâ haddestüm. "Ey mü'minler eğer Allah'ın peygamberlerinin sizi sevmesini istiyorsanız, -hem bizim Peygamberimiz sevecek, hem de öteki peygamberler, hepsi birden sevecekler, ne kadar güzel- konuştuğunuz zaman, doğru söz söyleyiniz!"
Yalan yanlış, eğri büğrü, aldatmaca, dalavere, yutturmaca, kandırmaca, lafı kıvırtmaca, lastikli konuşmaca; öyle yok!
Dosdoğru konuşacak, hakkı söyleyecek, şahitlik yapması gerekiyorsa gidecek, mahkemede dürüst şahitlik yapacak... Herkese karşı hakkı söyleyecek, haksız söz söylemeyecek, yağcılık yapmayacak, dalkavukluk yapmayacak... Bunların hepsi çok güzel şeyler. Konuştuğu zaman dosdoğru konuşacak, yalan yok…
Ve ahsinû civâra men câveraküm. "Size komşu olan, çevrenizde bulunan komşulara da, komşuluk hukukuna riayet edip, iyi davranın!"
"Size komşuluk edenlere, komşuluğun hakkını iyi verin!"
Bu komşuluk, "evinizin, arsanızın bitişik olduğu komşular" mânasına gelebilir. Bir zaman sizin yanınıza gelip de size mücavir olmuş olan, sizinle bulunmuş olan kimselere de gider bu mâna... Demek ki, bizimle münasebeti olan, yakınımızda bulunan kimselere iyi davranacağız. Ya "mekan olarak evi, ikameti, dairesi, apartmanı bize yakın" mânasına ya da "bir ara bizim yanımıza gelmiş, bizimle bulunmuş olan kimseye iyi davranacağız."
İhsan, iyi davranmak, bir şeyi güzel yapmak, iyi yapmak... Söz güzel söylenecek, muamele güzel yapılacak, iyi muamele yapılacak, hak söylenecek, doğru işaret edilecek, yanlışlık ikaz edilecek, nasihat edilecek vs…
Bunların hepsi iyi müslümanın, şuurlu müslümanın toplumdaki yerinde, üzerine düşen görevleri bilen müslümanın görevleri. Böyle yaparsa Allah ve Resulleri, peygamberleri, o kimseyi sever.
Biz de öyle yapmaya çalışalım. Zor değil; emanetin her çeşidine riayet etmek, hıyanet etmemek. Konuştuğu zaman dosdoğru konuşmak, yalan söylememek. Birisiyle ilişkisi, münâsebeti, komşuluğu, beraberliği olduğu zaman ona iyi davranmak, kötü davranmamak.
Bu üç şey, iyi bir müslümanın güzel ahlâklılığının tezahürleridir. Böyle yapmaya çok dikkat edelim!
İkinci hadîs-i şerîf. Peygamber Efendimiz bir soru üzerine buyurmuş ki;
En tesaddeka ve ente sahîhun şahîhun tahşe'l-fakra ve te'mülül-bekâ'; ve lâ tümhil hattâ izâ belegati'l-hulkûme kulte lifülânin kezâ ve lifülânin kezâ elâ ve kad kâne lifülânin.
Bu hadîs-i şerîf, kitabı sağlam, rivayeti titiz, mübarek, İmam Ahmed b. Hanbel hazretlerinin. İmam Müslim'in, İmam Buhârî'nin, İmam Ebû Dâvud'un, İmam Neseî'nin kitaplarında olan bir hadîs-i şerîf. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten, Peygamber Efendimiz'in böyle buyurduğu rivayet edilmiş;
Bu hadîs-i şerîfi Peygamber Efendimiz niye buyurmuş?
İnne racülen kâle. "Bir adam Peygamber Efendimiz'e hitaben, soru sorarak dedi ki;
"Yâ Resûlallah!"
Eyyü's-sadakati a'zamü ecran. "Sadakanın hangisi, sevap bakımından en çok sevaplıdır?"
