es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden bir demet okuyup izah edeceğim.
Okuyacağım ilk hadîs-i şerîfi, Ebû Ümâme el-Bâhilî hazretlerinden Hulvânî ve Taberânî rivayet eylemiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i şerîflerinde buyuruyorlar ki;
Mâ tahte zılli's-semâi min ilâhin yu'bedü min dûnillâhi a'zama indallâhi min heven müttebein.
Sadaka resûlullâh, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf hevâ-yı nefs, nefsin isteklerine uymak konusunda. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
Mâ tahte zılli's-semâi. "Semânın gölgesi altında yoktur;" Min ilâhin yu'bedü min dûnillâh. "İnsanların Allah'tan gayri yanlış olarak, günah olarak, şirk olarak taptıkları batıl mâbudlar, ilâhlar içinde," A'zame indallâhi min heven müttebain. "Allah indinde, kendisine tabi olunan hevâdan daha büyük bir batıl put, ilâh yoktur."
Kırık kelimelerin tercemesiyle anlamı bu, daha iyi anlaşılsın diye ben biraz açıklayayım:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, semanın gölgesi altında diyor.
"Semanın gölgelediği, semanın kapladığı, insanların yaşadığı şu mekânda Allah indinde kendisine tâbi olunan hevâ-yı nefisten daha büyük bir put yoktur. Günahı ondan daha büyük olanı yoktur."
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor…
Hevâ kelimesi Arapça'da, iki gözlü he, vav ve ye ile yazılır. Ama vav'ın üzerinde bir çekme işareti vardır, hevâ diye okunur. Elif-i maksûre diyoruz buna... Bir de hava dediğimiz, teneffüs ettiğimiz, soluduğumuz hava var. Onun yazılışı Arapçada başkadır. O iki gözlü he ile vav'dan sonra elif ve hemze ile yazılıyor. Bu hevâ, öteki hava; ikisi farklı...
Hevâ-yı nefs; nefsin istekleri, arzusu, uçup gittiği, peşine takılıp gittiği şey demek. Hevâ-yehvî; aslında Arapça'da böyle bir boşluğa doğru uçup gitmek mânasına gelen bir fiil. Allahu a'lem, insanın arzuları da böyle gönül boşluğunda, bir şeyin aşağılara, derin yerlere uçtuğu gibi uçuşup durduğu için oradan alınmış olabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de;
Ve'n-necmi izâ hevâ. "Yıldıza andolsun ki kaydığı zaman, düştüğü zaman, kayıp gittiği zaman..." diye, orada da hevâ fiil olarak geçiyor.
Burada hevâ-yı nefs olarak isim bu. Nefis kelimesi kullanılmıyor ama heven müttebain deniliyor; "Peşine takınılıp sürüklenilip gidilen nefsanî arzular" demek.
Bu nefsanî arzular bir put gibidir, bir tanrı, batıl ilâh gibidir. İnsanlar yeryüzünde maalesef, peygamberler gelmesine rağmen, ilk insan Hz. Âdem atamızın peygamber olmasına rağmen, ondan sonra da hiçbir beldede, hiçbir şehirde kullar peygambersiz bırakılmadığı halde, kendilerine peygamber gönderildiği halde, insanlar maalesef çok eski zamanlardan beri çeşitli putlara tapınmışlar. "Galiba şu tanrı?.. Galiba bu tanrı?.." diyerek çeşitli putlara insanoğlu maalesef tapınmış durmuş. Yanlış; çünkü taptıkları şeyler boş, batıl, asılsız, esassız şeyler... Tapmamaları lazım aslında ama tapmışlar.
Tarih boyunca heykellerini görüyoruz, dinler tarihi kitaplarından okuyoruz. Sümerliler'in tanrıları... Hem de bir tane değil, çeşit çeşit tanrılar düşünmüşler; güneş tanrısı, ay tanrısı, bereket tanrısı, ana tanrıça... Tanrıların en büyüğü, küçüğü... Harp tanrısı, şarap tanrısı, bereket tanrısı vs.. Saçma sapan, komik, acı, trajik, üzülecek, ağlanacak cinsten şeyler.
Çünkü insanları, yeri göğü yaratan; rızıklarını veren, besleyen, büyüten, nimetleri de halkedip insanlara ulaştıran Allahu Teâlâ hazretleri, fakat insanlar Allah'ı bırakıp Allah'tan gayri kendi elleriyle yaptıkları asılsız, boş, batıl varlıklara tapınmışlar, tanrı demişler... Dağlara, yıldızlara tapmışlar. Bunların hepsi tabii batıl, asılsız, boş, aslı astarı, temeli olmayan düşünceler; batıl tanrılar.
Güneşe tapan bir insan niye güneşe tapıyor?
Güneş biraz parlak gibi görünüyor dünyadan ama gökyüzünde güneşten kat kat daha büyük, kat kat daha ışıklı, başka güneş gibi varlıkların olduğunu bilim tarihinden, gökbiliminden biliyoruz. Çok iyi bir şekilde biliyoruz. Nice yıldızlar var ki bizim güneşimizden kat kat büyük, onların yanında zerre gibi kalacak kadar güneşten büyük varlıklar var... Onların uzaktan hangisinin büyük olduğunu anlayamadıklarından, güneşi büyük gördüklerinden güneşe tapmışlar. Kimileri aya tapmış.