"Paramızla sadaka veriyoruz, hayır yapıyoruz. Bu yaptığımız hayırların, sadakaların en hayırlısı hangi türde olanıdır? Ne yaparsak çok sevap kazanırız?" diye Peygamber Efendimiz'e bir soru sormuş. Onun üzerine de Peygamber Efendimiz, bu sorunun cevabı olarak buyurmuş ki:
"Sadakayı nasıl verirsem, hangi sadaka daha sevaplıdır?' diye sordun.
En tesaddeka. "Senin sadakayı vermendir, mal veya para olarak hayrını yapmandır;"
Ne durumda iken?
Ve ente sahîhun, şahîhun. "Sen sıhhatli iken, cimri iken; malını seviyorken, paranı seviyorken, içinde cimrilik duyguları varken tasadduk etmen sevaplıdır."
Tahşe'l-fakra. "Fakir olmaktan korkarken..."
Cimrilik neden olur?
"Aman ben bunu verirsem, bana bir şey kalmaz, fakir düşerim; çoluk çocuğum ne yiyecek, ne içecek? Vermeyeyim en iyisi, hayır yapmayayım!" diye fakirlikten korkmaktan olur.
Ve te'mülü'l-bekâ'. "Daha çok yıllar yaşarım ben, bu parayı harcamayayım, nemelazım, biraz yanımda dursun!" diye uzun zaman yaşayacağını umuyorken; bundan dolayı malı sevip de, cimrilik duygusu içinde, "Aman ben bunu koruyayım, saklayayım, harcamayayım, elimden çıkarmayayım!" diye düşündüğün ve sağlıklı olduğun zamanda; dinçsin, geziyorsun, tozuyorsun, ölüm aklına gelmiyor veyahut "Daha ölmem, daha vakit var, sıhhatliyim!" dediğin zamanda tasadduk etmendir. Halbuki kimin ne zaman öleceği belli olmaz.
Necib Fazıl'ın şiirinde, bir hasta gencin duygularını anlatan mısralarında:
Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan şırıl şırıl...
Rahmetlinin o şiiri çok güzeldir. "Gencim, ölmem, daha yaşamalıyım, yaşayacağım, inşaallah yaşarım! Ay ölümden korkuyorum, istemiyorum." dediği zaman tasadduk etmesidir.
Efendimiz bu sıfatları neden söylüyor?
İnsan öleceğine yakın, "Artık nasıl olsa yaşamayacağım, nasıl olsa bu mal bana fayda etmeyecek! En iyisi biraz sarf edeyim de, âhiret sevabı kazanayım!" diye, o zaman vermek ister.
Doktorlar dediler ki:
"Üç aylık ömrün kaldı!"
O zaman, malını hangi sevaplı yere vereceğini düşünmeye başlar. Amansız bir hastalığa düştü, öleceğini düşünüyor, o zaman tasadduk etmeyi düşünür, hayır yapmayı düşünür.
Halbuki öyle olmayacak, daha sıhhatli iken, parayı seviyorken ayırıp verecek. Ciğerinden parça kopuyormuş gibi...
Olsun, Allah rızası için. Çünkü ibadetin sevabının çok olanı, zahmeti çok olanıdır. Vermekte zahmet, zorluk çekiyor, canından bir parça, mal canın yongası...
Yonga ne demek?
"Parça" [demek.] Mal canın yongası olduğundan, bir parçasını vermek, canından bir parça vermek gibi zor geliyor ama verecek. Çünkü İslâmî hizmetler, hayırlar, fakirlerin mutluluğu, insanların kardeşliği, hep para vermeye, cömertliğe bağlı...
Ve lâ tümhil.
Tümhil, "mühlet vermek, geciktirmek" demek. Tühmil de, "ihmal etmek, önemsememek, geçiştirmek" mânasına geliyor.
"Mühlet verme, hayrını geciktirme!"
"On sene sonra yaparım, yirmi sene sonra yaparım, emekli olduktan sonra yaparım, çoluk çocuğu evlendireyim, ondan sonra yaparım!.."
Öyle deme!
Ve lâ tümhil hattâ izâ belegati'l-hulkûm. "Bu hayırları yapmanı canın boğazına gelinceye kadar geciktirme!.."