Şimdi, bu tapılan batıl şeyleri sıralayacak olursak;
Hayvanlar, taşlar, dağlar, birtakım insanlar... Eskiden yaşamış atalarından, kendi zihinlerinde iz bırakmış olan büyük sandıkları kimseler... Derken gökteki yıldızlar, ay, güneş vs… İnsanlar maalesef bunlara tapıyor. İşte Hindistan'da bilmem ne kadar din varmış. Amerika'daki Dinler diye bir kitap vardı benim kütüphanemde, fakültede iken. Bizim rahmetli Dinler Tarihi hocası arkadaşımız odama geldiği zaman, kitabı görünce gözleri fal taşı gibi açıldı hiç unutmuyorum:
"Aman Hocam, bu çok kıymetli bir kitap, ben alabilir miyim, istifade edebilir miyim?" dedi.
Amerika'da da bir sürü inançlar var. Orada da dikkatimi çekmişti; biz bu Amerikalılar'a, Avrupalılar'a bilimsel davranıyor filan sanıp da saygı gösteriyoruz, hüsnüzan gösteriyoruz. Fakat Amerika'daki bir sürü dinlerden bahsetmiş, olduk olmadık, batıl mezheplerden, tarikatlerden, Hıristiyanlığın kollarından, dallarından bahsetmiş; ama İslâm'la ilgili hiçbir atıf, hiçbir bilgi, hiçbir söz yok... Hiç olmazsa, "İslâm bunların yanında bir kitaba sığmayacak muazzam bir din olduğundan, ayrı bir ciltte inceleyeceğiz." filan dese, neyse veya birkaç sayfada onu da özetlese;
"Müslümanların da inancı budur. Yeri göğü yaratan Allah'a ibadet ederler. Böyle putlara, ağaçlara, taşlara, aya, güneşe, yer gök varlıklarına, yaratıklarına tapmazlar." dese...
Onu dememiş, sakınmış, çekinmiş, korkmuş, gizlemiş, saklamış… Yapılıyor bunlar…
Demek ki Amerika'da yaşayan insanların bir sürü ayrı ayrı inançları var. Hindistan'da yaşayan insanların inançları var. Dünyanın muhtelif yerlerinde inançlar var. Eski Moğollar'ın arasında beyaz ayı kutsal, Hintler'in yanında öküz kutsal vs…
Bunların çoğunu omuz silkiyoruz, ayıplıyoruz, garipsiyoruz, "Olmaz böyle şey!" diyoruz. Ama bir de bunların yanında, insanların tapındığı başka şeyler de var... Bu başka şeylerin başında, insanlar emrini tutuyor, el pençe divan duruyor. Karşısında bir sözünü iki etmiyor, tapınıyor.
Neye tapınıyor?
"Nefsine tapınıyor. Kendisinin nefsine tapınıyor!"
"Nasıl tapınıyor? Ne demek istiyorsunuz?" derseniz; nefsi neyi isterse yapıyor. "Şunu yap!" diyor, yapıyor. "Şunu yapma!" diyor, iyi bir şey olsa bile yapmıyor. Nefsi de umûmiyetle kötü şeyleri istiyor. Bir kere yan gelip yatmak istiyor, çalışmayı istemiyor. Halbuki toplumların ilerlemesi çalışmayla; çocuğun başarı kazanması çalışmayla, sınıfı geçmesi çalışmayla... Annenin babanın, ailenin reisinin, ilgililerinin, sorumlularının para kazanmaları için çalışmaları lazım! Herkesin çalışması lazım! Evdeki hanımın da ev hanımı olarak çalışması lazım! Akşama kadar çalışmazsa; yemek pişirilecek, oda toplanacak, çamaşırlar yıkanacak, ütülenecek, sökükler dikilecek vs…
Çalışma çok önemli bir faaliyet ve hayatı ayakta tutan bir şey. Nefis çalışmak istemiyor.
Ne istiyor?
Eğlence, yatmak, uyku, keyif, zevk istiyor... Nefis böyle şeyler istiyor. Demek ki nefis pek kanunlara aldırmıyor, anayasa dinlemiyor. Demek ki kaytarmaya çalışıyor. Demek ki iyi bir varlık değil nefis...
Sonra, kendisi rahat etsin, başkaları yorulursa yorulsun, üzülürse üzülsün. "Herkes bana hürmet etsin, hizmet etsin!" diyor. Halbuki insanlar tarağın dişleri gibi Allah'ın indinde eşit kimseler. Ancak müttakî olanları, günahtan sakınanları, ince düşüncelileri, zarifleri, edeplileri Allah indinde kıymetli... Ötekiler kıymetsiz. Cenâb-ı Hak rütbeye, makama, omuz kalabalığına bakmıyor; kalplerin temizliğine bakıyor. Bir oduncu Yunus Emre evliyâ oluyor da, nice nice melikler, hükümdarlar, padişahlar, başkanlar, firavunlar cehennemlik olabiliyor.
Şimdi, insana bu kötülükleri emreden nefis... Kötülükleri emrettiği de, Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyet-i kerîmeyle, Yusuf sûresinde izah ediliyor.
Bismillâhirrahmânirrahîm
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi illâ mâ rahime rabbî.
Nefis terbiye edilmezse… Kötülükleri emreden bir varlık... Nefis, terbiye kabul eden bir varlık. İnsanoğlu terbiye kabul eden bir varlık. Çocuk eğitilirse, iyi bir aile terbiyesi görürse, iyi bir mektep tahsili görürse, iyi hocaların elinde iyi bilgileri alırsa çok yüksek bir insan olur. Zaten çok yüksek insanları incelediğimiz zaman görüyoruz ki onu yetiştiren hocalar çok yüksek, kıymetli insanlarmış. "Öyle hocaların, böyle talebeleri olur." diyoruz. Bu işin doğal olarak böyle olduğunu herkes kabul ediyor.
Nefis terbiye kabul ediyor ama terbiye edilmeden de insanlar hayatını bitirip, dünyaya gafil gelip, âhirete gafil göçüp gidebiliyor. Hiç dünyayı, hayatı, hayattaki görevini anlamamış olarak, Allah'ı tanıyamamış olarak; gafil, kâfir, zalim, fâsık, günahkâr, suçlu, borçlu olarak göçüp gidiyor.
İşte bu nefis niye terbiye edilmiyor?
Çünkü nefsin terbiye edilmesi gerektiğini bilen insanlar az... Eskiden bizim kendi örfümüz, töremiz, tarihimiz, medeniyetimizde, kendi dünyamızda, nefsin insanlara kötü şeyleri emrettiği, insanın içinden kötü şeylerin geldiğini, bunun terbiye edilmesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Yunus Emreler, Mevlânâlar, Eşrefoğlu Rûmîler, Abdülehad-ı Nûrî hazretleri, İsmail Hakkı-ı Bursevî hazretleri, İbrahim Hakkı-i Erzurumî hazretleri; mübareklerin bütün kitaplarında hep, "Aman nefis terbiye edilmelidir; terbiye edilmezse, fena olur." diye bildirilmiş.
Nefis terbiye edilmediği zaman insanı mahvettiği, perişan ettiği Kur'ân-ı Kerîm'de de zaten bildiriyor. Bu iç terbiyesine önem vermişler. Bu nefis terbiyesini görmüş insanlar çok zarif, çok kamil, çok ârif, çok mübarek, çok sevimli, asırlar boyu insanların başının tâcı olmuş, gönlünün tahtına kurulmuş mübarek insanlar...
Ama yirminci yüzyıla geliyoruz; çağdaş bir dünya, alet-edevat, vasıtalar ilerlemiş, insanlar denizlerde, denizlerin altında, havalarda geziyorlar, uzaya gidiyorlar... Ama nefis terbiyesi yok! Nefis terbiyesini yapmıyor. Onun için bakıyorsunuz; adam şunu olmuş, bunu olmuş; ama nefsi terbiye edilmediği için, etrafı kasıp kavuruyor, kan kusturuyor, zulümler yapıyor. Bencil, sadist, kaprisli diyorsunuz…
Bunlar ne demek?
Nefsi terbiye olmamış demek, nefsi kusurlu demek... Nefsi hastalıklı, hastalıkları tedavi edilmemiş demek. Birçok kimse bilmiyor.
Şimdi ben bakıyorum, adam abdest alıyor. Ayaklarına bakıyorum, -takunyayı giydiği zaman camide vs. veyahut abdest almış camide namaz kılarken yanında görüyorsun- tırnaklarına bakıyorum... Ben cildiye mütehassısı değilim, deri hastalıkları mütehassısı değilim ama başa gelen hekim derler. Biliyorum ki o tırnakta hastalık var. O, onun hastalık olduğunun farkında değil... "Ayağım çatladı, tırnağım işte böyle eğildi." diyor. Halbuki mantar var, hastalık var, bilmiyor.
İşte bu nefsin hastalıkları da bu çağda, bu devirde maalesef bilinmiyor. Hatta nefis hastalandırılıyor, amansız hastalıklara düşürülüyor. Nefsin nefsanî arzuları körükleniyor, nefis kuvvetleniyor. Küçük bir solucan gibi olan nefis, kocaman bir ejderha oluyor. Çin masallarındaki yedi başlı ejderha gibi, kimsenin baş edemediği bir ejderha oluyor. Milletleri batırıyor, milletleri birbirine düşürüyor. Harpler ettirtiyor, insanlar kestirtiyor, milyonları mahvediyor.
Son Balkan savaşlarını, Kosova'yı, Bosna'yı düşünün, Balkanları düşünün!.. Bir takım insanların sadist dediğimiz, sadizm dediğimiz duygularından, batıl isteklerinden, onların körüklenmesinden, insanlık ne kadar zarar görüyor. İnsanlar topluca öldürülüyor; katliamlar, toplu mezarlar, facialar meydana geliyor.
İşte bu neden?
Nefis putuna tapıyor, nefsin arzusunun peşinde koşuyor insanlar... Nefsin hasta olduğunu bilemiyor ve nefsin hastalığının hastanesini bilemiyor. Terbiye edilmesi gerektiğini bilemiyor.
Küçücük çocuk, nefsi kabartılarak yetişiyor; çikolata, şeker, helva, tatlı, tuzlu, oyuncak... Oda dolusu oyuncak var, hâlâ oyuncak ister. Her geçtiği yerde, her gördüğü şeyi ister çocuk. Nefsinin isteğinin, hevâ-yı nefsinin yerine getirilmesine çocuk tatlı, sevimli diye alıştırılıyor, büyüyor… İlkokul çağına, ortaokula, liseye geliyor... Artık orada annesini babasını dinlememeye başlıyor. Annesi işin farkına varıyor:
"Bu çocuk söz dinlemiyor!"
Dinlemez, çünkü sen onun her istediğini yaptın, çocuğunun nefsi kabardı, kuvvetlendi. Çocuk artık o nefsi yenebilecek durumda değil! Aklıyla, senin nasihatinle, doğruyu göstermenle, doğruyu anlayıp da onu tutacak durumda değil. Artık çocuk anasını babasını dinlemiyor. Evde, sokakta, mektepte, toplumda üzüntüler, felaketler, facialar oluyor.
Bu hep, hevâ-yı nefse tabi olunmasından; peşinde koşulan arzuların bir put gibi, bir ilâh gibi sözünün dinlenilmesinden; emrine, sanki Allah'ın emrine itaat edilirmiş gibi itaat edilmesinden kaynaklanıyor.
Bu hadîs-i şerîf bizlere, biz müslümanlara ne demek istiyor?