Tam hırıl hırıl, zor nefes alıyor, ölmek üzere, artık doktorlar başında... Söylüyorlar, "Artık ümit yok, elimizden gelen her şeyi yaptık, Allah bilir!" diyorlar. "Tabii, çıkmadık canda ümit vardır." diyorlar. Ama belli ki hasta gidici...
"Can boğaza dayandığı zaman, can hulkuma –hulkum Arapçada 'boğaz' demek.- dayandığı kadar yapacağın hayrı tehir etme, geciktirme öyle!"
Kulte. "O zaman dersin ki" Burada da kulte aslında "dedin ki" demek mazi sigasında ama kesinlik ifade ettiği zaman Arapça'da mazi kullanılıyor…
Li-fülânin kezâ ve li-fülânin kezâ. "Falancaya benim malımdan şu kadar miktar ayırın da verin! Falanca akrabaya da bu kadar verin, şu oğluma da şu kadar verin, şu kızıma da şu kadar verin!'
Elâ ve kad kâne li-fülân. "Sen desen de, demesen de zaten o para, o mal onlara gidecek, onların oldu, onların olmak üzere."
Son nefesini verdiğin zaman, mal seni bırakacak. Son nefesine kadar senin mülkiyetinde, ondan sonra mal zaten mirasçıların. Senin vasiyetinin bir miktarını yapması lazım! "Üçte bir kadarını yapması iyi olur." denmiş. "Mirasçılar bu vasiyeti tutsun." demişler.
Ama bazıları da, "Benim ihtiyacım var, vermem oraya!" diyor. Hatta öyleleri var ki, bizim vakfımıza eğitim için, hayır hasenat için birisi mal bırakmış, vefat etmiş. Allah rahmet eylesin, Allah kabul etsin, nur içinde yatsın... Ondan sonra vefat edince, mirasçıları, sağlığında verdiği için bile mahkemeye müracaat ediyorlar, diyorlar ki;
"Bunu geri verin!"
Halbuki adamcağız sağlığında düşündü, taşındı, hayır olsun diye verdi. Mirasçıları öldükten sonra almaya kalkışıyor.
Allah rahmet eylesin bir kardeşimiz vardı. Her türlü tedbiri almış, avukatlarıyla konuşmuş, mallarının bir kısmını kendi hâl-i hayatında, rızasıyla hanımına ayırmış. Ondan sonra bize de getirdi, hayrat olarak vakfımıza verdi. Allah razı olsun çok iyi bir insandı. Babası da çok iyi bir insandı. İyi bir aileden tertemiz bir insandı, çocukları yoktu.
Vasiyetnâmeye göre;
"Ben hanımıma haklarını ayırdım verdim, bu hayır buraya verilecek. Ondan sonra hak iddia edemez." diye de tedbir almış rahmetli. Hanımı ondan sonra, malı geri almak için bizim vakfımızı dava etti.
Tabii bunlar da çok ayıp oluyor, günah oluyor. Hem vefat etmiş kimseye saygısızlık ruhunu muazzeb ediyor, hem de Allah sevmez. Çünkü sağlığında malın tasarrufu sahibinindir. Onun tasarrufunu sonradan iptal etmek, hayrını engellemek, ahlâkî bir şey olmuyor.
Ama yapıyorlar. Çünkü bu devirde mal sevgisi, dünyalık, insana âhireti unutturuyor... Her devirde belki böyle olanları olmuştur. Âhireti düşünen az, imanı zayıf…
"Ben dünyada bu parayı alayım da, ne olursa olsun!" diyor.
Kimisi de diyor ki;
"Ben bu dünyada yapayım da, Allah beni cehenneme atsın!" diyor. Çünkü cehenneme inanmıyor, âhirette o azabı göreceğini, acısını şimdiden hissetmiyor. Cehennemi küçümsüyor, belki de inanmıyor. "Tamam ben bunu yapayım da, sen yemezsen haramı getir, ben yiyeyim!" diyor, bir de alay ediyor. O da daha fena...
Demek ki sevgili kardeşlerim,
"İnsan dinçken, gençken, malı severken, fakirlikten korkarken, daha çok yaşayayım derken tasadduk ederse, hayrını yaparsa…" Peygamber Efendimiz böyle tavsiye ediyor. Son deme bırakmamayı tavsiye ediyor.