"Bu nefis bir put gibidir. Bir batıl tanrı gibidir. Bunun arzularını tutmak, arzularının peşinde koşturmak, bu puta tapmak gibidir.
"Aman hâ, buna kapılmayın! Aklınızı hakim kılın, vicdanınızı terbiye edin, akıl gözüyle gerçekleri görün! Nefsiniz istemese bile, tembellense bile, siz aklınızın dediğini, vicdanınızın dediğini yapın!" demek istiyor.
Nefsin terbiye edilmediği zaman, bir tehlikeli düşman olabileceğini, çok kuvvetli bir düşman olacağını belirtiyor.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim!
Çocuklarınızın terbiyesini kendi hayat tecrübenize dayanarak, küçüklükten başlatın!
"Çocuğum, yavrucuğum, ben seni çok seviyorum ama her şeyi alamayız, almamız doğru olmaz."
"Çok istiyorum baba! İlla isterim, ağlarım. İki gözüm iki çeşme ağlarım, bangır bangır bağırırım, tepinirim, hoplarım, zıplarım..."
"Bak yavrucuğum, öyle yapmak doğru değil. Bir isteği yaptırmak için böyle ağlamak, bağırmak ayıp. Öyle yapma! Paramız bu kadar; bunu verirsek, sonra şuraya paramız kalmaz. Şu kadar para alıyoruz. Bak baban çalışmaya sabah erkenden gidiyor, akşam geliyor. Sen de ona yardımcı ol, biraz sabret! Bak her çocuk senin sahip olduğun oyuncaklara sahip değil. Senin yediklerini yiyemeyen çocuklar da var... Bak Afrika'daki çocuklar, nasıl aç kalmışlar zavallılar... Nasıl sinekler gözlerine konuyor, nasıl ölecek gibi olmuşlar; gördün mü? Haydi onlara da biraz şey ayıralım, onlara da yardım gönderelim yavrum!" diye, nefsinin arzusunu yenmesini küçükten yavaş yavaş öğreteceğiz.
Ramazan'da öğreniyoruz nefsimizin arzularının karşısına çıkmayı, yememeyi, içmemeyi, arzuları yapmamayı... İslâm bunu öğretiyor. Böylece İslâm dini nefsine, arzularına hâkim bilge insanlar yetiştiriyor. Bunun kıymetini bilmek lazım! Bunu unutmamak lazım! Nefsin düşman olduğunu, terbiye edilmediği zaman çok zararlı olabileceğini unutmamak lazım! Terbiyesine önem vermek lazım!
Nefislerimizi nasıl terbiye ederiz? Nerede terbiye ederiz? Ne usullerle terbiye ederiz? Hastalıkları nasıl geçiririz? İlaçlar nerede satılır, nasıl yapılır, nasıl kullanılır?
Bunları alim hocalara, bilge hocalara sorup ona göre onları uygulamak lazım!
Bu konuda tarihte meşhur olmuş zâtların, mübareklerin kitaplarını okumak, onların tavsiyelerini dinlemek ve ona göre Allah'ın rızasını kazanmak lazım!
Bir hadîs-i şerîf bu…
İkinci hadîs-i şerîf, İbn Ömer radıyallahu anhuma'nın rivayet ettiğine göre… -Râvîsi Hz. Ömer'in oğlu Abdullah- Hulvânî ve İbn Asâkir rahmetullahi aleyh kitaplarına yazmışlar. Peygamber Efendimiz bu rivayete göre buyuruyor ki;
Mâ tereke abdün lillâhi emren lâ yetrukühû illâ lillâhi, illâ avvadahullâhu min mâ hüve hayrun lehû minhu fî dînihî ve dünyâhu.
Bu da yine yukarıdaki konuyla ilgili bir hadîs-i şerîf oldu. Arka arkaya denk geldi aynı sayfada. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem diyor ki;
Mâ tereke abdün lillâhi emren. "Allah'ın bir kulu, Allah rızası için bir şeyi, bir işi, yapacağı bir davranışı terk etmez;" Lâ yetrukühû illâ lillâhi. "Terk ediyorsa sırf Allah rızası için terk eder."
Öyle yapmışsa, yapmak üzere olduğu bir şeyden sırf Allah rızası için vazgeçmişse...
"Ben bunu yaparsam Allah kızar, gazab eder. Yapmayayım da, Allah sevsin!" deyip Allah rızası için kötü bir şeyi yapmaktan vazgeçmişse bir kul;
İllâ avvadahullâhu min mâ hüve hayrun lehû minhu. "Ona Allah, o terk ettiği işten daha hayırlısını mutlaka nasip eder." Fî dînihî ve dünyâhu. "Dini konusunda da, dünyevî menfaatleri, dünyası, dünya hayatı konusunda da daha hayırlı olanı nasip eder."
Biz hayatta çeşitli olaylarla karşılaşırız. Mesela karşımızdaki bir adam, ters bir iş yaptı.
"Böyle yapmaması lazım, çok yanlış, ayıp... Hem kanunlara aykırı hem örfe aykırı hem terbiyeye aykırı... Ben buna ne yapayım şimdi?"
"Ben de ona şöyle yapayım da iyice bir canı yansın, anlasın!" filan diye düşünüyorum.
Sonra da diyorum ki;
"Öyle yaparsam, kızdığım için yapmış olacağım. En iyisi ben onu Allah rızası için yapmayayım, sabredeyim." diyorum. O adama bir kötü karşılık vermekten vazgeçiyorum mesela...
O adam sövüp sayıyor, benim zararıma bir şey yapıyor. Ben de Allah rızası için vazgeçiyorum. "Fitne çıkmasın, kavga büyümesin, onun seviyesine düşmüş olmayayım." diye vazgeçiyorum. "Ama o öyle yapmasaydı, orda o işi yapacaktım, faydam olacaktı. Onun yüzünden yapmıyorum."
Ne oluyor?
Ben Allah rızası için Allah'ın beni sevmesini, gazap etmemesini düşünerek, yapacağım işi yapmaktan vazgeçtiğim için Allah bana hem dinim bakımından hem dünyam bakımından daha hayırlı bir kapı açar. Sevdiği için...
"Madem ki sen benim hatırım için bu işi yapmaktan vazgeçtin; o halde ben de seni hem dünya, hem âhirete yararlı, faydalı bir şeyle karşılaştırayım!" diye yardımcı olur, başka daha güzelini nasip eder.
Şair demiş ki:
Bir kapıyı bend ederse, bin kapıyı eyler güşâd!
Ne demek?
"Allah bir kapıyı kapatırsa bir kuluna, bin tane başka kapı açar."
Cenâb-ı Hak müfettihul-ebvâbdır, kapılar açıcıdır, imkânlar yaratıcıdır; lütuflar edicidir, fırsatlar vericidir, seçenekleri yığar önüne; birini kapatırsa, bin kapıyı açar.
Çünkü kul o kapıdan gitmeyi Allah rızası için durdurdu. Gidecekti ama vazgeçti, gitmedi. Allahu Teâlâ hazretleri ona daha iyisini nasip eder.
Bu nedir? Bizim ana kuralımız nedir? İyi bir müslümanın, olgun bir insanın ana kuralı nedir?
Yaptığı iyi bir şeyi, yaparsa Allah rızası için yapmak; yapmayacaksa Allah rızası için yapmamak... Yapılmaması Allah'ın rızasına uygunsa yapmamak; yapılması gerekiyorsa zahmetli olsa da yapmak... Yapılmaması biraz insanın zorlanmasına sebep olacaksa bile, yapılmaması hayırlıysa onu yapmamak... Allah rızası için böyle biraz fedakârlık göstererek, rızayı kazanacak tarafı tercih etmek.
İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî diyerek, "Allah böyle yaparsam sever." diyerek böyle bir şeyi yaptı mı, o zaman Cenâb-ı Hak ona daha hayırlısını ihsan eder. Daha güzel bir kapı açar. Hem dinî bakımdan hem dünyadaki maddi şeyi bakımından daha hayırlısını ihsan eder.
Mesela günahlı bir iş yerinde bir iş imkânı çıktı;
"Gel, sen bu yerde çalış, sana şu kadar para, dolgun maaş!.."
"İyi ama o senin söylediğin iş dinen yasak, günah!"
"Canım işte yirminci yüzyıl, bilmem ne..."
"Yirminci yüzyıl ama günahlar topluma ve insana, aileye, bedene ve ruha, dünyaya ve âhirete zararlı. Cenâb-ı Hak, insanlar mutlu olsun diye emirler vermiş; kötülükler olmasın diye yasaklar koymuş. Emri de güzel, yasağı da güzel! Yasağı isabetli; emri de isabetli, hikmetli... Hepsi güzel. Onun için ben o işi kabul edemeyeceğim! Maaşı dolgun ama teşekkür ederim, ben o işi yapamam. Ben o işe girersem ibadetimi yapamayacağım, bir sürü günahla karşılaşacağım, haram olan bir şeyleri yapmak zorunda kalacağım. Yok, ben o işi yapmam!" dedi, dolgun maaşı terketti.
Konusu komşusu:
"Yahu, kaç aydır sen işsizdin, işte sana güzel bir iş çıktı, şimdi sen bunu tepiyorsun!" dediler.
"Tepmek istemezdim ama günahlı, dinimiz bakımından mahzurlu. Ondan yapmadım." dedi.
Hah, işte bak Allah'ın rızasını kazanmak için fedakârlık yaptı. Şimdi Cenâb-ı Hak ona öyle güzel bir kapı açar ki o ondan çok daha hayırlı olur. İlk başta bir fedakârlık yapıyor. Zarara uğruyor gibi göründüğü halde, sonra Cenâb-ı Hakk'ın açtığı o yolda, o iş ona daha hayırlı olur. Hem dünyası bakımından daha kârlı olur hem de ahireti bakımından sevaplı olur. Hem dünyada yüzü güler hem âhirette yüzü güler.
O halde ne yapmalıyız?
Önümüze çıkan işleri, günlük hayatımızda karşılaştığımız olayları düşünüceğiz, hep Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanacak şekilde davranacağız. Kulun rızası değil, kulun alkışı, halkın beğenmesi, reklam, şöhret, şan, oy, vs. değil…
Neyi düşüneceğiz?
Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını düşüneceğiz. Rızasına uygunsa yapacağız, değilse yapmayacağız.
İşte bizim, İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi dediğimiz bu...
Bu sözümüzle "Yâ Rabbi, benim amacım, gayem sana ermektir. Benim her yaptığım iş, senin rızanı kazanmak içindir. Ben senin rızanı istiyorum!" demiş oluyoruz.
Bu hadîs-i şerîf de, "Allah'ın rızasını kazanmak için gerekirse fedakârlık yapın, kötü şeyleri terkedin! Allah hayırlısını nasip eder, hayırlı kapı açar." demiş oluyor bize...
Üçüncü bir hadîs-i şerîfle sohbetimi tamamlayayım. Çünkü sözün de fazlası konuşanı da, dinleyeni de yorabilir.