Ondan sonra mallar olmadık insanların eline geçiyor, artık sahibinin dediğini de dinlemiyorlar. Vefat edecek kimsenin başına şahin gibi, akbaba gibi toplanmış, malını yemeye niyetlenmiş kimseler oluyor. Hayırsız, hayattayken hiç yanına gelip yardımcı olmamış insanlar...
O zamana bırakmamak lazım! İnsan hayatındayken hayrını yapmalı; ama eğer kendisinin de bir sıkıntısı olacağını düşünüyorsa "Ben hal-i hayatımda bunu kullanacağım, öldükten sonra bu falancanındır." diye yapabilir.
O zaman kıymeti var. Sıhhatli iken, malı severken, cimrilik duyguları içinde varken, fakirlikten korkar durumda iken, yaşayacağını ümit ediyorken vermesi güzel... Öleceğini hissettiği zaman vermesi, gecikmiş bir şey oluyor. En son anda, tam yatağa yatmışken, "Şuna verin, buna verin!" dese, millet dinlemez bile. Yazılı değil, bir şey değil, avukatlar itiraz eder, geçersiz olur.
Allah hayr u hasenâtınızı Cenâb-ı Hakk'ın kabul edeceği bir şekilde, güzel bir tarzda yapmayı nasip eylesin...
Bir hadîs-i şerîf daha okumayı düşünüyorum. Peygamber Efendimiz Ebû Mûsa -el-Eş'arî olmalı sadece isim var, nisbesi yok- radıyallahu anh hazretlerinden; Taberânî'nin kaydettiğine göre şöyle buyurmuş:
İni'steta'te en lâ telane şey'en fef'al, feinne'l-la'nete izâ haracet min sâhibihâ fekâne'l-mel'ûnü lehâ ehlen esâbethü, fein lem yekün lehâ ehlen, fe kâne'l-le'ânü lehâ ehlen raceat aleyhi ve in lem yekün lehâ ehlen esâbet yehûdiyyen ev nasrâniyyen ev mecûsiyyâ, feini'steta'te en lâ telane şey'en ebeden fef'al.
Bu da Peygamber sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz'in bir lânet sözü söylememek, lânet etmemekle ilgili tavsiyesi.
Buyuruyor ki Efendimiz;
İni'steta'te en lâ tel'ane şey'en. "Hiçbir şeye lânet etmemeye gücün yeterse hiçbir şeye lânet etme!"
"Şey" diyor, "kimse" demiyor. Kimseye de lânet edebilir, eşyaya da lânet edebilir.
"Allah kahretsin... Allah yere batırsın..." bilmem ne…
Bu lânet, beddua bâbından neler söylerler?
Bazı insanlar çok laflar bilir; kırk tanesini peş peşe sıralar ve ağzından sanki ateş, zehir çıkıyor gibi olur.
Efendimiz, "insan" demiyor, şey'en diyor; "sadece insana, hayvana değil, hiçbir şeye lânet etme" diyor.
At tökezler, hayvana lânet eder. Öküz yavaş gider, köylü öküze lânet eder. Karısı biraz gecikir, karısına lânet eder. Çocuğu bir şeyi kırar, ona lânet eder. Komşusu bir şey yapar, ona lânet eder…
"Gözün çıksın, gözün önüne aksın, canın çıksın!.. Allah kahreylesin!.." vs. Bir sürü beddua, bir sürü lânet; böyle söylerler. Bunlar kötü alışkanlıklar, iyi değil.
"Hiçbir şeye lânet etmemeye gücün yeterse, hiçbir şeye lânet etme! "Bunu yapabilirsen, hiçbir şeye lânet etmemek çok güzel!..
Fef'al. "Böyle yap! lânet etme, hiç lâneti kullanma, bedduayı yapma!.."
Efendimiz izah ediyor, nasihatinin sebebini de söylüyor.
Neden lânet etmeyecek insan?
Fe-inne'l-la'nete izâ harece min sâhibehâ. "Lânet, lânet edenin ağzından çıktığı zaman," Fe-kâne'l-mel'ûnü lehâ ehlen. "Ve kendisine lânet edilen de o lânete müstehak ise, layık ise, o durum ona uygunsa. Esâbethü. "Lânet ona isabet eder."