Hz. Aişe-i Sıddîka validemizden. İmam Buhârî, Müslim'de ve Ahmed b. Hanbel'de kaydedilmiş. -rahmetullâhi aleyhim ecmaîn- Allah şefaatlerine erdirsin, büyük zâtlar bunlar... Buyurmuş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
Mâ bâlü akvâmin yetenezzehûne ani'ş-şey'i asnauhû, fe-vallâhi innî le-a'lemühüm billâhi ve eşeddühüm lehû haşyeten.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasında diyor ki;
"Ne oluyor birtakım insanlara ki benim yaptığım bir şeyi yapmaktan kaçınıyorlar, çekiniyorlar? 'Öyle şey olur mu?' filan diye yapmak istemiyorlar. Benim yaptığım bir şeyi yapmaktan kendilerini geri çekiyorlar. Yapmak doğru değil sanarak geri çekiyorlar. Benim yaptığım bir şeyden böyle kaçınıyorlar; ne oluyor bunlara? Eğer onların çekineceği, doğru olmayan bir şey olsa ben yapmazdım. Yapıyorum madem, o zaman niye tereddüt ediyorlar?"
Fe-vallâhi. "Allah'a yeminler olsun ki!" İnnî. "Muhakkak ki ben…" le a'lemühüm billâhi. "Allah'ı onların en iyi bileniyim!"
Peygamberimiz Allah'ı bilenlerin en yükseği, en bilgilisi.
Allah'ı ümmetinden bir fert mi iyi bilecek, Peygamber-i Zîşanımız mı?
"Allah'ın neyi sevdiğini, neye gazap ettiğini; kulun ne yapmasından hoşlandığını, ne yapmasından hoşlanmadığını en iyi bilenim, çok daha iyi bilirim. Yapılmayacak bir şey olsaydı, ben yapmazdım. Madem yapıyorum, niye ondan çekiniyorlar? Çekinmesinler!" mânasına.
Ve eşeddühüm lehû haşyeten. "Ve Allah'tan onların en çok korkanıyım."
Hz. Aişe Anamız, "Haşyetullah, havfullah bakımından en şiddetli olanı benim. En çok ona dikkat edeni, Allah'tan en çok korkanıyım. Ne sanıyorlar kendilerini onlar da, benim yaptığımdan çekiniyorlar?" buyurdu diyor, Peygamber Efendimiz'in böyle söylediğini naklediyor.
Bu sözlerin sebebi nedir?
Ashâb-ı kirâmdan bazı kimseler, iyi niyetlerle, dindarlık olsun Allah daha çok sevsin bizi diye, doğal olan birtakım şeyleri yapmaktan kaçınmaya karar verdiler. Mesela bunlardan bir tanesi dedi ki;
"Ben bütün ömrüm boyunca hiç evlenmeyeceğim! Çünkü evlenirsem hanım olacak, çoluk çocuk olacak onlara bakma telaşı olacak; Allah'a ibadeti tam yapamam. Ben hiç evlenmeyeceğim, hatta kendimi hadım edeceğim, evlenemez duruma getireceğim, iğdiş edeceğim, artık hep Allah'a ibadetle meşgul olacağım!" dedi.
Bir tanesi böyle düşündü, böyle olursa Allah daha çok sevecek sanarak…
Bir tanesi de dedi ki:
"Böyle hep yiyoruz, içiyoruz, nefsimiz kabarıyor. Ben de bundan sonra bütün ömrümde her gün oruç tutacağım!"
Oruç tutunca Allah sevap veriyor, biliyoruz, oruç tutmak güzel. Ramazan'da farz oruç var... Ramazan'ın dışında Efendimiz'in tavsiye ettiği sünnet, müstehab oruçlar var; sevaplı, güzel bir ibadet... Nefsin eğitilmesi bakımından, iradenin kuvvetlenmesi bakımından, hevâ-yı nefse uymamayı insanın başarmasının idmanı olduğu için.
Oruç iyi ama her gün oruç tutacakmış, öyle istiyor. O işi çok yaparsa daha çok sevap alacak sanıyor, sanmış buna karar vermiş.
Bir tanesi de demiş ki:
"Yatsıyı kıldıktan sonra, geceleri yatıyoruz, horul horul uyuyoruz; olmaz böyle!.. Peygamber Efendimiz, sabahlara kadar, ayakları şişinceye kadar hep ibadet etmiş... Ben bundan sonra geceleri hiç uyumayacağım, hep ibadet edeceğim!"
Böyle diyenler olmuş.
Şimdi tabi dinde doğallık, tabiîlik, insanın hilkatine, fıtratına uygun emirler var. İslâm dininde aşırılık, insanın doğal yaratılışına, hilkatine aykırı emirler yok... İnsanı Cenâb-ı Hak nasıl yaratmışsa onları yapması tabiî. İnsan temiz, günahsız olarak doğuyor. Bazı dinler insanı doğuştan günahlı sayıyor; öyle bir şey yok...
İnsan mâsum olarak, hiçbir şey bilmeden, suç işlemeden doğuyor. Zavallı bir âciz, bebekçik olarak doğuyor, annesi babası büyütüyor. Şimdi insan mâsum olarak doğuyor. Ondan sonra, Allah onu yemek içmek ihtiyacıyla yaratmış, annesinin sütünü emmekten başlıyor, ondan sonra da çeşitli gıdaları yemeyi içmeyi öğreniyor, büyüyor. Hatta yemek-içmek için çalışmak, para kazanmak ihtiyacını duyuyor.
Demek ki yemek-içmek, insanın günah olmayan tabii hakkı... Bunu tamamen kısıtlamak İslâm'da yok. Zaman zaman kısıtlamak suretiyle nefsi terbiye etmek var ama tamamen kısıtlamak doğaya, insanın yaratılışına aykırı olduğundan, İslâm böyle bir şeyi kabul etmiyor. İslâm'da ibadette dosdoğru tam yolda yürümek; aşırılıktan, ifrattan, tefritten uzak, tenkit edilecek bir yanlışlığa sapmadan, dosdoğru, ölçülü, dengeli, tabiî yürümek esas... Efendimiz de onu öğretmiş ve öyle yapmış.
Şimdi hiç yemek yemeyecek hep oruç tutacak; olmaz! Bütün seneyi her gün oruç tutmak mekruh, doğru değil. Bazı günler yemek yiyecek, bazı günler yemeğe alışmışken yemeyecek de, nefsi terbiye olacak. Hep oruç tutmak doğru değil.
Geceyi de;
Ve ce'alnâ nevmeküm sübâtâ . Ve ce'alne'l-leyle libâsâ. Ve ce'alne'n-nehâra meâşâ.
Geceyi neden yaratmış Cenâb-ı Hak?
Dünyayı dönmeyen bir gök cismi olarak yaratsaydı, aydınlık tarafında yaşayan bizlere hep gündüz olsaydı... Böyle de olabilirdi. Cenâb-ı Hak her şeye kâdir. Bilmiyoruz, niye dünyayı böyle dönen, geceli gündüzlü yaratmış?
Geceleyin insanın dinlenme durumu var. Ve gece uykusu, gündüz başka zamanda uyumaya da benzemiyor. Bir insan gece çalışıyor da, gündüz uyumak zorunda kalıyorsa, onun o uykusu da gece uykusu gibi olmuyor. Bunların hepsinin ince ince ilâhî hesapları, hikmetleri var. Uyuyacak elbette... Uykusu geliyor bazen, insan uyuyup kalıyor. Bazen oturduğu yerde uyuyup kalıyor. Uykuyu böyle düşman gibi görmek de uygun değil. Tamamen uykuya esir olup da, horul horul bütün gününü uykuyla geçirmek de doğru değil.
Uykuyu yenebilmeyi de öğrenmek için dinimiz, yatsıdan sonra erken yatıp teheccüde kalkmayı tavsiye etmiş. Sabah namazı erken vakitte, camiye gelmeyi tavsiye etmiş.
Ama Peygamber Efendimiz buna mukâbil, bir de öğleden önce kaylûle denilen bir öğle uykusunu da tavsiye etmiş. O dengeliyor işte. Gecenin o erken kalkmasından, vücudun ihtiyacı olan dinlenme yarım kalmıyor; onunla dengeleniyor, insan daha dinç oluyor. Uzun ömürlü, sağlıklı, başı dinç oluyor. Akşama yorgun, böyle başı şişmiş olmuyor. "Ne dediğini anlayamadım, kusura bakma, yorgunum!" diyecek duruma düşmüyor.
Şimdi böyle aşırı hareket edenlere karşı Efendimiz'in bu hadîs-i şerîfi buyurmuş oluyor;
"Birtakım insanlara ne oluyor ki benim yapmakta olduğum şeylerden çekiniyorlar, yapmıyorlar. Allah'a yemin ederim ki ben onların Allah'ı en iyi bileniyim ve Allah'tan en çok korkanlarıyım. Elbette en doğru, en sevaplı olanı ben yaparım! Benim yaptığım en sevaplıdır." demek.
Bu neyi gösteriyor?
Bizim Peygamber Efendimiz'in sünnetini öğrenmemiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü insanın aklı, "İşi böyle daha iyi yapacağım!" derken, bozabilir.
İlacın bile bir miktarı vardır. Siz "dozaj" diyorsunuz, ben demiyorum. Müessir maddesinin, etkin maddesinin miktarı vardır. Ondan fazlasını koyduğun zaman, ilaç kötü tesir eder, zararlı olur. Üzerinde yazılıdır. Hapı fazla alırsan zararlı olur.
İnsan sağlık kazansın diye yapılmış olan bazı ilaçların, bazıları hepsini birden içiyor, 20 tane hapı içiyor... Neden, okulda - affedersiniz mektepte - öğretmeni derse kaldırmış, o da bilememiş; zayıf not almış, üzülmüş. Eve gelince 20 tane uyku hapını birden alıyor; çocuk ölüyor veya ölecek duruma geliyor. Hastahaneye kaldırılıyor, midesi yıkanıyor. Hap yuttu, şifalı bir şeyi yuttu... Şifalı bir şeyi yuttu ama şifa getirecek miktardan fazlasını yuttu. "20 tanesini birden yutmak olmaz hocam!" der doktor.
İşte onun gibi ibadetlerin de ölçüsü vardır. İnsanın da, gününün saatlerinde yapacağı çeşitli işler vardır. Hepsini yapmak güzel. Bir babanın, çoluk çocuğuna helal rızık kazanmak için işe gitmesi ve kazanması, o da sevaplı bir şey; o da cihat gibi bir sevap... Çünkü çoluk çocuğuna, kimseye muhtaç olmasın diye yiyecek, giyecek, geçim parası kazanmak için çalışır. O da güzel bir şey... Kadının sabahtan kalkıp bazı işlere girişmesi, koşturması güzel bir şey...
Çalışmak lazım! Çalışmak lazım olunca, dinlenmek de lazım! Ondan sonra arada, vücudun ihtiyacı olan gıdayı almak lazım! Uykuyu uyumak lazım, ziyaretler lazım! Kur'an öğrenmek, ilim öğrenmek için vakit ayırmak lazım!..
Çeşitli faaliyetler var. Binaenaleyh, bu sebeplerden dolayı, ibadetlere de bir miktar ayrılacak ama öteki faaliyetler de ihmal edilmeyecek.
Mekteplerde çocukların gördükleri çeşitli dersler vardır.
"Niye çeşitli dersler görüyorlar, bir dersi görsünler, bitsin!.."
"Hayır! Bu bilgilerin hepsi lazım da onun için."