"Allah kahretsin!" dediyse kahrolur. "Canın çıksın!" dediyse canı çıkar... Anında, veyahut ne kadar zamanda gidecekse Allah'ın takdir ettiği bir zamanda, lânet onu bulur ve mahveder. Ehilse, lânete müstehak olmuşsa, hakikaten o lâneti hak etmişse, kaşınmışsa o zaman ona gider.
Fe-in lem yekün lehâ ehlen. "Bu lânete müstahak bir insan değilse." Masum bir insan ama ötekisinin ağzı bozuk, buna lânet etti. Sinirli, asabî, bastı lâneti, bedduayı... O zaman ne olur?
"Bu lânete müstehak değilse, temizse."
Fe-kâne'l-le'ânü lehâ ehlen. "Aksine lâneti eden berbat bir insansa lânete o lâyıksa; bu sefer lânet döner." Raceat aleyhi. "Lânet eden kimseye çarpar, onu mahveder."
Bak şimdi, lânet eden bu sefer, lânet nasıl olmuşsa lânetine kendisi uğrar. Allah onu kahreder, Allah onu mahveder, Allah onun canını çıkartır, Allah onun gözünü kör eder vs…
Demek ki, karşı taraf masumken lânet etmişse bu sefer dönüp kendisine gelir. Bu Avustralya yerlilerinin Bumerang diye bir aletleri var; "L" harfi gibi, biraz daha açık, yassı, pervane kanadı gibi, tahta. Bir ustalıkla savuruyor, atıyor, havada döne döne gidiyor. Karşıdaki avlayacağı hayvana vuruyor, onu deviriyor. Ondan sonra dönüp atıldığı yere geliyor. Nasıl yapılmışsa?..
Burada onu atma oyunları da yapıyorlar. Hakikaten oluyor. Akıl almaz gibi bir şey. İnsan aklından, "Olur mu, olmaz mı?" diye hayal edip düşündüğü zaman, "Olmaz böyle şey!" sanır. Ama attığı şey, havada dönüp dolaşıp kendisine geliyor.
Lânet de demek ki böyle. Lâneti yapan kimse kötüyse, lânete kendisi müstahaksa, lânet edilen de iyiyse; o zaman kötüye gelir, onu mahveder.
Ve in lem yekün lehâ ehlen. "Lâneti söyleyen de iyi insansa ona da yakışmıyorsa o zaman ona da dokunmaz."
Kime gider?
Esâbet yehûdiyyen ev nasrâniyyen ev mecûsiyyen. "Ya bir yahudiyye, ya bir nasrâniye, ya bir mecûsiye isabet eder."
Onun için ;
Fe-ini'steta'te en lâ tel'ane şeyen. "Hiç bir şeye lânet etmemeye gücün yetiyorsa, hiç lâneti kullanmamaya, ağzından lânet çıkmamasına gücün yetiyorsa" Fef'al. "Böyle davran, en iyisi bu!" diyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.
Demek ki ağzımız böyle bedduâya alışmayacak.
Lânete bazen harf değişikliğiyle "nâlet" köylerde derler. Anadolu'da bu da vardır. Aslında o lânettir ama, "l" harfi "n" harfi ile yer değiştirmiştir. Lânet yerine ne "nâlet" kullanılır. Aslında "lânet" demek.
Demek ki ağzımızı bozmayacağız, mümkün olduğu kadar bedduâ etmiyeceğiz. Tatlı dilli, güleç yüzlü, herkesin hayrını isteyeceğiz.
Evliyâullahtan, mübarek insanlardan, kaynaklarda böyle çeşitli güzel davranışlar rivayet ediliyor, Evliyâullahtan birisi, içki içip sokakta, ayyaş, sarhoş, yerlere yıkılan bir takım insanları görmüş. Yanındakiler de demişler ki;
"Efendim sen duası makbul, mübarek, Allah'ın iyi salih kulusun. Şunlara bak, ne kadar günah işliyorlar! Sen bunlara beddua eyle, kahreyle."
O da el açmış;
"Yâ Rabbi sen bunlara hidâyet ihsân eyle, hatalarını anlattır, doğru yola gelmelerini nasip eyle!" diye dua etmiş.