Hayatta da hep ibadet etsin...
Hayır!
Zaten insan Allah'ı bilerek, Allah'ın rızasını düşünerek, ne yaparsa ibadet olur. Çalışması, uykusu, yemesi, her şeyi ibadet olur...
İslâm, hayatı Allah'ın rızasına göre geçirme yoludur. Yoksa bir kenara çekilme yolu değildir. Topluma küsüp sırtını dönmek değildir. Dağ başlarına gidip mağaralara girmek değildir.
Topluma hizmet etmektir, insanlara faydalı çalışmalar yapmaktır. Hayır üretmektir. Kazanmaktır, kazandığını yemektir, yedirmektir, gönlünü almaktır, dua kazanmaktır… Çok şeyler var...
İslâm'ın bu tarafını biz anlatıyoruz. Büyüklerimiz anlatıyor, Yunus Emre anlatmış, Mevlânâ anlatmış... Dinimizi iyi bilen ermiş kişiler, dini iyice hazmetmiş olan, dinde derinleşmiş olan fakih ve alimler, bunları güzelce anlatmış ama bazı insanlar bilmeyip yanlışlıklara, aşırılıklara gidebiliyor. İşte alimin kıymeti burada ortaya çıkıyor.
Alim, yanlış bir şeyi, başkalarının doğru sandığı bir şeyi bilir, onların karşısına çıkar:
"Hayır, siz yanlış yapıyorsunuz, öyle yapmayın!" der.
Bir yanlışlığı, bir bid'ati engeller, doğru yolu gösterir.
Ama böyle insanı kendi hâline bırakırsan, "Ben Allah'ın rızasını kazanacağım!" derken, işi gücü bırakır. "İbadet ediyorum, sevap kazanıyorum." sanır, hatta ihmallerinden dolayı vebal yüklenir. Yanlışlıklara düşebilir.
İşte bu dinimizin ne kadar güzel olduğunu gösteren, Peygamber Efendimiz'in insanlara ne kadar tabiî, aşırılıktan uzak bir tarzda, düşünceli, hikmetli güzel bir tarzda yaşamasını tavsiye ettiğini gösteriyor.
Bu sözlerin altında ne var?
Bak ben Peygamber olduğum halde evleniyorum, çoluk çocuğum var. Siz de evlenmekten kaçınmayın!..
Bazıları çünkü "ben evlenmeyeceğim" demişler.
"İşte görüyorsunuz, ben günün bazı saatlerinde uyuyorum, siz de uyuyun! İşte görüyorsunuz ben bazı günler oruç tutuyorum, bazı günler tutmuyorum... Siz de böyle yapın, aşırılığa kaçmayın!"
Peki aşırılığa kaçmayacağım da, en ölçülü, en güzel, optimum diyorlar. Maksimum var, minimum var, optimum var. En yüksek miktarda mı yapalım, en az miktarda mı yapalım, yoksa en uygun şekilde mi yapalım?
En uygun şekilde yapmak uygun. Çünkü bazen bir şeyin çoğu da zararlı olur, azı da zararlı olur. İşin muhtelif taraflarını, çeşitli yönlerini düşünüp en uygun seçeneği seçmek, optimum çözüm. En uygun çözümü bulmamız lazım!
İslâmî yaşamda en uygun çözüm nedir? Allah'ın en sevdiği en uygun yaşam tarzı nedir?
Peygamber Efendimiz'in sünnetinin çizdiği hayat tarzıdır.
Onun için Efendimiz'in sünnetini öğrenelim, yolundan gidelim! Hem Peygamber Efendimiz'in rızasını kazanmış oluruz, duasını almış oluruz; hem de Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını bu yoldan kazanacağımız için elde etmiş oluruz.
Sonumuz, dünyamız, âhiretimiz, işte görüyorsunuz sadece âhiret değil, dünyamız ve âhiretimiz mâmur olur, hayırlı olur. Tarih boyunca bizim büyüklerimiz, dedelerimiz, mürşidlerimiz, böyle davrandıkları için hem dünyaları iyi olmuş hem âhiretleri... Hem Allah dünyada izzet, devlet, şevket, nimet, mevki makam, toprak, arazi vermiş, ülkeler fethedilmiş hem de evliyâullah, sevap kazanmışlar, cennete de gitmişler. Hem dünya hem âhirette hasene, iyiliklere ermişler, iki cihan saadetini elde etmişler.
Biz şimdi Allah'ın emirlerini tutmayınca hayatı yaşama reçetesini uygulamamış oluyoruz, çeşitli hastalıklara düşmüş oluyoruz, toplum olarak, kişi olarak, hükümet olarak, dünyanın ahâlisi olarak, çeşitli zulümler, haksızlıklar, kötülükler oluyor.
İnsanların en uygun yaşama reçetesi İslâm'dır. Herkesin İslâm'ın bu güzel ahkâmını öğrenip ona göre yaşaması lazım! Hele hele müslümanların, İslâm'ın güzelliğini en iyi bilip de, iyi müslüman olmaları gerekiyor.
Bir de hepinizden rica ediyorum, İslâm'ın güzelliğini herkese anlatın da, herkes bu güzellikleri öğrensin, herkesin yaşamı güzel olsun. Herkesin dünya ve âhireti mutlu olsun...
Lütfen İslâm'ı tanıtmaya, anlatmaya öğretmeye var gücünüzle çalışın! Çoluk çocuğumuzdan, akrabâmızdan, çevremizden başlayıp bütün dünyaya İslâm'ı anlatalım! Cümle cihan halkı Allah'ın sevgili kulları olsun ve hepsi mutlu olsunlar, cennete girsinler, ebedî saadete nâil olsunlar.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..