O sarhoşlara, onun o duası berekâtıyla Allah bir güzel hal vermiş, tevbekâr olmuşlar, doğru yola girmişler, içkiyi bırakmışlar.
İçki çünkü bütün kötülüklerin anasıdır. Mümkünse hiç imâl bile etmemek lazım! Ama maalesef, içki imâlatı, içki istihlâki, kullanılması çok büyük boyutlarda... Ondan sonra da;
"Sarhoşken araba kullanmasın!" diyoruz. İçiyor, kullanıyor; Boğazda köprüden uçuyor, adam eziyor, kendisi ölüyor, başkalarına zarar veriyor. Veyahut meyhânede kavga çıkartıyor; bıçağı çekiyor, tabancayı çekiyor. Sıradan şu kadar insanı öldürüyor, bu kadarını yaralıyor... Veyahut kendisini sendelerken küt yere düşüyor, başını kaldırıma çarpıyor, beyin kanamasından ölüyor... Veyahut içkiyi çok kaçırıyor, çatlıyor, bağırıyor, çağırıyor... Veya karaciğeri siroz oluyor, karaciğer diye bir şey kalmıyor. Perişan, sapsarı beniz, ölüyor…
Zararlı... Zararlı olduğunu doktorlar da söylüyor, kesin ama zararlı şey hem imâl ediliyor, hem satılıyor, hem reklam ediliyor.
Amerika'da hoşuma gidiyor, güzel şeyler var. Güzel şeylerin güzel olduğunu kabul etmek lazım! Sigara paketlerinin üzerinde, böyle aldatmaca olmasın, içen kimse zararlı olduğunu bilsin diye "Bu sağlığa zararlıdır!" diye yazıyı koydurtuyorlar...
Amerika'da bir de 1930'lu senelerde devlet içkiyi içmeyi, imâli yasaklamış; ama tutturamamış. Çünkü toplum çok alışkın, yasağı sürdürememiş.
Biz de bir zamanlar, Osmanlı devresinde herhalde, bir ara içki yasaktı. Ama galiba o zaman yasak da biraz gevşek yasaktı. Müslümanlara yasak, gayrimüslimlere serbest... Onlara bir şey denmiyor. Onun için müslümanlar da anlaşılan gayrimüslimlerin mahallelerine kaçıyordu; oradaki meyhanelere gidiyorlar, içiyorlardı herhalde. Aslında yasaksa, zararlıysa keşke her tarafta yasak olsaydı... Ama içilmiş, alışılmış yaygınlaşmış...
Aslında İslâm'da imâli bile yasak. Yaygınlaşmış, ondan sonra da toplumda çok yaygın zararları oluyor. Kazaların, hastalıkların, ölümlerin sebepleri yazılsa ne kadarının içkiden olduğu anlaşılacak, sayımlarla, istatistik dediğimiz rakamlarla çıkacak ortaya.
Bazıları da diyor ki;
"Efendim bira falan hafif…"
Ben, Gülhâne Askerî Tıp Akademisi'nde bir yüksek rütbeli zâtın, bir büyük konuşma yaptığını ve biranın zararlarıyla ilgili orada bilgi verdiğini hatırlıyorum. İstanbul'da bulunduğum senelerde gazeteler yazmıştı;
"Zararlı!.."
Keşke zararlı olan şeylerin caydırıcılığı arttırılsa, alıştırttırılmasa...
Topluma zarar veren şeyler önlenmeli, önlemler alınmalı, caydırılmalı! Amerikalıların yaptığı gibi, hiç olmazsa "Bu zararlıdır!" diye yazılmalı, reklamı yasaklanmalı!
Amerika güçlü, gözümüzle görüyoruz. Batı batı derken, batının en batısı Amerika... Bunlar bir şey yaptıkları zaman iyi incelerler öyle yaparlar diye, herkes biliyor. İnada, taassuba lüzum yok; gerçekleri kabul edip doğruya doğru, eğriye eğri demeli! Doğruyu yapmalı, eğriden kaçınmalı!..
Allah bize o güzel ahlâkı nasîb eylesin...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh